04. GÜNAHA PİŞMANLIK VE TEVBE

05. DEVR-İ MUHAMMEDî VE ORUÇ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm, El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Alâ niamehu’z-zâhireti ve’l-bâtıneh… Hamden kesîran tayyiben kemâ yuhibbu rabbünâ ve yenbağî leh… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedini’l-mustafa, aleyhi efdalu’s-salevât ve ekmelü’t- tahiyyatü ve’t- teslîmât… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ… Emmâ ba’d.


Çok aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allahu Teâlâ Haz-retlerine sonsuz, sayısız, hadsiz, hesapsız, hamd ü senalar olsun! Her zaman, binlerce, milyonlarca, nimetlerine mazhar olarak yaşıyoruz; yaşamamızı devam ettiriyoruz.

Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki:


وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللََِّّ لاَ تُحْصُوهَا (النحل:٨١)


(Ve in teuddû ni’meta’llàhi lâ tuhsùhâ) [Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, saymakla bitiremezsiniz.] (Nahl, 16/18)

Nimetlerini saymağa çalışsak; saymaya gücümüz yetmez. Okyanuslar mürekkep, ağaçlar kalem olsa, yazmakla bitiremeyiz.


a. Sahurda Bereket Vardır


Rabbimize hâmd ü senâlar olsun ki, Ramazan ayı geldi. Yarın oruç tutacağız! Melbourne’daki müslüman kardeşler tesbit etmişler, kararlaştırmışlar; yarın, hem Türk kardeşlerimiz, hem de Türk olmayan başka milliyetlere mensup olan kardeşlerimizin camilerinde müştereken alınan karara göre oruç tutulacak.

103

Oruç tutulacak günün evvelinde de yatsı namazından sonra, “teravih” namazı kılınır. Alımlı, tatlı, sevimli, sevaplı, “ecirli” bir ibadet! Onun için, bu yatsı namazıyla teravih namazını da kılacağız. Geceleyin sahura kalkacağız. Sahura kalkmak sünnettir.

Peygamber SAS Efendimiz:10



10 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.678, no:1823; Müslim, Sahîh, c.II, s.770, no:1095; Tirmizî, Sünen, c.III, s.88, no:708; Neseî, Sünen, c.IV, s.141, no:2146; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.540, no:1692; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.99, no:11968; Dârimî, Sünen, c.II, s.11, no:1696; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.213, no:1937; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.245, no:3466; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.295, no:2028; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.58, no:60; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.235, no:2848; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.IV, s.227, no:7598; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.274, no:8913; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.408, no:3908; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.236, no:7902; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.75, no:2456; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.35; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.215, no:1425; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.395, no:677; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.55, no:2310; İbnü’l-Cârud, el-Müntekà, c.I, s.104, no:383; İbn-i Hibbân, Tabakàtü’l-Muhaddisîn, c.III, s.127; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.354, no:283; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.305; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IIL, s.230; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.177, no:2737; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.238; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Neseî, Sünen, c.IV, s.140, no:2144; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.213, no:1936; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.138, no:10235; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.7, no:5073; Bezzâr, Müsned, c.V, s.217, no:1821; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.75, no:2454; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.305; Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.I, s.395, no:675, 576; İbn-i Hibbân, Tabakàtü’l-Muhaddisîn, c.IV, s.69; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXIV, s.515; İbn-i Hacer, Tehzîbü’l-Tehzîb, c.IX, s.62; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.300, no:510; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.103; Dâra Kutnî, İlel, c.V, s.67, no:712; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.178, no:2745; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Neseî, Sünen, c.IV, s.141, no:2147-2151; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.377, no:8895; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.175, no:4990; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.162, no:253; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.IV, s.228, no:7601; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.275, no:8914; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II,s.75, no:2457; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.322; İbn-i Hibbân, Tabakàtü’l-Muhaddisîn, c.III, s.20; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.233, no:2719; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.15; Dâra Kutnî, İlel, c.XI, s.103; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.178, no:2744; Ebû Hüreyre RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.32, no:11299; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VIII, s.91, no:8064; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.275, no:8920; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c..I, s.1185; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

104

تَسَحَّرُوا، فَإِنَّ فِي السَّحُورِ بَرَكَةٌ (ط. حم. خ. م. ت. ن. ه. حب. عن أنس؛ ن. حل. حم. خط. ض. عن أبي هريرة، و أبي سعيد، وجابر)


RE. 251/7 (Tesahharû, feinne fi’s-sahùri berekeh) “Sahur yapın! Çünkü sahurda hayır, bereket, nimet vardır; manevî lezzetler, hikmetler vardır.” buyurmuş.

O bakımdan sahura kalkacağız. Uykumuz bölünecek. Ziyanı yok, zaten Ramazan gecelerinde çok uyumak yerine, geceyi çok ihya etmeğe çalışmak ana fikrimiz, esas prensibimiz olacak. Onun için, uykunun az olmasından endişe duymayacağız.

Sabah namazını her zamankinden biraz daha erken kılacağız. Eskiden, güneşin doğmasına yarım saat kala sabah namazını kılıyorduk. Herkes sahurdan sonra camiye gelir, Kur’an-ı Kerim okur, mukabele dinler. Sonra da sabah namazını kılar gider. Böylece inşaallah, “Gece kàim, gündüz sàim!” diye anlatılan güzel bir hale sahip olacağız.

“Gece kàim” demek, geceleyin kalkıp ibadet etmek; “gündüz sàim” demek, gündüz oruç tutmak demektir. Bu iki taraflı ibadetle, gecemizi, gündüzümüzü, Rabbimizin rızasına uygun geçirmeğe gayret ederek, Ramazan ayının feyzinden, bereketinden, ikramından, ihsanından, nimetlerinden, istifade etmeğe çalışacağız.


Ramazan ayı kâfirlere değil, bize geldi. Ramazan ayı, gayr-i müslimlere değil, müminlere bir nimet. Ay herkesin üstüne doğuyor ama, faydası müslümanlara... O bakımdan, Allah’a hamd


Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.90; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.111, no:1116; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.98; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.III, s.60, no:1126; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VIII, s.849, no:23966; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.361, no:976; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.262, no:10736.

105

ü senalar olsun ki, bizi müslüman eylemiş, imandan mahrum etmemiş; kendi varlığından, birliğinden haberdar etmiş; kendi hak yoluna, razı olduğu dinine sahip eylemiş.

Dünyada çok inanç var: Bir kısmı eski zamanlardan kalmış; antika, eski, bozulmuş, aslını kaybetmiş dinler. Bir kısmı, Allah tarafından vazifelendirilmiş peygamberlerin (Salevâtu’llàhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn), gelip anlattıkları dinler ama, zamanı, devresi geçmiş, eskimiş, bozulmuş. Bozulduktan sonra, Allah yeni bir peygamber gönderip, gerçekleri bir daha hatırlatmış. O da bozulmuş.

Ondan sonra bir daha peygamber gelmiş, o da hatırlatmış ama, dünyanın muhtelif yerlerindeki insanlar, yeni gelen peygamberden haberdar olmadıkları için, eski usûl üzere devam etmişler. Meselâ, geçenlerde Afrika ormanlarının ortasında bulunan Falaşalar, böyle bir topluluk…


b. Allah Katında Geçerli Din İslâm


Dünyanın muhtelif yerlerine de Hristiyanlık yayılmış. Amma, onların hepsinin üzerine, Hazret-i Muhammed-i Mustafa SAS Hazretleri’nin mübarek zaman-ı saadeti gelmiş. Yani, artık hepsinin devri bitti. Devir, Devr-i Muhammedî…

Peygamber SAS Efendimiz’in sancağının dalgalandığı, devresinin geldiği; saltanatının, ışıklarının, nûrâniyetinin her tarafı aydınlattığı bir devir… Şimdi devir, İslâm devri… Eski peygamberlere tâbi olanlar, eski insanlar, eski kitap sahibi olanların müslüman olması lâzım! Onların Peygamber Efendimize tâbi olması lâzım!

Peygamber SAS: “Mûsâ AS sağ olsaydı, bana tâbi olurdu.” diyor. İsa AS da hayatta olsaydı, o da Peygamber Efendimiz’e tâbi olacaktı. Onun için, bütün insanlar Peygamber SAS Efendimize tâbi olmak zorunda…


إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللََِّّ اْلإِسْلاَمُ (آل عمران:٩١)

106

(İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) “Allah’ın indinde makbul, geçerli olan din, İslâm dinidir.” (Âl-i İmran, 3/19)

Birinde eskiden kalma para olabilir. Üzerinde birtakım yazılar var; bakıyorsun Rus, Bulgar, İngiliz, Amerikan para-sıymış. Gösteriyorsun, diyorlar ki:

“—Bunun devri geçti. Bu para geçmez.”

Devri geçti, değerli değil. Bazen Türk paralarında da öyle oluyor. Merkez Bankası ilân ediyor: “Şu tarihten sonra, şu paralar geçersiz olacak.” Ondan sonra götürsen, kimse almıyor.

“—Bu para ne parası? Sen aydan mı geldin, Merih’ten mi geldin? Bu paranın devresi geçti.” diyorlar.

Allah indinde makbul olan din, İslâm! Biz de o dine mensubuz el-hamdü-lillah! Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan; bütün insanlara, müjdeci ve haberci, ihtarcı, ihbarcı olarak gönderilmiş olan Peygamber SAS Efendimizin, tebliğ buyurduğu din…


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرً ا وَنَذِيرًا (سبأ :٨٢)


(Ve mâ erselnâke illâ kâffeten li’n-nâsi beşîran ve nezîrâ) [Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.] (Sebe’, 34/28) buyruluyor.

Fakir olabiliriz, işçi olabiliriz, işsiz olabiliriz; hasta, sakat, her şey olabiliriz Çeşitli sıkıntılarımız olabilir ama, bizde olan bir cevher var, iman cevheri… El-hamdü lillâh o kalbimizde... Allah’ın razı olduğu yol üzerindeyiz, hamd ü senalar olsun!

Ötekiler de olur, Allah ötekileri de verir. Ama bu en önemlisi. En kıymetlisi bu iman cevheri… El-hamdü lillâh müslümanız. Şimdi bu imanı, bu cevheri kaybetmememiz lâzım!


Avustralya’ya gelmişim; pasaportuma bir mühür vurmuşlar, “Bunu kaybetmemek lâzım, önemli!” diyorlar. Bu kâğıt giriş kâğıdı... Meselâ, “Banka kartı önemli!” diyorlar. Önemli olan, en önemli olan, imanlı olmamız.

107

İmanlı olmak da yetmiyor. “Ben inanıyorum!” diyor herkes. Herkes inanıyorum diyor ama, imanın da Allah indinde geçerli olması lâzım! Geçmez para gibi, pul gibi, işe yaramaz bir kâğıt parçası durumunda olmaması lâzım! Geçerli din hangisi? Geçerli din İslâm! Bütün öteki dinlerin hükmü kalmamış. İster bir peygamber tarafından gönderilip anlatılmış olsun, isterse bazı insanların din diye tutturdukları, akıllarından uydurdukları, ortaya attıkları olsun. Bunların çoğu yalan, Allah’a iftira, büyük kadir bilmezlik, Allah’a saygısızlıktır.

Yalan-yanlış şeylere tapınıyorlar. Yıldıza, güneşe, aya tapıyor; öküze, horoza, yılana, şeytana tapıyor. Bunların hepsi geçersiz… Hazreti Musa’nın dini de geçersiz, Hazreti İsa’nın dini de geçersiz… (İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) Allah katında geçerli olan din, İslâm dini… El-hamdü lillâh, biz o dine mensubuz; o cevhere, nimete sahibiz.

Elimizdeki en önemli şey bu... Eğer biz burada bunu kaybedersek, yazıklar olsun bize, yazıklar olsun size! Herkese yazıklar olsun! Çünkü, çok büyük bir nimeti kaçırmış oluyor elinden. Ahiret nimetini, Allah’ın rızası nimetini, cennete girme fırsatını kaçırmış oluyor. Cehenneme düşmeye sebep olacak büyük bir hata, yanlış bir iş yapmış oluyor. Çok yazık!

Yâni, yazıklar olsun derken; hem acıyarak yazıklar olsun, “Tüh, vah, yazık oldu zavallıya!” mânâsına; hem de “Senin hiç aklın, fikrin, muhakemen yok mu? Hiç doğruyu eğriden ayırt edemez misin? Bu kadar da kafasızlık olur mu? Tüh sana be! Yazıklar olsun!” mânâsına… Her iki mânâda da yazıklar olur. Hem öylesine, hem böylesine, hem nalına, hem mıhına…


Şimdi bilmiyorum buraya geldi mi, umumî olarak anlatayım, tişört giyiyor kardeşler. Üzerlerinde çeşit çeşit yazılar, resimler var. Bu sabah baktım, bir kardeşin çocuğunun kazağı, hırkası üzerinde câmi resimleri, cami deseni gördüm.

“—Ooo, çok güzel, mâşaallah! Bunu nereden aldın?” dedim.

İstanbul’dan dedesi göndermiş. Güzel, İslâm diyarından geldiği belli oluyor.

108

Bugün bir başka tişört gördüm. Aaa, üstünde “Sovyet” yazıyor. Bir kardeşin üzerinde “Sovyet” yazıyor. Üstünde bir kızıl yıldız, altında Rus harfleriyle birtakım yazılar… Ben Rus harflerini bilmediğim için, ne mânâya geldiğini anlayamadım.

“—Bu ne?” dedim.

“—Tişört” dedi.

“—Tişört olduğunu ben de biliyorum. Tişört ama, bu kızıl yıldız ne senin göğsünde? Senin göğsünde iman cevheri var. İman cevherinin yanında kızıl yıldızın, Rus yazısının işi ne? Sen Rus musun?”


Olabilir, bir insan Rus olabilir; önemli bir şey değil. Ama, mümin olması lâzım! Rus tebaasından da olsa, Allah’ın varlığını, birliğini anlamışsa, bir şey demeyiz. Ama sen Türkiyeli ol, ondan sonra da Rus tişörtü giyin! Bilmiyorum nasıl oluyor?

Cebinde on tane yüz dolar olsa, bin Avustralya doları eder. Yüz tane olsa, bir deste olsa, o zaman daha büyük bir rakam...

“—Aman, çaldırmayayım!” diye dikkat edersin değil mi?

Ama, bu iman cevheri en büyük cevher... Bu Ramazan ayı da müminlere Allah’ın hediyesi… Kâfirlere bir şey yok. Kâfirin zaten haberi yok. Kâfir gene pavyonda, barda, içkide; gene kusurda, günahta... Bayram, nimet, ihsân, ikrâm, lütuf, mükâfat; müminlere, bizlere, sizlere...


c. Orucun Farz Kılınması


Muhterem kardeşlerim!

Allah çeşitli nimetler veriyor. Başta sıhhat, âfiyet vermiş; akıl, iman nimeti vermiş. Ondan sonra meyvalar, sebzeler, çeşidi gıdalar vermiş. Hayvanları kesiyoruz, etlerini kebap yapıyoruz, yiyoruz! Sütlerinden istifade ediyoruz. Balıkları tutuyoruz, ızgara yapıyoruz. Ağaçlardan topladığımız meyvalar, çeşit çeşit nimetler. Bu, nimetlere rağmen, Allah-u Teàlâ Hazretleri kitabında buyuruyor ki:

109

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيكُمُ الصِّ يَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ


مِن قَبلِكُمْ لَعَـلَّكُمْ تَتـَّقُونَ (البقرة:٣٨١)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû kütibe aleykümü’s-sıyâmu kemâ kütibe ale’llezîne min kabliküm lealleküm tettekùn.) (Bakara, 2/183)

(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler!” Kâfirlere bir şey yok… Yani, sizlere ve bizlere buyuruyor: “Ey iman edenler! (Kütibe aleykümü’s-sıyâmü) Sizin boynunuza oruç borç yazıldı.” Boynunuza yazıldı ne demek? Ey mü’minler, siz oruç tutacaksınız! Yazılı bir vazife, unutmayın, besbelli, mâlûm bir şey… Bakın, oruç tutmak sizin boynunuza bir vazife, vecibe, bir fariza olarak yazıldı. Hem, Allah birçok şey veriyor, su veriyor; içme diyor. Yemek veriyor, nimet veriyor; hem de yeme diyor. Allahu ekber!


Bir de, ayet-i kerimenin devamında buyuruyor ki:

(Kemâ kütibe ale’llezîne min kabliküm) “Bu vazife yalnız size verilmedi; sizden önceki devrelerde, eski zamanlarda, peygamberleri vasıtasıyla, önceki milletlere de oruç farz kılınmıştı.” Bakıyorum, Avustralyalı insanlara, tuhaf bir şekilde geziyorlar. Kızlar felaket, erkekler ondan felâket. Kızlar saç uzatmış, erkekler ondan fazla... Birisi şort giyiyor, ötekisi de şort giyiyor. Rezâlet, felâket...

Pekiyi, Hristiyanlıkta bu var mı? Yok… Hristiyanlıkta olsaydı, râhibeler de öyle gezerdi.

Hristiyanlıkta namaz yok mu? Var. Niye kılmıyorsunuz? Hristiyanlıkta örtünmek yok mu? Var. Niye örtünmüyorsunuz? Hristiyanlıkta oruç yok mu? Hristiyanlıkta da var, Yahudilikte de var. Hazreti İbrahim AS’ın Hanif dininde de var. Daha önceki peygamberlerin, Nuh AS’ın zamanında da var… Bu genel bir ibadet; Allah’ın, bütün ümmetlerin boynuna yazdığı bir ibadet...

110

Sübhânallah! Hem nimet veriyor Rabbimiz CC, hem de:

“—Oruç tut, bu nimetleri yeme ey kulum!” diyor.

“—Ne zaman yemeyeceğim; hiç mi yemeyeceğim? Açlıktan mı öleceğim?”

“—Hayır, belli bir süre… Fecr-i sâdıktan, yani sabah namazının girme zamanından, güneşin batma zamanına kadar bunları yemeyeceksin! Bu vakitler arasında sana yasak kıldım.” diyor. “Ondan sonra ye, o zaman bir şey yok!” diyor. Bu nedir muhterem kardeşlerim? Bu, çok güzel, muazzam, muhteşem bir eğitimdir, terbiyedir!


Arslanı ne yapıyorlar? Arslanı kimseye zarar vermesin diye, kafesin içine koymuşlar. Arslan avcısı kapıdan içeriye, giriyor, trak kapıyı kapatıyor. Arslan dışarıya kaçarsa, seyircileri parçalar. Ama arslan avcısının elinde bir kamçı var, kamçıyı şırak bir şaklatıyor; bir işaret ediyor, arslan gidiyor kutunun üstüne oturuyor. Kamçıyı bir şaklatıyor, arslan şöyle yapıyor, elini kaldırıyor, böyle yapıyor… vs.

111

Nasıl yapıyor bunu? Terbiye ile. Arslanın tabiatında parçalama yok mu? Var. Var ama, arslan terbiyecisi, arslanı terbiye ediyor. Parçalama ve insan yeme tabiatından geri duruyor.

Bizim de içimizde bir arslan var, muhterem kardeşlerim. Senin içinde var; çocuğunun, hanımının içinde var; herkesin içinde bir arslan var. Nedir bu arslan? Nefs-i emmâre… İnsanın içinde bir vahşî canavar var, arslan var, bir kurt var... Bunu terbiye etmedin mi, alimallah kan gövdeyi götürür; parça parça eder. Saldırmadığı yer bırakmaz. Zaten öyle yapıyor.


Avustralya’da gezerken, “Sydney’de Redfem camisine gidelim!” dedik, gittik. Müslümanlara da acıdım, kâfirlere de acıdım. Cami şehrin batakhanesinin olduğu yerde... Karşıda, sağda rezâlethane, solda meyhane, vs. Adamlar tıklım tıklım meyhaneleri doldurmuşlar; kadınlar-erkekler kaldırımlara oturmuşlar, yanlarında şişeler, insanlıktan geçmişler, tıkınıyorlar, zıkkımlanıyorlar.

Bir başka kasabaya gittik. Oradan, başka bir yere gittik. Orada camiyi aramak için, bir yerde park ettik. Sarhoşlar neredeyse arabalarımızı parçalayacak. Herkes sarhoş, sağa bakıyorsun sarhoş, sola bakıyorsun ayyaş, ona bakıyorsun serseri, buna bakıyorsun derbeder… Mahvolmuş insanlar.

Neden? Hepsinin içinde bir arslan, nefs-i emmâre var; terbiye edilmemiş, mahvetmiş hepsini… Hayatları sönmüş, istikballeri mahvolmuş, düzenleri kalmamış; acıdım.


Müslümanlara da acıdım. Niye acıdım? Öyle bir yerde mi cami kurar insan? Gider en temiz yerde, en lüks yerde, en geniş şekilde, pırıl pırıl bir cami yapar. Park yerleri, bahçesi olur, tertemiz olur. Zaten bir tanecik camii varmış, o da yıkılmış zelzelede... Yerine yenisi yapılmamış. Bir baraka cami... Yüznumarada abdest alıyorsun, öbür tarafta namaz kılıyorsun. Müslümanların garibâne haline gel de ağlama!

İşte bu nefsin terbiye edilmesi için, içinizdeki bu şeytanın yardakçısının, bizi kötülüklere götüren nefsin çaresine

112

bakmalıyız. “Camiye gel!” diyorsun gelmiyor. Arkadaşları camiye gelmiş, ötekiler dışarıdaki merdivende oturuyorlar. Onlar da yalı kazığı kadar büyük… Onlar küçük değil ki, iskelenin bir numaralı kazığı olacak kadar büyük. Ama, iki arkadaşı buraya gelmiş; ağabeyi veya kardeşi orada oturuyor. Dışarıda oturuyor, namaz kılmıyor. Müslüman evladı... Müslüman evladı ama, namaz kılmıyor.


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Eğer insanlar nefs-i emmârelerini terbiye etmezlerse, hepsi böyle olur. Bunlar bize birer nümunedir. Kimseyi ayıplamıyorum. Kâfire acıyorum, cehennemde ebediyyen cayır cayır yanacak. Müslümanın evlâdına acıyorum. Dedesi ak sakallı, mücâhid; torun namazsız, torunun ibadetten haberi yok…

Kıbrıslı Cemâl kardeşimizin hemşehrisi diye, birisini tanıştıralım dediler. Adam motel çalıştırıyormuş. Arkadaşımız diyor ki:

“—Hocam! İslâm’dan bir şey kalmamış, gitmiş her şey. Hiçbir şey kalmamış.” “—Aman! İsmini alın, adresini alın, Cemal’i gönderelim; Kemâl’i, gönderelim; yavaş yavaş, ‘Sen Kıbrıslısın, müslümansın!’ diyelim. Ziyaretlerle, hediyelerle, yavaş yavaş onu İslâm’a çekmeğe çalışalım!” dedim.


Muhterem kardeşlerim!

Bu nefis insanı, şeytana maskara eder. Cehenneme götürür. Herkesin içinde var bu. Sende de bu tehlike var, çocuğunda da, hanımında da... Allah saklasın! Yarın hanımın sana resti çeker, “Hanımlık yapmıyorum, ne işim var?” der, kalkar gider. Telefonla ararsın, yerini bile söylemez Avustralya hükümeti. Yuva yıkılır, çocuklar perişan olur, derbeder olur.

Neden? Nefis terbiye edilmediği zaman böyle olur. Bu nefis terbiye olacak, insan duygularına hakim olacak, aklına her geleni yapmayacak. İnsanın içinden, herkesin içinden kötü duygular geçer. Ben de hırsızlık yapayım; arsızlık, yüzsüzlük yapayım; ben

113

de eğleneyim, zevk, safâ yapayım diye, herkesin içinden gelir ama; müslümanlık, bu duygulara karşı çıkmak, bu duygulan yenmek...

Kur’an-ı Kerim’de, buyuruluyor ki:


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيكُمُ ا لصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ


مِن قَبلِكُمْ لَعَـلَّكُمْ تَتـَّقُونَ (البقرة:٣٨١)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler! (Kütibe aleykümü’s-sıyâm) “Size oruç farz kılındı. (Kemâ kütibe alellezîne min kabliküm) Sizden önceki ümmetlere de farz kılınmıştı. (Lealleküm tettekùn) Takvâ sahibi olabilesiniz, takvâyı öğrenesiniz diye.” (Bakara, 2/183)

Günahlar karşınıza geldiği halde, günaha dalmamaya, düşmemeye, iradenize hakim olmaya güç yetirebilesiniz diye, oruç farz kılındı. Neden? İşte meşrubat! İşte yemek! Ama yemiyor. Bütün Ramazan boyunca bu egzersizi yapıyorsun.

“—Çok acıktım hanım yahu.” “—Acıktıysan sabret, altı saat kaldı iftara...” “—Ay! Sigara tiryakisiyim; ellerim titriyor, sigara içmediğim için.” “—Sabret, iftardan sonra içersin.” “—Çok susadım anneciğim!” “—Evladım sabret. İşte biraz sonra iftar olacak, çok sevap kazanacaksın!” gibi cevaplar...

Canı ne kadar istiyor, ama Oruç yaptırtmıyor. Böyle yapmamayı öğrene öğrene, iyi müslüman oluyor işte! Yani, kötü olan bir şeyi yapmamayı öğrendiği zaman insan, iyi müslüman oluyor. Orucun hikmeti de bu…


Allah insana nimeti verdikten sonra yasaklamaz. Yasak-lamaz ama, nimetleri gelişigüzel kullanırsan olmaz. Arabanın freni olmazsa, araba bir yere çarpar. Arabanın da freni olması lâzım. Arabanın bir motoru var; peki bu motoru niye koydun arabaya?

114

Gitsin diye. Bu benzini niye koyuyorsun? Motoru çalışsın diye, İyi, güzel; gitsin diye motoru koydun, motorun deposuna da benzini koydun. Bu freni niye koydun? Fren de lâzım!

Fren olmazsa, bu araba uçurumdan gider; virajı alamaz, birisine çarpar, kamyonun altına girer, kaza yapar. Demek ki fren de lâzım! İnsanın fren tertibatı nerede? Müslümanın freni nerede? Oruçta.

Müslüman kendisini frenlemeyi, oruçla öğreniyor. Sizin anlayacağınız dille söylemek gerekirse, müslümanın fren yapma kabiliyeti, alışkanlığı, oruçla sağlanıyor.


Ya ötekiler? Ötekiler frensiz insanlar. Ötekiler, her şeyi yapar. Her rezaleti yapar, her günahı işlerler. Neden? Onların fren tertibatları yok.

“—Allah bizlere fren tertibatını öğretiyor da, niye onlara öğretmiyor?” Onlara da öğretmiş. Öğretmiş ama, dinlememişler.

“—Tamam, biz de dinlemiyoruz!” Sen de, eskiden kendilerine kitap verilmiş ümmetlerin durumuna düştün, işte. Ümmet-i Muhammed de düştü. Görüyor musun senin gayretsizliğinden; babaların, annelerin evlatlarına acımamasından, Ümmet-i Muhammed de, sapık kavimlerin durumuna düştü. Yirminci Yüzyıl’da, buyur misâlini gör, bak! Hak din üzereler ama, anneler gayretsiz, babalar gayretsiz, çocuklarına şefkatleri yok, ileri görüşleri yok; çocuklarını, kendilerini cehennemden kurtarmayı düşünmüyorlar. Ne hâle düştüler?

Allah kâinatın Hâlikı, yaratanı; insanları, dünyayı, ahireti, nefsi, şeytanı bilen; insanların nasıl yaşadıklarını, har vurup, harman savurduklarını, ne çeşit günahlar işlediklerini bilen Rabbü’l-àlemîn. Onlara fren olarak, orucu nasihat etmiş, tavsiye etmiş.

(Lealleküm tettekùn) “O zaman umulur ki, siz de takva ehli insan olabilirsiniz, kendinizi frenlemeyi öğrenebilirsiniz.” “—Öğrenemedim frenlemeyi...”

115

Öğrenemezsen, cezanı çekersin, belânı bulursun.

“—Fren yapamadım.” Tamam! Ya hastanede, ya funeral müessesesinde bağırsaklarını çıkartırlar, ilaçlarlar, kabristana koyarlar seni.


Günahlardan kendini frenlemesini öğreneceksin! İçinden gelen nefsinin sesine, şeytanın kandırmasına “hayır” diyebileceksin. “Evet! Sen onu söylüyorsun ama, ben onu yapmam!” diyebileceksin.

Bunun daha güzeli var. Bunun daha güzeli, kötülüğü hiç hatıra getirmemek, hep iyilikleri düşünmek. Ama, ilk önce bu yoldan geçeceksin; kötülükleri hissettiğin halde, için söylediği halde yapmamayı öğreneceksin! İraden kuvvetlenecek, ondan sonra takvâda ilerleyeceksin; takva sahibi, müttakî bir kul olacaksın. Ondan sonra, o sâfiyetle, o kemâlât ile yavaş yavaş, için öyle saflaşacak ki, kötü şeyler düşünmeyeceksin. Kötü şeyler aklına bile gelmeyecek. Melekler gibi olacaksın. Her işin hayır

116

olacak, Allah’ın sevgili kulu olacaksın, cennetlik olacaksın; ahirette büyük mükâfata ereceksin!

Ahirette büyük mükafâta ereceksin de dünyada mahrum mu kalacaksın? Hayır. Dünyada da sıhhat, huzur, saadet bulacaksın.


Demek ki, oruç tuttuğu zaman, insanın takvâ sahibi olmasının yolu açılıyor. Bir gün tutsa, yetmeyecek; iki gün tutsa, yetmeyecek; otuz gün oruç tuta tuta, bu eğitime devam ediyorsun.

Yolculuğumuzda bir yerde abdest alıyoruz, namaz kılacağız. Köpeğin birisi geldi, bizimle oynamak istiyor. Arkadaş anladı, çomağı köpeğin ağzından aldı attı. Gitti çomağı aldı, getirdi. Gene attı, gene getiriyor. Oyun oynamak istiyor. Arkadaş diyor ki:

“—Give him: Bana verme, çomağı, şuna ver!” diyor.

Ona vermiyor, çomağı arkadaşa veriyor. Sonra ne demiş:

“—Ben artık yoruldum, git başka birisiyle oyna!” demiş. Köpek kayboldu gitti.

Ya! Elin kara köpeği, sokak köpeği, terbiye oluyorsa, Allah’ın en aziz mahlûku olan insanoğlu, otuz günde terbiye olmaz mı? Orucu güzel tutsa, olur. Otuz günde insan adam olur. Melek olur, havalarda uçar, ayağı yerden kesilir, Yani, orucu hakkıyla tutsa…


d. İslâm’ın Şartı Beş


Muhterem kardeşlerim!

Şunu bilin ki, oruç çok önemli, çok hikmetli bir ibadet. Peygamber Efendimiz diyor ki:11




11 Buhàrî, Sahih, c.I, s.11, no:7; Müslim, Sahîh, c.I, s.103, no:21; Tirmizî, Sünen, c.IX, s.190, no:2534; Neseî, Sünen, c.XV, s.193, no:4915; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II,s.120, no:6015; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.374, no:158; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.412, no:13518; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.427, no:3972; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.159, no:308; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.164, no:5788; Hamîdî, Müsned, c.II, s.308, no:703; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.261, no:823; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.92, no:166; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.27, no:21; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.139, no:10426.

117

بُنِيَ اْلإِسْلاَمُ عَلٰى خَمْسٍ: شَهَادَةِ أَنْ لاَ إلٰهَ إِلاَّ اللَُّ، وَ أَنَّ مُحَمَّدًا


رَسُولُ اللَِّ، وَإِقَامِ الصَّلاَةِ، وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ، وَحَجِّ الْبَيْتِ، وَصَوْمِ رَمَضَانَ


(خ. حم. ق. ت. ن. عن ابن عمر)


(Büniye’l-islâmü alâ hamsin) “İslâm, beş temel esas üzerine bina olunmuştur.” diyor. Daha başka şeyler de var fikrini de taşıyor zâten bu ifade... Ama, “Çok önemli beş şey üzerine dayanmaktadır.” demiş oluyor:

1. (Şehâdeti en lâ ilâhe illa’llàh, ve enne muhammeden rasûlü’llàh) “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed SAS’in Allah’ın rasûlü olduğuna şehadet etmek.” 2. (Ve ikàmi’s-salâti) “Namaz kılmak.” 3. (Ve îtâi’z-zekâti) “Zekât vermek.” 4. (Ve hacci’l-beyti) “Beytullah’ı haccetmek.” 5. (Ve savmi ramedàn) “Ramazan’da oruç tutmak.”


İslâm beş temel üzerine kurulmuştur, temelin birisi oruç... Çok mânâlar taşıyor. Onun için, lütfen bu orucu sadece perhiz yapıp kilo düşürme şeklinde görmeyin, Allah aşkına! Oruç perhiz değildir. Oruç, oruçtur. Oruç ibadettir. Oruç, ruhî bir ibadettir. Orucun muazzam faydaları vardır.

Önümüzdeki günlerde camiye gelin! Akşam iftarı yaptıktan sonra, dinlenin, çayınızı için, ama erken gelin! Yarım saat erken gelin. Biz de, burada ayetlerden, hadislerden size Allah’ın emrini,

Rasûlüllah’ın sünnetini anlatmağa çalışalım! Allah niçin emretmiş orucu? Nasıl tutulacak? Bilin ki, ona göre yapın!

Peygamber Efendimiz ne tavsiye ediyor? Sanıyorum ki, gelen cemaatten, dinleyen kadınlardan, erkeklerden, pek çok kimse oruç hakkında birçok şeyleri bilmiyor. Ama dinleye dinleye öğrenecek. Oruç öyle kolay bir ibadet değil. Hem kolay, hem de ince. Detayı var. Oruç güzel bir ibadet, hikmetli bir ibadet… Bunların detayını

118

inşâallah, önümüzdeki günlerde anlatırız. Şimdi, bu akşam, bütün Ramazan boyu inşaallah oruç tutmağa niyet ederek, sahura kalkarsınız. Yarınki oruç diye... Ondan sonra da teferruatını çar çabuk öğreniriz.


Yalnız bir şeyi hatırlatacağım! Çünkü yarın oruç tutacaksınız. Bu günden onu söylemem lâzım. Oruç demek, sadece su içmemek, yemek yememek demek değil. Bunu belki duymadınız.

“—Ya ne?” Oruç, günahların hepsinden vazgeçmek demek... Yani, gözün harama bakmayacak.

“—Aaa! Bak buradan birisi geçiyor. Kısa etekli.”

Bakmayacaksın. Erkek bakmayacak, kadın da bakmayacak. Baktığın zaman, orucun fazileti gidiyor.

Diline sahip olacaksın! Dilinle birisini gıybet ettin, çekiştirdin, birisinin lâfını birisine götürdün; olmadı... Yalan söyledin, yalancı şahitlik ettin; olmadı. Orucun sevabı kalmadı.

Dilin doğru olacak, gözün harama bakmayacak, dilin haram söylemeyecek, kulağın haramı dinlemeyecek, elin harama uzanmayacak, ayağın harama varmayacak. Oruç bu!


Peygamber Efendimiz SAS diyor ki:

“—Gıybetten ve şu, şu günahlardan korunmayanın orucuna Allah’ın ihtiyacı yok.”

Neden? Sevabı yok. O oruç, ona fayda vermiyor. Oruç niçindi? Günahlardan kesilmek içindi. Günahlardan kesilmedin. Öyleyse sadece aç kalmışsın, susuz kalmışsın, Allah’ın şenin orucuna ihtiyacı mı var?

Su haram mıydı? Helâldi. Yemek haram mıydı? Helâldi. Onları bile içme diyor, Allah. Peki, sen Allah’ın günah, haram, yasak olan işlerini niye yapıyorsun? Oruçlu iken olmaz... Yaptın mı, sevabı gider. Bunu bilin! Oruç tutmak, yemek yememek, su içmemek olarak anlamayın.

Oruç tutmak demek: Yemek yememek, su içmemek, yalan söylememek, harama bakmamak, haramı dinlememek, günahlara

119

yanaşmamak demek. Gözün de harama bakmayacak. Gözüne de sahip olacaksın. Dilin de, yalan dolan, gıybet, dedikodu, iftira yapmayacak. Kulağın da haramı dinlemeyecek. Bunu böyle bilin, orucu böylece tutun!

Her günahtan kesilmeğe çalışın! Bakmayı, şu haramı işlemeyi, şu mûsikiyi dinlemeyi veya şu televizyon filmini seyretmeyi bırakın!

“—Ama canım çok istiyor.”

Hayır! İstiyor ama, işte o canının istediği şeyi de yapmayacaksın. Oruç tutarken su içmediğin, yemek yemediğin gibi, o haramı da işlemeyeceksin. Her haramdan kesileceksin yani.

Bu mânâsıyla orucu tutun, Allah ecrinizi çok etsin! Büyük mükâfatlara erdirsin! Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin!


Cennetin bir kapısı varmış, adı (Bâbü’r-reyyân) Reyyân Kapısı… Çeşitli kapıları var cennetin, çeşitli dereceleri var, biliyoruz. Oradan ancak oruç tutan girecek. Allah, bir bu dünyada sevinç verecek oruçluya, akşam iftar ederken; bir de Rabbinin huzurunda mükâfata erdiği zaman, orucun mükâfatını gördüğü zaman büyük “ecir” verecek; iki sevinci var…

Allah bizi cennete girenlerden, mükâfata erenlerden, rızâsına vâsıl olanlardan, cemâlini görenlerden eylesin… İbadetlerimizi kabul eylesin… Şeytanın şerrinden korusun… Nefse esir olmaktan kurtarsın… Günahlardan haramlardan, uzak eylesin… Meleklerden yüksek eylesin… Hepimize huzuruna, sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasip eylesin…

Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l-fâtihah!


16. 03. 1991 – Coburg

Melbourne / Avustralya

120
06. DÜNYA HAYATI BİR İMTİHANDIR