14. KULUN ŞAŞILACAK HALLERİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemin... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne vel-âhirîn, sàhibi’l-buraki ve’t-tâc, ve sàhibil -i’râc muhammedini’l-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânîn ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d:
a. Allah’ı Zikretmek
قال الِلّ تعالى: اُذكرونى بطاعتى اذكركم بمغفرتى، فمن ذكرنى وهو مطيعٌ فحقٌّ علىه ان اذكره منى بمغفـرتى، و من ذكرنى وهو لى عاصٍ فحـقٌّ علىه ان اذكـره بــمــقــتٍ. قال الِلّ تعالى: يا ابن اۤدم لَ تــعـجـــز عن اربـع ركـعاتٍ من اول النهار اكفُك اۤخره. يقول الِلّ تعالى: عجبت لمن ايقـن بالموت كـيف يفرح، وعجبت لمن ايقن بالـحساب كــيــف يـجــمـع المال، و عجـبــت لمن ايــقــن بالــقــبـر كــيـف يضحك، و عجبت لمن ايقن بالآخرة كـيـف يســريح، و
عجبت لمن ايقن بالدنيا وزوالها كيف يطمئنُ اليها، و عجبت لمن عالمٌ باللسان ولكن جاهلٌ بالقلب، وعجبت لمن يطهههر بالماء وهو غير طاهرٍ، وعجبت لمن يشـتـغل بعيوب الناس وهو غافلٌ من عيوب نـفـسـه، وعـجــبـت
لمن يعلم ان الِلّ مطهلعٌ عليه كيف يعصيه، وعجبت لمن
يعلم انه يموت وحده ويدخل الـقـبر وحده ويحـاسـب وحده كيف يسـتأنـس بالناس..لَ اله الَ انا حقًّا و محمدٌ عبدى ورسولى (صلى الِلّ تعالى عليه وسلم)
Peygamber SAS Efendimiz’in bu hadis-i kudsîsinde kaydedildiğine göre; (Kàlellàhu Teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
(Üzkürûnî bi-tàatî ezkürküm bi-mağfiretî) “Beni, bana ibadet ve tàat ederek zikredin, sizi mağfiret ederek zikredeyim!
(Femen zekerenî fehüve mutîun fehakkun aleyye en ezkürehû minnî bi-mağfiretî) Kim beni bana mutî bir kul olarak, itâatkâr, ibadetkâr bir kul olarak zikrederse; benim üzerime vacip olur ki, ben de onu mağfiretle muamele etmek suretiyle zikrederim.
(Vemen zekerenî vehüve lî àsin fehakkun aleyye en ezkürehû bi- maktin) Hangi kul ki beni asi bir durumda zikrederse, isyan hali üzereyken zikrederse; benim üzerime de vacip olur, ben de onu gazabımla zikrederim, gazabıma maruz bırakırım.”
b. Günün Evvelinde Dört Rekât Namaz
قال الِلّ تعالى: يا ابن اۤدم لَ تــعـجـــز عن اربـع ركـعاتٍ من اول النهار اكفُك اۤخره.
(Kàllellàhu Teàlâ: Yebne âdem) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: “Ey Adem oğlu! (Lâ ta’ciz an erbai rekeatin min evvelin-nehhâri eküffüke âhirehû) Günün evvelinde dört rekattan, dört rekat namaz kılmaktan aciz kalma, geri durma ki, ben de senin için o gününün ahirine kefil olayım, tekeffül edeyim.” Yâni, “Sen o günün evvelinde dört rekat namaz kılarsan, ben
de o gününün ahirine kadar sana kefil olurum; rızık veririm, yardım ederim, hıfzederim, himaye ederim, lütfuma erdiririm, rahmetime daldırırım.”
Buradaki dört rekât bazı alimlere göre, sabah namazının dört rekatıdır; iki rekat sünneti, iki rekat farzıdır. Çünkü, imsak kesildikten sonra günün evvelinde o namazlar kılınıyor. İki rekat sünneti de çok kuvvetli sünnettir. Bizim mezhebimize göre, cemaate gelen bir kimse farza durulmuş olduğunu gördüğü halde, eğer sünneti kılmamışsa, imam selâm vermeden önce ben bunlara yetişirim diye şöyle baktığı zaman yetişeceğine aklı kesiyorsa; iki rekat sünneti kılar, farza öyle durur. Bizim mezhebimizde bu sünnet kuvvetli olduğundan, böyle yapmak icab eder. Evet, elhamdü lillâh sabah namazını böylece iki rekat sünneti, iki rekat farzıyla kılıyoruz.
Bir rivayete göre de bu dört rekattan murad, güneşin doğusundaki dört rekattır. Yâni, işrak vaktinde kılınan dört rekattır. Yâni insan, güneş doğduktan sonra dört rekât kılarsa, o gün için Allah’ın garantisi üzerinde olur, lütfu üzerinde olur, rahmeti üzerinde olur. Rızık bakımından bir genişlik, bir takım ikrâmat kendisine hasıl olur.
Arapçada, Arapların örfünde, kültüründe, o memleketin töresine göre gündüz iki çeşittir. Gece diyoruz gündüz diyoruz... Gece güneş battığı zaman başlar; tamam, bu bizimle aynı... Gündüz ne zaman başlar? Onlara göre iki çeşit gündüz var:
1. Nehar-ı şer’î: Şeriatın bakışına göre, gündüz imsak kesilmesiyle başlar. İmsak kesilip de oruç başladığı zaman, gündüz başlamış demektir. Bu nedir? Doğu ufkunda fecr-i sadık’ın görünmesidir.
Fecr-i sadık ne demek? İnsan geceleyin yönünü güneşin doğacağı tarafa dönse, açık bir yerde, denizde diyelim, bir adada doğu tarafına bakmağa başlasa; dört bir taraf karanlık, hiç bir aydınlık yok... Bir zaman gelir ki, doğu tarafında yaygın bir aydınlık başlar; haaa, bak, güneş bu taraftan doğacak, belli oldu. İnsan yönü bile bilmese, şöyle etrafa baktığı zaman, bak şurda
ufuk çizgisi belli oldu. İşte ufukta yaygın aydınlanma başlar başlamaz, daha her taraf karanlık ama; o tarafta artık gece gitmeğe başladı.
Fecir demek, zaten yarılmak demek. Fecir, tan; neden deniliyor? Gece yarılıyor parçalanıyor, gece oradan ayrılıyor artık manasına; ufuktan ayrılıyor manasına... İşte o zaman başlar. O zaman sabah namazı için ezan okunur, sabah namazı kılınır.
İşte o halden sonra bir saat, bir buçuk saat geçer, güneş ondan sonra doğar. Yâni baktığın yerden güneşin çıkması daha bir buçuk saat kadar sonra olur. İşte bu fecr-i sadıkla başlayan zamana nehâr-ı şer’î derler, güneşin batmasıyla sona eriyor.
2. Nehâr-ı örfî ise, yâni örf ve adete göre gündüz ise, güneşin doğmasıyla başlar. Demek ki nehâr-ı örfi, adet gelenek babında olan gündüz. Nehar- ı şer’îden daha kısadır. Nehar-ı şer’î daha erken başlıyor, nehar-ı örfi biraz daha geç başlıyor.
O zaman dört rekat namaz, ya sabah namazı’dır ki, elhamdü lillâh hep kılıyoruz; ya da güneşin doğmasından sonra burada kılmağa başladığımız, —bazı kardeşlerimiz biliyor ama, bazıları burda gördüler— işrak namazı’dır.
Zaten işrak namazını kılan insanın; sabah namazını kıldıktan sonra oturup zikirle, ilimle, irfanla, ibadetle meşgul olduktan, Kur’anla meşgul olduktan sonra kalkıp iki rekat, dört rekat namaz kılan insanın rızkı geniş olacak diye zaten hadis-i şeriflerden biliyoruz. Hac ve umre yapmış gibi sevap alır diye mükâfaat olduğunu biliyoruz. İsmail AS’ın neslinden köleleri azad etmiş gibi sevap kazanacağını biliyoruz. Ölürse imanla göçeceğine dair müjdeler olduğunu biliyoruz.
Binâen aleyh, “Burada bahsedilen bu işrak namazı olabilir.” diyen alimler de vardır. Herhalde ihtiyatı elden kaçırmayıp işi garantiye bindirmek için, o hadis-i şeriflerdeki mukâfaatları da düşünerek bu iki namazı da kılmak gerekiyor.
Sabah namazından sonra, hadis-i şeriflerde iki rekat da kılsa deniliyor. Bazı kereler büyüklerimiz dört rekat kılarlar bu namazı. Demek ki, ondan dolayıdır. Biz de dört rekat kılarak, hiç
olmazsa şu Mi’rac Kandili zamanında inşaallah dört rekat kılalım işrak namazını; bu mükâfaat Allah tarafından bizlere ihsan olunsun...
“Ey Adem oğlu, neharın evvelinde, gündüzün evvelinde dört rekattan aciz kalma ki, ben de sana neharın ahirine kadar kefil olayım, garanti vereyim!” diye buyrulduğu için.
Biliyorsunuz sabah namazından sonra, öğle namazından evvel iki namaz vardır. Birisi işrak namazı’dır; işte böyle biraz yarım saat filan geçtikten sonra kalkılıp kılınan... Birisi de duhâ namazı’dır. Duhâ vakti, güneş artık gökte yükselip de bakılamayacak kadar ışıdığı, aydınlandığı ve ortalığı ışıtmağa başladığı zamandır. İşrak vakti vaktinde insan güneşe bakabilir, portakal renkli görünür, gözünü almaz insanın ama; duhâ vaktinde güneşe bakılamaz artık. Şöyle epeyce yükselmiştir ve etrafı ışıtmağa başlamıştır; duha vaktidir o işte...
Duhâ vaktinde namaz kılmak hakkında da çok tavsiyeler vardır, mükâfaatlar vaad edilmiştir. Peygamber SAS duhâ vaktinde de namaz kılardı. İşrak vaktinde kılardı, duha vaktinde de namaz kılardı. Duha vakti yâni diyelim ki bizim bu saatlere göre: dokuz, on, onbir; o vakitlerde kılınan namazdır. Derler ki, neharın rubû’u geçince, yâni, gündüzün dörtte biri geçince... Güneş doğusuyla güneş batısı arasını dörde bölersek, dörtte bir miktarı geçtikten sonraki zamandır. Yâni güneş doğuşuyla öğlenin ortası olmuş oluyor aşağı yukarı. İkindi bir tarafta, duha namazı öbür tarafta simetrik olarak; öğleden önce o vakitte olmuş gibi oluyor.
Onda rivayet dört rekâttır. Yâni, Efendimiz dört rekât kılmış, sekiz rekât kılmış, oniki rekat kılmış... Dört rekat kılarsa Duha namazını bir insan, kendisini Allah-u Teàlâ Hazretleri muhsin kullar zümresine dahil eder. Muhsin kul ne demek: İbadetini Allah’ı görüyormuş gibi yapan, kaliteli, yüksek seviyeli, sevabı çok, mertebesi yüce kul demek... Muhsin kullar zümresine dahil olmak çok güzel bir şeydir. Çünkü;
والِلّ يحب المحسنين (اۤل عمران٤٣١)
(Va’llàhu yuhibbu’l-muhsinîn) “Allah muhsin kullarını sever.” Allah’ın sevdiği kul sıfatına sahib olmuş oluyor.
Binâen aleyh, bizim tarikat büyüklerimiz mürşid-i kâmillerimiz, ulemâ-i àmilînimiz, meşâyih-i vâsilînimiz hem işrak namazını kılmayı bize emir ve tavsiye buyurmuşlardır: “İşrak namazını kılın, sabah namazından sonra oturup yatmayın, ibadet edin, zikir edin, Kur’an okuyun, Evrâd-ı Şerife’mizi okuyun da, ondan sonra işrak namazı kılın!” demişlerdir; hem de duhâ vaktinde dört rekat duhâ namazı kılmayı tavsiye etmişlerdir.
Bizim Türkiyemizde duha namazının adı, Türkçe kelime karşılığı olarak, kuşluk namazı’dır. Duymuşsunuzdur, kuşluk namazı... Hacı teyzeler bunları hiç kaçırmazlar. Onlar ibadetlerine düşkün olduğu için, erkeklerden biraz daha ileri giderler. Erkekler işe gittiği için bu ibadeti biraz yapmayabilirler. Amma, hacı teyzeler evde kaçırmazlar. Baş örtüleriyle, ellerinde tesbihleriyle, duha vakti gelince kuşluk namazını kılarlar, bu sevapları kaçırmazlar. Daha ne namazlar kılarlar mübarekler...
Peygamber (SAS) buyuruyor ki:
عليكم بدين العجائز
(Aleyküm bi-dînil-acâiz) “Size acûze kadınların dindarlığını tavsiye ederim.” Neden? Onlar, ölüm biraz yaklaştığı için güzel ibadet ederler de ondan. (Aleyküm bi-dînil acâiz) Acuzelerin dindarlığını tavsiye ederim buyurmuş.
c. Kulun Çelişkili Halleri
Aynı hadis-i şerif devam ediyor ama, arada şöyle buyuruyor Efendimiz SAS:
يَقُولُ الِلُّ تَعَالٰى: عَجَبْتُ لَمَنْ أَيْقَنَ بَالْمَوْتَ كَيْفَ يَفْرَحُ،
(Yekùlü’llàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle de buyuruyor:
(Acibtü li-men eykane bil-mevti keyfe yefrahu) Acibtü demek, hayretler ettim demek; şaşırdım yahu, hayret ettim... Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle buyurur diye Efendimiz bize bildiriyor, bilgi olarak veriyor.
(Acibtü) “Şaşarım, şaşırdım.” Kime: (limen eykane bil-mevti keyfe yefrahu) “Ölümü, ölümün geleceğini kesin olarak biliyor da, nasıl ferahlanıyor; şaştım böyle bir kula, şaşarım! Hem öleceğini biliyor, hem de nasıl ferahlanıyor, şaşarım!”
Ferahlamak, ferahlanmak Arapçada, biraz şımarık sevinmek demektir. Yâni biz normal olarak, “Oh, biraz meltem esti, ferahladım. Oh, elhamdü lillâh namazı kıldım, biraz ferahladım.” deriz. Biz Türkçede ferahı biraz tatlı bir mânâda kullanırız. Arapçada ferahlanmak, şımarık ukalâca sevinmek demek... Ya malına mağrur olarak, ya makàmına mağrur olarak, bir sebepten dolayı böyle fazla keyifli olmak demek...
Onun için, “Allah ferih ve fahûr olan kulları sevmez!” buyruluyor. Yâni çok böyle şımarıkça sevinen ve iftihar eden, çok övüngen olan, övünücü olan kulları sevmez diye ayet-i kerimede geçiyor.
Şimdi ölümün geleceğini biliyor da, nasıl böyle gàfil ve şımarıkça, ukalâca neşeli geziyor? Yâni, ifrat bir durum.
وَعَجَبْتُ لَمَنْ أَيْقَنَ بَالْحَسَابَ كَيْفَ يَجْمَعُ الْمَال،
(Acibtü li-men eykane bi’l-hisâbi keyfe yecmau’l-mâl) “Şaştım şu kula ki, hesabın da olacağını biliyor; ahirette hesap var, Mahkeme-i Kübrâ’da hesaba çekilecek; nasıl topluyor bu paraları, malları?..”
Tabii İslâm’da ticaret var, kazanç var mülkiyet var; yasak
değil, haram değil amma, kazanılan paranın ve malın, mülkün görevleri var. Yâni, kazancın insana yüklediği vazifeleri mü’minin yapması lâzım! En asgari çizgisi, zekâtı vermektir. Yâni mâlî vazifelerin yapılmasının asgari alt seviyesi, zekâtı vermektir.
Zekât nedir? Parası olan kimsenin parasından kırkta birini vermesidir. Koyunu olan kimsenin kırk koyundan bir tanesini vermesidir. Devesi sığırı olanın hesabı vardır, listesi vardır; şu kadarsa şöyle alınır, bu kadarsa böyle alınır diye bir cetvele göre zekâtı vardır. Arazinin mahsülünün zekâtına öşür denilir, onda bir verilir. Arazinin sulama durumu varsa, meşakkatliyse mahsülün alınması; o zaman yirmide bir verilir. Meşakkat var çünkü, ayrıca masraf var... Meşakkatsizse o zaman öşür verilir, onda biri verilir.
Öşürü vermemek de, zekâtı vermemek gibidir. Hani, portakal bahçesinde portakallar oluyor, patates tarlasında patatesler, mahsuller oluyor, buğday tarlasında buğday oluyor... Ne olacak? Bunların öşürlerinin yâni tarım vergisi diyelim; ziraat vergisinin İslâm’da verilmesi gerekir.
Tabiî, asgari çizgisi zekâttır diyorum. Niye asgari çizgisi sözünü kullanıyorum? Çünkü, “Mürüvvete endâze olmaz!” demişler eskiler. Endâze, ölçü demek Farsça. Yâni erkekliğin ölçüsü olmaz, yâni kahramanlığın hududu olmaz, yâni yap yapabildiğin kadar; babayiğitliğin hududu olmaz.
Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz İslâm’a girdiği zaman yetmişbin mi, doksanbin mi altını varmış. Vurun hesaba, anlayın parasının miktarını... Kureyş’in zenginlerinden idi Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, hepsini Rasûlüllah’ın emrine verdi, İslâm için harcadı.
Hazreti Ömer daima onunla yarışmak istemiş ama, bir keresinde çok zorlamış kendisini... “Bu sefer Hazreti Ebûbekr-i geçeyim! Mübarek hep böyle çok şaşırtıcı miktarlarda bol bol veriyor.” diye düşünmüş taşınmış, hesaplamış ölçmüş biçmiş; gönlünden kopmuş, malının yarısını vermiş. Ordu techiz edilecek, İslâmın yükselmesi gelişmesi için çalışmalar yapılacak, fukaranın
karnı doyacak; çıkartmış malının yarısını vermiş.
Mescid-i Saadet’e gitmiş, merak da ediyor: “Bakalım Ebûbekr-i Sıddîk bu sefer ne kadar verdi? Acabâ onu geçtim mi?” filân diye düşünüyor. Bir de bakmış ki, Ebûbekr-i Sıddîk her şeyini vermiş. Ve Peygamber Efendimiz soruyor:
“—Yâ Ebâbekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?”
“—Allah’ı ve Rasûlünü bıraktım.”
Allah var ya, yetmez mi?.. Rasûlüllah’ın rızası için veriyor ya, Rasûlüllah’ın rızası yetmez mi? “Ne bıraktın çoluk çocuğuna?” deyince, “Allah ve Rasûlünü bıraktım.” diyor. Bu, sıddıkiyyet verişidir. Yâni sıddîk makamına ulaşmış insanın verişi böyledir, her şeyini verir, Allah’a tevekkül eder. Ötekisi fârukıyyet, hakkı batıldan tefrik edip, ölçü, denge simgesi o fârukıyyet verişidir; o da yarısını veriyor. Yarım elma gönül alma, yarısı senin yarısı benim; kardeş payı dediğimiz şekilde...
Bu da hayırdır ama, zekâtın yüksek seviyesidir. Kimisi işte zekâtı kırkta bir olarak veriyor ölçüsünü, kimisi zekâtını da vermiyor. Bu cimriliktir ve günahtır ve bunun cezası vardır. Yâni Allah kendisine kırk bölük mal vermiş de, Allah’ın verdiği kırk bölük malın bir tanesini fukaraya veremiyor. Fukara şurda kıvranıyor, kırk tane koyunu var, bir tanesini veremiyor. Bu cimriliktir ve bunun günahı vardır, vebâli vardır. Bunlar hakkında ayet-i kerimede buyuruluyor ki, bismillâhir-rahmânir- rahim:
والذين يكنزون الذهب والفضة ولَ ينفقونها فى
سبيل الِلّ فبشرهم بعذابٍ اليم (التوبة:٤٣)
(Vellezîne yeknizûnez-zehebe vel-fiddata) Hiç şüphe yok ki, altını gümüşü hazine olsun diye kasasına, çekmecesine depo eden, biriktiren; (ve lâ yünfikùnehâ fi sebîlillah) Allah’ın yolunda bunları harcamayan, sarf etmeyen kimselere, (febeşşirhüm bi- azâbin elîm.) feci bir azapla ahirette muamele göreceklerini tebliğ
et ey Rasûlüm, bildir onlara!.. Siz misiniz dünyada altını gümüşü biriktirip de kasalarda, sandıklarda depo eden, saklayan, hazine meydana getiren? Ahirette onların feci bir şekilde cezalandırılacağını, azaba uğrayacaklarını onlara tebliğ et, bildir, ihtar et ey Rasûlüm!” diye ayet-i kerime inmiştir.
Bu ayet-i kerime inince, sahabe-i kiram ağladılar. “Eyvaaaah, mahvolduk, ne olacağız?” filân diye Peygamber SAS Efendimiz’e söylemek istediler, kimse de söyleyemedi. Hazret-i Ömer RA’ı aracı yaptılar, o gitti söyledi. Tabii, onların korktuğu kadar da olmadığı anlaşıldı. Yâni onlar depo etmek deyince; “Eyvah, hiç bir şey biriktiremeyeceğiz, hiç bir şey olmayacak, Allah’ın rızasını kazanmak için her şeyi vermek gerekiyor; hiç depo etmek yok!” diye anladılar, çok korktular. Herkesin yine ne de olsa biraz ellerinde mal var, mülk var; hurma bahçesi var, biraz şusu var, busu var... O zaman Efendimiz ölçü koydu, mâlî vazifelerinin farzlarını yerine getirirse cezaya uğramaz diye bildirdi.
Ama işte o mâlî vazifeler de şartlara ve zamana göre değişir. Öyle olur ki, meselâ İstiklâl Harbi’nde Yunanlılar İzmir’e çıkartmayı yapmışlar, ilerlemişler; Kütahya’yı, Uşak’ı yakmışlar, yıkmışlar, Ankara’nın Polatlı kasabasına kadar gelmişler. E, şimdi burda kırkta bir zekât vermekle bu adamların def edilmesi mümkün mü?.. Can pazarı, iman pazarı, memleket elden gidiyor. Tabii o zaman zamana zemine göre daha fazlaca gayret göstermek uygundur.
Burada tabii hatırıma geliyor: Şimdi bizim bu Avustralya’da siz kök salmakta olan bir müslüman grupsunuz. İçinizde Türkiye’ye döndüğü halde, Türkiye’de olmuyor diye yaşayamayıp, tekrar buraya gelenler var...
Almanya’dan da böyle olanlar var. Almanya’ya alışmışlar, yirmi sene - yirmi beş sene sonra kesin dönüş yapıp Türkiye’ye, ondan sonra yapamayıp tekrar Almanya’ya gidenler var. Hatta, çocuklarından intihar edenler var... Çocuk intibak edemiyor bu tarafa, veya adam, “Yâhu kâfir memleketinde o kadar düzen vardı, burası gûya müslüman memleketi, burada bu kadar
haksızlık düzensizlik...” Deli oluyor, aklı başından gidiyor, beyninden vurulmuşa dönüyor; yâni isyan ediyor, hay Allah diyor... Ondan sonra kalkıp geliyor.
Netice itibarıyla burada devamlı kalacak insanlar var... Kök salmış artık, çoluk çocuğu evlenmiş, bilmem ne; Türkiye’ye dönmesi biraz zor. Gider gelir keyif için, ziyaret için ama; belli ki burada kalacak. Binâen aleyh, burada köklü İslâmî müesseselerin kurulması lâzım! İslâmi müesseselerin en önde geleni camidir.
Peygamber SAS Efendimiz, Ebü’d-Derdâ RA’ın rivayet ettiği
bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:49
مَا مَنْ خَمْسَةَ أَبْيَاتٍ، لََ يُؤَذهنُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ، وَتُقَامُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ؛
إَلَه اسْتَحْوَذَ عَلَيْهَمُ الشهيْطَانُ (حم. طب. عن أبي الدرداء)
RE. 381/5 (Mâ min hamsetü ebyâtin) “Hiç bir beş tane ev yoktur ki, (lâ yüezzenü fîhim bi’s-salâh, ve tükàmü fîhim bi’s- salâh) içinde namaz için ezan okunmuyor, namaz için ikàmet getirilmiyor; (ille’stahveze aleyhimü’ş-şeytàn) şeytan oraya hàkim olur, şeytan oraya bastırır, gàlip gelir.” Yani, “Beş tane aile bir yerde toplanırsa, orada ezan okumaları, kamet getirmeleri gerekir. Eğer ezan okuyup, kamet getirip, cemaatle namaz kılmazlarsa; şeytan onlara hâkim olur, gàlip olur, onları hükmü altına alır.” Buyruluyor.
Binâen aleyh, bizim Ali Bingöl kardeşimiz Mısırlı bir kardeşi buldu telefonla burada, Warrnambool’da... Ben sordum ona:
“—Kaç ailesiniz?”
“—İşte, bir iki aileyiz.” dedi.
Beş aile olsaydı, burada bir mescid yapmaları boyunlarının
49 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.445, no:27553; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIX, s.340, Ebü’d-Derdâ RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.978, no:20372; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.153, no:20443.
borcuydu. Ezan okumak ve kamet getirip cemaatle namaz kılmak boyunlarının borcu olacaktı hadis-i şerife göre... Binâen aleyh, ilk iş ibadetleri yapmaktır, şeytanın hakimiyetinden kurtulmaktır, şeytanın hükmüne girmemektir, şeytanın devletinin hudutları içinde esir duruma düşmemektir; bu bir...
İkincisi: Bu yetmez, çoluk çocuğu kurtarmak için iki üç gündür işte konferans olarak anlatıyorum. Bunlar sadece konferans olsun diye söylenmiş sözler değildir, yürekten acı acı düşünülerek, böyle endişelerle ortaya çıkan nasihatlerdir, fikirlerdir. Binâen aleyh, burada sizin çocuklarınızı mutlaka müslüman, mütedeyyin yetiştirmek mecburiyetiniz vardır. Onların müslüman, mütedeyyin yetiştirilmesi için gerekli müesseseleri kurmak gerekmektedir. Binaea aleyh, bunlar için çalışmak gerekmektedir, kesenin ağzını açmak gerekmektedir, bu müesseseleri kurmak gerekmektedir.
Aksi takdirde çocuk İngilizleşiyor, yâni dini kültürünü kaybediyor, bunların havasına giriyor. Bunların havası nedir: Bunların havası, uçsuz bucaksız bir cinsel hürriyet; onun arkasından ibadetsizlik, keyif, zevk, sefa; onun arkasından da ahirette azab ve ikàb... Onun için burada bizim bozulmadan kalmamız lâzım!..
Hani altını hangi hale sokarsan sok, altın olarak kalır; bozulmaz, yeşermez, sararmaz, kararmaz... Külçe de olsa, erise de, her halde altın olarak kalır, hiç bir şekilde dejenere olmaz. Bizim de böyle altın olarak kalmamız lâzım; yâni bozulmamamız lâzım, bakır gibi yeşermememiz lâzım, demir gibi küflenmememiz lâzım, eriyip yok olmamamız lâzım!.. İşte bu da mâlî fedâkârlıklarla oluyor.
İslâm’ın ibadetlerinin hepsi ruhî değildir, hepsi bedenî değildir, bir kısmı da mâlîdir. İki tane büyük mâlî ibadetimiz vardır: Birisi zekâttır, birisi de hacdır. Zengin olmayana hac farz değildir. Hac hem mâlî, hem sıhhî, hem bedenî, hem ruhî bir ibadettir. Zekât, mâlî bir ibadettir. İslâm böyle yüce bir dindir.
عَجَبْتُ لَمَنْ أَيْقَنَ بَالـْقَبْرَ كـَـيْفَ يَضْحَكُ،
(Ve acibtü li-men eykane bi’l-kabri, keyfe yadhakü) “Yine şaştım o kula ki, şaşarım o kula ki, kabrin varlığından haberdardır, kabri biliyor; bir gün insanların gömüldüğü gibi kendisinin de kabre konulacağını biliyor, kabri biliyor; (keyfe yadhakü) nasıl gülüyor? Kabri bildiği halde bir insan nasıl güler? Şaşarım o kula, şaştım o kula!” deniliyor.
وَعَجَبْتُ لَمَنْ أَيْقَنَ بَالآْخَرَةَ، كَيْفَ يَسْتَرَيْحُ،
(Ve acibtü li-men eykane bi’l-âhireti, keyfe yesterîh) “Ahiretin geleceğini, öteki alemin varlığını kesin olarak bilen bir mü’min, nasıl istirahat eder, nasıl rahat durur? Niye ahiretini kazanmak için çalışmaz, ibadet taat eylemez; nasıl böyle istirahat eder? Şaştım, şaşarım o kula!” Bir cümle de bu...
وَعَجَبْتُ لَمَنْ أَيْقَنَ بَالدُنْيَا وَزَوَالَهَا، كَيْفَ يَطْمَئَنُ اَليْهَا،
(Ve acibtü limen eykane bid-dünyâ ve zevâlihâ, keyfe yatmeinnü ileyhâ) “Dünyanın ne olduğunu, mahiyetini ve fâni olduğunu, zail olduğunu, bir gün yok olacağını bilip de, ona gönlünü bağlayana şaşarım!” buyurmuş Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in bu hadiste bize bildirdiğine göre...
وَعَجَبْتُ لَمَنْ عَالَمٌ بَاللِّسَانَ، وَلٰكَنْ جَاهَلٌ بَالْقَلْبَ،
(Ve acibtü li-men àlimün bi’l-lisâni, velâkin câhilün bi’l-kalb) “Diliyle alim gibi görünen, ama gönlüyle cahil olan kimseye de şaşarım! Dilinde laf var, içinde hal yok, kalbinde güzel duygular yok. Diliyle alim, kalbiyle cahil olana şaşarım!” buyruluyor. İçinin dışına eşit olmaması, aynı olmaması; bu da tabii münafıklık
alâmetidir.
وَعَجَبْتُ لَمَنْ يَطههِّرُ بَالْمَاءَ، وَهُوَ غَيْرُ طَاهَرٍ،
(Ve acibtü li-men yattahhiru bi’l-mâi, ve hüve gayru tàhirin) “Yine şaşarım o kula ki, suyla yıkanıyor ama yine de temiz olmuyor. Suyla yıkandığı halde temiz olmayana; yâni dışını yıkıyor ama içinde kötü duygular, günahlar, haramlar vs. var ama içi temiz değil... E, o zaman ona şaşarım!”
وَعَجَبْتُ لَمَنْ يَشْتَغَلُ بَعُيُوبَ النهاسَ، وَهُوَ غَافَلٌ عَنْ عُيُوبَ نَفْسَهَ،
(Ve acibtü li-men yeştagılü bi-uyûbin-nâsi, ve hüve gàfilün an uyûbi nefsihî) “İnsanların ayıplarını görüp, onları diline dolayıp, onlarla meşgul olduğu halde, kendisinin ayıplarını göremeyen insana şaşarım!” İnsanların çoğunun huyu budur; başkasının kusurunu görür, kendi kusurunun farkında değildir. Başkasının kusurlarını gıybet etmekle meşguldür, adamı çekiştirmekle meşguldür. Halbuki kendisinde daha nice kusurlar vardır.
Mü’minin işi nedir? Kendi ayıplarıyla meşgul olmaktır, başkasının aybını örtmeğe çalışmaktır. Mü’min kardeşinin aybını örtmek, mü’minin vazifesidir.
وَعَجَبْتُ لَمَنْ يَعْلَمُ اَنه الِلَّ مُطهلَعٌ عَلَيْهَ، كَيْفَ يَعْصَيهَ،
(Ve acibtü li-men ya’lemu enna’llàhe müttaliun aleyhi, keyfe ya’sîhi) Allah’ın, her işlediğini gördüğüne, muttali olduğuna kesinlikle inanan bir insan, nasıl olur da ona asi olur; ona da şaşarım!” Yâni, Allah görmüyor mu?
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد:٤)
(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) [Nerede olsanız, o sizinle beraberdir.] (Hadid, 57/4)
Nerede olsanız Allah hazır ve nazır değil mi? Allah’ın gördüğü yerde insan nasıl zina işliyor, nasıl haram yiyor, nasıl içki içiyor, nasıl kumar oynuyor, nasıl Allah’ın sevmediği işleri yapıyor?
وَعَجَبْتُ لَمَنْ يَعْلَمُ اَنههُ يَمُوتُ وَحْدَهُ، وَيَدْخُلُ الْقَبْرَ وَحْدَهُ،
وَيُحَاسَبُ وَحْدَهُ، كَيْفَ يَسْتَأْنَسُ بَالنهاسَ؟
(Ve acibtü li-men ya’lemu ennehû yemûtü vahdehû, ve yedhulü’l-kabre vahdehû, ve yühàsibü vahdehû, keyfe yeste’nisü bi’n-nâs) “Yine şu insana şaşarım ki, biliyor ki tek başına ölecek, tek başına kabre girecek, tek başına ahirette hesaba çekilecek; nasıl insanlara dayanıp, güvenip onlarla hemhal oluyor?” Yâni, onlarla beraber olmayacak..
Dünyada kabile reisi olabilir, devlet başkanı olabilir, kocaman bir ailenin reisi olabilir; “Çoluk çocuğum var, eşim dostum var, akrabam var, kavmin kabilem var!” diyebilir, güvenebilir dünyada... “Kimse bana dokunamaz, çünkü ben çok nüfuzlü bir insanım, çok adamı olan bir insanım!” diyebilir ama; kabre tek başına girmeyecek mi, tek başına ölmeyecek mi, tek başına ahirette hesaba çekilmeyecek mi; ötekiler yardım mı edecekler?.. Etmeyecekler. Kabirde yoldaş mı olacaklar?.. Olmayacaklar. Kabre getirip, bırakıp, gömüp gidecekler. Kabirde insanın yanında sadece ameli kalacak.
Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:
“—Ne dersiniz? Bir insanın üç tane arkadaşı olsa, birisi ona ölünceye kadar, son nefesini verinceye kadar arkadaşlık etse... Ötekisi biraz daha vefalı bir arkadaş olsa, öldükten sonra da işte son vazifelerini yapsa; onu yıkasa, kefenlese, namazını kılsa, kabre gömse vs. Kabre kadar vazifesini yapsa... Üçüncü arkadaşı
da kabirde de yanına gelse, orada da arkadaşlık yapsa; ahbaplığı dostluğu orada da devam etse... Bu arkadaşlardan hangisi daha iyidir?” Diyorlar ki:
“—Yâ Rasûlallah, kabre kadar gelip, kabirde de arkadaşlık dostluk yapıyorsa, en iyi arkadaş odur.
Diyor ki:
“—Ölünceye kadar insana arkadaşlık yapan malıdır. Çünkü öldüğü zaman mal kendisinin olmaktan çıkıyor.” Nefes verdiği anda, kendisinin bütün malları mirasçıların hakkı oluyor, bitti. “—Kabre kadar kendisine dostluk eden kimlerdir?”
“—Hısmı akrabasıdır, oğlu kızıdır.” İşte öldü derler, açıkta kalmasın derler, kefenlerler, yıkarlar, tabuta koyarlar, getirirler camiye namazını kılarlar. İşte eş dost ilan veriliyor Gazetelerde duyuluyor, caminin minarelerinden cenaze salâsı veriliyor. “Haa, bizim tanıdıklardan filânca ölmüş, gideyim şunun namazını kılayım!” diyor. Kimisi geride kalanların hatırına namaz kılıyor, kimisi ölenin hatırına, onu sevdiği için namazını kılıyor. Kimisi sevmese bile akrabalarından çekindiği için, gitmesem olmaz diye namazını kılıyor. Netice itibariyle kabre bırakıyorlar, kabri kapatıp ale’l-acele gidiyorlar. İmam kalıyor orda, Dikiliyor mezarın başında:
“—Ey filâncanın oğlu filânca! Hani dünyadayken hatırlar
mısın, ‘Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah’ diyordun; onu hatırla, melekler şimdi karşına geldiği zaman öyle söyle!” diye telkin vermeğe o kalıyor.
Herkes kaçıp gidiyor. Onlar gittikten sonra, imam da gittikten sonra, kabirde artık tek başına kalıyor insan. Haa, bunlar da hısım akraba; mal son nefesi verinceye kadar, hısım akraba kabre konuluncaya kadar...
Sonra, kabirde de ahbaplık dostluğu devam eden hangisi: Amel-i salihi... Kabirde kıldığı namazlar sağında; oruçlar, zekâtlar, haclar dört yanında yoldaş olacaklar. Nasıl yoldaş
olacaklar?..
Bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:
“—Kabre yalnız başına girmiş olan kimse ürperecek, korkacak. Yapayalnız, tenha, hiç kimse yok... Kabirde buna yalnızlık diyorlar. Vahşet, Arapçada yalnız olmak. Yâni böyle kabirdeki o tenhalıktan, hiç kimsenin olmamasından, ıssızlıktan korkacak. O korku esnasında çok güzel yüzlü, çok sevimli, insana çok huzur veren sempatik bir kimseyle karşılaşacak. Karşısına öyle bir kimse gelecek. Diyecek ki: ‘Yâhu, yâ mübarek, şurada ıssızlıktan ürpermiştim ben, çok korkmuştum. İçime bir vahşet gelmişti, böyle bir yalnızlıktan ürperme duygusu gelmişti. Şimdi seni görünce, şöyle bir içim rahatladı. Nurânî bir insansın, iyi bir insansın, çok sevdim seni; canım sana ısındı, bu yalnızlığımda bana rahat verdin, huzur verdin. Sen kimsin?’ diyecek. O da cevap verecek:” diyor bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz:
“—Ben senin okuduğun Tebâreke Sûresi’yim. Allah bana bugün bu sureti verdi. senin yanına böyle gönderdi.” diyecek.
Şimdi, Allah-u Teàlâ Hazretleri yanına Tebâreke Sûresi’ni mânevî olarak gönderse, o onu görmese, ürperecek yine, yalnızlık duygusundan kurtulmayacak. Ama Allah onun anlayacağı şekilde gönderiyor. Onun hoşuna gidecek bir şekil veriyor, o şekilde onu tecessüm ettiriyor, temessül ettiriyor karşısına; onu görünce memnun oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarının tabii hallerini biliyor, onlara hangi şeyin daha güzel olacağını biliyor; böyle onların anlayacağı şekilde ihsan ve ikramda bulunuyor.
Binâen aleyh, insanın ameli kabirde ona bayağı böyle ahbap gibi yoldaş olacak. Yâni yanında şu kadar namaz yığılı duruyor, bu kadar zekât yığılı duruyor, bu kadar oruç yığılı duruyor tarzında değil de; şöyle güzel hoşuna gidecek suretlerde, şekillerde kabirde yoldaş olacak, amelleri arkadaşlık, ahbaplık edecek. Allah, kabirde böyle güzel amelleri yoldaş olanlardan eylesin...
Tabii, aksi de var. Namazı niyazı yoksa, günahı kusuru çoksa, o zaman ne olacak? Etrafında onlar çirkin suretlerde, korkunç hayvanlar şekilde yoldaş olacaklar; o zaman çok daha perişan
olacak ve kabirde azabı başlayacak.
Onun için, kabir azabından Peygamber Efendimiz Allah’a sığınırdı. Allah bizim kabrimizi cennet bahçesi eylesin, bizi kabirde azap gören kimselerden eylemesin...
لََ اَلٰهَ اَلَه اَنَا حَقًّا، وَمُحَمهدٌ عَبْدَى وَرَسُولَى، صَلهى الِلُّ تَعَالٰى
عَلَيْهَ وَسَلهمَ
(Lâ ilâhe illâ ene hakkan) “Benden gayri Ma’bud, ilâh yoktur, hak olarak bu böyledir. (ve muhammedün abdî ve rasûlî) Muhammed de benim kulumdur ve elçimdir. (Salla’llàhu aleyhi ve sellem)” diye bitiriyor hadis-i kudsîyi...
Allah o Peygamber Efendimiz’e bizim salât u selâmımızı tebliğ eylesin... Onun şefaatine bizleri mazhar eylesin... Ahirette onun Livâü’l-Hamd’i altında haşreylesin cümlemizi... Havz-ı Kevser’inden doya doya nûş etmeyi nasib eylesin... Onun izinden, peşinden cennete bi-gayri hisab girmeyi nasib eylesin... Firdevs-i A’lâ’da Peygamber Efendimiz’e cümlemizi komşu eylesin...
Bi-hürmeti esrâri sûreti’l-fâtihah!..
29. 12. 1994 Sabah Namazı
Sydney- AVUSTRALYA