10. İLMİN VE ALİMLERİN ÖNEMİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn… Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi kemâ yenbagî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, ve eşrefi’l-mürselîn, ve ekremü’r-rusül, tâci ruusinâ ve tabîbi kulûbinâ ve üsvetine’l-haseneti muhammedeni’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihi ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l cezâ... Emmâ ba’d:
Allah’a sonsuz, hadsiz, hesapsız şükürler olsun; hamd ü senalar olsun… Bizi nimetlerine gark eyledi. Nice insanların sahip olmadığı lütuflarına mazhar kıldı. Nimetler içinde, i’zaz ve ikram içinde yaşıyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri nimetlerini üzerimizde daim etsin…
Onun Habîb-i Edibi, sevgili Peygamberi, peygamberlerin serveri, insanların makamca en yükseği, Makàm-ı Mahmud’un sahibi, ahiretteki derecelerin en yükseğinin mâliki, Muhammed-i Mustafası’na da hürmetlerimizi, salât ü selamlarımızı, tahiyyatımızı arz eyleriz. Allah bizi Peygamber Efendimiz’in şefaatine nâil eylesin, yolundan ayırmasın, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye âşinâ eylesin... Sünnet-i seniyyesini ihyâ edenlerden eylesin bizleri... Böylece, yüzlerce şehid sevabı kazananlardan olmayı hepimize ayrı ayrı nasib eylesin…
Dün akşam konuşmuştuk, çok önemli bir akşamdı dün akşam; bu akşamımız bizler için bir dönüm noktası olsun; milattan önce, milattan sonra gibi. Canberra kampımızdan, Berat Gecesi’nden önceki hayatımız, Berat Gecesi’nden sonraki hayatımız son derece farklı olsun. Eski devre kapansın. Bundan sonra artık, Berat Gecesi’nden sonra tertemiz bir sayfayla, yepyeni bir hayat başlasın. Bundan sonra artık, Rabbimizin sevdiği kul olmaya, var gücümüzle çalışalım diye karar vermiştik. Bunu unutmayalım. Her zaman kendi kendimize hatırlatalım:
“—Artık sen yeni bir insansın, yeni bir güzel yolun yolcususun! Artık bundan sonra başka bir şahsiyet oldun, iyi bir müslüman olmaya karar verdin, kâmil bir insan olmaya karar verdin!” diye hiç unutmayalım, kendimize hatırlatalım!
Tabii, bu şirin kamptan, bu güzel kamptan çok memnun olduk. Daha önceki kamplardan biraz daha hoş tarafları oldu, daha tatlı oldu, herkes daha rahat etti. Böyle son gününe erişince tabii, insan keşke daha devam etseydi diye temenni ediyor. İnşâallah, bundan sonraki eğitim çalışmaları daha da güzel olarak, gelişerek, büyüyerek devam etsin diye temenni ediyorum.
Bu kampın asıl amaçlarından, kampı düzenlememizdeki asıl niyetlerimizden birisi de; ilim öğrenmek, dinimizi öğrenmek, hem de rahat bir şekilde öğrenmek... “Sıkıntıya düşmeden, terlemeden, daralmadan, bunalmadan, hoş bir şekilde, hoş bir mekânda; çoluk- çocuk gailesi, telaşı olmadan hanımlar da bir tarafta rahat etsinler, çocuklar da şurada oynasınlar; hepimiz dinimizi öğrenelim!” diye güzel planlanmış bir eğitim kampıydı bu…
Bizim eğitim çalışmalarımız, ilim öğrenme çalışmalarımız
bizler için çok önemlidir. Çünkü, insanoğlu bilgisi nisbetinde olgun insan oluyor, görgüsü nisbetinde kaliteli insan oluyor, kâmil insan oluyor. Onun için, bilginin sınırı yok, sonu yok. Artık bilgi öğrenme devri bitti dememiz mümkün değil. Her an da, hayatımızın her saniyesinde yeni bazı şeyler öğrenerek, gelişmemizi ilerletmemiz lâzım, devam ettirmemiz lâzım. O bakımdan, bu çalışmaları çok beğeniyorum. Bu maksatla, bundan sonra da, bu çeşit çalışmaların kamp çalışmalarına münhasır kalmamasını, kampın bitmesiyle bu çalışmaların durmamasını temenni etmek istiyorum.
a. İlim Öğrenmenin Fazileti
İyi bir müslüman olacağız, kâmil bir insan olacağız, Allah’ın sevgili kulu olacağız diye gözümüzü o hedefe dikmişiz. Öyle olmak istiyoruz. Bunun için de, en başta gelen ilaç ve çare yine ilimdir. Onun için, mutlaka ilimle ilgili çalışmalarımızı her gün, her zaman devam ettirmemiz lâzım diye Peygamber SAS Efendimiz’den bu hususta bize şevk verecek, bizi heveslendirecek, gayrete getirecek Bazı hadis-i şerifleri size okumak istiyorum. Arapçalarını da okuyacağım, çünkü bantlara geçiyor, herkes kaynağını bilsin.
Birincisi, Deylemi’den alınmış bir hadis-i şerif, Müsnedü’l- Firdevs kitabından; Peygamber Efendimiz SAS buyurdular ki:27
طَلَبُ العَلْمَ أَفْضَلُ عَنْدَ الِلَّ مَنَ الصهلاَةَ، والصِّيَامَ، وَالحَجِّ، وَالْجَهَادَ فَي
سَبَيلَ الِلّ عَزه وَجَله (الديلمي عن ابن عباس)
RE. 312/12 (Talebü’l-ilmi efdalü inda’llàhi mine’s-salâti ve’s- sıyâmi ve’s-sadakati ve’l-hacci ve’l-cihâdi fî sebili’llâhi azze ve
27 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.438, no:3910, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.10, s.228, no:28655; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.122, no:13929.
celle.) “İlim öğrenmeye gayret etmek, ilim öğrenmenin peşine düşmek, ilim taleb etmek, öğrenci olmak, ilmi çalışmaların içine girmek; Allah indinde namazdan da, namaz kılmaktan da, oruç tutmaktan da, haccetmekten de; Allah yolunda, Aziz ve Celil olan Allah yolunda fî sebîlillah cihad etmekten de daha faziletlidir, daha üstündür.”
Burada çok önemli bir hadis-i şerif söylemiş oluyorum size; Çünkü, sahabeden bazı kimseler Peygamber Efendimiz’e, “Amellerin, ibadetlerin, işlerin en sevaplısı hangisidir?” diye sorduğu zaman, namazın çok önemli olduğunu bildirmişti Peygamber SAS Efendimiz. Gerçekten de::28
اَلصهلاَةُ عَمَادُ الدِّينَ (هب. عن عمر؛ الديلمي عن علي)
(Es-salâtü imâdü’d-dîn) “Namaz dinin direğidir.” Yâni,
“Namazı kılan tam müslümandır. Namazı kılmayan, dinini yerle bir etmiş, yıkmış, hedmetmiş sayılır.” diye hadis-i şerifler var.
Şimdi bu hadis-i şerifte, çok önemli bir değerlendirmeyle karşı karşıya bulunuyoruz; “İlim öğrenmek namazdan da üstündür.” diyor Peygamber Efendimiz.
Tabii, herkes anlamıştır ki, farz olan namazlar gene kılınacak. Onlar terk edilsin, ilme yönelinsin mânâsına değil. İlme yönelmenin ne kadar sevaplı olduğunu göstermek için, çok sevaplı olan bir şeyi söyleyip, “Bak, bundan da daha kıymetli!” demek içindir bu sözler.
Elbette, beş vakit namazımızı kılacağız, cumamızı kılacağız. Bayram namazlarımız vaciptir. Vitr-i vaciplerimizi, bayram namazlarımızı kılacağız ama bileceğiz ki, ilim öğrenmek çok önemli. Ondan sonraki vaktimizde, ilim öğrenmeğe yöneleceğiz.
(Ve’s-sıyâmi) Oruç çok önemli bir ibadet… Biz de orucu çok seviyoruz. Oruç bizim hayatımızı değiştiriyor. Ramazan’a
28 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.39, no:2807; Hz. Ömer RA’dan.
Deylemî. Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.404, no:3795; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.442, no:18889, 18891; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.608, no:1621; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.69, no:13809.
heyecanla yaklaşıyoruz. Berat Gecesi Şa’ban’ın yarısı gecesidir, iki hafta sonra Ramazan demektir. Berat Gecesi bitti, iki hafta sonra Ramazan’a gireceğiz.
Ramazan oruç ayıdır, on bir ayın sultanıdır, çok güzel bir aydır. Ramazan gelince alem değişiyor; çevremiz, toplumumuz Ramazan’da çok büyük bir canlılık kazanıyor, nurluluk kazanıyor ama; ilim öğrenmek namazdan da önemli olduğu gibi, oruçtan da önemli… Tabii, farz olan orucu tutacağız. Fakat ilmin o kıymetli ibadetten de daha kıymetli olduğunu bileceğiz.
(Ve’l-hacci) Sonra, hac çok önemli bir olay. Bilhassa Hicaz’a uzak olan yerlerden haccetmek çok zahmetli oluyor. Eskiden yıllar sürerdi. İstanbul’dan hacca gidecek bir insan, bir senelik nafakasını ailesine bırakmak zorundaydı.
“—Bir seneye ancak gelirim, alın bakalım bir senelik nafakanızı!” demek zorundaydı.
Tabii, buralardan hacca nasıl gelirlerdi o zamanın insanları bilmiyorum; Malezya’dan filan nasıl geliyorlardı? Gemilerle, yolculuklarla, kervanlarla ne kadar sürüyordu?
Kıymetli bir ibadet hac… Çok önemli. Dinin beş mühim ibadetinden birisi, direklerinden birisi. Ondan da önemli, hacdan da önemli ilim öğrenmek… Tabii yine farz olan haccı yapacağız. Ben ilim öğreniyorum, hacca gitmekten vazgeçtim mânâsına değil amma; bileceğiz ki, ilim öğrenmek çok önemli.
(Ve’l-cihâdi fî sebili’llâhi azze ve celle.) Ve nihayet cihadı söylüyor ki, cihadda insan malını da veriyor, canını da veriyor. Malını ortaya koyuyor, cihada hazırlanıyor. Canını ortaya koyuyor, Allah yolunda şehid oluyor. Yani, bu cihaddan daha büyük fedakârlık nerede olacak, nasıl olacak? Malını da veriyor, canını da veriyor. Nesi varsa her şeyini Allah yoluna veriyor, fî sebîlillâh veriyor... İlim öğrenmek bundan da önemli.
Neden? Bir insan bir savaşta savaşır, şehid olur. Tabii, şehidlik mertebesini kazanır, cennete hesapsız girer. Bunların hepsi çok güzel şeyler ama, yani bir orduda savaşmış, düşmanı yenmişse, İslâm alemini kurtarmış olur.
Fakat, bir alim sadece bir savaşta İslâm alemini kurtarmıyor; asırlar boyu, müslümanları kurtarıyor. Bakın, bugün kendi
kütüphanemizdeki kitaplarımızı inceleyelim, öyle alimler var ki, eserlerinden halâ faydalanıyoruz.
Dün akşam benim okuduğum kitap, Abdülkàdir-i Geylani Efendimiz’in kitabıydı. Kaç asır önce yaşamış? Başka bir eser okuyoruz, İmam Gazali Hazretleri’nin kitabı. Kaç asır önce yaşamış. Demek ki alimler çağlar üstü değerler oluyorlar, faydaları sadece bir devreye, bir bölgeye ait kalmıyor, münhasır kalmıyor, asırlar boyu alem-i İslâm kendisinden istifade ediyor.
Biz, Hanefi Mezhebindeniz el-hamdü lillâh. İmam-ı Azam Efendimiz’in bütün ilmi çalışmalarından, istifade ediyor bütün Hanefiler. Falanca kardeşimiz Şafii ise, İmam Şafii Hazretleri’nin bütün çalışmalarından istifade ediyor. Yani, cihad güzel bir şey ama, ilim daha güzel bir şey. İlmin sonucu itibariyle müslümanlığa faydası, cihaddan da fazla. Alimin faydası, şehidden de daha üstün…
O bakımdan, bu hadis-i şerifi ben çok önemli bir hadis-i şerif olarak size okudum. Yani, en kıymetli ibadetleri düşünün. Namaz, bırakamıyoruz, kılıyoruz. Hoparlör tertipliyoruz, safları tanzim ediyoruz, kamet getiriyoruz; namazlar kılıyoruz. Tabii mutlu oluyoruz. El-hamdü lillâh, Allah yolunda olmak ne güzel…
Oruç, Ramazan da öyle... Teravihleri kılacağız, sahurlara kalkacağız, hepsi güzel!
Hac da öyle... Hacılar ziyafetler çekerek, helâlleşerek ayrılıyor memleketinden, oralara gidiyor. Karşılanması da gene merasimle oluyor. Hacı karşılamak için uzun yollara gidiliyor, yolları gözleniyor filan. Onlar da Zemzemlerle, hurmalarla geliyorlar. Tamam, bunların hepsi güzel!
Askere gitmek, savaşa, cihada gitmek tabii daha güzel!
Bakın, işte bunların hepsinden daha güzeli, ilim öğrenmek. O halde, bizim bu ilimle ilgili çalışmalarımızın, namaz gibi devam etmesi lâzım! Her gün namaz kıldığımız gibi, her gün ilim de öğrenmeliyiz. Madem bu kadar sevaplıymış, her gün ilme çalışmalıyız.
Burada mühim olan nokta şudur: Hangi kitabı okuyacağız? Önemli olan budur. Hangi eseri okumalıyız? Çünkü her insan
alim değil. Her kitap yazan, en doğru şeyleri yazıyor değil. Nasıl kitapları okumamız lâzım? Kesinlikle, herkesin kabul ettiği şekilde çok büyük bir alim olan kimsenin eserini okumamız lâzım!
Tabii, en başta okunacak kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Ondan sonraki, açıklamalı hadis kitaplarıdır. Çünkü hadis kitaplarının açıklanması gerekir. Yani, iyice bilinmeyen kelimeler vardır, onları aşağıda açıklamak lâzım. Dip notlarda veyahut şerhinde açıklamak lâzım ki, mânâsı iyi anlaşılsın. O bakımdan, önce Kur’an-ı Kerim’i okumalısınız. Onunla beraber, hadis-i şerif de okumalısınız.
Bunu nasıl yapacaksınız? Bunu nasıl pratiğe geçireceksiniz? Yani, bir şeyi laboratuvarda alimler buluyor da; uygulaması, pratiğe geçirilmesi ayrı bir iş oluyor, teknoloji oluyor. İlmin uygulanması, teknoloji oluyor. Adam, benzin patladığı zaman genişlediğini buluyor da, bunun benzin motoru halinde hizmete sunulması, teknolojinin işi oluyor.
Şimdi biz ilmin sevabını anladık. Bunun hayatımıza intikali, tatbiki nasıl olacak diyecek olursak; bunun tek bir çözümü var, muhterem kardeşlerim: Prensip sahibi olacaksınız, her gün ilimden bir bölüm okuyacaksınız.
“—Her gün mü?”
Her gün…
“—E, çok değil mi?”
Her gün yemek yemiyor musun, çok geliyor mu? Her gün yüzünü yıkamıyor musun, çok geliyor mu? Her gün namaz kılmıyor musun, çok geliyor mu? Gelmiyor. Tamam, alıştırmak meselesi bu... Kendini, aileni, çoluğunu, çocuğunu alıştıracaksın. Her gün ilim öğreneceksin.
Her gün aile kampımız yok, her gün karşımızda hoca yok… Her gün vaaza gidemiyoruz amma evimizde kitap var, elimizde kitap var. Kur’an-ı Kerim’imiz var, hadis-i şeriflerimiz var. Çok büyük alimlerimizin yazdığı gerçekten değerli kitaplar var... Bunları okuyacağız.
“—Ne kadar okuyacağız, ne tavsiye edersiniz?” diyecek olursanız, sanıyorum en münasip zaman, akşam yemeğini yedikten sonradır. Her evin durumu değişebilir, evdeki insanların
işten dönüş saatlerine göre başka şey olabilir. Rahat bir zamanda bir saat koyacaksınız, “Bu saatte, ben bir saat ilim öğreneceğim, bir kitap okuyacağım!” diyeceksiniz.
Tavsiyem şu: Günde üç tane ayet okuyun, iyi okuyun, tekrar tekrar okuyun! Üç tane hadis okuyun! Bir güzel hadis kitabından, üç tane hadis okuyun. Kur’an-ı Kerim’den üç tane ayet okuyun, açıklamasını dinleyin! İyi bir açıklamadan...
Bir de, öğrendiğinizi günde üç kişiye söyleyin! Sohbet düşürün, fırsat bulun, lafı dengine getirin, “Allah-u Teàlâ Kur’an’da şöyle söylemiş.” deyin. “Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde söyle buyurmuş; okudum.” deyin, üç kişiye tebliğ edin! Üç ayet, üç hadis, üç kişiye anlatmak; böyle bir prensip edinin!
“—Aaa, bugün ben üç kişiye tebliğ edemedim, gideyim Ali’yi yakalayayım, ona bari bu işi anlatayım! Gideyim Ahmed’e söyleyeyim!” filan diye veyahut neyse artık, böyle bir çare ararsınız.
Bunu alışkanlık haline getirin! El yıkamak gibi, diş fırçalamak gibi, kahvaltı etmek, yemek yemek gibi; her gün uyumak gibi, her gün de ilim ile ilgili bir çalışma yapın!
b. İlim Öğrenmenin Sevabı
Diğer bir hadis-i şerif:29
طَالَبُ الْعَلْمَ طَالَبُ الرهحْمَةَ، طَالَبُ الْعَلْمَ رُكْنُ اْلإَسْلاَمَ، وَيُعْطٰى
أَجْرَهُ مَعَ النهبَيِّينَ ( الديلمي عن أنس)
(Tàlibü’l-ilmi tàlibü’r-rahmeh, tàlibü’l-ilmi rüknü’l-islâm, ve yu’ta ecruhû mea’n-nebiyyîn) “İlim öğrenen kimse, Allah’ın rahmetinin peşine düşmüş kimse demektir.” İlim peşine düşen, Allah’ın rahmetinin peşine düşmüş demektir. Neden? İlim
29 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.440, no:3915; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.143, no:28729; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.113, no:13909.
öğrenince, Allah’ın rahmetine erecek. Allah’ın rahmetine ermek de, geçe-gündüz istediğimiz şey. El açıp dua ettiğimiz: ya Rabbi. bize rahmetini ihsan eyle diye. İlim öğrenince, o rahmeti kazanacaksınız.
(Tàlibü’l-ilmi rüknü’l-islâm) “İlim peşinde koşan, ilim öğrenen kimse İslâm’ın direğidir.” Neden? İlmi öğrenecek, başkalarına anlatacak; İslâm ayakta kalacak, yıkılmayacak, çatısı çökmeyecek İslâm’ın...
(Ve yu’ta ecruhû mea’n-nebiyyîn) “Böyle ilmini başkasına anlatan ilim erbabının ecrini Allah Peygamberlerle beraber verecek.” Peygamberlerin vazifesini sürdürüyorlar çünkü…
c. İlim Öğrenmek İçin Yürümek
Diğer bir hadis-i şerif:30
الْغُدُووالرهوَاحُ في تَعْلَيمَ الْعَلْمَ ، أَفْضَلُ عَنْدَ الِلّ مَنَ الْجَهَادَ فَي سَبَيلَ
الِلّ (أبو مسعود الأصبهاني في معجمه وابن النجار، الديلمي عن
ابن عباس)
(El-guduvvü ve’r-revâhu fî teallümü’l-ilmi, efdalü inda’llàhi mine’l-cihâdi fî sebîli’llâh) “Sabahleyin kalkıp ilim öğrenmeğe gitmek, akşamleyin ilim öğrenmeğe bir kimseye gitmek; sabah- akşam ilim öğrenmek için seyahat etmek, yürüyüş yapmak, arabaya binmek... İşte ilim öğreneceği yere gelmek, gitmek... Arabaya atlıyoruz, camiye geliyoruz; orada vaaz var diye. Arabaya atlıyoruz, sekiz saatlik yolculuk yapıyoruz; Canberra da kamp var filan diye… Yani, bunlar ne? Bir sefer. Sabah-akşam yapılan bu sefer Allah indinde, Allah yolunda fî sebîlillah cihaddan daha faziletlidir.”
Yani, haydi bakalım silahlan, haydi bakalım tabancaları,
30 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.440, no:391; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.161, no:28834; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.113, no:13909.
tüfekleri, bombaları al; yallah, düşmana gidiyoruz. Atla bakalım motorlu vasıtalara, haydi gidiyoruz demek gibi... İlim öğrenmek için gitmek, Allah indinde Allah yolunda cihaddan daha kıymetlidir. Çünkü, cihad da netice itibariyle iş bitmiş oluyor. Adam laf anlamadığı için, mecburen kavgaya dökülmüş oluyor iş, savaşıyorsun. Ama ilimde, karşı tarafı ihya ediyorsun. Savaşta öldürüyorsun, ilimde yaşatıyorsun, ihya ediyorsun karşındakini… İlim elbette daha güzel, insanlara daha faydalı bir çalışma. Neticede insan kazanılıyor.
d. Dinî Bilginin Üstünlüğü
Diğer bir hadis-i şerif… Taberânî Abdullah ibn-i Amr RA’dan rivayet etmiş. Diyor ki, Peygamber SAS Efendimiz:31
قَلَيلُ الْفَقْهَ خَيْر مَنْ كَثَيرَ الْعَبَادَةَ ، وَكَفى بَالمَرْءَ فَقْهاً إَذَا عَبَدَ الِلّ،
وَكَفَى بَالمَرْءَ جَهْلاً إَذَا أُعْجَبَ بَرَأْيَهَ ( طب. عن ابن عمرو)
(Kalîlü’l-fıkhi hayrun min kesîri’l-ibâdeh, ve kefâ bi’l-mer’i fıkhen izâ abeda’llàh, ve kefâ bi’l-mer’i cehlen izâ a’cebe bi-re’yihî) Buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:
(Kalîlü’l-fıkhi hayrun min kesîri’l-ibâdeh) “Az bir dini bilgi, çok ibadetten daha hayırlıdır.” Yani, azıcık birkaç sayfa okursun ilmihalden, din kitaplarından; çok ibadet etmekten daha fazla sevap kazanırsın.
(Ve kefâ bi’l-mer’i fıkhen izâ abeda’llàh)“Bir kimseye dini bilgi olarak yeter, Allah’a ibadet etmesi. (Ve kefâ bi’l-mer’i cehlen izâ
a’cebe bi-re’yihî) Bir kimseye cahillik olarak yeter, kendini beğenmesi.”
31 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.301, no:8698; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.265, no:1705; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyûn, c.III, s.207, no:2098; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.II, s.192, no:1503; Hatîb-i Bağdâdî, el-Fakîh ve’l- Mütefakkih, c.I, s.54, no:48; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.V, s.70, no+ 1089; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.155, no:28794; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.187, no:15279.
Kendi fikrini beğeniyor, ilim öğrenmeğe kalkmıyor. Bana kendi kafam, kendi aklım yeter diyor... Yahu yetmez, öğren şu kitapları... Aç oku, neler ver kitaplarda?
e. İlminden Faydalanılan Alim
Diğer bir hadis-i şerif… Buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:32
عَالَم يُنْتَفَعُ بَعَلْمَهَ، خَيْر مَنْ أَلْفَ عَابَدٍ ( الديلمي عن علي)
(Alimün yüntefeu bi-ilmihî, hayrun min elfi àbidin) “İlminden istifade edilen, dinlenip bilgi kazanılan, kendisinden bir şeyler öğrenilen alim, bin tane àbidden daha hayırlıdır.”
Àbid ne demek? Camide ibadet eden kimse… Seccadesi var, sarığı var, cübbesi var, tesbihi var... İbadeti seviyor, çekiliyor bir köşeye, “Yâ Allah!” diyor, ibadet ediyor, sevap kazanıyor. Namaz kılıyor, tesbih çekiyor, Kur’an okuyor ve sâire… Sevap kazanıyor ama, ilminden başka insanların faydalandığı, istifade ettiği bir alim, böyle bin tane kendi sevabı için çalışan àbidden daha kıymetlidir.
Neden? Bu, sadece kendisi için çalışıyor, sevap kazanıyor. Ötekisi, başka insanlara fayda götürüyor, ışık tutuyor, onları aydınlatıyor, onları doğru yola çekiyor... Bin tane abidden daha kıymetli.
Acaba Coburg Camii kaç kişi alır? Her halde yüz, iki yüz, üç yüz kişi alır. Acaba Sydney’deki Auburn Camii kaç kişi alır? İşte, bin kişi alır diyelim meselâ… O cami dolusu insandan, bir tane böyle ilminden faydalanılan alim daha kıymetli oluyor.
O halde, ne lâzım? İlme gayret etmek lâzım, ilim öğrenmeğe çalışmak lâzım!
32 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.41, no:4100; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.183; Ebû Ca’fer Muhammed ibn-i Ali Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.93, no:5654; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.167, no:14037.
f. Ümmetimin Hayırlıları Alimlerdir
Diğer bir hadis-i şerif:33
خَيَارُ أُمهتَي عُلَمَاؤُهَا، وَخَيَارُ عُلَمَائَهَا رُحَمَاؤُهَا؛ أَلاَ وَإَنه الِلَّ تَعَالٰى
لَيَغْفَرُ لَلْعَالَمَ أَرْبَعَينَ ذَنْبًا، قَبْلَ أنْ يَغْفَرَ لَلْجَاهَلَ ذَنْبًا وَاحَدًا؛ أَلاَوَ
33 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.238, no:54; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVI, s.118; İbnü’l-Cevzî, el-İlelü’l-Mütenâhiyye, c.I, s.140, no:203; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.174, no:2865; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.188; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.241, no:1276; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mizan, c.V, s.68, no:223; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.152, no:28778; Câmü’l-Ehàdîs, c.XII, s.323, no:12000.
إَنه العَالَمَ الرهحَيمَ يَجَيءُ يَوْمَ القَيامَةَ، وإَنه نُورَهُ قَدْ أَضَاءَ يَمْشَي فَيهَ
مَا بَيْنَ الْمَشْرَقَ وَالْمَغْرَبَ، كَمَا يُضَيءُ الْكَوْكَبُ الدُّرِّيُّ (حل.
خط. عن أبي هريرة ؛ القضاعي عن ابن عمر)
RE. 280/1 (Hiyâru ümmetî ulemâühâ) Benim ümmetimin en hayırlı fertleri, alim olanlarıdır. Alimler en hayırlıları. Birçok insan var ya ümmetimde; çiftçi var, tüccar var, san’at erbabı var, meslek erbabı var, ziraatçı var, kadın var, erkek var, büyük var, küçük var, dokumacı var, terzi var, ayakkabıcı var ve sâire. Yani, en hayırlısı kimdir, benim ümmetimin fertleri içinde? Alim olanları…
“Ümmetimin en hayırlıları alimlerdir. (Ve hiyâru ulemâühâ ruhamâühâ) Alimlerin de en hayırlısı, merhametli olanlarıdır.”
Alim merhametli olacak, Ümmet-i Muhammed’e merhamet edecek, “Bunların hali ne olacak?” diyecek. Hani, “Ol zayıf ümmetlerin hali n’ola?” dediği gibi Süleyman Çelebi’nin, “Bu insancıklar ne yapacaklar? Bunlar namaz kılmayı bilmiyorlar, Allah’ın gazabından korunmayı bilmiyorlar; cenneti ellerinden kaçıracaklar. Yazık, cehenneme düşecekler, kütük gibi cayır cayır yanacaklar.” Filan diye acıyacak. Yâni, alim merhametli olacak,
(Elâ feinna’llàhe teàlâ leyağfiru li’l-àlimi erbaîne zenben, kable en yağfire li’l-câhili zenben vâhidâ) “Gözünüzü açın, dikkat edin ki diyor Peygamber Efendimiz, Allah bir cahilin bir günahını affetmeden, bir alimin kırk tane günahını affeder.” Yâni, kusurlarını da Allah affediveriyor. Allah alimi sever, hatası olsa bile…
(Elâ ve inne’l-àlime’r-rahîme yecîü yevme’l-kıyâmeti, ve inne nûrahû kad edàe yemşî fîhi mâ beyne’l-meşrikı ve’l-mağrıb, kemâ yudîu’l-kevkebü’d-dürriy) “Yine dikkatinize sunarım ki, dikkat edin ki, merhametli bir alim, kıyamet gününde nuru etrafı aydınlatarak ve o nurun aydınlığında yürüyerek gelir, kıyamet gününde ortaya...
Çünkü, ortalık karanlık olacak. İnsanların ilmi nur olacak.
Nurları önünden hani böyle karanlık bir yerde bir ışık yürüdüğü yeri aydınlatıyor da, öyle gidiyor ya insan, ayağı takılmasın filan diye. Ahiretin karanlıklarında alimin nuru ortalığı aydınlatır, o nurda rahat rahat yürüyor olarak gelir meydana…
Ama, nasıl bir nur? (Yemşî fîhi mâ beyne’l-meşrikı ve’l-mağrib) Doğuyla batı arasındaki o insanlar, o nurun ışığında geliyorlar. Etrafı çok aydınlatıyor. Yani, muazzam bir aydınlık ve nur ile etrafı aydınlatır; (kemâ yudîu’l-kevkebü’d-dürriy) parlak yıldızların ışık saçması gibi.” diye bildiriyor Peygamber Efendimiz.
g. Kıyamet Gününde Pişmanlık Duyacak İnsan
Bir de sonuncu hadis-i şerifi söyleyeceğim. Hepsi müjde oldu, bu da tehdit olsun. Salatanın üzerine biraz da acı sos ekelim de, ağzınız yansın!
Enes RA’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:34
أشَدُّ النهاسَحَسْرَةً يَوْمَ الْقَيَامَةَ، رَجُل أَمْكَنَهُ طَلَبُ الْعَلْمَ فَي
الدُّنْيَا فَلمْ يَطْلُبْهُ؛ وَرَجُل عَلهمَ عَلْمًا فَانْتَفَعَ بَهَ مَنْ سَمَعَهُ مَنْهُ
دُونَهُ (كر. عن أنس)
(Eşeddü’n-nâsi hasreten yevme’l-kıyâmeh, racülün emkenehû talebü’l-ilmi fi’d-dünyâ felem yatlübhü) “Kıyamet gününde en çok saç baş yolacak, pişman olacak insan; en çok pişmanlık duyacak insan, yüreği en çok yanacak olan insan; ah-vah edecek olan insan kimdir? Dünyada iken ilim öğrenmesi mümkün olduğu halde, zamanını harcayıp, ilim öğrenmeyen insandır. En çok üzülecek olan, ah-vah edecek olan odur.” diye Peygamber Efendimiz bildiriyor.
34 İbn-i Asâkir, c.LI, s.138, no:10810; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.138, no:28695; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.423, no:3475.
O halde, bizim elimizde ilim öğrenme fırsatı vardır. Neden? Düzenli bir ülkede yaşıyoruz. Sekiz saat çalışma vardır, sekiz saatten sonra serbestlik vardır. Yirmi dört saatten sekiz saati çıkartırsanız, on altı saat elimizde boştur. Uykum var… Tamam uyu. Yemek yiyeceğim… Buyur ye. Ondan sonra? Ondan sonra elinde ilim öğrenme imkânı vardır. Bunu öğrenmezsen, tabii ahirette o zaman bir pişmanlık mutlaka çekilir, o zaman bir ah- vah eder insan, dizini döver.
İşte onun için, muhterem kardeşlerim. Yeni bir hayata başlıyoruz ya. Bu Berat Gecesi’nden sonra artık, önümüzde mânevî bir yeni yıl açıldı.
Bizim yılbaşımız ne zamandır diye konuşuyorduk arkadaşlarla… Tabii bizim yılbaşımız 1 Ocak değil.
“—Bir Muharrem mi?”
Tamam, bir Muharrem Hicri takvimin yılbaşı ama, bir Muharrem de önemli bir şey olmuyor. Asıl yılbaşımız bizim bugün...
Neden? Dün Berat Gecesi’ydi, Allah-u Teàlâ Hazretleri mukadderatın evrakını tasdik etti. Hacca gidecek belli oldu, ölecek belli oldu, yaşayacak belli oldu; insanların başına gelecek büyük olaylar belli oldu. Bir daha ki seneye kadar... Yâni mânevî değişimin olduğu, yeni tasdik edilen mukadderatın icraya başlandığı ilk gündeyiz. O bakımdan, yani mânevî bakımdan yılbaşı, yeni yılımız bugün... Birinci gün.
Madem yeni başlıyor bu iş, mukadderatın tasdik edilmiş icraatı bugün başlıyor. O halde, bugünden itibaren ilmî çalışmaları anlattığım şekille, formülle, pratiğe indirerek; ailemizde uygulamaya geçelim diyorum.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Şimdi ilmi öğrenmek acaba sadece sizin çocuklarınıza mı aittir, siz muaf mısınız, size ait değil mi? Hayır. Sadece çocuklara ait değil, babalara da ait, annelere de ait, çocuklara da ait… Hepimizin ilim öğrenmesi lâzım. Bunun yaş sınırı yok… İlim İslâm’da beşikten başlar, mezara kadar. Yani, son nefesini verinceye kadar hepimiz öğreneceğiz ilmi…
“—Benim aklım almıyor?”
Olmaz. İnsanın aklı her şeyi alır, insanın aklı her şeye
kabiliyetlidir, alır. En son ana kadar hesabını bilir, kitabını bilir, cebindeki parasını bilir, kime ne vasiyet edeceğini bilir. Vasiyetini yazar, aklı alır. Yani, heves etti mi, aşkı oldu mu, şevki, hevesi oldu mu öğrenir. Öğrenmem diye bir şey yok, cahillik mazeret de değil.
Bir de insanın “Ben öğrenmedim, bilmiyordum bunu!” demesi Allah indinde geçerli bir mazeret olmayacak. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:
Bilmeyeni Allah iki misli azaplandıracak. Bir, “Niye öğrenmedin?” diye. İki, “Niye cahil kaldığın şu işi yapmadın?” diye. Bir yaptığı hatadan dolayı azap edecek, bir de “Niye öğrenmedin?” diye azap edecek.
Onun için, cahillik İslâm’da mazeret değildir. Mutlaka kadın olsun, erkek olsun, kendi üslubunda, anlayacağı şekilde ilmi okuması, öğrenmesi lâzım! Biliyorsa, öğretmesi lâzım. Öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Bizim dünyada ana işimiz bu: Allah’a güzel kulluk etmek, Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Bizim işimiz mühendislik değildir, Allah bizi mühendis ol diye göndermedi. Doktorluk değildir, muhasebecilik değildir, tüccarlık değildir, esnaflık değildir; şu dünyadaki işlerin hiç birisi dinin aslı, esası değildir. Yani, olmasa ne olur? Hiç bir şey olmaz.
O işi yapmaz, başka işi yapar. İlle o iş olacak diye bir mecburiyet yok ama, Allah bizden kulluk istiyor. Allah bizden dinine hizmet etmemizi istiyor.
Binaen aleyh, asıl vazifemiz: yapmamız gereken şeyleri öğrenmek, bunları öğretmek ve bu konuda çalışma yapmaktır. Ana mesleğimiz nedir? Mühendislik değil, doktorluk değil, tüccarlık değil. Ana mesleğimiz nedir? Müslümanlık. Benim mesleğim müslümanlık. Ne yapacaksın? Müslümanlığı öğreneceğim, öğreteceğim, müslümanlık için çalışacağım. Asıl görevimiz bu...
h. Müslüman Olup da Müslümanlığı Bilmeyenler
Muhterem kardeşlerim, Abhazya’dan bir Milli Eğitim Bakanı gelmişti bana; beni çok duygulandıran sözler söyledi.
Kafkasya’dan. Abhazya var ya, Abazaların olduğu yer; oradan Milli Eğitim Bakanı geldi, iki şey söyledi. ikisi de benim kafama çok böyle kazındı adeta, böyle kitabe gibi, çok tesir etti bana.
“—Hocam savaş geçirdik, İslâmî en iyi bilenlerimiz öldü.” dedi. Hakikaten de en müslüman, en mütedeyyin, en alim, en takvâlı, en ihlaslı insanlar en önde çarpışıyor, ölüyor. Şehidliğin kıymetini bildiğinden, bir de memleketini en çok ihlâsla onlar sevdiğinden… O halde savaş da çok kötü bir şey oluyor; alimler gidiyor, cahiller kalıyor. Ters bir eleme oluyor. Yani, eleğin içinde çürükler kalıyor, aşağıya iyiler dökülüyor; bu bir...
İkinci bir şey söyledi:
“—Hocam, biz müslümanız, biliyoruz müslüman olduğumuzu; Kafkasya’daki halklar olarak ve Abazalar olarak müslümanlığı çok seviyoruz ama bir şey bilmiyoruz dedi. İslâm’ı bilmiyoruz Hocam, itiraf ediyorum. Bize İslâm’ı öğretin!” dedi.
“—İslâm’ı bilmiyoruz, namaz kılmayı bilmiyoruz, Kur’an okumayı bilmiyoruz, duaları bilmiyoruz, Arapça bilmiyoruz, ölümüzü gömmeyi bilmiyoruz; İslâmî bakımdan ne yapmamız gerektiğini, hiç bir şey bilmiyoruz hocam!” dedi.
Aynı durum bütün Türkî Cumhuriyetlerde var... Adamlar İslâm’ı bilmiyorlar. Bir denizaltı batmış da, bir subay kurtulmuş. Buharalı bir Türk’ün çocuğu, subay çocuğu, denizaltı da çarkçıbaşı mıymış neymiş? İşte Japonya’nın kuzeyindeki bir yerlerde denizaltı batmış, bu kurtulmuş. Biz de Özbekistan’a gitmiştik (1991), Buhara’da bulunuyorduk. Kazadan kurtuluşu dolayısıyla bir ziyafet vermiş bu adam. Biz de Türkiye’den misâfiriz diye, bizi de çağırdılar.
Kocaman bir bahçe, çok güzel bir bahçe, muazzam masalar koymuşlar, çok muazzam bir sofra… Bahçe kapısından içeriye girdik, bizi karşıladılar. Işıklı, geniş, güzel bir yer... Anlaşılan, paraları, pulları var ev sahiplerinin... Aaa, baktık, ortada bir çengi oynuyor, çengi kadın.
Allah Allah, şaşırdık. Yahu biz nereye geldik, ne münasebetle bizi çağırmışlardı? Hani, birisi ölümden kurtulmuş... Bu çenginin işi ne? Kadın masalar arasında dans ederek, oynayarak dolaşıyordu. Çok açık değildi ama; yâni bizim Türkiye’deki
dansözler gibi değildi, bereket versin diyelim ama, çenginin ne işi var? Şaşırdık.
Neyse, bizi aldılar, baş masaya oturttular. Masanın üstünde boş yer yok. Öyle nimetler var... Bizim Türkiye’de yok belki. Böyle, dolu her taraf, çeşit çeşit, gözlerimiz kamaştı. Böyle hazinenin, bir gözü kör korsanın hazinesini bulursun da, sandığı açarsın, mücevherat karşısında gözlerin kamaşır. Masa bunun sekizi, onu kadar uzun, masanın üstü dolu... Yani, bir kuş sütü yok. Herhalde kuşun sütü olmadığından, onu getirememişler; başka her şey var... Cevizler, fıstıklar, fındıklar, tatlılar, tuzlular...
Bir de gözüme şişeler ilişti ama onları hemen yok ettiler benim gözümün önünden kısa zamanda… Ondan sonra buyurun dediler, benden bir konuşma istediler. Türkçe anlamıyorlar. Ben de Farsça, biraz işte Türkiye’den geldik, selâm getirdik filan tarzında nezaket konuşmaları yaptım. Ondan sonra bizim kardeşlerimizden bazıları, belki Mahmud filan vardı, şöyle oturduk.
Geldi benim arkamdan diyor ki:
“—Hocam diyor, içki getireyim mi?”
Sakalı var böyle. Ha bu sakalla gelmiş, bana arkadan, “Hocam diyor, içki getireyim mi sana?” diyor. Döndüm:
“—İçki haram!” dedim.
“—Pekiyi, çocuklara getirelim?” dedi.
Delikanlılara verecek. Yani, ben sakallıyım, ben içmesem olurmuş, çocuklara getirelim. Dedim çocuğa da, büyüğe de, yaşlıya da, gence de haram bu… Allah haram etmiş bunu dedim.
“—İşte Hocam, ne yapalım, misâfirler var, Ruslar var, komünist partisinden adamlar var.” filan dedi, hık mık dedi bocaladı.
Yani, bilmiyorlar İslâm’ı... Hani, Özbekistan diyoruz, Tacikistan, Türkmenistan, Kafkasya, Dağıstan, Abhazya ve sâire… İslâm’ı bilmiyorlar.
Ne olacak bu zayıf ümmetlerin hali? Bunlara İslâm’ı kim öğretecek? Nereden, nasıl öğrenecekler? Özbekistan’ın Başkanının adı ne? İslâm Kerimov. İslâm, aman ne güzel isim. Kerimov, Kerim de güzel. Kerim oğlu İslâm.
Adı İslâm ama, İslâm alimlerinin ülkeye girmesini yasaklamış. İslâm alimlerine zulmediyor, zorbalık ediyor. Yani, adi İslâm ama kalbi komünist… Baskı yapıyor, rüşvet alıyor, rüşvetsiz iş yapmıyor. Rüşvetten kazandığı paraları dış ülkelere götürmüş, oralarda mülk alıyor bilmem ne…
İslâm’ı bilmiyorlar, İslâm’ı yaşamıyorlar. Günah işlemese bile, İslâm’ı yaşamıyorlar, bilmiyorlar, İslâm’ın öğretilmesi lâzım. Tabii, onlar da bunları hayretle karşılıyoruz da, ben bizim memlekette de vaziyetin biraz vahimleştiğini gördüm.
Dayım anlattı: Bir köye gitmiş. Saatine bakıyor ikide birde... Kahvede çay içiyorlar, bir taraftan da saatine bakıyor. Dayım sakallı, hacı, böyle mübarek bir insan, mücahid bir insan.
Oradan birisi:
“—E, ne bakıyorsunuz saatinize?” demiş.
“—İkindiyi bekliyorum. Yani, ikindi ezanı okunursa, camiye gidelim diye bekliyorum.”
Demişler ki:
“—İkindi ezanı okumayacak, yok ikindi ezanı...”
Bizim Türkiye’de, Çanakkale’de ikindi ezanı yok…
“—Niye?”
“—Cami kilitli…”
“—Hocası?”
“—Hocası yok...”
Cami kapalı, kilitli, ezan okunmuyor. Bir Türk köyünde, sünnî müslüman köyünde cami var. Cami kilitli, hoca yok... Namaz kılınmıyor, ezan okunmuyor. Şeytan oraya hakim olur. Şeytan saltanat kurar oraya. Ezan okunmayan yere şeytan hakim olur.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:35
مَا مَنْ خَمْسَةَ أَبْيَاتٍ، لاَ يُؤَذهنُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ، وَتُقَامُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ،
35 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.445, no:27553; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIX, s.340, Ebü’d-Derdâ RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.978, no:20372; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.153, no:20443.
إَلاه اسْتَحْوَذَ عَلَيْهَمُ الشهيْطَانُ (حم. طب. عن أبي الدرداء
RE. 381/5 (Mâ min hamsetü ebyâtin, lâ yüezzenü fîhim bi’s- salâh, ve tükàmü fîhim bi’s-salâh, ille’stahveze aleyhimü’ş-şeytàn.) “Hiç bir beş tane ev yoktur ki, içinde namaz için ezan okunmuyor, namaz için ikàmet getirilmiyor; şeytan oraya hâkim olur, şeytan oraya bastırır, gàlip gelir.”
“Bir yerde beş tane ev olsa, beş tane aile, beş tane ocak olsa; onların ezan okuyup, kamet getirip, cemaatle namaz kılması lâzım gelir. Ezan okumazlarsa, cemaat yapmazlarsa, şeytan orayı istila eder. Oraya hakim olur, şeytanın hükmü altına girerler.” diyor Peygamber Efendimiz.
Beş ev oldu mu, bir cami lâzım! Beş eve bir cami… Yunanlılar buraya vatandaşlarını gönderirken, on iki aileye bir papaz göndermişler. Bak, bizim dinimiz ne diyor? Beş eve bir cami... Yani, beş aileye bir imam demek… Beş aileye bir imam demek…
Şimdi hem cami var, hem müslüman sünni köyü, hem de ezan okunmuyor, namaz kılınmıyor. Tamam, hapı yuttu. Çok fena bir durum…
Tabii, dayım çok üzülmüş. Mücahit dayım, yani böyle gayretli bir insan…
“—Niye bir imam bulmuyorsunuz? Ben bulayım, bir imam göndereyim!” demiş.
Demişler:
“—Maaşını vermekte zorlanıyoruz, kadrosu yok…”
“—Tamam, maaşını da ben vereceğim.” demiş, gene istememişler.
Yani, şeytan kancayı takmış. Artık imam ve ezan istemez duruma gelmiş oluyor bir köy… Tabii, bu çok acı bir işarettir, acı bir alarmdır, acı bir göstergedir.
i. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları
Aynı durum burası için aynı şekilde bahis konuşudur. Çocuklarınız anadilleri olan Türkçeyi unuttukları gibi, İslâm’ı da unuturlar. Yavaş yavaş, yavaş yavaş, birkaç nesil geçti mi, siz yaptırmazsınız da, sizin çocuğunuz sizin yaptırmama gücünüzü
taşımaz, onun çocuğu hiç taşımaz. Ondan sonra, üç nesil sonra İslâm buradan silinir gider. Nesilleriniz hristiyanlaşır, gâvurlaşır, dinsizleşir, imansızlasır. Böylece ahireti mahvolur.
Onun için, çalışmamız lâzım! Çok çalışmamız lâzım! Peygamber SAS Efendimiz nasıl çalıştıysa, öyle çalışmamız lâzım!
Peygamber Efendimiz gücünün, askerinin, ordusunun gitmediği yere mektup gönderdi. Ta Bizans İmparatoruna mektup gönderdi, Mısır hükümdarına mektup gönderdi, İran hükümdarına mektup gönderdi, Bahreyn Emirine mektup gönderdi, İslâm’a davet etti... Bunlardan bazısı müslüman oldu, bazısı kaytardı, yan çizdi, eldeki fırsatı kaçırdı, önüne gelen imkânı kullanmadı, cehennemlik oldu. Bazısı İslâm’ı kabul etti, müslüman oldu, Rasûlüllah’a tâbi oldu.
Hatta, Peygamber Efendimiz Habeş İmparatoru vefat ettiği zaman, Medine’de haber verdi. Medine’yle Habeşistan arasında uzun mesafe var, Kızıl Deniz var. Çok uzun mesafe... Peygamber Efendimiz dedi ki:
“—Kardeşiniz Necâşi vefat etti şimdi.”
Kardeşiniz diyor, müslüman, Peygamber Efendimizi de seviyor. “Kardeşiniz Necâşi, yani Habeş İmparatoru... Sıradan adam değil, kardeşiniz vefat etti. Gelin, onun cenaze namazını kılalım!” dedi. Cenaze ortada olmadığı halde, gıyabında onun namazını kıldı Peygamber Efendimiz... Çünkü, orada, Habeşistan’da ona İslâmî vazifeyi yapacak insanlar yoktu. Peygamber Efendimiz onun cenaze namazını Medine’de, yani kilometrelerce uzaktaki bir başka yerde kıldı.
Efendimiz İslâm’ı öğretmek hususunda ömür boyu hakkıyla çalıştı. Aynı vazifeyi sahabe-i kiram (rıdvanu’llahi aleyhim ec- main) yaptılar. Sahabe-i kiramdan insanların mesleklerini çoğunlukla bilmiyoruz. Bu adam ne iş yapardı? Bilmem, belli değil, meslekleri çok geri planda kalmış. Ne yaptılar? İslâm’ı yayma çalışması yaptılar. Hepsi İslâm’ı yayma çalışması yaptı. Hepsi bir ülkeye dağıldı, orada İslâm’ı anlattı. Rasûlüllah’ın hadislerini anlattı, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini anlattı.
Ebû Eyyûb el-Ensarî RA geldi, İstanbul’da kabri… Kusem ibn-i Abbas RA, Semerkant’ta kabri… Kimisinin Hindistan’da,
kimisinin Mısır’da. Amr ibnü’l-As’ın Kahire’de, Fustad’da kabri. Her birisi bir yere gittiler, İslâm’ı yaydılar. Kısa zamanda İslâm dünyaya hakim oldu.
Aynı şekilde, Peygamber SAS Efendimiz’in mânevî varisleri olan evliyaullah da böyle çalışmışlardır... Orta Asya’nın müslümanlaşmasını, Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin çalışmalarına bağlıyor inceleyen alimler. Ahmed-i Yesevi Hazretleri, Nakşîbendi büyüklerimizden, şeyhlerimizden, Bahaeddin Nakşîbend Efendimiz’den önce yaşamış şeyhlerimizden… O, yetiştirdiği müridlerini bütün Orta Asya’ya yaymış.
Orta Asya, bu Avustralya’yla filân kıyas kabul etmeyecek kadar geniş bir yer, çok büyük bir yer... Bozkırlara göndermiş, muhtelif yerlere göndermiş. O zaman, Anadolu Bizanslıların elinde; Anadolu’ya da göndermiş. Anadolu’da İslâmî yayanlar, Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin dervişleri… Anadolu’nun İslâmlaşmasında hizmet gören kadroyu gönderen, Ahmed-i Yesevî Hazretleri…
İşte onun için, biz de burada iki şeyi yapmak durumundayız, iki şeyi yapmak zorundasınız. Biz dediğim, sizleri kasdediyorum yani.
1. Kendiniz müslüman olacaksınız.
2. İslâm’ı sahabe gibi yayacaksınız.
Sahabe gibi müslüman olacaksınız, sahabe gibi İslâm’ı yayacaksınız. İki vazifeniz var: önce müslüman olmak, sonra İslâm’ı yaymak. Bu en önemli vazifeniz, sizin asıl işiniz bu.
Buranın bir güzel tarafı: burada çalışmayan insanın da bir maaşı var... Aç kalmak yok, açlıktan ölmek yok. Sosyal hizmetler gelişmiş, tıbbi hizmetler var... Onun için, burada yaşam kolay. Size Allah daha çok sorar. Yani, bu kadar rahat içindeyken, bir eliniz yağda bir eliniz baldayken, niye çalışma yapmadınız diye Allah size daha çok sorar. Niye çocuklarınızı korumadınız diye Allah size sorar. Niye İslâmî müesseselerini kurmadınız diye Allah sorar.
Bakın, Anadolu Bizanslıların elindeydi, Anadolu bugün bir
İslâm ülkesidir. Balkanlar gayrimüslimlerin elindeydi, Balkanlar yedi asır İslâm ülkesi olarak yaşadı. Sonradan mağlup olduk, çekildik ayrı ama yedi asır İslâm oldu orası. Taa Budapeşte’ye kadar orası alındı, Viyana’ya kadar müslüman oldu. Almanya’ya kadar, Bavyera’ya kadar müslüman oldu... İspanya, Fransa’nın ortalarına kadar müslüman oldu ve yedi asır İslâm orada yaşadı. Bu da önemli...
İngiliz krallarından bir tanesi müslüman oldu, “Lâ ilâhe illa’llah, muhammedün rasûlü’llah” diye para bastırdı kendi adına… Müslüman oldu İngiliz kralı…
İngiliz krallarından müslüman olanlar var. Ben İngiltere’ye gittiğim zamanda, Bazıları hakkında bilgiler öğrendim, isimlerini yazdım defterime; İngiliz kralı İslâm’ı inceliyor, hak din olarak kabul ediyor, müslüman oluyor. Ama, biz bunları takip etmemişiz. Yani, elin adamı bunları sana söylemez. Sen kendin araştıracaksın, bulacaksın da, gayret göstereceksin.
Şimdi burada sizin vazifeniz var. Bu vazifeyi yapmak için, tek başınıza çalışmanız yeterli olmaz. İnsanoğlu öteki mahlûklardan alet yapabilme, teşkilat kurabilme kabiliyetiyle ayrılır. Öteki mahlûklar İnsanoğlu kadar alet yapan, kullanan, teşkilat kuran mahlûklar değildir. İnsanoğlu hem toplum halinde yaşar, hem organizasyonlar kurar, hem de aletler yapar... Yapacağı işi, az zahmetle büyük iş yapar. Görmüyor musunuz dağları kesiyor, vadileri geçiyor, köprüler yapıyor; denizlerin dibini deliyor, petrol çıkartıyor. Dağların tepesine cihazlar koyuyor, havada uçuyor... Denizin altına giriyor, denizin üstünde yüzüyor, yani insanoğlu denilen mahlûkun başarısı ve öteki mahlûklardan farkı budur.
Organizasyon da bir büyük alet demektir. Yani, uçak güzel bir alettir, büyük bir başarıdır. Cep telefonu haberleşmek için güzel bir alettir. Televizyon, ta uzaktaki görüntüyü sizin önünüze getiren güzel bir alettir. Bunlar alet, bunları takdir ediyoruz. Bunları evimize alıyoruz, bunlardan istifade ediyoruz. Cep telefonunu belimize takıyoruz, onsuz yapamıyoruz; işimizi tatil yerimizden idare edebiliyoruz. Cep telefonu sayesinde…
Bunlar birer alettir de, organizasyonlar nedir? Organizasyonlar da, mânevî alettir. Nasıl uçak olmasaydı,
Türkiye’ye bizim gitmemiz belki mümkün olmazdı; belki Türkiye’den gelmemiz mümkün olmazdı. Gemiye binip de, üç ay gemide sıkıntı çekip de, buraya gelecek bir babayiğit ben düşünemiyorum.
Eğer uçak olmasaydı ne gelirdik, ne giderdik buralara; alet, uçak aleti konforlu. Oturuyoruz, yatıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, dinleniyoruz; elimizi yüzümüzü yıkıyoruz, yüznumaraya gidiyoruz, geliyoruz; battaniye var, her şey var... Ondan sonra bir de bakıyoruz ki, Avustralya’ya gelmişiz... Muazzam bir alet.
İşte bunlar gibi, sosyal organizasyonlarınız, dernekleriniz, yaptığınız müşterek çalışmalar da birer alettir. Tek başınıza yapamayacağınız işleri yaparsınız. Bunların alet olduğunu çok arif olan insanlar, çok alim olan insanlar anlar. Başkaları, organizasyonların kıymetini anlayamaz. Devletler, organizasyonlarla galip gelir. Organizasyon bozukluklarıyla mağlup olur. Başarı organizasyondadır, teşkilattadır. Binaen aleyh, size Allah’tan korkmanızı ve teşkilat kurmanızı tavsiye ediyorum.
Hani, her insanın kendine göre bir vasiyeti vardır. Arap gramercilerinden birisi yatağa yatmış, ölecek. Tam öleceği sırada talebesi demiş ki:
“—Hocam, bize ne vasiyet edersin?”
Ölecek ya, ama ne vasiyet edersin sözünü dil bakımından hatalı sormuş. O da demiş ki:
“—Size Allah’tan korkmayı tavsiye ederim ve düzgün konuşmayı tavsiye ederim, vasiyet ederim.” demiş.
Tabii, o gramerci. Ben de diyorum ki size:
“—Allah’tan korkmayı, takvâyı tavsiye ederim. Bir de organize olmanızı tavsiye ederim. Dağınık olmayın, derbeder olmayın; tek başınıza olursanız, sürüden ayrılanı kurt kapar. Beraberlik içinde olursanız, bir kişinin yapamayacağı çok büyük işleri yaparsınız. Çok büyük sevaplar kazanırsınız.
İslâm teşkilat dinidir, İslâm topluluk dinidir. Onun için, toplu olacaksınız. Paralarınızı da toplayacaksınız. İslâm bir de para harcama dinidir. Muhterem kardeşlerim. İster anla-ister anlama, ister kaytar-ister kaytarma; İslâm fedakârlık dinidir, para
harcama dinidir. Hangi dinde vardır böyle namaz gibi bir ibadet, zekât, para verme ibadeti? Zekât bir ibadettir. Kesesini açmak, parayı vermek bir ibadet İslâm’da…
Allah Allah, namazın ibadet olduğunu anladık, orucun ibadet olduğunu anladık ama; bu nasıl ibadet?
İşte bu İslâm’ca bir ibadet. Neden? Her şey parayla oluyor da ondan. Bütün hayır hasenatın temeli para… Paraya dayanıyor. Para olduğu zaman, güzel şeyleri yapabiliyorsunuz. Onun için, Allah’tan korkun, teşkilat kurun! Teşkilat kurmak için de, kesenizin fermuarını açın biraz... Cııırt, açın, içindeki dolarların bir kısmını ahirete gönderin! Hepsi burada kalmasın, bir insan hayır yaptı mı, dolar ahirete gider. Oradaki bankasına yatar, oradaki kasasına yatar. Ahirete yarayacak iş yapmazsa, burada yok olur gider.”
j. Türkiye’deki Faaliyetlerimiz
Neler yapacaksınız? Hani alim varmış, kendisinin yapmadığını söylemezmiş. En iyisi, ben size yaptıklarımı söyleyeyim de, hani kendisinin yapmadığını niye söylüyor demeyin bana:
Bakın, Hocam Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri, “Evlâdım, bu dervişlerin hizmetini sen yapacaksın benden sonra…” buyurdu, “Başüstüne…” dedim, ben bu hizmete girdim. Yâni, bir tarikat organizasyonunun başına hizmetli olarak görevlendirildim, tayin oldum. Ben ne yaptım, onu anlatayım:
Okullar açtım. Türkiye’de ana-okullarımız var, ana-okulu öğretmeni yetiştiren organizasyonlarımız var. Oradan mezun bir kardeşimiz, kerimemiz, kızımız, belki şu anda burada aranızdadır. Oradan mezun… Ana-okulu öğretmeni de yetiştirmeyi düşünüyoruz ki, gittikleri yerde ana-okulları açsın diye. İlkokullarımız var, ortaokul, lise, kolejlerimiz var... Muhtelif illerde, bir tane değil… Resimlerini belki görmüşsünüzdür, pırıl pırıl…
Meselâ, İstanbul’daki Asfa Kolejimiz, İstanbul’un güzellik birincisi, en güzel kolej… Yakışıklı, yâni güzellik yarışmasında kolejimiz en güzel kolej… Bahçesiyle, binasıyla en güzel kolejimiz, el-hamdü lillâh… Siz de burada hiç bir şey yapamam derseniz, ana-okulu yaparsınız. Sonra, ilkokul yapabilirsiniz. Daha sonra
öğretmen yetiştirirsiniz, çocuklarınızı öğretmen yaparsınız. Ortaokul, kolej açar, çocuklarınızı yetiştirirsiniz.
Bunları yapamıyorsunuz şu anda... Olsun, her şey sırayla olur. Birden olmaz, tedricen olur. Tamam. O zaman Cumartesi-Pazar günlerini, caminizin bir yerlerini veya tuttuğunuz kiralık mekânları Cumartesi-Pazar Okulu olarak kullanırsınız. Çocuklarınız ve kendiniz ve hanımlarınız öyle yetişir.
Ben Danimarka’da gördüm, kocaman bir yer almış kardeşlerimiz. Beni de çağırdılar. Bir başka grup, dini bir grup, ama bize muhabbet ediyor. Biz de onlara yakınlık gösteriyoruz.
Çok geniş bir alan almışlar. Yani, parayı verip, geze geze yorulduğumuz bir alanı satın almışlar. Sıralar, yatakhaneler, salonlar… Daha hâlâ bazı yerleri boyanıyor, inşaat halinde... Çok geniş bir yer… Yani, Coburg’un on misli… Sydney’deki Auburn’un, Auburn Camisi’nin on misli... Camide ne var? Bir kubbe var. Başka bir şey yok. Caminin nesi var, Auburn camisinin? Sadece kubbeye harcanmış para… Halbuki o parayla ben Auburn semtinin yarısını alırdım, çok geniş tesisler kurardım. Ben yapacak olsaydım.
Danimarka’da dedim nerde kullanıyorsunuz? Burada kimse görünmüyor.
“—Hocam, bizim arkadaşlarımız arabalarına atlarlar, cuma akşamından buraya gelirler. Cumartesiyi, pazarı burada geçirirler. Biz onlara fıkıh okuturuz, tefsir okuturuz, hadis okuturuz, din ilimlerini okuturuz... Pazartesi, işlerine yetişmek üzere pazar günü akşam yerlerine giderler.” dediler.
Hollanda’da böyle gördüm. Danimarka’da böyle gördüm. Binalarında yatılı yerler yapmışlar, arkadaşlar geliyor, eğitimini görüyor, gidiyor. Tabii, her hafta iki gün, her hafta iki gün, her hafta iki gün… Bir eğitim birikimi oluyor ve dinî bilgileri kuvvetli olarak yetişiyorlar, iyi de çalışıyorlar. Bunları yapabilirsiniz.
Sonra, çocuklar için yurt yapmak çok önemlidir. Çünkü, arkadaşlar arkadaşları baştan çıkartabilir. Kötü arkadaş kötü alışkanlık öğretebilir. Drag mı (drug) diyorsunuz, drog mu diyorsunuz, yâni hapı öğretebilir. Başka kötü alışkanlıklar, sexuel hatalar, günahlar ve sâire her şey olabilir. Onun için, iyi bir
yurdunuzun olması; çocuklar buranın okullarına gidiyor bile olsa, sizin yurdunuzda kalması çok önemlidir.
Yurtta okul dışı eğitim yapma imkânı olur. Yurtta, yurdun salonlarında bu çeşit çalışmalar yapma imkânı olur. Onun için, Yurt açmanız lâzım. Bizim yurtlarımız çoktur Türkiye’de… Sonra, bizim Türkiye’de dergi, kitap, broşür yayınlarımız var, yayınevlerimiz var… Bunları yapıyoruz. Tabii, konferanslar, vaazlar, sohbetler var... Allah’a hamd ü senalar olsun, radyomuz var.
Bizim radyomuz, sizin buradaki radyonuzdan en aşağı yüz kat daha üstündür. Çünkü, sizin radyonuz aslında sizin değildir. Size bir radyo yayınında bir süre veriyorlar; on beş dakika, yarım saat, bir saat veriyorlar. Biz, yirmi dört saat yayın yapan radyoya sahibiz. Yirmi dört saat yayın yapan radyonun dinlenme alanı: Avrupa, belki Kuzey Afrika, Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya... Yani, çanak anteni olan herkes, bizim kültürel yayınlarımızı takip edebiliyor.
Bizim radyo yayınlarımız görüntüsüz televizyondur. Çok kalitelidir, herkesin beğendiği birinci yayınlardır. Yani, Türkiye’de elli kadar FM yayını içinde, sadece İstanbul’daki radyomuz, oranın kültür birincisiydi, ödül almıştı.
Radyomuzla, Allah’a hamd u senalar ediyoruz, çok hizmetler görülüyor. Ve bu radyonun küçük adaptörler ve yansıtıcılarla, muhtelif yerlerde dinlenmesi mümkün oluyor. Çanak antenlerle uzaydan, uydudan yayını alıp, dinlenmesi mümkün oluyor. Bunun çok büyük hayrı ve faydası var.
Avrupa’daki kardeşlerimiz, meselâ Mahmud kardeşimizin kız kardeşi Norveç’teymis. Mahmud diyor ki:
“—Ben Türkiye’de, bizim organizasyonun içinde bir şirketimizin genel müdürüyüm. Benim cemaat hakkında haberim olmayan fikirleri, kız kardeşim benden önce radyodan haber alıyor.” diyor. “Çünkü, ben dinleyemiyorum, o radyoyu dinliyor, haber alıyor.” diyor.
Bu, çok büyük bir lütuf oldu bizim için, büyük nimet oldu. Çok büyük bir gelişme oldu. Hem lisan bilgisini kuvvetlendirmek için sizin böyle şeye ihtiyacınız var ama, siz burada o hürriyet seviyesine erişmiş değilsiniz; burada o hürriyet yok. Yani, bir
radyo kuramazsınız veya çalıştıracak gücünüz yok, neyse..
Çalıştırsanız iyi olur. Belki uydudan bu tarafa yansıtarak, çanak antenle dinleme olur mu bilmiyorum? İncelettireyim ben uzmanlarıma, arkadaşlarıma… Radyo çalışmamız vardır. Siz de burada böyle Radyo-Televizyon çalışmaları yapabilirsiniz.
Bunların hepsi niçindir? Dini bilgilerin yaygın bir şekilde geniş kitlelere iletilmesi ve geniş kitlelerin eğitilmesi içindir. Buradaki kampımız üç yüz kişi de olsa, bu rakam güzel bir rakam da olsa; bütün Avustralya’daki müslümanların yanında bu rakam küçüktür. Binaen aleyh, dünya üzerinde de böyledir. Binaen aleyh, mesajımızın, bilgimizin, öğrettiğimiz güzel şeylerin; görgülerin, terbiyelerin çok insana ulaştırılması lâzımdır. Bu da böyle yaygın eğitim araçları dediğimiz yayınlarla olur.
Biz bunları yapıyoruz Türkiye’de, bunlar çok önemlidir. Sizin de burada bunları yapmanız lâzım, kendi çapınızda yapmağa çalışmanız lâzım. Bunları yapmak için bir mâni, mâlî imkânlardır. Mâlî imkânların olmamasıdır. Onun için, elinizden geldiği kadar, geçiminizden fazla olan şeyleri hayır hasenata, vakıf çalışmalarına, dinî hizmetlere verin!
Çünkü, tarih boyunca, Peygamber Efendimiz’in zamanından beri İslâmî bütün hizmetlerde, mâlî fedakârlık olmuştur. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz müslüman olduğu zaman, sanıyorum altmış bin dinarı vardı, altın parası vardı. Hepsini Allah yoluna harcamıştır.
Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz kendisi bir orduyu teçhiz etmiştir, teşkilatlandırmıştır. Kendi parasıyla. Yüz develik kervan malı getirttiği zaman Şam’dan, yüz devenin bütün mallarını tasadduk etmiştir. Bedava fukaraya vermiştir. Yüz deveyi keserek, etlerini de dağıtmıştır. Yani, böyle mâlî fedakârlıklar olmadan, işler yürümüyor. Tabii, netice itibariyle işin özü tebliğdir ama, bu tebliğin yapılabilmesi için de; organların, teşkilatların, araçların alınması lâzımdır.
Bakın, burada meselâ videolar var, para... Hoparlör, mikrofon teşkilatı var, para... Burası tutulmuştur, para… Bunlar olmasaydı bir araya gelemezdik, sesimizi duyuramazdık. Namaz kıldığımız zaman kıraatimiz dinlenmezdi, konferansımız anlaşılmazdı.
Binaen aleyh, aletlerle çalışma ihtiyacımız olduğundan; bunların mâlî yönlerini de halletmek tabii sizlere düşüyor. O da bir mâlî hizmet…
Bu, yaygın eğitimdir. Yani, bütün halka yönelik eğitimdir. Bu eğitim insanı bilgilendirir, bilgili insan yapar. Bilgili insan olmak, her şeyi bitirmek demek değildir. Bunun üzerinde, bir kere daha önemle vurgulamak istiyorum: bilgili olmak, insanı insan yapmaz. Gangasterse, bilgili gangaster olur. Cahilse, yani kötü insansa, bilgili kötü insan olur. Yani, bilgili olmak insanı kurtarmaz. Asıl insanı kurtaracak olan, kendisinin iç eğitimidir, iç dünyasının, kafasının, kalbinin eğitimidir. Bu en önemli şeydir.
Eğer eğitimimizin günleri olsaydı, ben bu mânevî eğitimin üzerinde de size yani aklınızda iyi kalsın diye önemli bazı konferanslar vermeyi düşünürdüm. İnsan mânevî eğitimi olmazsa, kâmil insan olamaz. Ben bunu niçin söylüyorum? Ne sıfatla söylüyorum? Ne salahiyetle söylüyorum? Yirmi yedi sene İlahiyat Fakültesinde profesörlük, hocalık yapmış bir insan olarak, devletin imkânlarıyla üniversiteye gelen çocukları öğreten bir kimse olarak söylüyorum:
İlahiyat tahsili insanı insan yapmaz, İmam-hatip tahsili insanı insan yapmaz. Profesör olmak insanı insan yapmaz. Profesörlük bile fayda etmez, ben profesörleri de tanıyorum. Çünkü arkadaşlarım var, onların arasında yetiştim. İnsanın insan olması için, mânevîyat eğitimi görmesi lâzımdır. Kalp ve gönül eğitimi görmesi lâzımdır, Ahlâk ve vicdan terbiyesi alması lâzımdır. Ahlâk terbiyesi almazsa iç ahlâkı bozuk olur. Genel müdür yapsan, bakan yapsan, cumhur reisi yapsan, kötü işler yapar.
Kenan Evren yetmiş küsur yaşında, çıplak kadın resmi yapıyormuş boş zamanlarında... Bilmem hangi dansöz karı da, adı ne? Bu Saray halılarında reklama filan çıkıyor. Bir artist kadın da, o da diyormuş ki ona:
“—Paşam, ben sana hayranım, ben senin için çıplak modellik yaparım.”
Edepsizler, bir de bunu böyle söylüyorlar. Yahu, bir ayağın mezara değmiş be adam… Artık yani insaf…
İnsanın insan olması için Ahlâk eğitimi lâzımdır, Ahlâkı güzel
olması lâzımdır. Vicdan eğitimi lâzımdır, insaf eğitimi lâzımdır, insaflı olması lâzımdır. Çünkü, insanın eline silah geçerse, kuvvet geçerse, yapmadığı zulüm kalmaz. Firavunlar gibi zulüm yapar. Nemrutlar gibi zulüm yapar. İnsanın vicdanının eğitilmesi lâzım, sorumluluk duygusu olması lâzım, sevgi eğitimi görmesi lâzım. İnsanları sevmek lâzım, insanlara acımak lâzım, insanları hoş görmek lâzım.
Bu eğitimler çok önemli eğitimlerdir, bu eğitimler Mevlânâ’nın eğitimidir, Yunus Emre’nin eğitimidir, İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri’nin eğitimidir, Gazali’nin eğitimidir, Abdülkàdir-i Geylani Hazretlerinin eğitimidir, Bahaeddin Nakşîbend Efendimiz’in eğitimidir. Bütün Osmanlıların büyük çoğunluğu, mânevî eğitim gören insanlar olduğu için, Osmanlı terbiyesi cihana nam salmıştı.
Lübnanlı bir alimle karşılaştık bir beynelmilel kongrede, diyor ki:
“—Bizde bir insana en büyük iltifat, sizin Osmanlı kelimesini ona söylemektir.”
Affedersiniz, en büyük iltifat… Meselâ ben birisine iltifat edeceğim, ne deriz İngilizce’de:
“—You are very gentlemen!” deriz.
Bilmiyorum, İngilizcem çok fasih olmayabilir; “You are a gentlemen!” dersiniz, “You are very polite!” dersiniz, “Çok naziksiniz!” filan dersiniz.
Arapçada, karşı tarafa iltifat için en güzel söz: böyle adamı en çok memnun eden söz ne imiş:
أَنْتَ عُثْمَانْلَى
(Ente osmanlî) “Sen Osmanlısın!” demekmiş. “Sen Osmanlısın!” dedin mi, şişermiş adam böyle, bayılırmış, yayılırmış, gevşermiş, tebessüm edermiş.
“—Oh be, aman yaşadık, ne güzel!” filan diye. Yâni en büyük söz buymuş.
Bu, Osmanlı terbiyesi.
Bir fıkra ile konuşmamı bitireceğim. Olmuş bir şeyi anlatarak konuşmamı bitireceğim. Ali Yakup Hoca, çok sevdiğimiz bir hocaydı. Mısır’da kütüphane müdürlüğü yapmış. Kendisi Arnavut ama, Arapçası güzel.,. Balkan dillerini biliyor, Türkçesi güzel, ilme àşık, kütüphane müdürü; çok kitap okumuş... Çok bilgili, çok edip, çok zarif, çok Osmanlı bir kimse…
“Bir gün kütüphaneye bir beyefendi geldi.” diyor. Mısır’da, Kahire’de… “Baktım, fesi yakışıklı, kalıplı, kıyafeti çok güzel, ütülü, tam bir beyefendi; belli… Şöyle bir bakınca, anlar insan; “Tamam, bu önemli bir şahsiyet galiba!” der.
“—Ali Yakup Bey siz misiniz efendim?” demiş.
“—Evet, benim, buyurun efendim!” dedim diyor.
“—Sizi tavsiye ettiler bana, sizinle tanışmağa geldim efendim!” demiş.
Konuşmuşlar.
“—Bizim fakirhâneye teşrif eder misiniz, buyurur musunuz; davet etsem gelir misiniz?” demiş.
“—Gelirim!” dedim, gittim diyor.
“Fakirhane ne? Fakirin öyle hanesi mi olur? Muazzam bir konak.” diyor. “Kapıdan içeri girdik, hemen terlikleri önümüze koydu hizmetçiler, içeri girdik.” diyor. Osmanlı terbiyesi… Terlikler konulmuş önlerine…
Hayret edeceksiniz, adam Ermeni’ymiş. Ali Yakup Hoca’ya diyor ki:
“—Hocam, rica etsem lütfen şu benim çocuklarıma Osmanlı terbiyesi verir misiniz? Bu çocuklar terbiye bilmiyor, bu torunlar. Bunların hali ne olacak? Ne olur bunlara Osmanlı terbiyesi verin!” diyor.
Onun için çağırmış konağına. Veririm demiş, memnuniyetle demiş. Ermeni, Osmanlı terbiyesi istiyor. Ali Yakup Hoca durur mu? Uyku uyumaz, gene verir o terbiyeyi... “Ermeni, güzel Türkçe konuşuyor ve Osmanlı terbiyesine àşık…” diyor.
İşte bu terbiye nereden oldu? Bu terbiye nereden oldu? Bu terbiye mânevîyat eğitiminden, tasavvuf eğitiminden, vicdan eğitiminden. İnsanın sadece bilgilenmesi değil, aynı zamanda terbiye edilmesinin gerekli olduğuna inanan bir terbiye
sisteminden doğdu bu. Bizim terbiye sistemimizde bilgi vermek yetmez, adam haydut olur. Profesör olur eşkıya olur, profesör olur rüşvetçi olur, bakan olur rüşvetçi olur. Deveyi hamuduyla yutar. Yahu, bari hamudunu çıkar. Odun mu yiyorsun? Devenin etini ye de, hamudunu ne yiyorsun? Deveyi böyle yutar, hamuduyla hop yutar.
Allah Allah. Bu kadar küçük adamın karnına, bu kadar koca deve nasıl sığdı? Hayret edersin. Neden? Alışmış rüşvete… Milyonlar, milyarlar, trilyonlar yutuyorlar.
Gördünüz işte. Politikacıların maceraları basına intikal ettiği kadarıyla gördünüz. Ne trilyonlar? Halkın paraları nasıl yenilmiş, yutulmuş, görüyorsunuz.
Burada bana bir arkadaş anlattı, ben de listeyi istedim. Türkiye’de özelleştirilecek bütün şirketlerin kimlere satılacağına dair bir liste… Özelleştirilecek, özelleştirilmiş değil. Amerika’da, Amerikalıların bilmem hangi teşkilatındaymış; bunlar elde etmişler. Nasıl elde ettiğini söylemiyor. Kimlere satılacağı önceden kararlaştırılmış.
Türkiye’deki Demir-çelik fabrikası özelleştirilecek, Sümerbank, Etibank ve sâire… Bunların kimlere satılacağı önceden kararlaştırılmış. Biz de memlekette hürriyet var, her şey usulünce gidiyor diye uyuyalım burada... Neden? Milletin başına milleti satan vicdansız insanlar geçti. Vicdan eğitimi olmayınca rüşvet oluyor, haksızlık oluyor, Hırsızlık oluyor, öldürme oluyor. Yani, karıncayı ezmeye korkan bizim milletimizin fertleri, şimdi birbirini öldürmeğe başladı. Birbirini öldürüyor, böyle bir duruma geldi.
O bakımdan, en önemli eğitim vicdan eğitimidir. Tasavvuf eğitimidir, kalp eğitimidir, gönül eğitimidir, sevgi kazanma eğitimidir. Bizim grubumuzun bir özelliği de budur İşte.
Ben el-hamdü lillâh profesörüm, Allah’a hamd u senalar olsun. Hocamız bizi böyle yetiştirdi. Hocamız bizi küçüklüğümüzden eline aldı, yönlendirdi, böyle yetiştirdi. Üniversitede okuduk, ilim adamı olduk, eserler yazdık, böyle yetiştik ama; yani şunu anlatmak istiyorum:
İlme sarılmış insanlarız, mutaassıp insan değiliz, dünyayı
bilen insanlarız. Dünyayı bildiğini sananlara, dünyayı öğretecek kadar bilen insanlarız. Müesseselerimiz var, vakıflarımız var, şirketlerimiz var, derneklerimiz var, yayınlarımız var, Eserlerimiz var... Allah’a çok şükür, gayr-i müslimlerden veya İslâm’a karşı olan grupların hiç birisinden eksik yanımız yok; hepsi de hayret ediyorlar, hepsi de hayranlık duyuyorlar...
Burada da bizim grubumuz el-hamdü lillâh, bu özelliktedir, burada gördünüz. Hem ilim olacak insanda, hem vicdan olacak, iman olacak. İmansız ilim atom bombası icat ettirir, insanları toplu helâke götürür. İlim de imanla beraber olacak. İnsan da hem bilgili olacak, hem terbiyeli olacak, görgülü olacak; hem kafası eğitilmiş olacak, hem kalbi eğitilmiş olacak. Bu olmadığı zaman, insanları okutsanız da fayda vermez; bilgili din düşmanları elde edersiniz. Bilgili, dini yönden cahil insanlar elde edersiniz. Onlardan da büyük bir hayır gelmez.
Onun için, buradaki tasavvuf eğitimine de önem vermenizi, bunun önemini kavramanızı rica ediyorum. Dün akşam bütün gruba tasavvuf dersini verdim, o zikirleri yapın! Ve bu eğitimin gereği olan çalışmaları, yeri geldikçe yerine getirmeğe çalışın! Şimdi bazı kâğıtlar geldi.
Soru: Radyo çalışmalarının çok ecirli olduğunu ifade buyurdunuz. Diğer eğitim çalışmalarının önüne bunu almak daha mı kârlı olur acaba? Hem çocuklara, hem kadınlara, hem erkeklere aynı anda eğitim verdiği için, Akra bağı ile aynı anda dergâhımızla bağlantıya geçmiş olamaz mıyız?
Şimdi, muhterem kardeşlerim! Biliyorsunuz, üniversiteler vardır, fakülteler vardır, laboratuvarlar vardır... Yani, bir şeyin teorik bilgisi vardır, pratik uygulaması vardır, deneyler vardır... Deneylerin yapıldığı yerler vardır. Onun için, bunların hepsinin bir arada olması lâzım geliyor. Yani, okul da lâzım, yurt da lâzım, radyo da lâzım... Diğer saydığım çalışmaların da yapılması lâzım! Tabii bazıları önceliklidir, radyonun faydası daha fazladır. Yapılabilirse, o yapılsın ama; o incelenirken, öteki çalışmalar da devam etsin.
Şimdi burada muhterem kardeşlerim! Bir de çocuklarımızı
yetiştiriyoruz. Hepimiz çoluk çocuk sahibi olduk. Belki bir kısmımız torun sahibi olma durumuna da geldi burada artık, Almanya’da da öyle. Yani, çocuklarımız burada okudular, burada yetiştiler ve ondan sonra bir kısmı da evlendi; torun sahibi filan olma durumuna geldik.
Geçen gün burada üniversitedeki kızlarımız ve çocuklarımız bizden bir toplantı istediler, randevu istediler. Şu yandaki salonda oturduk, konuştuk. Gelen hanım kızların hepsi tesettürlüydü, örtülüydü. Allah’a hamd ü senalar olsun... Çok memnun oldum.
Bu konuda Avustralya Türkiye’den daha iyi durumda... Maalesef, Türkiye’de üniversite hocalarının tesettür düşmanlığı, Avustralya’daki gayrimüslimlerinkinden daha fazla... Burada daha çok müsamaha ediyorlar, orada daha çok zorluk çıkartıyorlar. Laboratuvara almıyorlar, notlarını kırıyorlar, imtihana sokmuyorlar, çeşitli böyle zorluklar yapıyorlar. Bu tesettürle örtülü olarak, Allah’ın emrine uygun olarak okuyan kızlarımızı tebrik ediyorum, Allah razı olsun...
Bunlar, ötekiler için de örnektir. Hem üniversiteye gidiyorlar, hem de Allah’ın emri olan tesettürü bırakmamışlar. Namazlarını bırakmıyorlar, oralarda, üniversitelerde namaz kılma yerleri ayarlatmışlar kendilerine; bütün öteki çocuklarımızı da, böyle tesettürün farz olduğunu öğreterek yetiştirmemiz lâzım.
Bunun eğitimi biraz önceki yaşlardan başlar. Çocuğu küçükten örtmeğe alıştırırsanız, yavaş- yavaş, yavaş-yavaş büyüdükçe, o hava içinde büyüyünce; tesettür ona zor gelmez. Küçükken açık gezsin, daha çocuktur derseniz; büyüdüğü zaman onun örtünmesi zor olur.
Onun için, ben burada çocuklara takılıyorum, buradaki küçük, dışarıda oynayan çocuklara. Hoca dede filan diye yanıma geldikleri zaman, onlara:
“—Ayy, senin başörtün nerede? Sana beş dolar ceza yazdım, babandan alacağım, harçlığından keseceğim!” filan, şakalar yapıyorum.
Tabii, onlar da beni gördüler mi, fırt, ağacın arkasına saklanıyor. Eve gidiyor, başörtüsünü alıyor; cezayı yememek için.
Tabii, ben bu şakayı niçin yapıyorum? Çocuklar küçükten
başlarını örtmek, tesettüre riayet etmek gerektiğini öğrensinler diye. Küçükten bunu öğretirseniz, çocuk büyüdüğü zaman, hanım kız olduğu zaman, yüksek yaşlara geldiği zaman kolaylıkla örtünür.
Tesettür Allah’ın emridir. Yapılması gereken vazifelerden biridir. Yani, biz nasıl pantolon giyiyor örtünüyorsak, hatta namazda cübbe giyiyoruz. Cübbe giymenin mânâsı nedir? Bu da bir tesettürdür. Bizim, erkeğin tesettürüdür. Yani, secde ettiğimiz zaman namahrem yerler göze takılmasın, arkadakinin namazı bozulmasın. Hem arkadakinin bozulur, hem öndekinin. Hem görünenin bozulur, hem görenin bozulur. Onun için, cübbe giyiyoruz, bol kıyafet giyiyoruz. Bu bir tesettürdür erkeğin tesettürüdür.
Hanımın da tesettürü vardır. Tesettür için çok şahane kıyafetler çıktı şimdi… Ben hayran kalıyorum başörtülere, mantolara, gayet güzel! Yani, şu bakımdan hayran kalıyorum: Vücudu tam İslâmî güzellikte örtüyor. Yani, bakıyorsunuz, başından, omuzundan aşağıya kadar çok zarif ve çok güzel bir şekilde... Yani, böyle kaliteli örtünme şekilleri de ortaya çıktı.
Tesettür Allah’ın emridir. Hanımlar, tesettüre riayet edin! Hanımlar, beyler, kız çocuklarınızı tesettürle yetiştirin, tesettürün önemini küçükten onlara aşılayın! Hediye verin, şaka yapın, gönlünü alın. “Örtersen sana şunu alacağım, bunu alacağım!” deyin. Başörtü vazgeçilmez bir şey diye alışsın başörtüye... Yani, buluğ çağına gelmeden önce, başında başörtü olmadığı zaman böyle kendisini eksikli hissedecek gibi; psikolojik olarak onu öyle yetiştirin! Çünkü, tesettür Allah’ın emridir. Ondan sonra da, en güzel şekilde tesettürü sağlayın.
Peygamber SAS’ın bir tavsiyesi var: Çocuklarınıza, kız çocuklarınıza güzel elbiseler giydirin diye. Ben bunu İskender Paşa’daki vaazlarımda okumuştum. Bir de onları güzel böyle hulliyat ile, yani takılar, şeylerle süsleyin diye.
Kız çocuklarımız bizim için önemlidir. Tabii, bir taraftan böyle Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği şekilde temiz-pak- güzel giydireceğiz ama; bir taraftan da farz olan tesettüre riayeti öğreteceğiz. Küçük de olsa çocuklarınızı kısa etekli, bacakları
görünecek, kolları-göğsü görülecek şekilde bir kıyafet giydirmeyin. Çocuklarınıza üstü desenli t-shortlar giydirmeyin! Üstünde hayvan deseni, kurbağa deseni, Ninja deseni, şu veya bu olan desenler giydirmeyin! Çocuklarınızı İslâmî ölçülere göre giydirin. Ayakları uzun olsun, görünmesin. Hatta düştüğü-kalktığı zaman bile, açılsa-saçılsa bile, namahrem yerleri görünmeyecek şekilde kıyafetler yapın!
Erkekler de tabii, tesettürlerine riayet etsinler. Çünkü, Allah’ın emirlerinin hepsi önemlidir. Hiç birisi ikinci planda, önemsiz değildir. Allah’ın bir emrini, hasene kazandıracak, sevap kazandıracak bir şeyini yapar da Allah oradan onu makbul tutarsa; insan bir haseneden bile cennete girebilirmiş. Hatalı bir
şeyinden dolayı da, bir farzı çiğnemesinden, Allah’ın emrini tutmamasından da günaha girebilir.
Onun için, hanımlara tesettürü vasiyet ediyorum, tavsiye ediyorum. Allah’ın emri olduğu için. Çok güzel kıyafetlerle tesettür imkânı vardır. Ve bir erkek olarak, çok net olarak bunu ifade etmek istiyorum. Emin olun, şu dışarıda demin kadınlar geçtiler şuradan, şortlu mortlu... Vallahi billahi onlar daha çirkin… Yani, açılmış olan kadın vallàhi, billâhi, Allah şahidim olsun ki daha çirkin erkeğin gözünde... Vallahi, örtülü bir hanım daha saygın, daha çok saygı duyuyor ve daha güzel oluyor. Yani, Allah’ın yolunda yürüyen, daha güzel oluyor. Başını açan, saçılan müptezel oluyor. Yani, tezgâh malı gibi oluyor. Güzel olmuyor yani. Eh, örtülü olan böyle gayet güzel, vitrindeki mücevher gibi oluyor. Onun için, tesettüre riayeti de bu arada hatırlatırım.
Allah hepinizden razı olsun... İki cihan saadetine nâil eylesin... Allah’ın bütün emirlerini tutmanızı nasib eylesin… Allah’ın bütün yasaklarından kaçınmanızı nasib eylesin… Şeytana değil, Allah’a kulluk etmenizi nasib eylesin…
Yasin Sûresi’nde deniliyor ki:
أَلَمْ أَعْهَدْ إَلَيْكُمْ يَابَنَي آدَمَ أَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشهيْطَانَ (يس:٠٦)
(Elem a’hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta’büdü’ş-şeytàn) “Ey Adem oğulları, biz sizinle ezelde ‘Şeytana tapmayacaksınız!’ diye
ahid yapmamış mıydık?” (Yâsin, 36/60)
Rahman’a tapacaksınız. Rahman bırakılır da, şeytana tapılır mı? Şeytana itaat edilir mi? Rahman’a itaat edilecek tabii. Biz Rahman’ın kullarıyız, Rahman’a itaat edicileriz. Şeytana uymayalım, nefse aldanmayalım, dünyaya kapılmayalım; her yaptığımız işi Allah rızası için yapalım!
Bizim ana-prensibimizi ezberleyin, kâğıtlarınıza yazın. Bizim ana prensibimiz:
إَلٰهَي أَنْتَ مَقْصُودَي، وَرَضَاكَ مَطْلُوبَي!
(İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi, biz seni istiyoruz, senin sevgini kazanmak istiyoruz, senin rızanı elde etmeğe çalışıyoruz.” cümlesidir.
Bizim işimiz Allah’ın sevdiği, razı olduğu işleri yapmaktır. Allah’ın sevdiği, razı olduğu kul olmaktır. Allah bizi ona muvaffak eylesin...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!
El-fâtihah!..
06. 01. 1996 - Kamp Konferansı
Canberra / AVUSTRALYA