11. GERÇEK MÜSLÜMAN OLMAK ZORUNDAYIZ

12. YOL RASÛLÜLLAH’IN YOLUDUR



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn... Hamden kesîran tayyiben kemâ yuhibbü rabbünâ ve yenbağî leh… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedini’l-mustafâ… Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîni ve bi’s-sıdkı ve’l-vefa...

Emmâ ba’d:


Çok aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun… Rabbimiz, şu mübarek cuma gününün hayrından, feyzinden, bereketinden cümlenizi, cümlemizi istifade edenlerden eylesin…

Peygamber SAS Efendimiz’in, hadis-i şeriflerinden birkaç tanesini cuma namazı vakti gelinceye kadar, size okuyup izah etmek istiyorum.

Sohbete başlamadan önce, —şu mübarek cuma gününde cümle geçmişlerimiz, boynu bükük, bizden duâ beklerler— Peygamber SAS Efendimiz’in rûhu için; Peygamber Efendimiz’in vârisleri, ulemâ-i muhakkikîn, meşâyıh-ı vâsilîn, mürşidîn-i kâmilîn-i mükemmilîn, sâdât-ı turuk-ı aliyyemizin ve evliyâullahın ruhları için; âlimlerin, şehidlerin, fâzılların, kâmillerin, sâlihlerin ruhları için;

Uzaktan, yakından, buraya namaz kılmaya gelmiş siz kardeşlerimizin âhirete göçmüş bütün sevdiklerinin, yakınlarının, geçmişlerinin, arkadaşlarının, dostlarının ruhları için; bu beldelere, diyâr-ı gurbetlere çalışmak için gelmiş olup buralarda vefat eden, defnedilmiş olan gariban kardeşlerimizin ruhları için;

Sair mü’minîn ü mü’minât ve müslimîn ü müslimâtın ve okuduğumuz hadisleri bize kadar nakil ve rivayet etmiş olan râvîlerin, âlimlerin, musanniflerin ruhları için; bizim de dünya ve

301

âhiret selâmetimize vesile olmasını temenni ederek, buyurun o geçmişlerimizin ruhlarına bir Fâtiha, on bir İhlâs-ı Şerif okuyup hediye edelim:

……………………………….


a. Dünyanın İzzeti Geçicidir


Kàle’n-nebiyyü salla’llàhü aleyhi ve sellem, kemâ revâhü’l- buhàrîyyü rahmetu’llàhi aleyh:


حَق عَلَى اللهِ أَنْ لََّ يَرْتَفِعَ شَيْءٌ مِنَ الدُّنْيَا، إِلََّّ وَضَعَهُ (خ. عن أنس)


(Hakkun ale’llàhi en lâ yertefia şey’ün mine’d-dünyâ, illâ vadaahû) Sadaka rasûlü’llâh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Besmeleyle ve kur’a usulü ile açmış olduğumuz hadis kitabının bu sayfasından birinci hadis-i şerifi okuduk. İmam Buharî, hadis âlimi, hadis âlimlerinin serveri, önderi, büyüğü, ulusu mübarek; Buhâra’lı… Kıymetli hadisleri yazar, sıhhatli hadisleri yazan kitabına en sağlam hadisleri alır. O mübareğin kitabında yazılmış ki: Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin elçisi, Peygamberimiz, rehberimiz, nümûne-i imtisâlimiz, başımızın tâcı, mürebbîmiz, muallimimiz, gözümüzün nûru, gönlümüzün süruru, Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri şöyle buyurmuşlar:55


حَق عَلَى اللهِ أَنْ لََّ يَرْتَفِعَ شَيْءٌ مِنَ الدُّنْيَا، إِلََّّ وَضَعَهُ (خ. عن أنس)



55 Buhàrî, Sahih, c.IX, s.488, no:2660; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.477, no:703; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.386, no:3731; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XII, s.507, no:34270; İbn-i Sa’d, Tabakàt, c.I, s.493; İbn-i Hibbân, Sikàt, c.I, s.284; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

302

(Hakkun ale’llàh) “Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin üzerine haktır. (En lâ yertefia şey’ün mine’d-dünyâ) Dünyadan dünyalıktan her ne ki yükselir; (illâ vadaahû) onu alçaltmak, Allah’ın üzerine haktır. Yani, gereklidir, zarûrîdir.” mânâsına.


b. Hadîs-i Şerifler Bizi Ümmet Yapıyor


Muhterem kardeşlerim!

Bizimle eski müslümanlar arasında, bizimle Peygamber Efendimizin zihniyeti arasında fark olursa, biz zarar ederiz. Çünkü Peygamber Efendimiz, Allah’ın Rasûlüdür, elçisidir, âriflerin serveridir. Kur’an’ı, Allah’ın rızasını en iyi bilendir; gerçekleri en iyi görendir.

Dünya ve ahiretin hakikatlerini, mâzinin, istikbâlin olaylarını, Allah ona bildirmiştir. Ahlâkını güzel eylemiştir, evvelden seçmiştir. Hazret-i Âdem AS yaratılmadan önce, Nûr-u Muhammediye’yi yaratmıştır. Rasûlüllah Efendimiz bizim örneğimizdir. Kendimizi ona göre ayarlamamız lâzım! Dini kendi

303

keyfimize göre, eğip-büküp te’vil etmek, kıvırttırmak, çevirmek, ihmal etmek, değiştirmek doğru değildir. Bu değiştirmeye bid’at derler. Bid’at çıkartmak, yani, yeni bir şey ortaya çıkartmak derler.

Dinde çok zararlı, çok tehlikeli, şiddetle yasaklanmış bir iştir. Yeni bir şey, yeni bir usûl çıkartmak, yeni bir fikir ortaya atmak, dinin aslını bozar. Çünkü dinin aslı Peygamber Efendimiz’den öğrenilmiştir. Onun sünneti başımızın tacıdır. Onun, bize okuduğu, Allah’ın kendisine vahyettiği Kur’an-ı Kerîm, bizim rehberimizdir, kılavuzumuzdur. Dünya ve ahiret saadetimizin medârıdır..

Biz, bunların üzerine manevî hakikat diye, kendi aklımıza gelen, gönlümüze gelen, şeytandan, nefisten, fâsık, fâcir zihniyetten herhangi bir şey ortaya atarsak, “Din şöyle olmalı canım, benim aklıma göre böyle olmalı. Bu devirde şöyle olmaz, böyle olur.” v.s. gibi her kafadan bir ses çıkarsa, dinin temeli bozulur.


Dinin bu güne kadar, bin dört yüz küsur yıl geçmesine rağmen sapasağlam durması, herkesin hayranlığını toplaması, Avrupalının, Amerikalının, Japonun, Kanadalının müslüman olması; sağlam kalmış, bozulmamış olmasındandır. Pırıl pırıl kalmasından, altın gibi olmasındandır.

Altını hangi kılığa sokarsan sok, ister erit, ister toz haline getir, istersen külçe haline getir; ne yaparsan yap, altın altındır. Altın yüzük yapan atölyenin temizliğini yapmışlar, süpürmüşler; tozlarının içinden bilmem ne kadar milyon lira tutacak altın tozu

çıkmış. Onları satmışlar, Medine-i Münevvere’de hayır yapmışlar, bizim arkadaşlarımız! Tozu bile paradır. Toz olsa da, yaprak olsa da, hurda olsa da, paradır. Bilezik de olsa, altın lira da olsa, gene paradır.

Neden? Altın soylu bir madendir; okside olmaz, bozulmaz. Altın, toprağın altında kalsa, yeşermez, değişmez. Onun için, eskiden beri herkesin sevdiği bir malzeme olmuş. Bir süs eşyası, süs malzemesi, süs maddesi olmuş. Ondan yüzük, bilezik daha

304

başka malzeme yapmışlar. Asırlar boyu insanoğlu onu kullanmış.


Peygamber Efendimiz, müslümanları da altına benzetiyor. Diyor ki: İster erit, ister yak, ister ateşe at. Hiç değişmez altın. Mü’min de öyledir. Dünyanın her türlü halinde her ne olursa olsun, mü’minliği, imanının cevheri pırıl pınl kalır. Böyle methetmiş Peygamber Efendimiz.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Dinde yeni fikirler ortaya atmak, cahil insanların işi. Utanmıyor, korkmuyor, titremiyor, tüyleri diken diken olmuyor:

“—Rasûlüllah Efendimiz sağ olsaydı şimdi, şöyle gezerdi, böyle yapardı.” diyor. Terbiyesizliği bırak! Efendimiz dinden anlatılmadık hiçbir şey bırakmadı ki; her şeyi anlattı. Hadis-i şeriflerini okursan her şey var. Hepsi güzel. Anlatılmamış bir şey var da sen mi tamamlayacaksın? Sen peygamber misin? Sen nesin? Ne oluyorsun? Sen Rasûlüllah’a uyacaksın! Peygamber Efendimiz’i tanımaya çalışacaksın! Sözlerini öğrenmeğe, anlamağa, ondan istifade etmeğe çalışacaksın.


Bugün dünya üzerinde, müslümanları birbirlerine bağlayan en kuvvetli bağ Peygamber Efendimiz’dir. Nasıl? Çünkü Pakistanlı müslüman da Peygamber Efendimiz’in hadisini okuyor, Cemaat-i Tebliğ de... Cemaat-i Tebliğ’in mübarek âlimi Zekeriyyâ Kandehlevî de Peygamber Efendimiz’in hadislerini kitabına almış Fazâilü’l-Âmâl diye, o’nu anlatıyor.

Gümüşhaneli Hocamız da Peygamber Efendimiz’in hadislerini almış Râmûzü’l-Ehâdîs’te, onu anlatıyor. Şâfiîlerin büyük imamı İmâm Nevevî de Peygamber Efendimiz’in hadislerini almış Riyâzü’s-Sâlihîn’e, onu anlatıyor. Malezya’lı İzzettin Bulek bir kitap yazmış, o da hadisleri almış, onu anlatıyor. Hepimiz hadisten feyz alıyoruz.

Hepimiz o nurdan nur iktibas ediyoruz, feyz kazanıyoruz. Onun için bir ümmet meydana geliyor. Hepimiz birbirini seven bir ümmetiz. Hintli kardeşlerimizi de seviyoruz, Brezilyalı, Yunanlı

305

kardeşimizi de, İngiliz kardeşimizi de seviyoruz. Neden? Müslüman oldu. İmanda birlik ve beraberlik oldu, Rasûlüllah’a bağlandı, Rasûlüllah’ın sünnetinden istifade ediyor. O da benim gibi sakal bırakıyor, namaz kılıyor. O da benim gibi sünnetleri yaparak sevap kazanmağa çalışıyor. O da Peygamber Efendimizin her tavsiyesine uyuyor.

Yani, bizi Ümmet-i Muhammed yapan, belli bir ümmet yapan ana kaynak Rasûlüllah Efendimiz. Onun için, biz de dinin aslını bozmamağa çalışmalıyız.


Târihî bir eseri kiralasalar, deseler ki:

“—Al, şu taştan yapılmış büyük binaları, şu bahçe içindeki her şeyi sana kiraya verdik, ucuz da kiraya verdik, buyur otur! Hem okul hem ibadethane olarak kullan; hem şöyle yap, hem böyle yap!”

“—Tamam, biz burada cuma namazı da kılarız, her şeyi yaparız!” diye ucuz kirayla sevindik, aldık.

Şimdi biz bunun duvarlarını yıkabilir miyiz? Yok… Tozumuzu çıkartırlar. Çatısını değiştirebilir miyiz? Hayır, alimallah çok fenâ yaparlar. Tarihi eser, dokunamazsın. Kapısını camını değiştiremezsin, süsüne dokunamazsın. Güzel muhafaza edeceksin. Neden? Tarihî ve kıymetli… Senin yapacağından çok daha güzel yapılmış zamanında. Tarihî olmaktan kıymet kazanmış.

Dinimiz de öyle. Bin dört yüz yıl önceden gelmiş, öyle antika, öyle kıymetli, öyle eşsiz-emsalsiz bir din ki, nesine baksan güzel! En küçük bir parçası bile çok kıymetli. Müzelere kaldırılacak kadar güzel ve kıymetli… Onun için, biz bunu bozmağa çalışmak yerine, biz kendimizi buna uydurmağa çalışmalıyız.


Biz neyiz? Vallahi, biz bu devrin insanları, karmakarışık insanlarız. Nasıl yetiştik? Allah bilir nasıl yetiştiğimizi…

Kimimiz okudu, kimimiz okumadı. Kimimiz İngilizce öğrendi, kimimiz öğrenmedi. Kimimiz Batı kültürüne göre yetişti, kimisi Doğu kültürünü yarım yamalak öğrendi. Kimisi, şu zihniyette,

306

kimisi bu zihniyette… Vallahi bizim fikirlerimiz, düşüncelerimiz ipe sapa gelmez, her kafadan bir ses çıkar.

Olmaz! Dine, Kur’an’a, Peygamber Efendimizin sünnetine bağlanacaksın! İpe sapa geleceksin, dizileceksin.

Bir avuç inci verseler;

“—Ben bunu ne yapayım?” “—Tut, avucunda öyle dursun!” “—Ellerim bana lâzım. Avucumda bu inciler durursa, ellerimi kullanamam!” “—Ama bu inciler kıymetli…” “—Kıymetli olsun, ne yapalım?” “—O zaman bunları ipe dizersin, intizama girer, bir sisteme bağlanır. O zaman götürürsün, bir hanımın boynuna yakışır. Gerdanlık olur, kolye olur, tamam olur. Avuçta durmaz, intizamlı olması lâzım!”


Her şeyin intizamlı olması lâzım! Bizim de sistemimizin olması lâzım! İman bizim sistemimiz, ahlâk bizim sistemimiz. Belli bir ahlâkımız vardır. Bir müslümanı başka kültüre bağlı bir insandan ayıran bazı vasıfları olması lâzım. Vardı eskiden... Biz, şimdi iyi müslüman yetişemediğimiz için, tavırlarımız farklı oluyor, garip oluyor.

Ben dün biraz çarşı pazara çıktım. Çıkmaz olsaydım. “Biraz alış veriş yapalım, pabuç alalım! Gideceğimiz yerde kışlık pabuçla olmaz, yazlık pabuç alalım!” dedik, çarşıya pazara çıktık. Bu insanlar acaip insanlar...

El-hamdü lillâh, ben burada böyle, Robinson Krouze’nin denizde gemisi battıktan sonra bir adaya çıkıp keyfince yaşadığı gibi, Melbourne’da rahat yaşıyorum. Neden? Cami var… Allah’ın sevgili mekânı burası, ibadethanesi, burada rahat yaşıyorum. Ama bir de Keymart’a gittin mi, gör bakalım o zaman dışarıda ne varmış? Rezalet!

Kıyafet bakımından, ahlâk bakımından rezalet. Erkekler bir acaip, kadınlar bir acaip... O tarafa bakma, bu tarafa bak! Bu taraf sanki hoş mu? Bu tarafta da berbat… O tarafa bak, o taraf

307

da berbat. Her tarafı berbat… Allah yardımcımız olsun!

Biz emekli olmuşuz, kızağa çekilmişiz, el-hamdü lillâh adaya çıkmışız. Siz, okyanusta kulaç atıp duruyorsunuz. Dalgalarla sahile çıkacağız diye uğraşıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun! Zor…

Bunların ahlâkı işte bu! İslâm diyarı olsaydı burası, nasıl olurdu? Kadınlar örtülü olurdu. Erkekler başka türlü olurdu. Her şeyin bir usulü olurdu. İtimat ederdin.


Gelelim hadis-i şerife. Ne diyoruz muhterem kardeşlerim? Biz müslümanız diyoruz. Bizim bir öz kültürümüz var! Öz, ama nasıl öz? Altın gibi saf, pırlanta gibi pırıl pırıl, güzel bir kültürümüz, dinimiz, ilmimiz, irfanımız var. Kur’an’ımız, sünnetimiz, camimiz, imanımız, ahlâkımız var.

Hepsi güzel, hepsi antika, hepsi pırlanta gibi kıymetli... Hepsi müze eşyası gibi aziz… Biz bunlara sarılacağız. Kılık bakımından, kıyafet bakımından… Şimdi kardeşlere bakıyorum, çocuklarına bakıyorum; göğüslerinde tişörtler, hayvan resimleri vesaire... Olmaz.

Peygamber Efendimiz, evine geldiği zaman, perdede hayvan nakışları varmış. Bir perde asmış Peygamber Efendimiz’in hanımları kapıya, içerisi görünmesin diye. Bir gelmiş bakmış ki, hayvan deseni var üzerinde. Kuş muydu, geyik miydi, arslan mıydı, kuzu muydu? Ne idiyse, hemen kaldırmış. Neden? Şekil olan, resim olan yere melek girmez diye.

Şimdi bizim tişörtlerimizde maymun resmi, kaplan, arslan, zürafâ, kartal, kanguru resmi, şu resmi, bu resmi olmaz. Neden olmaz? Biz müslümanız, bizim özel zevkimiz var…


Yemeklerimiz bile farklıdır. Bizim yemeklerimizle bu tarafın yemekleri farklıdır. Tatlılarımız, mutfaklarımız farklıdır. Tabiî, mutfak Peygamberimiz’in zamanından gelme bir şey değil. O, kendi örfümüz. Türkiye’den gelme örf ama dinimizin esaslarına sımsıkı sarılmalıyız! Kılık-kıyafet, davranış ve özellikle en kıymetli, en sevaplı olan ahlâk bakımından…

308

Engin, sakin, hâkim, bilge, sabırlı, tatlı dilli, her yaptığı işi güzel yapan, kusurlu iş yapmayan, herkese iyiliği dokunan bir insan olmamız lâzım!

Kendinizi, her biriniz bir elçi olarak kabul edin. Avustralya’da elçisiniz. Bu kadar elçi olur mu? Evet olur. Hepiniz elçisiniz. Ne elçisisiniz? İslâm’ın elçisisiniz, Avustralya’da… İslâm’ı burada siz temsil edeceksiniz! Siz, İslâm’ı koruyacaksınız. İslâm’ın tanıtılmasını yapacaksınız, hukukunu savunacaksınız; İslâm’ı sevdireceksiniz.


Size bakan insan, müslüman olmak isteyecek:

“—Yâ müslümanlar ne güzelmiş, ben hiç tanımamıştım. İyi ki gelmişler Avustralya’ya… Şu adamların yaşayışlarına bak! Ailelerine bak, hanımlarının terbiyesine, kapalılıklarına; kendilerinin dürüstlüğüne bak! Haram yemezler, vazifelerine sadıktırlar, saatinde gelirler, saatinde giderler...” demeli.

309

Her şeyimiz elçi gibi olmalı, dikkatli olmalı… Protokola riayet edilerek olmalı ki, kimse bir şey diyemesin. Bundan öteye, herkes İslâm’ı sevsin! Yani, görevimiz İslâm’ı tanıtmak ve sevdirmek.

Küçük işlere tenezzül etmeyeceğiz. Kendimizi küçük düşürecek işleri yapmayacağız. Her şeyimiz itibariyle, saygınlık kazanacağız. Yani, saydıracağız kendimizi… Nasıl sayacak? Adam hayran olacak. Tanıyacak, ahlâkımıza hayran olacak.


c. Gönül Darlığı


Bu dünya hayatı gelir geçer muhterem kardeşlerim! Paralar, mallar, manzaralar, evler gider. Hattâ, bana geçen gün arkadaşlarım enteresan bir şey söyledi, şaşırdım:

“—Bıktık hocam Avustralya’dan...” dedi, bazı arkadaşlar. “Vallahi, rahatından bıktık” dediler.

Doğrudur, rahat da gaye değildir. Eline geçtiği zaman anlarsın gaye olmadığını… Türkiye’de şimdi çalışıyorsun, “Bir evim olsun, bir arabam olsun, borçlarımı bir ödeyeyim, birazcık daha rahat edeyim!” diye. Sen onu gaye edinmişsin, sanıyorsun ki, hayatın gayesi o... Gel Avustralya’ya, gör işte! Araban da var, evin de var, paran da var, buyur bakalım!

Yunus Emre, çok kısa söylemiş, çok güzel söylemiş rahmetli… Ârif insan, tatlı insan. Diyor ki:


Kemdürür yoksulluktan, nicelerin varlığı;

Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı…


Mânâsını da söyleyeyim: “Birçok insanların, yoksulluktan daha fenadır varlıkları. Parası, pulu, zenginliği, imkânı var, her şeyi... Ama yoksul insanlardan daha mutsuzdur.”

Kem dürür, kemdir, yâni kötüdür demek. Nicelerin, birçok insanların varlığı, yoksulluktan daha kötüdür. Varlıklı olması, zengin olması, yoksul olmasından daha fenadır. Neden? Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı... Gönlü dar, rahatsız, huzursuz…

310

Burada siz o durumdasınız işte! Gönlünüz huzursuz. Neden? Para, pul, her şey var ama, İslâm’ı tam yaşayamıyorsunuz. Çocuklarınız İslâm’a tam bağlanamıyor. Hanımınız tam İslâmî hayatı yürütemiyor. Bakıyorsunuz, seziyorsunuz ki, bazı şeyler günah olabilir. Eyvah diyorsunuz. Para var ama huzursuz oluyorsunuz.

Gönlü dar oluyor insanın… Çünkü Allah’ın yolunda gittiği, Allah’ın zikrini yaptığı, Allah’a ibadet ettiği zaman gönüller huzur bulur. Allah’ın emrettiği şeyler zor da olsa, meşakkatli, sıkıntılı da olsa; yaptığı zaman insan akşama huzurlu olur. Allah’ın sevmediği şeyleri yaptığı zaman da, keyifli de olsa, eğlenceli de olsa; bu eğlencelerin, bu keyiflerin sonu pişmanlık olur.

Allah Allah! Ne acayip iş! Sabahtan akşama kadar eğlenirsiniz, akşama bir yeis, bir üzüntü, bir gönül darlığı, bir pişmanlık… İntihar edeceği gelir insanın. Neden? Allah yolunda geçirmedin gününü, içine kara bulut gibi pişmanlık çöktü.

En iyisi Allah yolunda yürümektir. Bu dünyanın kıymeti yoktur. Bu dünyayı geçici… Bu dünyayı, âhireti kazanabilmekte

311

kullanabilirsen, kıymetlidir.


Fırsatı iyi değerlendirin! Top geldi önüne, koşturdun koşturdun, kaleye doğru sürdün, berikini kıvırdın, ötekisini kıvırdın, kaleci ile baş başa kaldın, kaleciyi de kıvırdın, golü attın. Tamam, güzel, başardın bu işi… Fırsatı değerlendirdin, karşı takımın boşluklarından istifade ettin, golü attın; güzel!

Ama bir de elinden topu kaçırırsan? Kimisi yere yatıyor, diz çöküyor, saçlarını yoluyor.

Golü atanın hepsi tepesine çıkıyor, atlıyorlar tebrik etmek babında… O da, elleriyle zafer işareti yapıyor tribünlere:

“—Gördünüz mü, ne hüner becerdim!” diye.

Ama, kaçırdığı zaman da saçlarını yoluyor:

“—Tüh, nasıl kaçırdım bu fırsatı?” diye.


İşte bu hayat fırsatı kaçtığı zaman, asıl o zaman, saç-baş yolunacak. Hayat kaçtı, fırsat bitti, ömür tükendi, gençlik gitti, para gitti, hayat bitti. Azrail AS karşına geldi dikildi:

“—Haydi bakalım, ver emâneti! Ben, emâneti almağa geldim.” “—Ne emâneti yahu?” “—Can emâneti… Allah, sana bir can emâneti vermişti. Sen bu can emanetini biraz burada kullanacaktın, ondan sonra âhirete gidecektin. Sen burada demir atacağını, devamlı kalacağını mı sandın? Burası kazık kakma yeri mi? Kervan-saray mı burası? Otel mi, motel mi burası? Sen bunu bilemedin.” “—Haa, öyle mi? Biraz dur da, biraz daha ömrüm uzasın, ben bütün yaptığım haltları telafi edeyim, bütün günahları sildireyim. Bu sefer iyi şeyler yapayım, iyi olarak gideyim!” “—Yoook!”


فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لََّ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلََّ يَسْتَقْدِمُونَ (الَعراف: ٤٣)


(Feizâ câe ecelühüm lâ yeste’hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn) [Ecelleri geldiği zaman, ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri

312

gidebilirler.] (A’râf, 7/34)

Ecel vakti geldi mi, Azrail hiç tehir etmez. Vazifesi o, anında alacak. Saatini, saniyesini geçirmez; o saatte canını çeker alır.

“—Yâhu, müsaade et! Sen de bir meleksin, biraz müsaade et, toparlanayım!” “—Yok, önceden yapsaydın!”


Rivayet ediyorlar, bir hikâye tabiî bu, ama sembolik; güzel bir mânâ çıkıyor:

Adamın birisi, Azrail AS’la tanışmış, iyice ahbap olmuşlar. O, onu seviyor; o, onu seviyor! Adam ahbaplıktan yüz bulmuş demiş ki: “—Bana bak! Sen benim canımı almağa gelmeden önce haber ver de, hazırlık yapayım. Madem bu kadar güzel ahbabız, önceden haber ver, ölüme hazırlanayım. Gafilken, içki içerken, kumar oynarken, cünüp iken, sarhoş iken, Allah saklasın fena bir şekilde ölmeyeyim. Tevbe etmiş olarak, abdestli, namazlı olarak, camide, güzel bir şekilde öleyim..” Neyse, anlaşmışlar. Aradan bir zaman geçmiş, kaç yıl geçtiyse, Azrail gelmiş, çökmüş göğsüne; can alacak.

“—Böyle ahbaplık mı olur? Önceden konuşmadık mı? Hani önceden bir haber verecektin! Şimdi, pattadak geldin, ver canını diyorsun!” demiş.

Azrâil AS da demiş ki:

“—Ben sana çok haber gönderdim.” “—Yok, almadım. Ne haber gönderdin?” “—Başın ağrıdı, haberdi. Hastalandın, haberdi. Kaza oldu, haberdi. Ben sana bir sürü haber gönderdim, sen haberleri alamamışsın, değerlendirememişsin. Onların hepsi birer haberdi. Bu dünyanın fânî olduğunu, âhiretin geleceğini gösteren bir haberdi.”


Bu dünya böyle bir yerdir işte! Âhiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen büyür, âhirette biçersin. Bu dünyada ne hayır işlersen, âhirette sevabını görürsün. Bu dünyada ne kötülük işlersen,

313

karşında görürsün âhirette... Hattâ kabrinde görürsün.

Kabrinde, insan işlediği amelleri sembolik olarak karşısında görecek. Nasıl sembolik olarak? Meselâ, hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz anlatıyor ki:

Kabre girmiş olan bir insan… Kabir karanlık, dar, sıkıntılı, havasız, zor, korkunç bir yer; insan korkar. Bakacakmış ki çok güzel yüzlü, pırıl pırıl, nûrânî, sevimli, sempatik, tatlı bir insan var karşısında… Şaşıracakmış:

“—Maşaallah,.. Ben de kendimi burada yalnız sanıyordum, sen varmışsın meğerse… Yalnızlık çekmeyeceğim, sıkıntı çekmeyeceğim. Sohbet ederiz seninle… Sen kimsin? Seni çok sevdi canım. Şu kabir denilen yapayalnız yerde, vahşet, yalnızlık yerinde sen karşıma çıkınca çok sevindim. Gönlüm de sana ısındı. Yüzün de güzel, halin de güzel… Anlaşılan sen Allah’ın güzel bir kulusun, mahlûkusun. Sen kimsin?”

O da diyecekmiş ki:

“—Ben senin okuduğun Tebâreke Sûresi’yim. Sen o Tebâreke Sûresi’ni okudun! Şimdi, ben de sana kabirde yoldaş oluyorum.” Demek ki, Allah bizim anlayacağımız bir şekilde getiriyor, sevaplı şeyleri. Yani, sevabı doğrudan doğruya yanımızda dursa; Ne bileyim, bir pırıltı şeklinde bile olsa, o da hoşumuza gider. Kabir karanlık olmasın, aydınlık olsun. O da hoşumuza gider ama, demek ki biz en çok neyi severiz? Arkadaş severiz, dost severiz. O zaman, dost şeklinde karşına getiriyor. Sembolik olarak getiriyor. Yani, sıkıntı çektirtmiyor.


O bakımdan insan, bu dünyada yaptıklarının karşılığını kabirde görecek. Namazı, orucu, haccı, zekâtı, hayratı, hasenâtı etrafını alacaklar. Şeytanlar, azap melekleri yanına gelemeyecek. Neden? İbadetleri mâni olacak. Ayakucundan gelmek isteyecek, oradaki ibadeti, namazı diyecek ki:

“—Gelme bunun yanına, bu dünyada iken namaz kılardı.” Sağından gelmek isteyecek, solundan gelmek isteyecek. Orucu, haccı, zekâtı mânî olacak, yanına sokmayacak kötü şeyleri. Kabirde rahat başlayacak. Kabir istirahati, kabir rahatı, kabir

314

güzelliği başlayacak. Kabri, cennet bahçelerinden bir bahçe olacak.


d. Kabirde Azap Görenler


Bazıları ise kabirde azap görmeğe başlayacak. Buhàrî, Müslim ve diğer kaynaklar Abdullah ibn-i Abbas’tan şöyle rivayet ediyorlar:


مَر رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى قَبْرَيْنِ، فَقَالَ: أَمَا إِنَّهُمَا لَيُعَذَّبَانِ


وَمَا يُعَذَّبَانِ فِي كَبِيرٍ؛ أَمَّا أَحَدُهُمَا فَكَانَ يَمْشِي بِالنَّمِيمَةِ، وَأَمَّا اْلآخَرُ


فَكَانَ لََّ يَسْتَتِرُ مِنْ بَوْلِهِ. فَدَعَا بِعَسِيبٍ رَطْبٍ، فَشَقَّهُ بِاثْنَيْنِ، ثُمَّ غَرَسَ


عَلَى هَذَا وَاحِدًا، وَعَلَى هَذَا وَاحِدًا، ثُمَّ قَالَ: لَعَلَّهُ أَنْ يُخَفَّفُ عَنْهُمَا مَا


لَمْ يَيْبَسَا (خ. م. عن ابن عباس)


(Merra rasûlü’llah SAS alâ kabreyn, fekàle) Peygamber Efendimiz SAS iki kabrin yanından geçiyordu, dedi ki:

(Emmâ innehümâ leyüazzebâni) “Bu iki kabirdeki insan azap görüyor şimdi.” Siz duymuyorsunuz ama, ben peygamber olarak anlıyorum. Bu ikisi azap görüyor kabirde… (Ve mâ yüazzebâni fî kebîrin) “Hem de, büyük bir şeyden dolayı değil.” Sizin önemsemeyeceğiniz iki sebepten dolayı bunlar azap görüyor. Bunlar müslüman, ama azap görüyorlar kabirde. Cayır cayır yanıyorlar.

(Emmâ ehadühümâ fekâne yemşî bi’n-nemîmeti) Bunlardan birisi, laf götürürdü.” Ahmet’in lâfını Mehmet’e götürürdü, söz taşırdı, koğuculuk yapardı, kışkırtırdı. O da ona kızardı.

“—Vay, Ahmet bana böyle demiş ha! Bizim mahalleden geçince

315

ben ona gösteririm. Yakasına yapışırım, canına okurum intikamımı alırım.” Bakın, arayı bozdu! Onun için, kabirde azap görüyor.

(Ve emme’l-âharu fekâne lâ yestatiru min bevlihî) Ötekisi, küçük abdestini yaparken sakınmazdı.” Nasıl sakınmazdı? Avret yerini açar, herkes görür, o bir günah. Veyahut şar, şar, şar boşaltır; elleri, ayakları, elbisesi, etekleri ıslanır.

Bu ne biçim şey? Sen deve misin, merkep misin? Bunun bir usûlü var. Bu pis, necis… Üstüne sıçramaması lâzım! Bir zerresinin bulaşmaması, güzel bir tarzda olması lâzım. İşte buna dikkat etmediğinden dolayı kabirde azap görüyor.


فَدَعَا بِعَسِيبٍ رَطْبٍ، فَشَقَّهُ بِاثْنَيْنِ، ثُمَّ غَرَسَ عَلَى هٰذَا وَاحِدًا،


وَعَلَى هٰذَا وَاحِدًا، ثُمَّ قَالَ: لَعَلَّهُ أَنْ يُخَفَّفُ عَنْهُمَا مَا لَمْ يَيْبَسَا.


(Fedeà bi-asabin ratbin) Sonra Rasûlüllah SAS yaş bir hurma dalı istedi. (Feşakkahû bi’sneyni) Getirilen hurma dalını ikiye ayırdı. (Sümme garase alâ hâzâ vâhiden, ve alâ hâzâ vâhiden) Sonra birini bir mezarın, diğerini de diğer mezarın üzerine dikti. (Sümme kàle) Daha sonra buyurdular ki: (Leallahû en yuhaffefü anhümâ mâ lem yeybesâ) “Umulur ki bunlar yaş olarak kaldığı müddetçe azapları hafifler.”


Başka bir hadis-i şerifte bildiriliyor ki:56

“Bir mü’min kabre yatırıldığı zaman, başına ateşten bir tokmak indiriliyor. Kafası darmadağın oluyor. Kabrin içi duman ve ateş doluyor. O bağırıyor, feryad ediyor, kurtulmaya çalışıyor:

‘—Aman bana vurmayın! Ben müslümandım. Yanlışlık mı yapıyorsunuz, niye vuruyorsunuz?’ diyor.



56 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.443, no:13610; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.528, no:12140; Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.31, no:43758; Tergîb ve Terhîb, c.III, s.132. no:3380.

316

Onlar da diyorlar ki:

‘—Hayır, yanlışlık yapmıyoruz. Sen dünyadayken, zalimler bir mazluma bir yerde zulmediyorlardı. Sen onların yanından geçtin, mazluma yardımcı olmadın, mazlumu korumadın. Mazlumun imdadına yetişmedin. O mazlumu, o garibanı, onların elinde bıraktın, geçip gittin. Ondan dolayı, mü’min olduğun halde kabirde başına bu ateşten tokmakları yiyorsun!’ diyorlar.” Demek ki, kabirde cezâ da olabiliyor, sefâ da olabiliyor. Kabir cennet bahçesi olabiliyor, cehennem çukuru olabiliyor.


Kabir, âhiret menzillerinin evvelidir. İlk durak, gümrük orası… Oradan giriyorsun, ondan sonra âhiret âlemi, âhiret ahvâli başlıyor. Orada hâli güzel olanın, ondan sonra da güzel olur. Orada hâli kötü olanın, ondan sonra da kötü olur.

Onun için, kabre girmeden, ölüm gelmeden önce tevbe edin!


عَجِّلـُوا بِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ


(Accilû bi’t-tevbeti kable’l-mevt)57 “Ölmeden evvel dönüşünüzü yapın!” Hakka dönün, hak yola girin, Allah’ın sevdiği kul olun. Onun sevdiği işleri yapın! Ölmeden evvel. Sonra ölüm geliverir, yapamazsınız.

“—Yapacaktım, Azrail! Sana selâm olsun. Vazgeç benim canımı almaktan, biraz bekle!”

Olmaz. Bir saat, bir dakika bile tehir etmez, canını alıverir. O bakımdan uyanık olacaksın.


İyi bir müslümanın en mühim vasfı nedir? Ölüme hazırlıklı olmasıdır. Ölüme nasıl hazırlıklı olur; insan? Tevbeli olur, abdestli olur, devamlı abdestli gezer, dili zikirli, kalbi temiz, borçlarını ödemiş, borç bırakmamış olur; üzerinde kul hakkı bırakmamış olur; namaz, oruç borcu bırakmamış olur; rahat rahat gezer.



57 Elbânî, Silsiletü’d-Daîfe, c.I, s.74, no:75.

317

“—El-hamdü lillâh! Allah’a bir can borcum var. Hiç kimseye bir borcum yok. Öyle rahatım ki, kuş gibi hafifim. Neredeyse elimi çırpsam sanki havada uçacağım. Kuş gibi, o kadar rahatım. Neden? Borcum yok, harcım yok, ibadet sıkıntım da yok. Hepsini ödemişim, vaktinde yapmışım. El-hamdü lillah!” diyebilmeli, işte böyle olmalı.

Ölüme hazır olun, hazırlıklı olun, hayatın kıymetini bilin. Hayat insanın çok mühim bir sermayesi, bir hazine, çok kıymetli Zaman, bir hazine... Zaman, para gibi bir şey… Hiç bir zamanınızı boş geçirmeyin.


Hayatınızın kadrini, kıymetini bilin, hayatınızı iyi değerlendirin. Kabre yarayacak, âhirete yarayacak şekilde değerlendirin. İnsanlara yarayacak işler yapın, Ümmet-i Muhammed’e faydalı olun! Siz öldükten sonra da size sevap kazandıracak işler yapın!

Köyünüze çeşme yapsanız, su aktıkça sevap kazanırsınız.

Köyün deresinin üstüne köprü yapsanız, insanlar geçtikçe sevap kazanırsınız. Talebe yetiştirseniz; evlât yetiştirseniz, evlâdınız namaz kıldıkça, ibadet ettikçe, sevap kazanırsınız. Kitap yazsanız, kitap okundukça sevap kazanırsınız.

Böyle işler yapın, öldükten sonra ölmeyin! Öldükten sonra sevabı devam edenlerden olun! Hayatınıza hayat, ömrünüze ömür katılsın. Binlerce ömür katılsın. Sevaplar içinde devam edeni arayın.


Ömrü boşa geçirmeyin, hayatı boşa harcamayın, fırsatları kaçırmayın! Top önünüze kadar gelmişken, ıskalamayın, gol fırsatını kaçırmayın! (Talebeler bunu böyle anlıyor. Ne yapalım, böyle anlatacağız.)

Çok büyük bir kazanç imkânı eline gelmiş, kaçırmış. Hiç kazancı yok şimdi.

“—Hay Allah! Bir imza atsaydı, o işi bir yapsaydı, şu kadar milyon dolar kazanacaktı.” “—Öf be, milyon dolar diyor hoca! Ne kadar da büyük bir

318

para... O kadar bir para olsa, dünyayı yeniden değiştirirdim.” İşte, hayat da böyle, milyonlarca, milyarlarca dolar gibi kıymetli…


Allah-u Teàlâ Hazretleri, hayatın kıymetini bilenlerden, hayatını Allah’ın rızasına uygun geçirenlerden; sevaplı bir şekilde, pişman olmayacak bir şekilde değerlendirenlerden; Rabbü’l- àlemîn’in huzuruna yüzü ak, alnı açık, rahat, huzurlu varanlardan; cennetiyle, cemâliyle müşerref olanlardan eylesin…

Âmîn…

Sevdiklerimizle, evlâtlarımızla, akrabalarımızla, arkadaş- larımızla beraber sevmediği kul olmaktan, cehenneme düşmekten, cayır cayır yanmaktan, azaplara uğramaktan korusun…

Dualarımızı, lütfuyla, keremiyle kabul eylesin… Yolunda dâim, zikrinde kàim eylesin… Habîb-i Edîbine komşu eylesin…

Bi-hürmeti esmâihi’l-hüsnâ, ve bi-hürmeti habîbihi’l- müctebâ, ve bi-hürmeti yevmi’l-cumuah, ve bi-hürmeti sâati’lletî tüstecâbü fîhe’d-deavâti fî yevmi’l-cumuah, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l- fâtihah!


28.12.1990 - Melbourne / AVUSTRALYA

319
13. YARATILIŞIMIZIN GAYESİ