03. ALLAH’A KUL OLMAK ŞEREFİ

04. HERKESE İYİLİK YAPMAK



Eûzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm... Bi’smillâhi’r-rahmâni’r-rahîm... El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn... Emmâ ba’d:


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Dünden beri başladığımız bir kitap var; Hazret-i Ali Efendimiz’in vecîzelerini ihtiva ediyor. Her akşam bu vecizelerden bir miktar okuyacağız ve açıklamasını yapacağız. Çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz’in sözleri çok güzel, vecizeleri gerçekten çok mükemmel sözler... Hem Arapçasını ezberlemek lâzım, hem de Türkçe mânâsını ezberlemek lâzım! Bunları hatırda tutmak lâzım! İnsanın bu nasihatleri öğrenip uygulaması lâzım! Bir de, Hazret-i Ali Efendimiz’i seven insanlar var... Dünyanın her yerinde, “Biz Hazret-i Ali Efendimiz’e bağlıyız!” diyen insanlar var... Onların da bunları iyice öğrenmesi lâzım! O bakımdan bu vecizeleri bahis konusu ediyoruz, vaaz konusu yapıyoruz. “Her akşam yarım saat kadar, üç dört tanesini okuyup izahını yapacağız.” diye karar verdik. Dün ilk dersimizi yaptık, bugün ikinci derse geldik.


a. İstediğine İyilik Yap!


Buyuruyor ki Hazret-i Ali Efendimiz:


أفضَل على من شئت تكن أميرَه، واستغن عمن شئت تكن نَظَيرَهُ، واحتج إلى من شئت تكن أسيره .


(Üfdil alâ men şi’te tekün emiruhû, ve’stağni ammen şi’te tekün nazîruhû, va’htec ilâ men şi’te tekün esîruhû) Bu söz, bu vecîze güzel bir söz... Vecîze demek; veciz olarak,

91

kısa olarak söylenmiş ama, mânâsı çok derin, geniş olan söz demek... Burada görüleceği gibi, sözün hem edebî değeri çok yüksek, “—söz sanatları bakımından, belâğat, fesahat ve edebî sanatlar bakımından değeri yüksek”— hem de mânâsı çok güzel, mânâ itibariyle derin...

Şimdi burada görülüyor ki, müsecca’ bir nesirdir. “Emîruhû, naziruhû, esîruhû” kelimelerinde, düz yazının şiire benzeyen şeklini kullanmış Hazret-i Ali Efendimiz... Şâhâne bir ifade...


(Üfdul alâ men şi’te) “İstediğin kimseye, kimi istiyorsan ona fazilette bulun! Bir bağışta, bir ikramda bulun, iyilik yap! (Tekün emîruhû) Onun komutanı olursun, sahibi olursun, efendisi olursun!” Emir, emreden kişi demek... Neden? İyilik yaptığın kimse seni sever, sana kalbi açılır... Sana medyûn-u şükrân olur, şükran borcuyla dolar... “Bak, bu bana iyilikte bulundu!” der. Sen de artık, adetâ onun komutanı gibi olursun. Seni kırmaz, ne dersen yapar. “Gel şuraya gidelim!” dersin; gider. “Gel şunu yapalım!” dersin; yapar. Senin hatırını kollar.

Demek ki, kime iyilik yaparsan yap; “—istediğine yap, istemediğine yapma”— iyilik yaptığın kimseye sen hakim olursun, sahip olursun, efendisi gibi olursun, komutanı gibi olursun... Sözün ona geçer.


İkincisi: (Vesta’ni ammen şi’te) “Kimin dengi olmak istiyorsan, ondan müstağni ol! Onunla hiç alışverişin olmasın, ona bir ihtiyacın olmasın; (tekün nazîruhû) onun dengi olursun, eşi olursun, mukabili olursun!” Yâni, adam padişah bile olsa; sen eyvallah etmezsen dengi olursun... Zengin bile olsa, eyvallah etmezsen dengi olursun. Sen müstağni olduğun için, senin onunla bir ilgin olmadığı için, sen rahat olursun; onun karşısında kendini aşağı görmezsin, daha düşük görmezsin. O da sana bir şey yapamaz! Çünkü sen ondan bir şey istemiyorsun, bir şey ummuyorsun... Bir şey ummadığın için, onun dengi olursun.


(Vahtec ilâ men şi’te) “Kimi istiyorsan, ona da muhtaç ol; (tekün esîruhû) onun esiri olursun!” Birisine muhtaçsan, peşinde dolaşır durursun. O da seni dolaştırır durur, yalvarttırır durur.

92

Sen onun bağlısı, bağımlısı, esiri, kölesi gibi olursun; muhtaç olduğun için... Kızıyorsun, ayrılacaksın; ayrılamazsın, rest çekemezsin. Neden? Muhtaçsın, ihtiyacın var ona... Esiri olursun.

Başından bir daha açıklayalım: “Dilediğine iyilik yap; onun sahibi, emiri olursun! Dilediğinden müstağni ol, hiç ihtiyaç duyma, ona karşı kendini ondan hiç bir şey istememe durumunda tut; onun dengi olursun! Dilediğine muhtaç ol; onun esiri olursun.”


Buradan anlaşılıyor ki: Hangisi daha iyi? En iyisi herkese hakim olmak, herkese sahip olmak, herkese komutan olmak, herkese sözünü geçirmek? O zaman ne yapmak lâzım? İyilik yapmak lâzım! Gayet kolaydır insanların yönetimi...


الإنسان عبد الإحسان


(El-insânü abdü’l-ihsân) “İnsanoğlu iyiliğin kölesidir!” denilmiştir. İyilik yaptın mı bağlanır sana, sever seni... Böylece dost olursun.

Demek ki, insanlara kendini sevdirmenin, insanlara sahip ve hakim olmanın yolu; iyi insan olmaktır, iyilik yapmaktır. Önüne gelene, bildiğine bilmediğine, tanıdığına tanımadığına, yapabildiğin kadar iyilik yapmaktır. Yâni, hiç tanımadığın birisine bile...


Sabahleyin buraya geliyordum. Baktım elinde telsizi olan bir adam... İlkönce kocaman sakalını gördüm, “Gàlibâ bizden bir müslüman!” dedim. Sonradan telsizi görünce, “Gàlibâ buranın sorumlusu...” dedim. Sakalı bunlar da bırakabiliyor. “Es-selâmü aleyküm!” diyecektim, demedim; “Good morning!” dedim. Ooo... Hemen çok memnun oldu, o da “Good morning!” dedi. “How are you?” dedi, bilmem ne dedi...

Baktım, bir selâmcıktan sonra bile, bir merhaba demekten bile bir yakınlaşma oldu. Yanındaki bir şeyden ona ikram ediversen

veya bir iyilik yapıversen; yükünü taşıyıversen, kapısını açıversen veya bir ihtiyacı olduğu sırada yardım ediversen, o zaman daha iyi olacak.

93

Ben bunu hayatımda kendim çok denedim ve birçok yerde insanlara iyilik yapmanın çok faydasını gördüm. Tabii, insanın iyiliği, karşısındakini esir etmek için yapması da İslâmî bakımdan doğru değil! İnsan iyiliği Allah için yapmalı! Karşısındaki iyiliği kabul etse de, etmese de yapmalı; anlasa da, anlamasa da yapmalı; kendisine iyi davransa da, davranmasa da yapmalı! Neden? “Ben Allah için yapıyorum, ondan bir karşılık beklemiyorum!” diye düşünmeli!


Hazret-i Ali Efendimiz’in cömertliğiyle ilgili bir ayet-i kerime olduğunu bildirmiştim dün akşam... Onların her akşam kapılarına gelen miskine, yetime, esire sofralarındaki yemeklerini verdiklerini anlatmıştım. O ayet-i kerimelerin devamında buyuruluyor ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


إَنهمَا نُطْعَمُكُمْ لَوَجْهَ الِلّهَ لََ نُرَيدُ مَنْكُمْ جَزَاءً وَلََ شُكُورًا

(الإنسان:٩)


(İnnemâ nut’imüküm li-vechi’llâh) “Biz bu soframızdaki yemekleri size Allah için veriyoruz, Allah rızası için veriyoruz. (Lâ nürîdü minküm cezâen ve lâ şükûrâ) Sizden bir karşılık da beklemiyoruz, teşekkür de beklemiyoruz.” (İnsan: 76/9)

İster teşekkür edin, ister etmeyin! İster bizi bilin, ister bilmeyin! Yâni, ben kapının arkasından da verebilirim, beni bilmen de şart değil... Öyle insanlar var ki, geceleyin karanlıkta gidiyor, fakire veriyor vereceğini, vereceği sadakayı... İstiyor ki, kimse bilmesin...


Şöyle bir menkabe okumuştum: Evliyâullahtan birisi bir şehre geliyor... Orada bir talebesi varmış, bir zaman gelmiş, yanında okumuş, filân... Tanıdığı bir talebesi, bir kimse...

Sormuş: “—Bu şehirde şöyle bir şahıs var mı?” “—Var...” “—Onunla görüşmek istesem görüşebilir miyim?” “—Hapiste, hapse tıktılar onu...”

94

“—Niye hapse tıktılar? Bir şuç mu işledi; bir hırsızlık, bir kanunsuzluk mu yaptı?” “—Hayır! Birisine borcu vardı, ödeyemedi. Borcunu ödeyemediği için, hapse tıktılar.” “—Yaaa! Sırf bu sebepten mi?” “—Evet, bu sebepten...

“—Kime borcu vardı? “—Falanca adama...

Derhal gidiyor o adama:

“—Hapse tıkılan filânca kimsenin sana şu kadar borcu varmış; öyle mi?” “—Evet var!” Tıkır tıkır parayı veriyor, “Git onu çıkart!” diyor. Adam da tabii, parayı aldığı için gidiyor: “—Tamam, ben paramı aldım; çıkabilir!” diyor.

Fakat parayı ödeyen hocası, o evliyâullahtan olan zat, hiç kendisi hakkında bilgi vermeden, kendisinin oraya geldiğini söylemeden, kendisinin ismini vermeden, o talebesiyle de görüşmeden, şehirden ayrılıp gidiyor. Neden? İyiliği kendisinin yaptığını bilip de teşekkür etmesin, mahcub olmasın, medyûn-u şükrân olmasın diye yapıyor.


إَنهمَا نُطْعَمُكُمْ لَوَجْهَ الِلّهَ لََ نُرَيدُ مَنْكُمْ جَزَاءً وَلََ شُكُورًا

(الإنسان: ٩)


(İnnemâ nut’imüküm li-vechi’llâhi, lâ nürîdü minküm cezâen ve lâ şükûrâ) “Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (İnsan, 76/9)

“—Ben ona bir tepsi baklava gönderdim; o da bana herhalde bir buçuk tepsi kadayıf gönderir.” filân gibi bir hesap yakışık almaz.

Öyle bir şey yok; Allah rızası için veririz biz! Amma, kaide olarak sen bir insana bir iyilik yaptın mı, o da seni sever. Sen onun emiri olursun, komutanı olursun, sahibi olursun, efendisi olursun. Kaide budur.

Tabii, onların sahibi, efendisi olayım diye de iyilik yapanlar,

95

parayla insanları satın alanlar çıkabilir. Bu tutmaz! Bu niyet bozukluğu bir yerde anlaşılır. Bir yerde cılkı çıkar, patlak verir.

Sonunda iş tatsızlığa gider. Neden? Allah rızası için yapılmayan, ihlâsla yapılmayan bir işin sonundan hayır gelmez de ondan...

O halde ne yapmalıyız? İhlâsımıza sahip olmalıyız, kalbimiz ihlâslı olmalı, iyi niyetli olmalı, Allah rızâsı için olmalı! Onun için, biz her şeyde diyoruz ki:


إَلٰهَي أَنـْتَ مَقْصُودَي، وَرَضَاكَ مَطْـلُوبَي!


(İlâhî ente maksûdî, ve ridâke matlûbî) “Yâ Rabbi, benim maksûdum sensin! Ben senin rızanı istiyorum!”

Yâni, bütün cihan halkı bana kızsa, ama sen sevecek olsan; senin sevdiğin şeyi söylerim, yaparım! Bütün cihan halkı beni sevecek olsa, beni başkan seçecek olsa, benim etrafımda toplanacak olsa; beni paraya gark edecek olsa, zengin edecek olsa, ihyâ edecek olsa, senin sevmediğin bir sözü söylemem! Halkın teveccühünü kazanacağım diye, seni kızdıracak, senin gazabına uğratacak işi yapmam! Halk bana kızacak, halkın karşısında pozisyonum bozulacak diye de, senin rızana uygun olan sözü söylemekten geri durmam! Asıl müslüman böyle yapar, asıl müslümanın hâli, şânı ve işi budur! İhlâsla yapar, iyi niyetle yapar, Allah için yapar! Kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı yoktur. Padişah olsa, dobra dobra doğruyu söyler. “Çok da mağrur olma şâhım, senden büyük Allah var!” diye bağırırlarmış padişaha... Cuma namazından çıktıktan sonra, bağırırlarmış böyle... “Çok mağrur olma padişahım, sen büyüksün ama, senden büyük Allah var! Sen de onun kulusun nihayet...” derlermiş. Padişahın karşısında dobra dobra konuşabilirlermiş.


Büyüklerden bir tanesi eski zaman halifelerinden birisinin yanına girmiş. “—Hoşuma gidiyor muamelesi... İsmi var, mâlûm; kim olduğu belli ama hikâyesi de uzun ama, ben kısaca söyleyeyim: Hükümdar, Emevî hükümdarı... Suriye, Ortadoğu, Mısır, Arabistan, İran, Anadolu... Her taraf emrine girmiş olan büyük bir devletin başkanı...

96

“—Selâmün aleyküm ey filânca!” diye ismiyle hitab etmiş.

Hooop... Mindere oturmuş. Kıpkırmızı olmuş halife sinirinden... Neredeyse celladı çağıracak... Meşhur bir alim... Kolay kolay da bir alimi öldürmezler. Yâni, halk ayaklanır. Onu da düşünürler, hesaplarını yaparlar. Kıpkırmızı olmuş. Biraz kızgınlığını yutmuş, demiş ki: “—Sen bana niye ‘Emîre’l-mü’minîn’ demedin de ismimle hitâb ettin?”


Onların vasfı o... “Yâ emîre’l-mü’minîn, es-selâmü aleyke! Ey mü’minlerin komutanı, başkanı, emiri! Sana selâm olsun!” diyecek.

Demiş ki: “—Dışarda ben halkla konuştum. Mü’minler senden memnun değil ki, ben sana Emîre’l-mü’minîn diyeyim! İstemiyorlar ki seni... Ondan Emîre’l-mü’minîn demedim.” demiş. Sonra demiş ötekisi tekrar:

“—Niye ben emir vermeden, müsaade etmeden karşıma geçtin, oturdun? Niye ayakta durmadın?” “—Sebebini söyleyeyim: Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifi var... ‘Cehennemlik bir insan görmek isteyen, kendisi otururken karşısındakini ayakta tutan, oturtmayan kimseye baksın!’ buyurmuştu Peygamber Efendimiz... Onun için, seni cehennemlik duruma düşürmemek için oturdum.” demiş. Tabii, bir şey diyemiyor bu sözün karşılığında... Daha başka bir sürü söz söylemiş Emîrü’l-mü’minîne... Şöyle demiş, böyle demiş, nasihat etmiş. Adam ağlamış.


Eh, bakın alimin tavrına... Neden? Ondan bir şey beklemiyor; mevki beklemiyor, makam beklemiyor, para beklemiyor, pul beklemiyor... Onunla bir ilgisi yok... İnsan birisinden bir şey beklemedi mi; o zaman çok rahat olur, çok serbest olur. Evet: “Kimin kulu olmak istiyorsan, ona muhtaç ol! Kiminle denk olmak istiyorsan, ona ihtiyacın olmasın! Kimi kendine kul etmek istiyorsan, ona iyilik yap!” demek... Yâni, bu sözün kısacası bu... Hazret-i Ali Efendimiz’in bu nasihatinden nasıl istifade etmemiz lâzım? Bundan çıkacak olan ders: “Mümkün olduğu kadar herkese iyilik yap amma, kimseye muhtaç olmamağa çalış!

97

Sabret, derdini kimseye açma, kimseye el açma, kimseye muhtaç olmamağa çalış!” Muhtaç oldun mu, yandın... Allah kimseye muhtaç etmesin... Hani derler ki: “Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin!” Nâmerde muhtaç oldun mu, yanarsın zâten... Adam nâmert, kalleş, karaktersiz... Ona muhtaç oldun mu, perişan olursun. Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin Allah...

“—Yâ Rabbi, dert verip derman aratma! Fakirliğe düşürüp, kapı kapı dolaştırma!” diye dua ederler. Doğrudur o dua...

Hazret-i Ali Efendimiz’in bu sözü de güzel, edebî değeri yüksek bir vecîzedir. Arapçasını yine kardeşlerimiz yazsınlar!


b. Sıkıntılara Sabretmenin Karşılığı


Bundan sonraki sözü:


لو لَ ضعف اليقين، ما كان لنا أن نشكو محنة يسيرة، نرجو في العاجل سرعة زوالها، وفي الَجل عظيم ثوابها، بين أضعاف نعم

لو اجتمع أهل السموات والَرض على إحصائها، ما وفوا بها فضلا عن القيام بشكرها.


(Levlâ da’fu’l-yakîn, mâ kâne lenâ en neşkû ve mihnetin yesîreh, nercû fi’l-âcili sür’ate zevâlihâ, ve fi’l-eceli azîme sevâbihâ, beyne ed’afu niamin lev ictemea ehlü’s-semâvâti ve’l-ardı alâ ihsâihâ, mâ vefâ bihâ fadlen ani’l-kıyâmi bi-şükrihâ.) Bu uzunca bir sözü ama mânâsı güzel: (Levlâ da’fu’l-yakîn) “İmandaki zayıflık olmasaydı, (mâ kâne lenâ en neşkû ve mihnetin yesîreh) küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyet etmezdik. İmanımızdaki zayıflık olmasaydı, küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyetçi olma durumuna düşmezdik biz insanlar...” (Mihneten yesîreten nercû fi’l-âcili sür’ate zevâlihâ) “Öyle bir küçük dünya sıkıntısı ki, bu sıkıntı bu dünyada uzun zaman devam etmez; bir zaman sonra sür’atle geçip gider. Yok olacak...

98

Bir imtihandır gelip geçecek... (Ve fil eceli azime sevâbihâ) Ve ahirette de büyük sevabı olacak... Neden? Dünyada çekilen hastalıkların, sıkıntıların, üzüntülerin, Allah ahirette çok büyük mükâfatını verecek sabredenlere... Ne diyor Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri:


إَنهمَا يُوَفهى الصهابَرُونَ أَجْرَهُمْ بَغَيْرَ حَسَابٍ (الزمر:٠١)


(İnnemâ yüveffe’s-sâbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb) “Allah sabredenlere ecr ü sevaplarını, mükâfatlarını hesaba sığmayacak kadar çok çok verecek.” (Zümer, 39/10)

Herkese hesapla, miktarla, ölçüyle, katsayıyla sevap verir de Allah; sabredenlere katsayısız, hadsiz hesapsız sevap verir! Sabredenlerin sevabı çok...


Eyyûb AS meselâ... Eyyûb Peygamber, Allah’ın çok sevdiği ve çok medhettiği bir peygamber... Öyle hastalıklara düşmüş ki, oturduğu şehirden, şehrin çöplüğüne çıkartmışlar. Şehrin dışında, orada barınmış. Kimse gitmiyormuş yanına, hastalık kendilerine de bulaşmasın diye... Bir karısı gelip gidiyormuş. Malları telef olmuş, evlâtları ölmüş, kendisi hastalanmış, şehrin dışına atılmış ama sapasağlam kulluğunda… Sabrında hiç azalma olmamış, senelerce bunu çekmiş. Çeşitli rivayetler var, kaç sene çektiğine dâir. Sonra düzelmiş hepsi...

Sabretmenin çok sevabı var... Küçücük şeylere sabredemiyoruz. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyden, sevapları kaçırıyoruz elden... İşte bundan dolayı, burada diyor ki Hazret-i Ali Efendimiz: “Eğer imanımızda zayıflık olmasaydı; şu dünyadaki çabucak geçeceğini bildiğimiz, ama ahirette de Allah’ın çok sevap vereceğini bildiğimiz ufak bir imtihandan dolayı şikâyetçi olmazdık. Olmamamız lâzım!”


(Beyne ed’afu niamin) “O sıkıntıların ahiretteki sevabı o kadar çok ki, kat kat... O sıkıntılara karşılık, kat kat nimetler verecek Allah... (Lev ictemea ehlü’s-semâvâti ve’l-ard) Yer ve gök ehli bütün mahlûkat bir araya gelip toplansalar; (alâ ihsâihâ) bu belâya uğrayıp sabretmiş mü’min kula, Allah’ın ahirette vereceği

99

sevapları sayıp dökmek için, gökteki yerdeki mahlûklar hepsi toplansalar; (mâ vefâ bihâ) bu sevapları sayıp bitiremezler. Bu bu kadar kalabalık... (Fadlen ani’l-kıyâmi bi-şükrihâ) Şükrünü edâ etmek mümkün değil... Daha, Allah’ın orada vereceği nimetleri, göklerin yerlerin ehli toplansalar sayamazlar. Sayamayız. Yâni, “Allah’ın ahirette, gökteki yerdeki varlıkların saymağa kalkışıp da saymayacağı, şükrünü edâ edemeyeceği kadar çok büyük, kat kat nimetlerle mükâfatlandıracağı; dünyada da sür’atle gelip geçecek ufacık bir imtihandan dolayı şikâyetçi olmazdık; eğer imanımız zayıf olmasaydı...” Haa, imanı kuvvetli olsaydı ne olacaktı? İmanı kuvvetli olsaydı;


وَبَالْقَدَرَخَيْرَهَ وَشَرِّهَ مَنَ الِلَّ تَعَالٰى ،


(Ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî mina’llàhi teàlâ) “Bütün kâinattaki olayların, hayır, şer hepsini tanzim eden Allah’tır.” diye Amentü’de saydığı kaderin bir cilvesi olduğunu, Allah tarafından alnına yazıldığını, bu hayatın bir imtihanı olduğunu bilecekti. “Allah’tan geldi.” diyecekti, sabredecekti, şikâyetçi olmayacaktı. İmanı kuvvetli olsaydı, sabredecekti.

E acıyor, ağrıyor midesi; derdi büyük... “—Sen benim başıma gelen belânın ne kadar ağır olduğunu biliyor musun? “—Tamam biliyorum, ne yapalım? Herkesin başına çeşit çeşit belâlar geliyor. Kimisinin annesi vefa ediyor, kimisinin evlâdı vefat ediyor... Biz dünyada en rahat insanlarız şurada... İşte bak, Bosna-Hersek’teki insanlardan her gün gelen haber bültenlerinde; top atışı, savaş, üzüntü, ölü, yaralı... Onların haberlerini duyuyoruz her gün... Yâni, şurada dünyanın en rahat insanıyız ama, yine sabredemiyoruz.


Hac yapıyoruz; hac seyahati çok büyük imtihan...

“—Haccı niçin yapıyorsun, sen burada rahatına baksan ya?” “—E, Allah emretmiş diye yapıyorum, farz diye yapıyorum.” “—Orası rahat değil, biraz sıkıntıları var haccın...”

100

“—Olsun, ben sıkıntılara katlanırım. İbadettir. Allah’ın emrini yerine getireyim... Rasûlüllah’ın gezdiği diyarları göreyim... O Arafat’ta durayım, tavafımı yapayım... O Kâbe-i Müşerrefe’mi göreyim, o Hacer-i Esved’imi öpeyim...” “—Tamam, güzel, aferin! İyi, bak maşaallah!” Adam buradan bu niyetle yola çıkıyor hac yolculuğuna... Sağla kavga ederek, solla kavga ederek, uğraşarak didinerek, mücadeleyle, hak yiyerek, haksızlık yaparak, iterek kakarak yolculuk yapıp geliyor. Dost gittiği insanlarla dargın dönüyor. Ne oldu? İmtihanı kaybetti. Allah imtihan ediyor, Allah’ın imtihanı bu... Hac yolculuğu, şuradan adımını atmağa başladın mı; imtihan... Mutlaka senin zıddına gidecek şeyleri Allah karşına çıkartacak, imtihan edecek seni; “Bakalım, benim kulum âşık-ı sâdık mı?” diye... Sabredemiyor ve böyle arkadaşların arasına giriyor insan... Çeşitli imtihanlar oluyor.


Geçenlerde bizim böyle bir aile kampımız oldu. Çocuğun birisi duvardan düştü. Hadiii... Ödümüz patladı. Eyvah! Biz bir iyilik yapalım derken, bu çocuk ölürse... Elimizi açtık, dua ettik:

101

“—Aman yâ Rabbi, bu çocuk ölmesin!” diye.

Birkaç bakımdan ölmesin; hem yazıktır ölmesin, hem de zehir olacak bütün kamp ahalisine... Ama annesi babası sağlam... Yâni, maşaallah, çok sağlam insanlarmış, mert insanlarmış. “Gık” demediler; “—Ne yapalım, kaderdir.” dediler.

Çocuk da sapasağlam, turp gibi maşaallah; bir şey olmadı. Allah çocukları böyle lastik gibi dayanıklı malzemeden yapıyor. Düşüyorlar, kalkıyorlar, kırılıyorlar, sarılıyorlar... Yine maşallah, koruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Hazret-i Ali Efendimiz’in bu sözü çok önemli... Ufak tefek mihnet ve meşakkatlerden, ufak tefek sıkıntılardan imtihanı kaybetmeyin! Çabuk geçecek bu, bir imtihan... Çabuk geçecek, ahirette sevabı çok... Bu kadar sevabı çok olan şeye bu dünyada sabırsızlık edip, şikâyet edip de sevabı elden kaçırılmaz! Onun için çok dikkatli olun! Şeytan insanın içinde demirci gibi, demircinin ateşi körükle körüklediği gibi, “Huh vuu... Huh vuu... Huh vuuu... Huh vuuu...” içine insanın böyle körükle körükler; içindeki ateşi yakmak için... Şeytan insanın içindeki ateşi kızdırmak için, insanı fokur fokur kaynatmak için, arkadaşına karşı kızdırmak için, kavga çıkartmak için etrafında dolaşır. Şeytan acemi çaylak değil... Şeytan usta bir yaratık, aldatmada usta bir yaratık... Kimin yanına nasıl yanaşacağını bilir. Herkesin damarına girmesini bilir, damarında dolaşmasını bilir. Aman, günahlara karşı uyanık olun! Aman, şeytana karşı müteyakkız olun! Aman, ufak tefek sıkıntılardan şikâyet edip, kavga edip, itişip kakışıp, darılıp küsüp, sevaplarınızı kaçırmayın! İmtihan, her şey imtihan...


Evliyâullahtan birisi seyahat ediyormuş bir şehirden bir şehire... Haramiler yolunu kesmişler. “—Çık paraları! “—Param yok...

“—Çık paraları! Saklıyorsun, sakladığın paraları çık; yoksa çocuklarını keseceğiz! “—Yâhu, param yok diyorum size, yok işte...

102

Başlamışlar çocukları kesmeğe... Böyle duruyor adam... Haramilerin reisinin, çete reisinin dikkatini çekmiş. “—Yâhu, sen ne kadar gaddar adamsın, ne merhametsiz adamsın!? Senin çocuklarını kesiyoruz, kılın kıpırdamıyor...” demiş. “—Allah’ın kaderi... Alan Allah, veren Allah! Yaşatan Allah, öldüren Allah!” demiş. Adamın eli ayağı titremeğe başlamış. “—Yâhu, bu sözü önceden söyleseydin, çocukları kestirtmezdim.” demiş. “—O da Allah’ın kaderi...” demiş. “Bu kadarı kesilecekmiş demek ki, geriye kalanı kalacakmış.”


Yâni kaderin cilvesine ve başınıza gelen olaylara sabretmeyi öğrenin! İmtihanda olduğunuzu unutmayın! İmtihan sorusunun nasıl geleceği belli olmaz. Bazen karınızdan imtihan gelir; karınızın kafasında tabağı çanağı parçalamayın! Bazen çocuğunuzdan olur, bazen komşunuzdan olur... Bazen karşınızdaki insanın bir lafından olur; kötü lafı iyiye çevirin! Kötüye iyilikle mukabele edin! Ters anlaşılacak lafı, düz anlayın! Ters söylenen lafı, düze yorumlayın; kavga çıkartmayın! Eskiden bir adamı medhetmişler, “Bu adam çok iyi huylu bir

adamdır. Hiç kızmaz, sinirlenmez. İyi huyludur, geçimlidir.” demişler. Efenin, kabadayının birisi demiş ki: “Ben onun iyi huylu olduğunu size gösteririm şimdi!” Peşine takılmış adamın... Cuma günü adam hamama gitmiş, cuma abdesti alacak, sevap kazanacak. “Cuma günü gusül abdesti almak, abdestli olarak camiye gelmek, on günlük günahın affolmasına sebep oluyor.” Hamama girmiş, peştemalini sarmış; tasını, çanağını, sabununu, lifini almış, kurnaya oturmuş. Herif pala bıyıklı, gelmiş, “Kalk buradan, burada ben yıkanacağım!” demiş. Ötekisi “Peki...” demiş, tası tarağı toplamış, —tası tarağı toplamak deniliyor ya— kalkmış, öbür kurnaya gitmiş.


Kabadayı bu sefer, onun yanına gitmiş, “Ben öbür kurnada yıkanacaktım ama onun suyu az akıyormuş. Ben burada yıkanacağım, kalk buradan!” demiş. “Tabii...” demiş, yine tası tarağı toplamış, sonra kalkmış daha öteki kurnaya gitmiş.

103

Kabadayı onun yanına gitmiş tekrar:

“—Ben burasını daha çok sevdim, kalk başka yerde yıkan; ben burada yıkanacağım!” demiş.

Yine tası tarağı toplamış, öbür tarafa giderken, kabadayı demiş ki:

“—Dur gitme! Senin çok iyi huylu olduğunu söylediler, melek gibi olduğunu söylediler. Ben de, ‘Melek gibi de olsa damarına bastın mı kaplan gibi olur, sırtlan gibi olur.’ diye seni kızdırmak için peşine düştüm. Hakikaten iyi huyluymuşsun, teşekkür ederim!” demiş.


Başka bir hikâye: Evliyâullahtan birisini, bir adam evine çağırmış: “—Hocam! Müsaade ederseniz efendim, sizi davet etmek istiyoruz. Bu akşam bizim hanemizde çorbayı beraber içelim, buyurun!”

“—Pekiyi evlâdım!” demiş.

Namazı kılmışlar, adamın hanesine gelmişler.

104

“—Efendim bir dakika! Ben içerisi hazır mı diye bakayım!” demiş. İçeri girmiş. “—Kusura bakmayın hocam! Ben sizi çağırdım ama müsâit değilmiş. Özür dilerim!” demiş.

Hoca efendi:

“—Pekiyi evlâdım!” demiş, camiye dönmüş geriye...


Adam tekrar peşinden gelmiş:

“—Hocam, demin müsâit değildi demiştim ama şimdi müsâit oldu. Buyurun, şimdi gidelim!” demiş.

Adamın evine gitmişler. Adam bu sefer bir başka bahane ile hoca efendiyi yine geri çevirmiş. Peşinden camiye gelmiş, tekrar davet etmiş. Tekrar geri çevirmiş... Kaç sefer böyle bahane uydurup evinden geri döndürmüş, camiden geri çağırmış. Hoca efendi, “Pekiyi evlâdım! Olur evlâdım!” diyor, başka bir şey demiyormuş. Sonunda hoca efendinin eline ayağına sarılmış: “—Aman hocam beni affedin! Sizi ben imtihan etmek istedim. Hakikaten muazzam bir ahlâkınız varmış. Hiç sinirlenmediniz, çok büyüklük gösterdiniz.” demiş. Hoca efendi:

“—A evlâdım ne olacak, bu çok güzel bir ahlâk değil ki! Bu benim yaptığımı Horasan’ın köpekleri bile yapar. Gel gel dersin gelir, hoşt dersin gider. Köpeklerin bile yapabildiği şeyin ne kıymeti var!” demiş.


Tevâzua bak! Bizi bir kere çağırsın da, hele bir kapıdan döndürsün birisi; vallahi evini toz duman ederiz. Atom bombası patlar evinde... Tozları havalara uçar, Japonya’dan görülür alimallah! “Bizi çağırdın da... Oraya kadar geldik de... Sen benimle alay mı ediyorsun, dalga mı geçiyorsun?” Hele bir yapsın birisi bakalım! Hadi ben de hocayım, o da hocaymış; hele birisi bana yapsın da göreyim! Huyumuz böyle bizim...

Ama o ne diyor bak! Ne diyor:

“—Benim yaptığım bir şey mi a evlâdım! Ne olacak, bunun güzel huyluluk neresinde? Bunu köpekler bile yapabiliyor. Çağırıyorsun geliyor, kovuyorsun gidiyor.”

105

Büyüklüğe bak! Mutasavvıf olmak sadece sarık sarmak değil muhterem kardeşlerim! Derviş olmak, işte bu güzel ahlâka sahip olmak... Kızmayabiliyor musun, affedebiliyor musun, mütevâzi olabiliyor musun? Böbürlenmemeğe, kibirlenmemeğe, kendini alıştırabilmiş misin? Sabredebiliyor musun, problem çıkartmıyor musun? Dervişlik bu, tasavvuf bu, güzel huy bu! Yoksa ben sana iyilik yapıyorum, elbette sen de bana iyilik yapacaksın. İyilik yapana iyilik yapmak kolay... Kötülük yapana iyilik yapmak zor... Asıl ahlâk o işte... Kötülük yapana, iyilik yapmaktır. İşte biz bunu yapamadığımız için, sevapları kaçırıyoruz.


Onun için, Hazret-i Ali Efendimiz RA ne güzel buyuruyor, diyor ki:

“—İmanımız zayıf olmasaydı, kısa zamanda geçilecek olan bir imtihandan; ahirette yerin göğün mahlûklarının toplanıp da sevabını saymağa çalışacağı, uğraşıp da saymayı bitiremeyeceği kadar çok sevap alacağımız bir küçücük imtihana sabırsızlık gösterir miydik?”

Göstermezdik, sabrederdik, Eyyûb Aleyhisselâm gibi sevap kazanırdık. Eyyûb Aleyhisselâm’ı Allah medhediyor Kur’an-ı Kerim’de:


نَعْمَ الْعَبْدُ إَنههُ أَوهابٌ (ص:٤٤)


(Ni’me’l-abdü innehû evvâb) “O, ne iyi kuldu! Dâima Allah’a yönelirdi.” (Sad, 38/44) diyor Eyyûb Aleyhisselâm için. Ben demiyorum, Allah diyor.

O kadar sene sıkıntı çekmiş. Karısından başka kimse gelmez olmuş yanına... Bütün vücudu cılk yara olmuş, kurtlar dolaşıyormuş yaralarının üstünde... Kurt atmış her tarafını... İlaç yok, temizlik malzemesi yok, tedâvi imkânları yok... Düşünün bir insanı... Ölmemiş, Allah yaşatmış, ama sabretmiş. Allah’a olan

kulluğunda sabretmiş. Vefalı bir karısı varmış. Kadınların da mertleri oluyor. O kadar sıkıntıda, en son ana kadar hiç yanından ayrılmamış. En

106

son, diyorlar ki Eyyûb Aleyhisselâm yemin etmiş, “Ben sana gösteririm, döveceğim seni!” demiş karısına... Sebep? Saçları çok güzelmiş kadının... En son, geçimini temin etmek için saçlarını kesip satmış da, geçimini öyle sağlamış. Onun için, “Sağ salim kalkarsam ayağa, sana yüz sopa vuracağım!” diye yemin etmiş; “Niye kestin saçlarını?” gibilerden... Tabii o, iyilik için, kocasına bakmak için kesiyor. Peki, böyle de yemin etti, ne olacak? Onun üzerine, Allah o zaman demiş ki:


وَخُذْ بَيَدَكَ ضَغْثًا فَاضْرَب بَِّه وَلََ تَحْنَثْ (ص:٤٤)


(Ve huz bi-yedike dı’sen fadrib bihî ve lâ tahnes) “Yüz tane buğday sapı al, demeti şöyle arkasına pat diye vur! Böylece yeminini yapmamış duruma düşme!” (Sàd, 38/44)

Çünkü kadının kabahati yok, vefası var... Kadını çok vefalı... Allah şefaatlerine erdirsin... O peygamber, o da peygambere lâyık vefalı bir hanımefendi...


Sabredelim muhterem kardeşlerim! Bakın şimdi, benim iki ağabeyim kara yoluyla kafile halinde hacca gidiyorlarmış. Babam iki ağabeyimi kenara çekmiş, demiş ki:

“—Evlâdım, benim bu hac yolunda tecrübem var; imtihandır hac yolu... Şeytan musallat olur insana, olmadık şeylerden problem çıkartır. Aman, hac yolunun imtihan olduğunu bilin, ağabeylik kardeşliğinize dikkat edin! Birbirinizle kavga etmeyin, haccın sevabını kaçırmayın!” demiş.

“—Pekiyi babacığım!” demişler, el öpmüşler; tamam...

İki ağabeyim, problemsiz gidip gelmeğe, herhangi bir münakaşa yapmamağa gayret etmişler. “—Ama Adana’dan çıktık, daha Şam’a gelmeden kafile birbirine girdi.” diyor ağabeyim...

Kavgalar, gürültüler... Yâni herkes sabredemiyor.


Hac yolundasın mübârek, sabretsene! Taşta yatıyor insan... Arafat’tan çıkıyorsun yorgun argın... Müzdelife’de ne var? Yatak, yorgan mı var, beş yıldızlı otel mi var? Müzdelife’nin hududunu tutturabilip de girdin mi, ne mutlu sana! Tutturamazsan, gez

107

babam gez... Orada böyle, taş ocağındaki gibi sivri taşların üzerine başını koyuyor da insan, pamuk yatakta yatar gibi yatıyor. Sıkıntı, imtihan...

Onun için sabredin! Allah’ın imtihanı çoktur kulları üzerinde, sabredin! Hele hele birlik ve beraberliği bozmamak, komşuluk münâsebetlerini zedelememek konusunda... Bu ihvanlık bağlarını zayıflatmamak, küsmemek, darılmamak konusunda... Hele hele yuva yıkmamak, aile yuvasını bozmamak konusunda sabredin!


Beş tane çocuğu oluyor karı kocanın... Bu kadar muhabbet etmişler, bu kadar sene yaşamışlar, bu kadar çocukları olmuş; beş çocuktan sonra ayrılıyorlar. Şaşıyorum. Yâhu, bari başından ayrılsaydınız! Beş aylık evliyken ayrılsaydınız da anlasaydık. Beş çocuk... Bunları yetiştirmek kolay mı? Birer sene, ikişer sene arayla olsa, şu kadar sene beraber yaşamışlar, ondan sonra küsüp ayrılıyorlar. Yâhu ayıp!

Gencecik kızı alıyor; ondan sonra çoluk çocuk da olunca, gidiyor başkasına... Olmaz! O da vefaya sığmaz! Gençliğini sen

108

aldın onun... Yuva yıkılıyor; onun için ne yapmak lâzım? Sabretmek lâzım!


c. Allah Bir Kulun Hayrını İsterse…


Evet, bir tane daha okuyalım... Herhalde müddeti biraz geçtik ama, üç olması güzel oluyor; bir tane daha okuyalım... Üçüncü vecizesi Hazret-i Ali Efendimiz’in:


اذا أَرَادَ الِلّ بَعَبْدٍ خَيْرًا، حَالَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ شَهْوَتَهَ، وَحَجَبَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ


قَلْبَهَ، وَإَذَا أَرَادَ بَهَ شَرًَّا وَكَلَهُ إلَى نَفْسَهَ.


3. (İzâ erâda’llàhu bi-abdin hayran, hàle beynehû ve beyne şehvetihî, ve hacebe beynehû ve beyne kalbihî; ve izâ erâde şerren vekkelehû ilâ nefsihî)

Hazret-i Ali Efendimiz’in tecrübesi bu... Böyle bildiriyor.

(İzâ erâda’llàhu bi-abdin hayran) “Allah bir kulunun hayrını istedi mi, o kulun hayrını murad etti mi;” Ne yapar? (Hàle beynehû ve beyne şehvetihî) “O kulun kendisiyle şehveti arasına, şehevât-ı nefsaniyyesi arasına girer.” Yâni, şehevât-ı nefsaniyyesini yaptırtmaz, engeller. Allah bir kulun hayrını istedi mi, onu şehvetlerine esir etmez. Araya girer şehevât-ı nefsaniyyesini, hevesât-ı nefsâniyyesini yaptırtmaz. (Ve hacebe beynehû ve beyne kalbihî) “Ve gönlü ile kendisi arasını manialar, engeller.” Yâni, kötülük yapmağa müsaade etmez, kötü tarafa kaymasına müsaade etmez.

(Ve izâ erâde şerren) “Bir kulun kötülüğünü murad etti mi, (vekkelehû ilâ nefsihî) kendi haline bırakıverir, ipini salıverir.” O zaman insan, Allah’ın yardımı olmadı da salıverildi mi, artık nereye gideceği belli olmaz. Kafasının uygun gördüğü yere gider, nefsinin arzu ettiği yere gider. Günahlara girer, belâsını bulur, cezâsını çeker.


Demek ki iyilik yapmak, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin özel bir yardımıyla, gayretiyle oluyor. Yoksa normal olarak, insan kendi

109

haline kaldı mı, günahlara dalar. Onun için Allah’tan yardım isteyeceğiz. Peygamber Efendimiz el açmış, ne dua etmiş biliyor musunuz?

“—Yâ Rabbi! Beni, göz yumup açıncaya kadar şu nefsime bırakma!”

Bir göz yumup açıncaya kadar... “Şıp!” diye bir objektifin açılıp kapanışı gibi... “Bir göz yumup açıncaya kadar, beni şu nefsime bırakma yâ Rabbi! Bana yardım et, bana tevfikini refik eyle... Mânevî bakımdan beni destekle yâ Rabbi! Hayırları yapmama yardımcı ol, beni nefsime bırakma yâ Rabbi!” diyor.


Nefis ne demek? Nefis, insanın kendisi, iki omuzunun arası... İnsan kendisine kaldı mı, kendi başına kaldı mı, mahvolur. Onun için “Ben.. Ben... Ben...” diyenler mahvolurlar. İşe yaramaz, eğilmez, doğrulmaz, yontulmaz berbat bir şeydir insanın nefsi... Kendi nefsine kaldı mı insan, mutlaka hata işler. Neden?


إَنه النهفْسَ َلأَمهارَةٌ بَالسُوءَ إَلَه مَا رَحَمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)


(İnne’n-nefse leemmâreten bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî) “Bu insanın nefsi, kendi varlığı Allah korursa, yardım ederse, ıslah olur. Olmazsa, insanları kötülüklere sevk eder.” (Yusuf, 12/53)

Kim söylüyor bu sözü? Yusuf AS söylüyor. Yusuf AS peygamber... Peygamberlik eğitimi görmüş, Allah’ın seçkin kulu... Sıradan bir kul değil, çarşıdaki pazardaki adam değil, dinî bilgisi olmayan bir insan değil...


وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسَي إَنه النهفْسَ َلأَمهارَةٌ بَالسُوءَ إَلَه مَا رَحَمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)


(Ve mâ überriü nefsî) “Ben kendimi medhetmiyorum, temize çıkarmıyorum. (İnne’n-nefse leemmâreten bi’s-sûi) İnsanın nefsi insana kötülükleri çok emreder.” (Yusuf, 12/53) diyor.

Bir yalnız başına kal evde... Bir delikanlı yalnız başına kalsın; kötülüğü emreder nefsi... Camdan baktırır, şunu yaptırır, bunu yaptırır... Kendi başına bıraktığın zaman kumara gönderir, gezmeğe gönderir, harama gönderir. Bu nefsi azgındır insanın...

110

Allah insanı şu nefse esir etmesin...

Kadının birisi gelmiş rahmetli bir hocaefendiye...

“—Hocam! benim bir köpeğim var, zabtedemiyorum; sağa saldırıyor, sola saldırıyor.”

Hakîkaten bir köpeği olsa insanın, gelip de hocaya mı sorar bu sözü? Anlamış hoca, arif... Gülmüş: “—Kadın!” demiş, “Benim de bir köpeğim var, hem de kurt köpeği gibi, Kangal köpeği gibi...” demiş.

Kasdettiği ne? Nefsi...

Diyor ki şâir:9


والنفس كالطفل، إن تهمله شبه على حبِّ الرضاع، وإن تفطمه ينفطم .


Ve’n-nefsü ke’t-tıfli, in tühmilhu şebbe alâ

Hubbi’r-radài, ve in teftimhu yenfatimi.


“Nefis çocuk gibidir, meme vermeğe devam edersen, kazık kadar olur, gene meme emmek ister. Ama zamanında kesersen, kesilir.” Geçen gün, biz yolda gidiyoruz. Yukarıda etrafı, çevreyi görmeğe gidiyoruz arabayla... Kenarda çiftlikler var, sığırlar var; iri, besili, kocaman inekler... Holşitayn —Hollanda— inekleri, cüsseli inekler... Koca dana, anası kadar olmuş; gelmiş orada memeden süt emiyor. Sahibi görse sopayla kovalar.

Koca dana olur, öküz olur, boğa olur; hâlâ o arzusunun peşinde gider. Terbiye edersen, düzelir. Terbiye etmezsen, zabtedemezsin artık... Küçükken zabt edersin, büyüdüğü zaman zabtedemezsin.

Onun için, nefsin terbiyesi şarttır. Kur’an-ı Kerim diyor ki:


قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكهاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسهاهَا (الشمس:٩-٠١)




9 Kasîdei Bür’e, beyit:17

111

(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) [Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.] (Şems, 91/ 9-10) Nefsini terbiye eden kurtulur. Nefsini terbiye edemeyen mahvolur. Nefsi canavarlaştı mı, artık zabtedemez onu; hayatı mahvolur.

Nefis bir kere canavarlaştı mı, onu terbiye etmek için padişahın küçük oğlu lâzım! Elinde kılıç olacak, ejderhanın yedi başını birden kesecek. Masallarda o öyle... Kolay mı, canavar gibi olmuş olan nefsi yenmek? Kaç kişi yenmiş? “—Hocam, işte ben eskiden azgındım da, hayduttum da, uslandım... “—Kaç yaşında uslandın? Zaten iş işten geçti... Altmışa geldin, yetmişe geldin, zâten uslanacaksın! Akan sular durulacak tabii... Hadi sene göreyim seni, yirmi yaşındayken uslan bakalım! Yirmi

iki yaşındayken, yirmi beş yaşındayken uslan bakalım! O zamanlar söz dinlemiyordun; aksakallı babanı dinlemiyordun, başörtülü anneni dinlemiyordun. Elliye altmışa geldin, tevbekâr oldun, hacca gidiyorsun. Tabii, zâten öyle olacak yaşın icabı! Erkeksen delikanlılık çağındayken, başında kavak yelleri estiği zaman uslansaydın, dursaydın!


Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, hiç kendimize güvenmeyelim! Allah bizi nefsimize bırakmasın... Şimdiki halimize de hiç mağrur olmayalım! El-hamdü lillâh şimdi, Coburg Camii Cemiyeti’nin yaptırdığı aile kampındayız. Cemaatle namazları kılıyoruz, akşamları tesbihleri çekiyoruz. Sen şimdiyi bırak, istikbalde ne olacak, son nefeste ne olacak? O önemli...

Çünkü işin önemi en son nefeste... Ahirete nasıl göçeceksin, ondan sonra ne yapacaksın? İmanla göçmek mühim... Onun için en son nefese kadar Allah’a sığınacağız, yalvaracağız, korkacağız, çekineceğiz. “Şeytan bir oyun edebilir bize...” diyeceğiz. “Nefis ayağımıza bir çelme takabilir, bizi şaşırtabilir.” diyeceğiz. Buradaki bilgiler, burada size öğrettiğimiz şeyler, ilerideki hayatınızda tehlikelerden korunasınız diye... Yoksa, şimdi korunmuşsunuz bir şey değil... Burada kim olsa korunur. Zâten kötülük yapmak istesen, ne yapacaksın? Yok ki; burası üniversite kampüsü... Asıl bundan sonra, önemli olan...

112

Ramazan’da insanın teravih namazı kılması, oruç tutması bir şey değil... Ramazan’dan sonraki on bir ayda ne yapacak bakalım dışarıda; mühim olan o! Camide insanın tesbih çekmesi mühim değil... Camiden çıktığı zaman ne yapacak; önemli olan o! Yâni, biz bu eğitimleri neden yapıyoruz? İleriye doğru kuvvetlenin diye, aşı olsun diye... İleride şaşırmayın diye, evinizde şaşırmayın diye, mahallenizde şaşırmayın diye... Bundan sonraki hayatınızda şaşırmayın diye gösteriyoruz. Öğretiyoruz, okuyoruz, dinliyoruz...

Hepimiz Allah’ın aciz kuluyuz. Hepimiz Allah’ın rahmetine muhtacız. Hepimiz Allah’a sığınmak zorundayız. Hepimiz Allah’a kendimizi sevdirmek zorundayız. Allah severse, yardım ederse; ne mutlu bize! Allah’ın sevmediği bir kul oluruz da, Allah bizi ipimizi salıverip kendi halimize bırakırsa; uçuruma yuvarlanıp gideriz.


Onun için, Allah’ın sevdiği şeyleri yapmak zorundayız! Allah’ın sevgisini kazanmak, hayatımızın gayesi! Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize tevfikını refik eylesin... Rabbimiz bizi, bir göz yumup açıncaya kadar nefsimize bırakmasın... Bizi şeytanın eline düşürmesin, şeytanın maskarası etmesin... Şeytanı bize musallat edip de —kedinin yumakla oynadığı gibi— bizi şeytanın elinde oyuncak durumuna düşürmesin... Şu fâni dünyanın fâni lezzetlerine kaptırmasın... Bu zevkli, eğlenceli, keyifli, yılbaşılı, barlı, pavyonlu, içkili, kumarlı, plajlı, süslü dünya hayatı bizi aldatmasın... Bu esen küfür rüzgârları, Ahiret yolundan bizi çevirmesin, Allah’ın rızasına aykırı yollara sürüklemesin...

Rabbimiz bizi sevdiği kul olarak yaşatsın... Bir sonraki günümüz, bir önceki günümüzden dâimâ daha hayırlı, daha ileri, daha güzel, daha sevaplı olsun... Böyle, günden güne sevaplarımızı arttıra arttıra, nihâyet en son demimizde Allah’ın sevdiği bir kul olarak ruhumuzu teslim etmeyi nasib eylesin...


Çok hoşuma gidiyor; bizim fakültenin bir sekreteri vardı rahmetli, o anlatmıştı: Elazığ’da bir adamcağız varmış, hastalanmış. Komaya girmiş, başında bekliyorlar. Kendi şuurunda değil... Gözleri kapalı... “Iııh... Iııh...” Ölümü bekliyor artık, komada... Böyle komadayken, birden muazzam bir saygıyla,

113

son bir gayretle doğrulmuş yataktan, oturmuş: “—Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!” demiş.

Sonra:

“—Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demiş, ruhunu teslim etmiş.


Demek ki, en son anda Rasûlüllah Efendimiz göründü kendisine, geldi yanına... O da, “Yâ Rasûlallah! Niye zahmet ettiniz, benim gibi fakirin yanına...” diye, “Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!” diyor. Ne güzel! Allah böyle güzel hüsn-ü hâtimeyle, sevdiği bir kul olarak şu emânetimizi noktalayıp, huzuruna sevdiği razı olduğu bir kul olarak varmayı nasîb etsin...

Hiç mağrur olmayın! Hiç gevşemeyin, hiç dikkatinizi dağıtmayın! Dâimâ müteyakkız olun, dâimâ söylediğiniz söze dikkat edin! Yaptığınız hareketin, Allah’ın rızasına uygun olup olmadığına dikkat edin, aziz ve muhterem kardeşlerim! Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû... El-fâtihah!


28. 12. 1993 - Melbourne

114
05. ÖLÜMÜ UNUTMAMAK
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2