PROF. DR. MAHMUD ES’AD COŞAN

01. ALLAH’I TANIMA İLMİ



Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve mevlânâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn... Kàle’llàhu teàlâ, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)


(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn) Sadaka’llàhu’l-azîm.

Ve kàle teàlâ, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ (الحجر:٩٩)


(Va’büd rabbeke hattâ ye’tiyeke’l-yakîn) [Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!] (Hicr, 15/99) Sadaka’llàhu’l- azîm.

Ve kàle’n-nebiyyü salla’llàhu aleyhi ve sellem:1


إِن اللَََّّ عَزَّ وَجَلَّ لاَ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ، إِلاَّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصًا، وَابْتُغِىَ


بِهِ وَجْهُهُ (ن. طب. عن أبي أمامة)


(İnna’llàhe azze ve celle lâ yakbelü mine’l-ameli, illâ mâ kâne lehû hâlisan, ve’btugiye bihî vechuhû ) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...



1 Neseî, Sünen, c.X, s.204, no:3089; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.18, no:4348; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.23, no:5261; RE. 91/13.

27

“Allah-u Teâlâ Hazretleri, kulun yaptığı ameli kabul etmez; ancak ihlâs ile yapılmışsa, sırf kendisi için yapılmışsa kabul eder.” Riya ile, gösteriş için, menfaat temin etmek için yapılmışsa, o ameli kabul etmez.


a. Güzel Kulluk Etmenin Önemi


Çok aziz ve muhterem kardeşlerim!

Bizi yaratan ve hak dini olan İslâm dinine bağlayan, müslüman insanlar eyleyen Allah’a hamd ü senâlar olsun... Çünkü din, hayatımızın en önemli işi... Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de:


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)


(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn) “Ben azîmüşşân, ben rabbiniz Allah-u Teâlâ Hazretleri, insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56)

28

buyurmuş.


مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ (الذاريات: ٧٥)


(Mâ ürîdü minhüm min rizkın ve mâ ürîdü en yut’imûn) “Ben onlardan rızık istemiyorum. Bana ziyâfet çekmelerini de istemiyorum. Beni it’am etmeleri, taamlandırmaları, yemek yedirmeleri isteğinde de değilim.” (Zâriyât, 51/57)


إِن اللَََّّ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات: ٨٥)


(İnna’llàhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn) “Hiç şüphe yok ki, cümle mahlûkatın rızkını veren, Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’dir.” (Zâriyât, 51/58)

Rızkı o veriyor, bizden rızık istemiyor. Bizden rızık peşinde koşmamızı istemiyor. Yâni kendisine ziyafet, rızık, menfaat, vergi, fayda, herhangi bir şey vermemizi istemiyor; kendimizin rızkımızı temin edeceğiz diye onunla meşgul olurken, kulluğu unutmamızı da istemiyor.

“—Alemin Rezzâkı benim, alemlere rızkı ben veriyorum; bana bir kulluk edin bakalım!” diyor.

“—Benim işim var, memuriyetim var, dükkânım var, çalışmam var; sana ibadet edemem!” demesinler demek istiyor insanlara...

Önce bana kulluk edin, rızkı ben veririm size... Bana kulluk edene, ben hiç ummadığı tarzda rızık veririm.


وَمَنْ يَتَّقِ اللَََّّ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا. وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ،


وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللََِّّ فَهُوَ حَسْبُهُ (الطلاق:٣)


(Ve men yettakı’llàhe yec’al lehû mahrecâ) “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. (Ve yerzukhü min

29

haysü lâ yahtesib) Ve ona beklemediği yerden rızık verir. (Ve men yetevekkel ale’llàhi fehüve hasbüh) Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfi gelir.” (Talak, 65/2-3) Dünya ihtiyaçları için de kâfi gelir, ahirete ait meseleler için de kâfi gelir. Yâni, insan Allah’ın dostu oldu mu, kâinatı yaratanın sevgili kuldu oldu mu, her şey olur. Her şey Allah’ın çünkü...

Allah her şeyi verir, hiç bir şeye ihtiyacı kalmaz. Bu, “Çalışmayın!” mânâsına değil; “Çalışacağım diye, kulluğu unutmayın!” mânâsınadır. Çünkü sa’yetmeyi, çalışmayı, kimseye yük olmamayı kendisi emrediyor. Kimsenin sırtından beleşten geçinmemeyi, hayır yapmayı kendisi tavsiye ediyor. Başkalarının sırtından geçinmeyi tavsiye etmiyor.

Hattâ tasavvufu tarif ederken, “Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır.” demişler. Yük olmamaktır. Arkadaş olmak var ama, yük olmak yok... Zahmet vermek, beleşten geçinmek, parazitlik, asalaklık; ökse otu gibi ağacın üstüne kök salıp da ağacın kökünü sömürmek, iliklerini emmek, ağacı kurutmak yok...


b. Allah’ı Tanımak ve Bilmek


Şimdi bizim esas vazifemiz: Bu dünyada Allah’a kulluk etmek! Allah’ı bileceğiz, seveceğiz, ondan sonra görevlerimiz neyse, çeşitli görevlerimizi yapacağız. Bilmeyince Allah’ı bilmiyor cahil insan... Bilgisi kıt veya yanlış...

İnsanlar yağmurun neden yağdığını bilmezlerse, herkes onları ayıplar: “Ne kadar cahil adam yâhu! Yağmurun buluttan yağdığını bilmiyor, nasıl yağdığını bilmiyor.” derler. Tohumun yerden nasıl bittiğini bilmiyorsa, ağacın nasıl meydana geldiğinden haberi yoksa, ayıplarlar: “Bu ağaç buraya nasıl dikilmiş, kim dikmiş bunu? Küçükten büyür, böyle olur; bu kadar basit... Bunu bilmiyor musun, cahil misin?” derler.

İnsanın ilkönce Allah’ı bilmesi gerekiyor. Bilmeye ma’rifet diyoruz Arapçada... Allah’ı bilmeye de ma’rifetullah deniliyor. Yâni, Allah’ı tanıma ilmi... “Allah nasıl bir şeydir, nasıl sıfatlara sahiptir? İşi nasıldır? Kulları ne yaparsa sever, ne yaparsa

30

sevmez? Nelere râzı gelir, nelere râzı gelmez? Neleri ister, neleri istemez? Bizden ne istiyor? Mâdem biz onun kuluymuşuz, mâdem bizi o yaratmış; bize sıhhati, gözü, kulağı, aklı, nimetleri o vermiş; bizim ona karşı görevlerimiz ne? Ben kulluğumu nasıl yapmalıyım, Allah’a karşı? mâdem hayata getirilişimin ana gayesi, ona güzel kulluk etmekmiş, kulluktan gàfil olmamakmış... Başka meselelerin peşine düşüp de, asıl görevi unutmamakmış... Acaba bu asıl görevi nasıl güzel yapabilirim?” diye bunu öğrenmek ilk iş...

İşte bu iş, Kur’an-ı Kerim’e göre, akla göre, mantığa göre en önemli iş! Akıl var, mantık var ortada... Sana nimetler geliyor bir yerden... Etrafın türlü nimetlerle donanmış, dallarda meyvalar, sofranda yiyecekler; her türlü imkân... Ay, güneş, yıldızlar, denizler, pınarlar, sular, ağaçlar, yapraklar, çiçekler, hayvanlar; hepsi senin emrine verilmiş. Vereni bilmek ve verene karşı teşekkürümüz nasıl olacak? Thank you mu diyeceğiz, sorry mi diyeceğiz; ne yapacağız? Bunu bilmek en önemli iş! İşte bunu anlatan ilme, tasavvuf ilmi deniliyor.


Tasavvuf ilminin konusu, kullara ma’rifetullahı öğretmek; kulları Allah’ı bilen insanlar haline getirmek, cahillikten kurtarmak, cahil ve gàfil bir insan olmaktan kurtarmaktır. Mâdem Allah’a kulluk etmek için yaratılmışız, Allah bizi onun için yaratmış; o halde, Allah’a kulluk etmeyi öğreten, Allah’ı bilmeyi, bulmayı öğreten tasavvuf ilmi, en önemli ilimdir, en şerefli ilimdir. Ma’rifetullah ilmi, ilimlerin eşrefidir, âlâsıdır, ekmelidir, ahsenidir, en kıymetlisidir.

İnsanların mesleği ne olursa olsun, asıl mesleği kulluktur. Asıl vazîfesi, Allah’a güzel kulluk etmektir. Hayatını ona göre ayarlaması lâzım! Nasıl kazanmak için hayatında bir düzen kuruyorsa, güzel kulluk için de öylece çalışması lâzım! Ya bir dükkân açıyor, ya bir tarlayı ekiyor; bir sene uğraşıyor, otlarını ayıklıyor, tohumunu ekiyor, biçiyor, kurutuyor, harman yapıyor, buğday tanesini elde ediyor. Buğday tanesini elde ettikten sonra, değirmende öğütüyor, hamur yapıyor, ekmek yapıyor, pişiriyor.

31

Yâni, yiyinceye kadar bir sürü muameleden geçiyor.


Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne güzel kulluk etmeyi öğrenmek, mühendisin de ilk işi, reisicumhurun da, işçinin de, çiftçinin de ilk işi... Öteki işler detaydır, teferruattır. Onlar nasıl olsa, olur. Yâni, sen ziraatçisin, ötekisi işçi, berikisi tüccar veya memur, ötekisi asker... İsterseniz yer değiştirin, değiş tokuş yapın; ne fark eder? Kadınlardan kimisi terzi, kimisi öğretmen, kimisi dişçi, kimisi ebe... İstersen değiştirebilirsin. Nedir insanların peşinde koştukları? İyi bir maaş... İnsan, iyi bir maaşı bulduğu yerde kalıyor, çalışmaya devam ediyor.

“—Tamam, benim maaşım iyi!”

“—Haydi gel Sydney’den Melbourn’e yerleş!” “—Yok! Benim Sydney’deki işim iyi... Hem oradaki daha rahat, buradaki daha meşakkatli... Buranın iklimi şöyle, orasının böyle...” Bir tercih yapıyor. Niye Türkiye’yi bıraktınız da buraya geldiniz? Yâni, Türkiye’de hava mı yok, su mu yok? Kalkmışsınız, gelmişsiniz işte buraya... Türkiye’de de olur, Amerika’da, Singapur’da, Hindistan’da da olur. Ama insan, daha güzel bir yer arıyor.


Daha güzel bir yaşam sağlamak için, daha rahat etmek, ihtiyacı olan şeyleri sağlamak için bir şey üretmesi gerekiyor. Ya iş üretecek, karşılığında para alacak; ya buğday ekecek, buğdayı satacak; ya ağaç dikecek, meyvayı satacak; ya marul ekecek, marulu satacak...

Kendisinde olmayan şeyleri alması gerekiyor. Eğer birisi kendisine verse her şeyi, belki onların peşinde bile koşmayacak... Kim çeker güneşin alnında Mildura’da günde sekiz saat çalışıp da, şu kadar kova üzüm toplayacağım diye sıkıntıyı? Birisi para verecek olsa, gider mi oraya? Gitmez... Ama vermediği için, orada para var diye, insan oraya gidiyor. “Avustralya’da iş kolay; iş bulunmadığı zaman da, devletin verdiği bir sosyal yardım var, işsizlik parası var...” diye Avustralya’ya geliyor.

32

Avustralya’da evini satıp Türkiye’ye dönenler, bir müddet sonra rahat edemiyor Türkiye’de, yine buraya geliyor. Nihayet bir yaşam ama, burayı daha düzenli görüyor. Buradaki rahatlık elli sene, altmış sene, yetmiş sene... İnsanına göre değişiyor; kırk yaşında, seksen yaşında ölen de var, yüz yaşını geçen de var... Ama, bir zaman yaşıyor.


Bu yaşamın da bir miktarı başkalarının sırtından geçinerek oluyor. Yâni, evleninceye kadar, anasının babasının sırtından geçiniyor. Babasının ekmeğini yiyor evinde... Nihayet bir iş sahibi olduğu zaman, yuvadan uçuyor. Bir kere, yirmi sene beleşten yaşıyor. Küçükken anası emziriyor. Filânca yaşa kadar anası babası bakıyor. Falanca yaşa kadar anası babası maaşını, harçlığını sağlıyor. Nihayet askerliğini de yaparsa, —yirmi yaşından önce kendi işini kendi gören az— yirmi beş yaşında filân bir ev sahibi oluyor.

33

Yirmi yaşından sonra kendisi çalışmağa başlasa, otuz sene çalıştı mı emekli oluyor. Elli yaşında, altmış yaşında emekli ediyorlar. “Sana biz biraz para verelim, bedavadan otur, kalk!” diyorlar. Ondan sonrası da beleş... Bir şey yapmıyor. Biraz daha ihtiyarladığı zaman, artık akrabası, çoluk çocuğu, torunları insana bakıyor. Yetmiş seksen yaşından sonra, Allah ne kadar ömür verdiyse, yine beleş...

Yirmi beş yaşında işe başladığını düşünecek olursak, altmış

beş yaşında emekli olsa, normal olarak kırk sene bir çalışma... Normal bir yaşam; ondan sonra yük olmak, vaziyeti idare etmek, ömrünün hitama ermesini beklemek durumundadır.


Ama bir de ahiret hayatı var... Bu dünyadan sonra, ikinci bir hayat var... Allah’ın huzuruna gidecek insanoğlu... Orada, bu dünyada yaptıklarından bir sorgu sual var! Hem de çok ince, çok detaylı... Tam bir değerlendirme var... Bu dünyada ne yaptı? Haram mı, günah mı, sevap mı işledi? Haram mı yedi, helâl mi? Doğru yoldan mı, meşrû yoldan mı kazandı, gayri meşrû yoldan mı kazandı? Görevlerini yaptı mı, yapmadı mı? Bu hesabın olduğunu biliyoruz. Ahiret gününe imanımız var... (Ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun) Ölümden sonra diriliş haktır.

Ölümden sonra insanlar öbür hayata, başka bir hayata geçecek! Orada bir hayat var ve bu hayat sonsuz! Burası kırk sene, altmış sene, seksen sene... Ama orası, (hüm fîhâ hàlidûn) sonsuz! Şimdi rakamla söyleyecek olsak: Bin sene mi kıymetli, yüz sene mi; on bin sene mi, yüz sene mi; bir milyon sene mi, yüz sene mi; bir milyar sene mi kıymetli, yüz sene mi? Rakam büyüdükçe, insan diyor ki: “Hocam, söylemeye lüzum yok! O rakam nerede, bu rakam nerede?” Rakam büyüdükçe, insanın gözleri büyüyor.

Bir milyon sene ben rahat edeceksem, bu dünya hayatının yüz senesi tamamen kahır olsa ne olur? Tamamen eziyet olsa; insan inlese, ağlasa, kan ağlasa, hasta olsa ne olur? Nihayet yüz sene çekecek... Bir milyon sene cennette rahat edecek meselâ...


Halbuki, kan ağlamak da yok; Allah nimetler vermiş işte...

34

Burada yirmi kişi, otuz kırk kişi, Allah’ın mü’min kullarıyız. Kan mı ağlıyoruz biz? Allah için söyleyin, kan mı ağlıyoruz? Çok rahatız. Öteki müslüman olmayan insanlardan Allah bizi eksik mi tutmuş? Hayır! Paramız, pulumuz var... Sıhhatimiz, evimiz, rahatımız, hanımımız, çoluk çocuğumuz var... Mutfağımız, buzdolabımız, yemeğimiz, aşımız, işimiz var... Bir sıkıntımız var mı? Yok... Hem burada sıkıntı yok, hem de ahirette bu rakamlarla hiç ölçülemeyecek milyarlarca sene, ebedî kalmak üzere cennete girecek müslüman... Milyar sene filân değil ebedî cennette kalacak... Kâfir ise cehennemde yanacak! Siz cemaatsiniz, benden bir farkınız var mı? Hayır, hepimiz aynı durumdayız! Ahiret mi önemli, dünya mı önemli? Vallàhi ahiret önemli, billâhi ahiret önemli! Aklen öyle, mantıken öyle... Nereden baksan, ışıl ışıl ahiretin önemli olduğu çıkıyor ortaya... Peki, o zaman niye ahiret için çalışmıyoruz? Niye ahireti öne almıyoruz?


Bu dünyanın zâten baştan yirmi senesi beleş... Son yirmi senesi de beleş... Ortadaki otuz sene, kırk sene biraz çalışıyorsun; o zaman da beleş... Yaptığımız iş nedir? Sekiz saat kadar çalışıyoruz, on altı saat serbestiz. Sekiz saat de uyuyoruz. Hiç kimse uykusundan fedâkârlık yapmıyor. Sekiz saat uyuyor, sekiz saat çalışıyor, sekiz saat de arada boş vakit var... Havâiyyat... Ya sevap kazanacak, ya günah kazanacak! Vakit var yâni...

Vallàhi, billâhi, ahireti düşünmeyenler, insanların en aptallarıdır. İster profesör olsun, isterse reisicumhur olsun... Aklı mantığı yok, gerçekleri göremiyor. İki kere ikinin dört ettiğinin farkında değil... Vallàhi ve billâhi, müslümanlar insanların en akıllılarıdır. neden? Çünkü, ahireti görüyor, ahirete hazırlanıyor. İster çoban olsun, isterse köylü, ümmî olsun, isterse elinde hiç parası pulu olmasın...

Onun için, İslâm’dan büyük nimet olmaz! Allah bize o nimeti, müslümanlık nimetini vermiş ya, müslümanız ya; şu kalbimizde Allah’a iman var ya;

35

أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللََُّّ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ .


(Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh) “Allah vardır, birdir. Muhammed Mustafa onun elçisidir.” diyoruz ya; işte bu ne emarald’e benzer, ne pırlantaya, zümrüte, yakuta, ne de altına benzer. Bunun kıymetine pahâ biçilmez! Çünkü insan, bu iman sayesinde cennete giriyor. Bu cevher sâyesinde, bu iman cevheri sâyesinde insan cennete giriyor.


Şimdi, bu imanı korumak ve imanın gereğine göre hareket etmek mi önemli; yoksa iki paralık zevk için meyhâneye girecek, birkaç kadeh içecek, biraz kafası sarhoş olacak, biraz keyiflenecek; gazinoya gidecek, biraz çalgı, biraz eğlence, dansöz filân seyredecek, bir sürü günaha girecek; bu mu önemli?

Başka ne zevki var insanın, bilmiyorum. Denizde yüzüyor; müslüman da yüzebiliyor. Denizde yelken kullanıyor; müslüman da yapabiliyor. Yâni, haramlar o kadar az ki! Hırsızlık yapmayacak, içki içmeyecek, zinâ etmeyecek... Şöyle sayarsın, biter. Kebâir, büyük günahlar birkaç tane... Zulmetmeyecek, yalan söylemeyecek... Bu kadar... Bu kadarcık basit emirleri tutmayı bilemeyip, ahireti elden kaçırır mı insan? Kaçırmaması lâzım! Kaçırırsa aklı yok, mantığı yok ve imânı zayıf, düşünmüyor.

Haa, o zaman imanı kuvvetlendirmek ve ona bu hususları söylemek en önemli mesele oluyor. İşte bak, düşünmeyince ahiretini kaybediyor kişi... O insana bunu düşündürmek, bu noktaya getirmek en önemli iş oluyor. İmanı korumak, en önemli nokta oluyor.


c. İmanın Korunması


“—İman nasıl korunur?” İmanı korumak için çare, zikrullahtır. Zikredenin kalbi mütmain olur, haramlardan uzak durur. Allah onu sever. Şeytan

36

ona tesir edemez. Bakın, ayet-i kerimede:


إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (النحل:٩٩)


(İnnehû leyse lehû sultânün ale’llezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) buyuruluyor.

Şeytanın tesiri var mı? (İnnehû) “Hiç şüphe yok ki, (leyse lehû sultânün ale’llezîne âmenû) imanı sağlam olanların üzerinde o şeytanın hakimiyeti yoktur. (Ve alâ rabbihim yetevekkelûn) Rabbine tevekkül edip dayanan, bağlanan; ben Rabbime bağlandım diyenlere şeytanın tesiri yoktur.” (Nahl, 16/99) Tesir etmez. Hani, zırh giymiş bir insana kurşun tesir etmiyor. Çelik yelek giymiş, “Dan, dan, dan...” kurşun atıyorlar, tesir etmiyor. Onun gibi...

Şeytan kalbe vesvese veriyor. Bu vesvese dolayısıyla, insan şeytana uyuyor. Onun tavsiye ettiği, teklif ettiği şeyi yapıyor. Şeytanın teklif ettiği: “Gel içki iç! Gel, filânca arkadaşın yanına git! Gel filânca günahı işle!. Gel şu haltı karıştır!” diyor. Bir teklif, sadece içine gelen bir teklif... Bu teklifi zikir erbabı yutmuyor. Abdestli olan insan, imanı kuvvetli olan, Allah’a dayanmış olan insan yutmuyor. Ötekisi tutuyor bunu... Yâni, balık oltayı yutuyor; ama, her balık yutmuyor.


Şimdi bütün mesele, dünyadaki korunmamız ve ahiretteki saadetimiz... Onunu için, hepsi gelip tasavvuf ilmine dayanır. Peygamber SAS Efendimiz’in yaptığı iş nedir? Peygamber Efendimiz geldi, şirki yıktı, küfrü yıktı. Müşrikliği şimdiki Suudî Arabistan dediğimiz diyarlardan sildi, kazıdı. Putperestliği attı, “Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah” bayrağını dikti. Ne demek lâ ilâhe illallah? “Ancak Allah var! Rabbiniz o, başka ilah yok! Ona bağlanın, ona kulluk edin!” demek...

Allah var dedikten sonra ne yapacaksın, eli kolu bağlı duracak

37

mısın? Allah var, bir... Her yaptığını görüyor. Seni hesaba çekecek... O zaman, ona kulluk edeceksin! İşte lâ ilâhe illlah’ın asıl sonucu bu... Allah’ın varlığını anlayan insanın, “Pekiyi Rabbim! Ben senin varlığını bildim. Emrin ne?. Emrin bâşım gözüm üstüne... Emret, yapayım!” demesi lâzım! Budur kulluk...

“—Tamam, emrediyor: Namaz kıl!” Çok kolay yâ Rabbi! Seve seve yaparım. Gözümün bebeği, gönlümün şenliği namaz; kılmaz mıyım namazı? Senin huzuruna gelmez miyim yâ Rabbi? “Allahu ekber!” demez miyim; seve seve sana rükû, secde etmez miyim? Seni tesbih etmez miyim? Dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, rüzgârlar, yağmurlar, damlalar, zerreler, kürreler, yıldızlar, aylar, güneşler seni tesbih ederken, ben tesbih etmez miyim yâ Rabbi?


وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ

(الاسراء:٤٤)


(Ve in min şey’in illâ yüsebbihu bi-hamdihî velâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm) “Allah’ı tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur ama, siçz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ, 17/44) diyor Kur’an-ı Kerim...


يُسَبِّحُ للََِِّّ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي اْلأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ


الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ (الجمعة:١)


(Yüsebbihu li’llâhi mâ fi’s-semâvâti ve mâ fi’l-ardı’l-meliki’l- kuddûsi’l-azîzi’l-hakîm) “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah’ı tesbih etmektedir.” (Cuma, 62/1) diyor başka bir ayette...

Bak, tesbih ediyor! Dinle bakalım, mahlûkatın tesbihini duyuyor musun? Peygamber SAS Efendimiz, daha peygamber

38

olmadan önce, yolda giderken mahlûkatın kendisine, (Es-selâmü aleyke yâ rasûlla’llàh!) “Ey Allah’ın elçisi sana selâm olsun!” dediğini duyardı. Böyle anlatıyor. “Hattâ, bana selâm veren taşı falanca yerde görsem, şu taştı diye söyleyebilirim.” diyor. O sesi duyabiliyor yâni...

Demek ki, zerreler Allah’ı tesbih ediyor... Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, böcekler tesbih ediyor. Pekiyi, cümle kâinâtın akıllı- akılsız, canlı-cansız mahlûkları Allah’ı tesbih ediyor da, sen çok akıllı insanoğlu, sen niye tesbih etmiyorsun?


Çocuğuna ilk defa thank you (teşekkür ederim) demeyi öğretiyorsun. Bir kusur işlediği zaman, “Sorry (özür dilerim) de bakayım! Dersen affedeceğim, lollie vereceğim; demezsen, vermem!” diyorsun. Çocuk sorry diyor; tamam diyorsun, şekeri çıkartıp veriyorsun çocuğuna...

Allah’ın huzurunda sorry demek nasıl olur? “Estağfiru’llah” demekle olur. Thank you da, “Yâ Rabbi, çok şükür el-hamdü lillâh!” demekle olur.

İşte, müslüman hamdi öğrenecek... Müslüman hatâ işlediği zaman özür dilemeyi, Rabbine kulluk etmeyi öğrenecek. Rabbini tanıyacak, Rabbiyle devamlı kulluk münâsebeti içinde ilişkisinin devam etmesini sağlayacak kul...

Oturuyorum; Rabbim beni görüyor... Yemek yiyorum; Rabbim göndermiş, çok şükür yâ Rabbi! Su içiyorum; Allah yaratmış suyu...


اَلْحَمْدُ للَِّ الَّذِي جَعَلَ الْمَاءَ طَهُورًا، وَجَعَل اْلإِسْلاَم نُورًا .


(El-hamdü li’llâhi’llezî ceale’l-mâe tahûran, ve ceale’l-islâme nûrâ) [O Allah’a hamd olsun ki suyu temizleyici kıldı ve İslâm’ı nur kıldı.] Şu suyu yaratan Allah’a hamd olsun! Temizleyici bir malzeme bu... Şu su olmasaydı, ne ile temizleyecektik elbiselerimizi? Şu su olmasaydı hayat olur muydu?

39

وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ (الأنبياء:٠٣)


(Ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin) “Tüm canlı olan şeyleri sudan yarattık.” (Enbiyâ, 21/30) diyor Allah Celle Celâlühü... Ayet-i kerimede bildiriyor. Su olmayan yerde hayat var mı? Su olmasa, ne olurdu hâli insanoğlunun?

Su içerken, el-hamdü lillâh... Yemek yerken el-hamdü lillâh... Şu güzelliklere, şu renklere bak! Bunlar çiçek... Biz bunlara kıymet vermiyoruz amma, yap bakalım! Ver bakalım şu rengi!

“—Hocam! Boya almak lâzım, o boyayı tutturmak lâzım! Boyacıya gideyim, şu kadar dolar vereyim, şu kadar kutu alayım, şununla şunu karıştırayım...” Gene tutturamazsın bu rengi, bu güzelliği! Kokla bak, şunun kokusu şâhâne bir koku! Allah-u Teâlâ Hazretleri neler yaratmış!


فَتَبَارَكَ اللَُّ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ (المؤمنون:٤١)


(Fetebâreke’llàhu ahsenü’l-hàlikîn) [Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.] (Mü’minûn, 23/14)

Şunu yaratan kudret sahibine insan hayran olmaz mı? Bir resim yapana, bir ev yapana, mimara, güzel bir eser ortaya koyana hayran oluyor; şu yerleri gökleri yaratan Allah’a insan hayran olmaz mı? Allah’ı sevmez mi, Allah’a aşık olmaz mı? Allah’a seve seve kulluk etmez mi? İşte bunu öğretiyor, bunu anlatıyor tasavvuf! Başka ilimler başka şeyden bahsediyor... Fizik kimya maddelerden bahsediyor, matematik rakamlardan bahsediyor; tasavvuf da bundan bahsediyor. Onun için, en önemli iş bu! İnsan bu en önemli işi kavradığı zaman, hâli hoş oluyor.


d. Bazı Misâller


İbrâhim-i Teymî diye bir zâtın hayatını okudum sabahleyin... Büyüklerin hayatını anlatınca, çok değişik şeyler oluyor. Şimdi,

40

onun hayatını anlatayım size:

Kûfe’de yaşamış... Yâni, müslümanlar orayı fethedince, şimdiki Irak’ta, Bağdat’ın aşağısında Kûfe diye bir şehir kurmuşlardı. Sahâbe-i kirâm zamanında kurulmuştu Kûfe şehri... Orada yaşamış, Peygamber Efendimiz’in hicretinden kısa bir zaman sonra, yüz sene geçmeden vefat etmiş. Yâni, ya tabiindendir —

sahâbeyi görmüş olanlara tabiin diyoruz— veya sahâbe...

İhyâ-i Ulûm’da yazıyor: İbrâhim-i Teymî Hazretleri anlatıyor: “Beytullah’ta, Kâbe’nin olduğu Mescid-i Haram’da ibadet ediyordum. Yanıma, şimdiye kadar görmediğim, son derece güzel kokulu, çok hoş bir insan geldi. ‘Selâmün aleyküm!’ dedi. Ben de ‘Ve aleyküm selâm...’ dedim.” “—Sizi tanımıyorum ama çok sevdim. Kimsiniz?” demiş İbrâhim-i Teymî...

“—Ben Hızır Aleyhi’s-selâm’ım!” demiş.

“—E, buyur, niye geldin?” “—Senin ahlâkını, müslümanlığını, ibadetini sevdiğim için geldim. Sana selâm vermeğe geldim.” demiş.

Hızır AS, Mescid-i Haram’da ona selâm vermeğe gelmiş.


Sonra geceleyin rüya görmüş: “Beni melekler aldılar, cennete götürdüler. Cennet meyvalarından yedirdiler, cennet şerbetlerinden içirdiler. Rasûlüllah SAS Efendimiz’i karşımda gördüm. Yetmiş bin melek sağına, yetmiş bin melek soluna, yetmiş peygamber sağlı sollu etrafına yerleşmişler. Selâm verdim, konuştum.” diyor. Bunlar ne devlet, ne nimetler! Ne güzel şey bunlar! İhyâ’da: “Bu İbrâhim-i Teymî bir ara, dört ay kadar yemek filân yemedi. Herhalde, bu rüyayı gördükten sonra olsa gerek.” diyor. Ben de öyle tahmin ediyorum. Çünkü, rüyada bile olsa insan cennet taamları yer de, cennet meşrûbatından içerse, dünya taamlarına uzun zaman ihtiyacı olmaz!

Evet, ben dört saat duramam ama, o dört ay yememiş, içmemiş. Tarihe geçmiş, kitaplara geçmiş. Yalancı değil ki bu adamlar... Bunlar Allah’tan korkan insanlar, alim insanlar... Olur

41

olmaz şeyi yazmazlar.

İşte İbrâhim-i Teymî, hicrî 93 tarihinde Kûfe’de vefat etmiş. Abid, zâhid, sâlih bir kimse... Uydurmuş değil ki bunu.. Hayatındaki şeyi niye uydursun adam? Kitabına ayetleri alıyor, hadisleri alıyor, başka şeyleri almıyor. İnanmadığı şeyleri almıyor. Niye olmasın? Zamanımızda Hızır’ı gördüm diyenler yok mu? Var... Böyle bir rüya görmek mümkün değil mi? Mümkün... Görmüş olamaz mı? Olabilir. Allah’ın sevgili kulu oldu mu, görür; gözünden perdeler kaldırılır.


Bir arkadaş anlatıyor:

“Medine-i Münevvere’ye gittim. Rasûlüllah Efendimiz’in Türbe-i Saâdet’inin karşısına geldim. Gözümü kapattım, hiç bir şey göremiyorum. Bir üzüldüm, bir üzüldüm, bir üzüldüm; ‘Yâ Rabbi! Eğer bana Rasûlünün cemâlini göstermeyeceksen, ben o kadar kötü bir insansam, al burada benim canımı yâ Rabbi!’ dedim.” diyor.

Samîmî bir kardeş, iyi bir kardeşimiz... İhvânımızdan... Hocamız’ın da sevdiği bir kimse... “Ve gözümden perdeler kalktı. El-hamdü lillâh, gördüm!” diyor. Herkese de gördüm demez, söylemez. Çünkü, gördüm deyince, gördüğü şeylerin kesilmesinden korkar.

Herkes gördüğünü de söylemez. Çünkü, sırrı saklamak da tasavvuftandır. Söylemezler. Ama o samîmiyetinden, benimle dertleşirken söyledi.


Şimdi, bir insan Rasûlüllah’ı görüyorsa, ne devlettir, ne saadettir! Evliyâullahtan Seyyid Ahmed-i Rufâî Hazretleri, “Rasûlüllah gözümden bir an kaybolsa, kendimi müslüman saymam.” demiş. Derecesine bak! Dâimâ Rasûlüllah’ı görme halinde, müşâhede halinde...

Türbe-i Saâdet’i ziyarete gittiği zaman, —çok tarih kitapları yazıyor; bir tane iki tane değil, kırk elli kitap yazıyor— demiş ki:

“—Yâ Rasûlallah! Uzaktan sana selâmımı gönderiyordum, rûhumu gönderiyordum. Şimdi vücudum seni ziyarete geldi

42

Medine-i Münevvere’ne, Türbe-i Saâdet’ine... Elini uzat da vücudum da şereflensin!” demiş.

Orada bulunan insanlar, yüzlerce insan şahitlik ediyor: “—Türbe-i Saâdet’ten el çıktı; Seyyid Ahmed-i Rufâî Hazretleri eli öptü.” diyorlar.

Ondan sonra da, Babü’s-Selâm’a gitmiş, yatmış; “Gelen geçen benim üstümden geçsin, ezsin!” demiş. Dünyayı görmez ki gözü... O devlete eren, o kadar da mütevâzî oluyor. Toprak gibi oluyor yâni... Tasavvuf bu işte!


Senelerce kafa gezdiriyor insan, vücut gezdiriyor. Kibirli, burnu havada, aklı karışık, duyguları ters... Edebi yok, terbiyesi yok, aklı yok... İbadeti yok, tâati yok, fikri yok... Kibri, gururu, sûizannı var... Olmaz! Böyle bu yolda gidilmez! Bunları sevmez Allah! Bunları sevmeyince de kapanır.

Kerâmeti, tasavvufu, her şeyi inkâr ediyor. Neden? Zavallıcık görmüyor da ondan... Görmeyince, inkâr eder; normal... Yâni,

43

onun da hâlini anlıyor insan... Çünkü görmüyor, bilmiyor. Hiç evliyâ görmemiş, hiç evliyâ yanında bulunmamış! Tamam, o da inkâr eder tabii... Herkes bildiğini yapacak.


Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, “Söyleyene bakma, söyletene bak!” diye bir söz vardır. Ben bir kardeşinizim... Tabii, sizin duanıza ihtiyacım var... Müslümanlar birbirlerinin kardeşidir. Ama, hayatın en mühim işi para kazanmak değildir, dolar kazanmak değildir; bunu bilin! “—Bunu biliyoruz hocam!” Biliyorsun ama, hayatını buna göre tanzim etmiyorsun! Biliyorsun ama, bildiğine göre ayarlama yapmıyorsun! Hayatını da ona göre ayarlayacaksın! Hayatın en mühim işi, rızık peşinde koşmak değilse; asıl mühim işi Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaksa; o zaman, asıl mühim işini yapacaksın! “—Şimdi benim param ne olacak? Benim maaşım, kiram, evdeki yiyeceğim, içeceğim ne olacak?” Bak! Allah hemen arkasından diyor ki:


إِن اللَََّّ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات:٨٥)


(İnna’llàhe hüve’r-rezzâku) “Rezzâk olan, Allah’tır; (zü’l- kuvveti’l-metîn) sapasağlam kuvvet sahibidir.” (Zâriyât, 51/58) Güçlüdür; güçsüz değildir, aciz değildir. Sana rızık göndermekten aciz değildir, verir! Gökten pattadak altın da düşer. Yerden, ayağının altından zümrüt, mücevher de çıkar. Allah verdi mi, verir. Bir yerden sağlar. Denizden balık hoplar, kucağına düşer.

Kàdir... Sen onun yolunda olursan, sen kulluğunu bilirsen; o Rabliğini bilir. O zâten biliyor Rabliğini... Sen kulluğunu bildiğin zaman, o sana nasıl ikram edeceğini bilir. Senin istemene lüzum yok; istemeden, istemene lüzum kalmadan verir.


Onun için, en mühim olan işi ihmal etmeyelim! Asıl hedefimiz,

44

Allah’ın rızâsını kazanmak, ma’rifetullahı elde etmektir... Asıl işimiz, Allah’ın sevdiği kul gibi yaşamaktır... O jestlerle, o ahlâk ile, o sözlerle, o tavırlarla, o düşüncelerle yaşamaktır.

Yoksa, başka türlü yaşadın mı, yaşamakta serbestsin. İster ağzını açar küfredersin, istersen zikredersin... İstersen gözünü açar harama bakarsın; istersen Kur’an okur, helâle bakarsın... İstersen elinle helâl minallah kazanırsın, elinin emeğini yersin; istersen elini harama uzatırsın, çalar çırpar öyle kazanırsın... Serbestlik var... Serbestlik var ama, kötü yoldan kazanırsan, sonu iyi değil... Bu dünyada istediğin gibi yaşarsın ama, ahirette cezâsı var... Bu dünyada da kalmaz, bu dünyada da cezâsı var...

O bakımdan, Allah-u Teâlâ Hazretleri gözümüzden perdeleri kaldırsın; gerçekleri tam görmeyi, yolunca hareket etmeyi nasib etsin... Günahlardan korusun, kulluğunu öğrenmeyi nasib etsin... Edepli, terbiyeli, ahlâklı, sâkin, sabırlı, şükürlü, tatlı dilli, güler yüzlü, güleç yüzlü; gecesi gündüzü hoş, iyi, sevaplı kul olmayı Allah cümlemize nasîb etsin...


20. 02. 1991 - Sydney/Avustralya

45
02. ZİKİR DERSİ
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2