04. HERKESE İYİLİK YAPMAK

05. ÖLÜMÜ UNUTMAMAK



Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm... Bi’smillâhi’r-rahmâni’r-rahîm... El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih... Nahmeduhû bi- cemîi mehamidih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Tâci ruusinâ, ve tabîbi kulûbinâ, ve üsvetüne’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Zeminin ve zamanın gereği olarak, Hazret-i Ali Efendimiz’in mübârek vecîzelerini okumağa başladık. Çünkü, Sivas’ta birtakım olaylar olmuştu. Bu olayların sonunda bir otelin yakılması dolayısıyla bazı kimseler kazaya uğramıştı. Kurtarmağa çalışanlar yine bizim sünnî kardeşlerimiz olduğu halde, olay sünnî alevî çatışması haline getirilmişti. Onun akabinde hemen Başbağlar’da, “Siz bizim Sivas’taki kardeşlerimizi yaktınız!” diyerek, bizim camimizi yakmışlar ve kardeşlerimizi şehid etmişlerdi.

Ondan sonra da; o olaylar, o kadar fitne fesat, zulüm orada yetmiyormuş gibi, bir de buraya taşınmış. Burada da, Avustralya’nın muhtelif şehirlerinde alevî sünnî ayrılığı körüklenmiş. Bu arada da radyolarda, yayınlarda sünnîliğe çatacağız derken imana, şeriata, İslâm’a saldırılar olmuş.


Tabii bu, gerçek bir alevînin, Hazret-i Ali Efendimiz’e hakîkaten bağlı bir insanın yapacağı bir şey değil... Ayrıca sünnî ve alevî grupların birbirleriyle böyle uğraşmaları ve işi böyle kin ve nefret ile keskin çizgiler haline getirmeleri doğru değil... Uzlaşmanın sağlanması, aradaki ihtilâfların çözülmesi lâzım! Herkesin hak olan çizgiye gelmesi gerekiyor.

İhtilâfların çözümünde ilim, irfan, araştırma, inceleme, akl-ı selim, mantık hakem olmalı; ona göre mesele çözümlenmeli! Meseleler körüklenmemeli, yara daha fazla kanatılmamalı, daha

115

fazla büyütülmemeli! Onun için, biz Hazret-i Ali Efendimiz’in vecizelerini bahis konusu alan konuşmalar yapmayı başlattık. Mildura’da başlattık, burada devam ediyoruz.


Hazret-i Ali Efendimiz, bizim başımızın tâcı... Sünnilerin de, alevîlerin de hürmet ettiği bir kimse... İmam Ca’fer-i Sâdık Efendimiz, bizim tarikatımızın silsilesinde yeri olan pirlerimizden, büyüklerimizden birisi... İmam-ı Azam Efendimiz’in hocası... On

iki İmam’a sevgimiz, saygımız var... Çünkü, tarikat silsilelerimizin bir kolu da, onlar üzerinden bize kadar geliyor. Ayrıca akrabalık bağları var...

Bu bakımdan bu meselenin, Hazret-i Ali Efendimiz’in razı olacağı şekilde çözümlenmesine hiç kimsenin itirazı olamaz. Tarafeynden hiç bir kimse, buna bir şey diyemez. Biz, İmam Ca’fer-i Sâdık Efendimiz’in ve Hazret-i Ali Efendimiz’in razı olacağı bir çözüm arzu ediyoruz. Onun için, Hazret-i Ali Efendimiz’in vecizelerini bahis konusu ediyoruz, okuyoruz, anlatıyoruz ki, Hazret-i Ali Efendimiz bilinsin... Hazret-i Ali Efendimiz’in zihniyeti, imanı, nasihatları duyulsun ve her iki

116

tarafça tutulsun istiyoruz.

Bir kaç tanesini okuduk vecizelerin... Okuduğumuz sayfadan geriye kalanlardan bugün yine, Allah kısmet ederse, bir kaç tanesini daha okuyacağız.


a. Zıtların Düşmanlığı


Hazret-i Ali Efendimiz (RA ve kerrema’llahu vecheh), bir vecizesinde buyurmuşlar ki:


عداوة الضعفاء للاقوياء، والسفهاء للحلماء والَشرار للاخيار،

طبع لَ يستطاع تغييره .


1. (Adâvetü’d-duafâi li’l-akviyâi, ve’s-süfehâi li’l-hukemâi, ve’l- eşrâri li’l-ahyâri, tab’un lâ yüstetàu tağyîruhû.) Arapçasını okuyoruz. Gramer izahını da yeri geldikçe yaparak, mânâsını söylüyoruz. Açıklamasını yapıyoruz. Hazret-i Ali Efendimiz, bu vecizesinde buyuruyorlar ki:

(Adâvetü’d-duafâi li’l-akviyâi) “Zayıfların kuvvetlilere düşmanlığı, husûmeti; (ve’s-süfehâi li’l-hukemâi) akılsız, beyinsiz insanların hakîm, bilge, alim, fâzıl insanlara düşmanlığı; (ve’l- eşrâri li’l-ahyâri) şerlilerin hayırlılara düşmanlığı, (tab’un) bir tabiattır, doğal bir kanundur. (lâ yüstetàu tağyîruhû) Değiştirilmesi mümkün olmayan bir tabiattır.” Bu öyle olacak, çâre yok... Zayıf kuvvetliye düşman olacak... Aptal, beyinsiz; hakîm, akıllı, alim, fâzıl kimseye hasım olacak... Şerli insan, hayırlı insana hasım olacak, düşman olacak... Çünkü, ayrı kutupların insanlarıdır. Bunun değiştirilmesi mümkün değil!


O halde, bu vecizeden ne yapmamız gerektiği çıkıyor? Bunlara karşı tedbir almamız gerektiği çıkıyor ortaya... Yâni sen, “El- hamdü lillâh ben hak yoldayım! El-hamdü lillâh ben doğruyum! El-hamdü lillâh ben hayırlıyım, ben haklıyım!” diye gevşek durmamalısın! Tabiaten (naturally), normal olarak, kötü olduğun için değil de iyi olduğun için sana düşman olan gruplar olabilir. Uyanık bulunmak lâzım, dikkatli olmak lâzım!

117

Gücün kuvvetin varsa, zayıf sana düşmandır. Burada sıralanmamış ama, fakirlerin zenginlere düşmanlığı gibi şeyler de olabiliyor. Bazı ülkelerde sınıf kavgaları da olabiliyor.

Akılsız insanın, hakîm insana düşmanlığı... Hakîm; her şeyi yerli yerinde, hikmetle yapan kimse... Sefih de; akılsızca, düşünmeden yapan insan...


Şerli insanlar da hayırlılara düşmandır. Binâen aleyh, mâdem onların tabiatı normal olarak böyledir, bu böyle olacak! O halde hayırlı insanlar, hakîm insanlar; aklı başında, maddeten ve mânen her yönden kuvvetli insanlar bu kanunu bilmeli, buna karşı tedbirini almalı, çaresini düşünmeli, kendisini korumağa gayret etmelidir! Bir de üzülmemek lâzım! Sosyal bir çok olaylar oluyor... Cami olayları oluyor, cemaat çatışmaları oluyor... Cemaatin içinde nefsânî, şeytânî bir şeyler olabiliyor... Olur böyle şeyler... Ne yapalım işte, insanın tabiatında var... Böyle şeyler olur, yılmamak lâzım! Yöneticilerin yılmaması lâzım, başkasının da bıkmaması lâzım! Her toplumda, her cemiyette, cemaatte buna benzer şeyler olabilir. Bunlara basîretle el koymak lâzım!


b. Şu Kullara Allah Rahmet Etsin!


رحم الِلّ عبدا اتقى ربه، وناصح نفسه وقدم توبته، وغلب شهوته، فإن أجله مستور عنه، وأمله خادع له، والشيطان موكل به .


2. (Rahima’llahu abden itteka rabbehû, ve nâsaha nefsehû, ve kaddeme tevbetehû, ve galebe şehvetehû, feinne ecelehû mestûrun anhü, ve emelehû hâdiun lehû, ve’ş-şeytânü müvekkelün bihî.) Dua ile başlıyor Hazret-i Ali Efendimiz:

(Rahima’llahu abden) “Allah şöyle bir kula rahmeylesin, rahmeti ile muamele eylesin... Rahmetine daldırsın, rahmetine erdirsin şu vasıflara sahip olan kulu...” diye dua ediyor.

“—Hangi vasıflara sahip kulu?” (İtteka rabbehû) “Rabbinden korkup sakınan; (ve nasaha nefsehû) ve nefsine münâsaha eden, nasihat eden; (ve kaddeme

118

tevbetehû) ve tevbesini çabuk yapan, acele eden, geriye bırakmayan, tehir etmeyen; (ve galebe şehvetehû) şiddetli nefsânî arzularına el koyup galip olan, onların peşinde sürüklenmeyen, onları zabt ü rabt altına alabilen kimseye Allah rahmeylesin, lütfeylesin, rahmetine daldırsın... Ne mutlu o insan, ne iyi böyle yapan kimse... Böyle yapması ne kadar güzel!” diye dua ediyor Hazret-i Ali Efendimiz...

(Feinne ecelehû mestûrun anhü) “Çünkü, ömrünün müddeti ne kadardır, ne zaman sona erecek; kendisi bilmiyor. Allah biliyor ama kendisinin mechulüdür, birden geliverir. (Ve emelehû hadiun lehû) Ve yaşam ümidi, emeli, temennîsi onu aldatmaktadır, aldatıcıdır. Tûl-i emel onu aldatmaktadır. (Ve’ş-şeytânü müvekkelün bihî) Şeytan da onun peşindedir, ona musallat kılınmış bir yaratıktır.” Binâen aleyh, üç tehlike var insanın karşısında... Birincisi: Ömrü ne zaman bitecek bilmiyor, hemen bitebilir. Bir an içinde, bir an sonra, bir adım ötede bile bitebilir.


Bizim fakültede sekreterimiz vardı. Çalışkandı rahmetli... Dindardı, namazında niyazında bir insandı. Altıda, yedide, sekizde gelir çalışırdı. Mesâiyle, mesâi saatleri ile mukayyet olmazdı. Çalışmış, fakültenin bahçesinden çıkmış; kaldırımdan öbür kaldırıma geçerken, arabanın birisi çarpmış, devirmiş. İnnâ li’llâhi ve innâ ileyhi râciûn... Öldü gitti. İyi bir insandı Fevzi Efendi... Böyle öldü gitti.

Yâni, bir adım ötesi ecel... İşini yaptı, evine gitmeyi düşünüyor, yemek yemeyi düşünüyor. Kaldırımın burasında sağ, bir adım ötesinde ecel... Ecelin ne zaman geleceği belli değil, mechul... Hemen gelebilir, bir an sonra gelebilir.

Eceli mechul olduğundan, yaşama ümidi, temennisi insanı aldatmaktadır. Bu temennî, emelin ümidin insanı aldatması, çok büyük bir düşman olarak görülmüştür İslâm alimleri tarafından... Tûl-i emel büyük bir gaf, büyük bir hata olarak tesbit edilmiştir. Ne demek tûl-i emel? İnsanın emelinin uzunluğu; iyi tarif edilmiyor, bilinmiyor, anlaşılmamış, doğru anlatılmamış.


Tûl-i emel demek; “Ben nasıl olsa daha yıllarca yaşarım!” diye ümid etmek, temennî etmek ve öyle olacağını sanmak... “Nasıl

119

olsa daha çok yaşarım ya... İşte, bir emekli olayım, emeklilik ikramiyemi alayım; o zaman hacca giderim, sakal bırakırım, kılmadığım namazları kılarım, yapmadığım işleri yaparım, şöyle ederi, böyle ederim, bilmem ne...” Kaç sene sonrasını düşünüyor. Halbu ki ne mâlûm? İşte bu düşünce, bu temennî, bu ümit, bu emel aldatıcı bir şey... Halbuki, asıl âbid, zâhid, fâzıl, kâmil insanlar hiç tûl-i emele sâhib olmamış, öyle umutlara kapılmamış. Râbia-i Adeviye, sabahleyin uyandığı zaman dermiş ki: “Bak Râbia, kendine gel! Bugün son günün, bugün öleceksin haa! Ona göre çalış!” dermiş. Akşama kadar Allah’ın yolunda ibadet taat edermiş. Akşam olunca, “Hadi bugün gündüz ölmedin ama, bu gece öleceksin! Aklını başına topla, ona göre çalış!” dermiş. Yâni, eceli hemen gelir diye ümide kapılmamak, işi tehir etmemeyi sebep olduğu için, güzel bir duygu...


هَلَكَ الْمُسَوَُفونَ


(Heleke’l-müsevvifûn) buyurmuş Peygamber Efendimiz. Yâni, “İşini, vakit geniştir, zaman vardır diye sonraya bırakanlar helâk olur.” (Sevfe ef’alü) “İleride yapacağım!” diyenler helâk olur. Yapacaksan, hemen yap! Çünkü bilmiyorsun ki, ümid ediyorsun yaşarım diye ama; belki yaşamazsın! Tûl-i emel, insanı aldatıcı bir duygudur. Onun için, düşman olarak görülmüş, tehlikeli olarak görülmüş. Diyor ki: “Ecelin mechuldür, ne zaman geleceği belli olmaz! Ümide düşmek, ‘Çok yaşarım, şöyle yaparım, böyle yaparım...’ diye ümitlenmek seni aldatmaktadır. Şeytan da etrafında dolaşmaktadır. Şeytan da seni aldatabilir haa, dikkat et!” diyor.


Onun için, dua ettiği kimsenin ne yapmasını istiyor:

1. (İttekà rabbehû) “Rabbinden korkacak, sakınacak.” Neden? Rabbinin azabı, ikabı, cezası, hesabı vardır... Cehennemi vardır. Korkacak, sakınacak; o durumlara, kötü durumlara düşmemek için gayret edecek insan... Akıllı insanın kârı takvâdır, ittikadır, sakınmadır, çekinmedir.

2. (Ve nasaha nefsehû) “Ve nefsine de içten, samîmî nasihat

120

edecek.” Onun kötülüğünü istemeyecek, iyiliğini isteyecek; zabt ü rabt altına alacak.

İnsanın nefsi, insanı keyifli şeylere, zevklere, sefalara, eğlencelere sürükler. “Fâni dünya hoştur amma, akıbet mevt olmasa!” demişler. Burada güle güle günahları işleyen, ahirette ağlaya ağlaya cezâsını çekecek. Onun için, bu nefse hâkim olmak lâzım! Ne mutlu o kimseye ki, Allah ona rahmeylesin ki, Rabbinden korkar; nefsine samîmi davranıp, iyiliğini isteyip onu kötü yollara bırakmaz, tutar.


3. (Ve kaddeme tevbetehû) “Tevbesini hemen yapar, takdim eder, öne alır.”

Tevbe ne demek? “Estağfiru’llah el-azîm...” demek değil tevbe! Asıl tevbe; bir dönüş yapıp hayatını Cenâb-ı Hakkın rızasına uygun tarafa çevirmek demek...

Herkes tevbeyi, dille yapılan bir şey sanıyor. Eline tesbihi alıp “Estağfiru’llah...” diyen, “Tevbe yâ Rabbi!” diyen, “Seyyidü’l- istiğfar” duasını okuyan, işi bitirdim sanıyor. Halbuki, bu işin lafı... Lafla peynir gemisi yürümüyor; biliyorsunuz. Ne lâzım? İş lâzım... Yâni, ne lâzım tevbe eden insana? Kötü yolu bırakıp, doğru yola girmek lâzım! Girmedikten sonra kırk defa, elli defa, yüz defa, bin defa “Tevbe yâ Rabbi!” dese, kıymeti yok...

“—Tevbe ediyorsun ama günaha devam ediyorsun ey kulum! Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu? Hani dönmüştün? Akşamdan söz verip de, sabaha tekrar vaz mı geçeceksin? Böyle şey mi olur?” demez mi Allah...


Tevbe demek, “Döndüm yâ Rabbi!” demek... Ne yapacak? Dönüş yapacak, yaşamı değişecek; günahkâr yaşamdan sevaplı yaşama gelecek... İbadetsiz yaşamdan, ibadetli yaşama gelecek... Haramlı yaşamdan, helâlli yaşama gelecek... Açık saçıklıktan, kapalılığa gelecek... İçki içiyorsa, içkiyi bırakacak... vs. Yâni, dönecek. İşte onu erken yapmak lâzım! Kimisi tehir ediyor. “Yapacağım, yapacağım hocam!” diyor, “Tamam, tamam...” diyor. Söylüyorsun, sıkıştırıyorsun; sıkıştığı zaman “Tamam...” diyor. “Tamam...” diyor ama, yapmıyor. Ne düşünüyor? İleride yaparım diye düşünüyor. Ama Hazret-i Ali

121

Efendimiz ne diyor: “Tevbesini öne alması lâzım, hemen yapması lâzım!” diyor.


Dönüyor musun; hemen şu anda dön!


“—İşte Melbourn’e gideceğim de, şöyle yapacağım da, bundan sonra şöyle olacak da... Falancayla konuşacağım da, karşılıklı pazarlığa oturacağız da, şöyle yapacağız da, böyle yapacağız da o zaman döneceğim!” Oooo... O arada şeytan senin başına ne çoraplar örer, seni tevbenden nasıl vaz geçirir; sen bile şaşırırsın. Sonradan, tevbe ettiğine kendin bile pişman olmağa başlarsın. Tevbe edeceğine, kendin kaçarsın tevbenden... Döneceksen, hemen dön! Şairin birisinin hayatını okudum; diyor ki:


Tevbe ettim ki, etmeyem tevbe... Tevbeye tevbe-i nasûh olsun!


İçki içiyormuş herif... Sonra anası, babası, yakınları, hocaları, etrafı sıkıştırmışlar, tevbe dedirtmişler. Ama sonra pişman olmuş. Bahar gelmiş, çimenler başlamış yeşermeğe... Kuşlar başlamış “Cik... Cik...” ötmeğe... Arkadaşları gidiyor sefâ sürmeğe; kırlara bayırlara, gül bahçelerine eğlenmeğe... Çalgılar, sazlar, gazeller...


Gâh şarkı okuyup gazelhân olalım,

Gidelim serv-i revânım yürü sa’dâbâde!


Onlar Sa’dâbâd’e giderken, bunun içi başlamış kıpırdanmağa... Ne yapmış? Pişman olmuş. “Tevbe ettim ki, etmeyem tevbe...” diyor, “Bundan sonra tevbe etmeyeceğim!” diye kararlılığını bildiriyor. “Tevbeye tevbe-i nasûh olsun!” diyor. Yâni, “Bir daha aslâ tevbe etmeyeceğim!” diye kat’î söz veriyor. Haa, tamam; sen misin bu lafı söyleyen? Meyhânede ölmüş bu şair, içki içerken...

Şairler, laf olsun diye şiir yazıyorlar. Mizahçılar laf olsun diye, insanları güldürmek için, mizah kaleme alıyorlar ama, sonu kötü oluyor. İnsan kendi diliyle yakalanır. Sen misin tevbeye tevbe eden, sen misin “Bir daha tevbe etmeyeceğim!” diye kendi kendine söz veren? Tamam, buyur; ben de seni meyhânede günah

122

üzereyken canını alırım, canın cehenneme gidersin! Onun için tevbeyi iyi yapmak lâzım! Hemen yapmak lâzım, sonraya bırakmamak ve tam yapmak lâzım! Tevbe ettikten sonra, bir daha kötü yola dönmemek lâzım!


4. (Ve galebe şehvetehû) “Ve arzularına da galip olmak lâzım, mağlûb olmamak lâzım!” İsteklerine, arzularına galip olması lâzım bir insanın... Neden? Şehevâtına mağlûb olursa, şehevâtı onu günahlara sürükler. Günahlara sürükleyince de mahvolur.

Onun için; “Ne mutlu o kimseye, Allah ona rahmeylesin, Allah ondan razı olsun, onu rahmetinin deryasına daldırsın ki; Rabbinden korkar, nefsine samîmî davranıp onu günahlardan alıkoyar, tevbesini hemen yapar, şehvetine hakim olur, galip olur. Ne güzel! Böyle yapması lâzım! Çünkü, ecelinin ne zaman geleceği onun mechulüdür. Tûl-i emel, yâni “Yaşarım nasıl olsa...” diye düşünmesi onu aldatıp durmaktadır. Şeytan da etrafında, ona gözünü dikmiş, aldatmak için dolaşıp durmaktadır; dikkatli olması lâzım!” diyor Hazret-i Ali Efendimiz (RA ve kerrema’llahu vecheh)...

123

c. Kabir Ziyaretinde Söyledikleri


مر بمقبرة فقال : السلام عليكم يا أهل الديار الموحشة، والمحال

المقفرة، من المؤمنين والمؤمنات، والمسلمين والمسلمات، انتم لنا فرط، و نحن لكم تبع، نزوركم عما قليل، و نلحق بكم بعد زمان

قصير. اللهم اغفر لنا ولهم؛ و تجاوز عنا، وعنهم. الحمد لِلّ الذي

جعل الَرض كفاتا، أحياءً وأمواتًا. والحمد لِلّ الذي منها خلقنا، و عليها مشانا، وفيها معاشنا، وإليها يعيدنا. طوبى لمن ذكر المعاد، وقنع بالكفاف، وأعد للحساب!


(Merre bi-makberetin fekàl) Bir kabristanın yanından geçmiş de Hazret-i Ali Efendimiz, şöyle buyurmuş: (Es-selâmü aleyküm yâ ehle’d-diyâre’l-muhhişe, ve’l-mahâlli’l- mukfire mine’l-mü’minîne ve’l-mü’minâti, ve’l-müslimîne ve’l- müslimât, entüm lenâ faratün, ve nahnü leküm teb’un, nezûrüküm ammâ kalîlin, ve nülhaku biküm ba’de zamânin kasîr.

Allahümma’ğfir lenâ ve lehüm, ve tecâvez annâ ve anhüm. El- hamdü li’llâhi’llezî ceale’l-arda kifâten, ahyâen ve emvâtâ. El- hamdü li’llâhi’llezî minhâ halaknâ ve aleyhâ meşânâ ve fîhâ maâşünâ ve ileyhâ yuîdünâ. Tùbâ li-men zekere’l-miâd, ve kanaa bi’l-ifâfi, ve eadde li’l-hisâb.)


Kabrin yanından siz nasıl geçersiniz bilmem. Siz kabristanın yanından geçerken Türkiye’de, ne söylersiniz, ne dua edersiniz? Peygamber SAS Efendimiz, kabristanın yanından geçerken, o kabristandakilere selâm verirdi.

Bir hakim efendi vardı, Allah selâmet versin... Derviş bir kimse... Beraber seyahatimiz olmuştu Kastamonu’ya, o anlatmıştı: Evliyâllah’tan birisi, böyle kabirlerin yanından geçerken, o kabirdeki insanları görürmüş, Fatiha okurmuş. Fatiha okumayanlara da onların, “Bizim yanımızdan geçiyorsunuz, bizim kabir taşımızı görüyorsunuz, mezarımızı görüyorsunuz da bize bir

124

dua bile etmiyorsunuz; bizden beter olun!” diye beddua ettiklerini duyarmış.


Şimdi, Hazret-i Ali Efendimiz ne demiş kabristanın yanından geçerken:

(Es-selâmü aleyküm yâ ehle’d-diyâre’l-muhhişe) “Ey insanı ürperten, yapayalnız kişilerin yattığı şu kabir evlerinin ahalisi olan insanlar, size selâm olsun!”

Yâni, insanların sesi dostu, kavmi kabilesi oluyor da, götürüp bir kabre yalnızca gömüveriyorlar; orada tek başına, kimsesiz kalıveriyor. Kimsesiz kalmıyor aslında; dünyada işlediği amellerle baş başa kalıyor baş başa... Dünyada işlediği ameller ona yoldaş olacak. Nasıl yoldaş olacak? Onun anlayacağı bir şekilde yoldaş olacak. Çünkü, Peygamber Efendimiz SAS, buyuruyor ki hadis-i şerifinde:

Adamcağızın birisi kabre konulmuş. Kabirde yalnızlıktan ürperirken, korkarken, çok sevimli, sempatik, nurlu bir güzel insan görmüş. Demiş ki:

“—Ey mübârek! Tam burada ben böyle yalnızlıktan ürperirken, korkarken seni gördüm sevindim. Canım sana ısındı, çok hoşuma gittin. Sen kimsin böyle nurlu, pırıl pırıl?”

O da diyecekmiş ki: “—Ben senin falanca zamanda okuduğun Tebâreke Sûresi’yim. Allah sana yoldaş olmam için, bana bu şekli verdi, sana gönderdi.”

Tebâreke Sûresi bir başka şekilde gelse, kabirdeki anlamayacak ama; Allah ona insan sûreti verip gönderince anlıyor. İnsanın amelleri kabirde yoldaş olacak.


Hazret-i Ali Efendimiz, kabirlerdeki insanların o yalnızlığını bahis konusu ederek, “Ey böyle yalnız insanların yattığı evciklerin, kabirlerin, mezarların ahalisi; size selâm olsun!” diyor.

(Ve’l-mahâlli’l-mukfireh) “Kazılmış çukurların, çukur mahallerin ahalisi; size selâm olsun!” Bu kafr, çukur açmak demek... Hattâ biliyorsunuz, Hazret-i Ali Efendimiz’in bir kılıcı vardı: Zülfakar... Fikar değil, fakar’dır aslında... Üstündür harekesi... Zû, sahib demek... Zülfakar; çukurlu, gedikli demek... Yapılışından dolayı, sanatından dolayı üstünün böyle gedik gedik

125

olmasından, girintili çıkıntılı olmasından dolayı “Zülfakar” diye adlandırılmış.


Burada mahâl kelimesi, mahal kelimesinin cem’idir. (Ve’l- mahâlli’l-mukfireh) “Ey çukur yerlerin ahalisi, ey kabirlerin ahalisi!” diyor. (Mine’l-mü’minîne ve’l-mü’minâti ve’l-müslimîne ve’l-müslimât) “Mü’min erkeklerden, mü’min kadınlardan, müslüman erkeklerden, müslüman kadınlardan müteşekkil olan ey kabristan ahalisi; size selâm olsun!” diyor.

(Entüm lenâ faratün) “Siz bizden evvel bu yola girmişsiniz, bizim öncülerimizsiniz. (Ve nahnü leküm teb’un) Biz de sizin peşinizdeyiz, sıradayız, arkanızdayız. (Nezûrüküm amma kalîlin) Az bir zaman sonra sizi ziyarete geleceğiz, biz de öleceğiz. (Ve mülhaku biküm ba’de zamanin kasîrin) Kısa bir zaman sonra, biz de size iltihak edeceğiz. Sizin yanınıza geleceğiz, sizi ziyaret edeceğiz; biz de sizin yanınıza iltihak edeceğiz ey mü’minler, ey kabristan ahalisi!” diyor.


Farat, bir şeyin öncüsü demek... Peygamber Efendimiz diyor ki:


أنَا فَرَطُكُمْ عَلَى الْحَوْضَ


(Ene faratuküm ale’l-havz) “Ben sizin havza ilkönce gideninizim, Havz-ı Kevser’e önünüzden ilkönce ben gideceğim. Sonra siz benim peşimden geleceksiniz, o Havz-ı Kevser’den doya doya nûş edeceksiniz, içeceksiniz.” Yâni, baldan tatlı, kardan ak, lezzetinin tarifi mümkün olmayan, içenlerin son derece büyük lezzetler duydukları Kevser şarabının ilk ziyaretçisi, ilk gidecek olan Peygamber Efendimiz... Cennetin kapısına ilk gelecek olan da Peygamber Efendimiz...

Hadisi-i şerifte buyruluyor ki:10



10 Müslim, Sahîh, c.I, s.188, no:197; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.136, no:12420; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.379, no:1271; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.119, no:400; İbn-i Ebî Àsım, Evâil, c.I, s.62, no:10; Begavî,

126

آتَي بَابَ الْجَنهةَ يَوْمَ الْقَيَامَةَ، فَأَسْتَفْتَحُ، فَيَقُولُ الْخَازَنُ: مَنْ أَنْتَ؟


فَأَقُولُ: مُحَمهدٌ. فَيَقُولُ: بَكَ أُمَرْتُ لََ أَفْتَحُ لأَحَدٍ قَبْـلَكَ (م. حم.


وعبد بن حميد عن أنس)


RE. 3/1 (Âtî bâbe’l-cenneti yevme’l-kıyâmeh) “Cennetin kapısına ben vardığım zaman, (feesteftihu) onun açılmasını isteyeceğim.

(Feyekùlü’l-hàzin) Cennetin bekçisi Hàzin isimli melek, soracak: (Men ente?) “Kimsin sen?” Peygamber Efendimiz de kendisini tanıtacak: (Ene muhammedün) “Ben Muhammed’im! Allah’ın habîbi, ahir zaman peygamberi Muhammed’im.” diyecek.

O zaman cennetin bekçisi meleğin, Rıdvân’ın cevabı şu olacak: (Bike ümirtü en lâ efteha kableke) “Yâ Rasûlallah! Senden evvel bu kapıyı başka birisine açmamakla emrolunmuştum. Buyur, gir!” diyecek ve cennetin kapısını Rasûlüllah Efendimiz’e açacak.


اللهم اغفر لنا ولهم؛ و تجاوز عنا وعنهم .


(Allahümma’ğfir lenâ ve lehüm) Ve dua ediyor: “Yâ Rabbi! Bize de, bunlara da mağfiret eyle yâ Rabbi!” diyor.

Mağfiret demek; günahları örtüp göstermemek, hesaba katmamak demek... İnsanın başını örten çelik/demir başlığa da miğfer denmesi ondan... Allah da mağfiret edince; günahları örtüyor, kapatıyor, hesabı kapatıyor, göstermiyor, hesaba dahil etmiyor, affediyor.

(Ve tecâvez annâ ve anhüm.) “Bizim de, onların da günahlarından vazgeç yâ Rabbi! Hesap sormağa, yakamızdan


Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.447; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.138, no:418; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.462, no:955; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.532, no:31890; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.I, no:2; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.9, no:1.

127

tutmağa, hesaba çekmeğe yönelme; bizi hesaba çekmekten vazgeç yâ Rabbi!” Sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hamd ü senâlar ediyor:


.الحمد لِلّ الذي جعل الَرض كفاتا، أحياءً وأمواتًا.


(El-hamdü li’llâhi’llezî ceale’l-arda kifâten, ahyâen ve emvâtâ) “Canlılar ve ölüler olarak yeryüzünü onlara hazırlayan Allah’a hamd olsun...”


والحمد لِلّ الذي منها خلقنا، وعليها مشانا، وفيها معاشنا، وإليها يعيدنا. طوبى لمن ذكر المعاد، وقنع بالكفاف، وأعد للحساب!


(Ve’l-hamdü li’llâhi’llezî minhâ halaknâ, ve aleyhâ meşânâ) “Bizi şu topraktan yaratan Allah’a hamd olsun... Topraktan yaratıldık ve yürüyüşümüz bu toprağın üzerinde... (Ve fîhâ maâşünâ) Yaşamımız bu toprak üzerinde... (Ve ileyhâ yuîdünâ) Rabbimiz, bizi topraktan yarattığı gibi, sonra yine kara toprağın altına bizi gömdürtecek, tekrar oraya döndürtecek.” Yâni, bizi kara topraktan yaratan; sonra bizi tekrar üzerinde gezindiğimiz, yaşamımızın üzerinde cereyan ettiği kara toprağa sokacak olan Allah’a hamd olsun...

Tabii, hamd her halde yapılır, İyi kötü, tatlı acı, sevimli sevimsiz her halde: edeceğiz:11



11 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.726, no:5033; Tirmizî, Sünen, c.V, s.578, no:3599; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.92, no:251 ve c.II, s.1250, no:3804, 3833; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.50, no:29393; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.91, no:4376 ve c.VII, s.27, no:9334; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.157; Abdi ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.415, no:1419; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.335; Ebû Hüreyre RA’dan. Ebû Dâvud, Sünen, c.II,s.734, no:5058; Tirmizî, Sünen, c.V, s.81, no:2738; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.117, no:5983; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.349, no:5538; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.295, no:7691; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VI, s.29, no:5698; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.131, no:5758; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.24, no:9327; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.402, no:7694 ve c.VI, s.199, no:10634; Heysemî, Müsnedü’l-Hàris, c.II, s.797, no:807; Taberânî,

128

الْحَمْدُ لِلَّ عَلٰى كُلِّ حَالٍ


(El-hamdü li’llâhi alâ külli hàl) “Her halde Allah’a hamd olsun!” diyoruz. Bu vasıfların hatırlayarak, Allah’a hamd ediyor.

Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:12



Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.186, no:323; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VI, s.553, no:1380; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VIII, s.28, no:4077; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.V, s.83, no:2741; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.419, no:23603 ve s.422, no:23635; Dârimî, Sünen, c.II, s.368, no:2659; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.295, no:7692; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.81, no:591; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.161, no:4009; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.27, no:9336; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.61, no:10041; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.VII, s.163; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.113, no:678; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.VI, s.187; Ebû Eyyûb el-Ensàrî RA’dan. İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.1250, no:3803; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.677, no:1840; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.375, no:6663 ve c.VII, s.109, no:6999; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.91, no:4375; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.VIII, s.360; Hz. Aişe RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.120, no:973 ve s.122, no:995; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.296, no:7693 ve s.459, no:8273; Bezzâr, Müsned, c.II, s.166, no:533; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.61, no:10040; Dâra Kutnî, İlel, c.III, s.276, no:403; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXIV, s.13; Hz. Ali RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.7, no:23904; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.361, no:599; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.297, no:7696; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.167, no:1203; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.58, no:6368, 6369; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.29, no:9343; İbn-i Amr eş-Şeybânî, el-Âhàd ve’l-Mesânî, c.III, s.14, no:1300; Sâlim ibn-i Ubeyd RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.292, no:3441; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.II, s.442, no:1664; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.301, no:1009; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.131, no:1151; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.V, s.352, no:1155; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.255; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.445, no:1813; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. 12 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.434, no:19909; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XVIII, s.124, no:254; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.125, no:34692; İmran ibn-i Husayn RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.114, no:16884, 16885; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.458, no:6414 ve c.XIV, s.29, no:37882; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.196, no:6110.

129

إَنه أَفْضَلَ عَبَادَ الِلّهَ يَوْمَ الْقَيَامَةَ الْحَمهادُونَ (طب. عن عم ران بن حصين)


RE. 116/6 (İnne efdale ibâdi’llâhi yevme’l-kıyâmeti el- hammâdûn) “Kıyamet gününde; bu dünya bitip, ahiret alemi başladığı zaman, Allah’ın yanında, huzurunda insanların, kulların en faziletlisi, en üstünü, en yükseği, çok hamd eden kullar olacak.” Hazreti-i Ali Efendimiz de kabirleri görünce, kendisinin de öleceğini hatırlıyor; kendisi için ve ölüler için dua ediyor. Ondan sonra çeşitli cümlelerle Allah’a hamd ü senâlar ediyor.

Sonra da buyurmuş ki:


طوبى لمن ذكر المعاد، وقنع بالكفاف، وأعد للحساب !


(Tùbâ li-men zekere’l-miâd) “Allah’ın insanı öldüreceği ve kara

130

toprağa sokacağı bir vaaddir; işte bu vaadi, bu dönüşü hatırında tutan insana ne mutlu! Bu dönüşünü bilen, kara toprağa gireceğini hatırında tutan, unutmayan insana ne mutlu!” (Ve kanaa bi’l-kifâf) “Kendisine yetecek geçimle, rızıkla, Allah’a kanatkâr olan insana ne mutlu!” (Ve eadde li’l-hisâb.) “Ve kendisini ahiretin hesap gününe hazırlayan insana ne mutlu!”


Yâni, kimi beğeniyor? Ölümü unutmayan, kanaatkâr olan, dünyaya hırsla sarılıp da ahireti ihmal etmeyen ve ahirette mahkeme-i kübrâda çekileceği hesaba vereceği cevabı şimdiden düşünüp, dünyadayken hazırlanan insanı beğeniyor. Öyle olmayı kendisine telkin ediyor. Yanında kimseler varsa, onlara da duyurmuş oluyor bu sözü... Kendisini de tazelemiş oluyor.

“—Haa, kabristanı gördüm. Benim de öleceğim muhakkak... O halde bu dönüşü unutmayayım, dünyaya çok hırslı olarak sarılmayayım! Bir gün ahirette, mahkeme-i kübrâda hesaba çekileceğime göre, hesabını verebileceğim işler yapayım! Hesabını veremeyeceğim işler yapmayayım, hesabının altından kalkamayacağım işler yapmayayım! Haram yemeyeyim, haramdan mal devşirmeyeyim! Vazifelerimi ihmal etmeyeyim, ibadetlerimde kusur yapmayayım, geri kalmayayım!” demiş oluyor.


Böylece Hazret-i Ali RA Efendimiz’in üç tane vecîzesini söylemiş olduk. Birisi: İnsanların çeşitli zihniyette olanlarının tabiatının değişmeyeceğini, ona karşı tedbir almayı tavsiye ediyor.

İkinci vecîzesi: “İnsanın ölümünün ne zaman geleceği belli olmaz! Yaşama ümidi insanı aldatır. Şeytan insanın etrafında dolaşmaktadır. Binâen aleyh, takvâ ehli olmalı, Rabbinden korkmalı, nefsine hâkim olup günahlardan onu alıkoymalı, tevbesini hemen yapmalı ve şehevât-ı nefsâniyesine hakim olmalı!” diye tavsiyede bulunuyor.

Üçüncüde de: Bir kabristan’dan geçerken, kabir ahalisine selâm verip dua ediyor. Kendisi de ahiretle ilgili duygularını, dünyada neler yapması gerektiğini hatırlayıp, kendisin takviye etmiş oluyor.

131

Bedir Harbi’nden sonra, Peygamber SAS müşriklerin cesetlerinin atıldığı kuyunun başına geldi. Dedi ki:

“—Ey müşrikler! Kuyunun içindeki ölmüş herifler... Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gördük, bulduk; siz de Rabbimizin size vaad ettiği azabı, cezâyı buldunuz mu? Müstehak olduğunuz belâya eriştiniz mi, buldunuz mu?” dedi.

Sahâbe-i Kirâm dediler ki:

“—Yâ Rasûlallah! Bunlar ölmüş, çukurun içinde hepsi... Kuyunun içinde üst üste yığılmışlar. Öldürülmüşler, ölü bunlar... Duyarlar mı?” “—Sizden iyi duyarlar ama, siz anlamazsınız.” dedi.

Tabii, Allah-u Teàlâ’nın kabiliyet verdiği kullar anlıyor, Allah’ın sevgili kulları anlıyor.


Peygamber Efendimiz iki kabrin yanından geçiyordu, dedi ki:

“—Bakın, bu iki kabrin içindeki iki şahıs azap görüyor, şu anda azap görmekteler! Hem de mühim bir sebepten dolayı değil. Sizce mühim gibi görünmeyen sebepten dolayı kabirde azap görüyorlar. Birisi, küçük abdestini yaparken sakınmazdı.” Yâni, üstüne başına sıçratırdı, avret mahallini açardı... gibi. “Ötekisi de, insanlar arasında laf getirip götürürdü.”

“—O sana şöyle dedi, haberin var mı?” filân... Böyle laf getirip, iki kimsenin düşman olmasına sebep olan bir şey... Nemîme, nemmamlık, koğuculuk deniliyor bu işe; yâni laf taşımak...

Birisinin lafını ötekisine taşımayacaksın, susacaksın. Adam

sana sırrını açmışsa, başkasına ifşâ etmeyeceksin.


Birisi İmam Şâfi Hazretleri’ne: “—Aman, söylediğim sırrı kimseye açma!” demiş. “—Ne sırrı?” demiş. “—Benim söylediğim sırrı...” “—Oldu, gömdük onu... Ölüyü kabre gömer gibi gömdük onu...” demiş. Tamam, sır böyle olur. İnsan, kabre gömer gibi başkasının sırrını saklar, laf taşımaz. Laf taşımak çok günah...

“—Falanca sana şöyle söyledi, böyle söyledi. Amaan, bir anlatsam... Uuuh, ne fenâ şeyler söyledi...” “—Tevbe, tevbe... Vah vah... O bana öyle mi söyledi? Tamam!

132

Ben evden baltayı alayım, yolunu keseyim; görür o!” filân... Düşmanlıklar böyle yayılıyor.


Onun için, laf taşımak hiç doğru değil... Ondan azab görüyormuş. Dedi ki: “Bir dal getirin!” Taze dal getirdiler. İkiye böldü; birisin bir kabre koydu, birisini diğer kabre koydu. “Bu dallar yeşil durduğu müddetçe, azab görmezler.” dedi.

Evliyâullah diyor ki: “Evliyâlığın ilk kademesi, kabirdeki insanların ahvâlini bilmektir.” Maşaallah, ilk basit seviyesi oymuş. Daha şöyle baktığı zaman; “İçindeki adamın hali nedir, vaziyeti nedir, durumu nedir? Azab mı görüyor? Kabri cennet bahçesi mi, cehennem çukuru mu?” anlarmış yâni... Ne göz, ne hal, ne durum maşaallah... Allah’ın sevgili kullarının hali...

Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:13


الْقَبْرُ رَوْضَةٌ مَنْ رَيَاضَ الْجَنهةَ، أَوْ حُفْرَةٌ مَنْ حُفَرَ النِّيرَانَ (ت. عن أبى سعيد)


(El-kabru ravdatün min riyâdı’l-cenneti, ev hufratün min huferi’n-nîrân) “Kabir ya cennet bahçesidir mü’min kul için; ya da cehennem çukurudur kâfir için, günahkâr için...” Kabirde başlar azap... Günahkârın azabı kabirde başlar. Mü’min olduğu halde kabirde azap görenler vardır. Olacak... Hattâ kabre girdiği zaman, kafasına “Gümmm...” diye tokmağı yeyip, kabrinin içi ateş dolanların olacağını hadis-i şerifler bildiriyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin... Yanlarından geçtiğimiz kabristanlardan ibret almayı nasib eylesin...



13 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.500, no:2384; Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.231, no:4682; Ebû Said el-Hudri RA’dan. Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.271, no:8613; Ebu Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.546, no:42109; Keşfü’l-Hafa, c.II, s.90, no:1853; Câmiü’l-Ehàdis, c.XXVIII, s.432, no:41805.

133

O mezar taşlarının dili olsa da, söylese... O mevtânın sesi duyulsa, ne nasihatlar eder yaşayanlara: “—Aman, bizim gibi olmayın! Aman gafil vakit geçirmeyin! Aman, bu kabristan için, kabir hayatı için tedbirinizi alın, çalışmalarınızı yapın; kabrinize a’mâl-i sâlihânızı gönderin!” diye kim bilir ne nasihatlar ederler ama işte seslerini duyuramıyorlar. Ancak evliyâ olanlar, Allah’ın ruhlarına serbestlik verdiği kimseler insanın rüyasına girerler, bazı işaretler verirler, bazı yardımlar yaparlar. O var, o oluyor.

Yâni, Allah’ın sevgili kullarının ruhları mahpus değildir, hapsedilmiş değildir; serbesttir. Onlar bazı faaliyetler yaparlar. İnsana gelirler, konuşurlar. Rüyalarına girebilirler.


Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri duyduğumuz hikmetli sözlerden, vecîzelerden ibretler almayı, istifade etmeyi nasib eylesin... Evliyâullah büyüklerimizin yolundan ayırmasın... Gaflete, cahilliğe, dalâlete, sapıklığa düşürmesin... İbadetinden, tâatinden kesmesin... Ahirete hazırlanmadan ömrü gafil geçirenlerden etmesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı cümlemize nasib eylesin...

Bi-hürmeti habîbihî muhammedeni’l-mustafâ aleyhi efdalü’s- salevât, ve ekmelü’t-tahiyyât, ve’t-teslîmât, ve bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l-fâtihah!


29. 12. 1993 - Melbourne

134
06. FAZÎLETLİ BİR İNSAN OLMAK