09. HELÂL RIZIK

10. TASAVVUFUN ÖNEMİ



Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm...

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîne hamden kesîran tayyiben

mübâreken fîh... Kemâ yuhibbü ve yerdà… Ve yenbağî li-celâli vechihi’l-kerîm... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ muhammedini’l-mustafâ… Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Size Selim Hoca gibi İngilizce olarak akıcı bir tarzda hitab edemem. Ama sanıyorum o, beni sevdiği için biraz fazla şey yaptı size... Ben bir İngilizce cümle, hepinizin anlayacağı bir cümle söylemek istiyorum konuşmama başlamadan önce:

“—I am nothing, but a brother of you!”


Tasavvuf enteresan bir konu... Tarih boyunca da enteresan olmuş, halkın sevgisini ve ilgisini çekmiş ve üzerinde çok konuşulmuş bir saha... Şu da söyleyeyim ki, çok çeşitleri var... Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri gibi, Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri gibi, Peygamber Efendimiz’in sülâlesinden gelen, aynı zamanda dinî ilimlerde büyük alim olan kimselerin temsil ettiği, herkesin hayran olduğu hayat tarzları var... Bunun dışında muhtelif ülkelerde görülen çeşitli tezâhürleri var tasavvufun... Ama enteresan olduğu için, sevildiği için dünyanın her tarafına yayılmış. Mağrib’den, yâni Fas’tan, İspanya’dan, İngiltere’den, Malezya’ya kadar, Afrika’nın güneyine kadar; Pakistan’a, Hindistan’a kadar yayılmış... Tarih boyunca da muhtelif devreler geçirmiş enteresan bir dal...

Ben kardeşiniz Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde profesör idim ve oradan emekli oldum. Türk-İslâm Edebiyatı sahası, dînî ilimler sahası, benim ilgi sahamdır. Bu konuyla ilgili kısa açıklamalarla size bunun mahiyeti hakkında, kendi görüşlerimi söyleyerek sizi aydınlatmaya çalışacağım.

251

a. Tasavvuf Hal İlmidir


“Tasavvuf nedir?” sorusuna, tarihin derinliği içinden günümüze kadar, çok çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların tariflerini kısaca söyleyerek, tasavvufu çeşitli yönlerinden size tanıtmağa gayret edeceğim:

Bir tarife göre:


علم الحال، ليس بعلم القال


(İlmü’l-hâli, leyse bi-ilmi’l-kàl) “Tasavvuf hal ilmidir, kal ilmi değildir.”

Bu şunu ifade ediyor ki; İslâm’da sadece bilgi kendi başına, insanı Allah’ın sevdiği bir kul haline getirmeye yetmiyor. Batılı müsteşriklerden, oryantalistlerden de çok bilgili olan, İslâmî konularda profesör olmuş insanlar var... Bilgi yetmiyor. Bilginin

252

yanında, bilgisine uygun icraat yapmak, amel etmek, iş yapmak, ortaya güzel iş koymak da gerekiyor. Sadece sözde kalmaması gerekiyor.

İşte tasavvuf, söz ilmi değildir, fiiliyat ilmidir. Yâni, insan yaşayışında, hareketinde; dostlarıyla, komşularıyla muamelesinde; ticarethanesinde, başka yerlerde muamelesinde İslâmî hayatı yaşıyorsa, mutasavvıftır. Yaşamıyorsa, sadece dilinde varsa; bir şey değildir. Çünkü sadece bilgi, insanın vebalini artırır. Allah indinde derecesini yükseltmez. “Niçin bildiğine göre hareket etmedin?” diye, cezası daha çok olur. Onun için tasavvufa, “Hal ilmidir, amel ilmidir; söz ve sadece nazariyatla işi geçiştirme ilmi değildir.” diye böyle bir tarifle yaklaşmışlar. Bir tarif bu...


b. Allah Sevgisi


Türkiye’nin yetiştirdiği çok meşhur sôfî, Hama’da tahsil görmüş, Saadeddîn-i Hamevî Hazretleri’nden feyz almış, Kadirî Tarikatı’nın büyüklerinden Eşrefoğlu Rûmî’nin çok güzel, çok sempatik, çok samîmî bir kitabı var, tasavvufla ilgili... Orada diyor ki: “Tasavvufta mürşidin görevi iki tanedir:

1. Kula Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek...

2. Allah’a kulu sevdirmek...” Birinciyi anlıyoruz. Kula Allah’ı sevdirmek nasıl olur? Allah’ı tanıtarak, Esmâ-i Hüsnâsını açıklayarak; ikramlarını, kullarına bağışlarını, lütuflarını; dağları, çiçekleri, meyvaları, sıhhati, afiyeti kullara hatırlatarak, kendilerine bunları bahşeden Allah’ı sevdirmek... Bu anlaşılıyor.

Fakat, “Allah’a da kulları sevdirmek; bir vazife de budur.” diyor. Yâni, tasavvufu böyle iki yönlü bir çalışma olarak özetliyor.

“—Efendim, o nasıl olacak? İnsan Allah’a cebir kullanamaz ki, zorlayamaz ki, “Sen bu kulunu seveceksin!” diyemez ki! yâni, kulu Allah’a sevdirmenin yolu nedir?”

Bu garip cümlenin izahını şöyle yapıyor: “Kula Rasûlüllah SAS Efendimiz’in sünnetine ittibâ etmeyi öğretir. ‘Bak sünnete uygun böyle yaşanır!’ diye sünnet-i seniyye-i nebeviyeyi öğretir.

253

Rasûlüllah’a ittiba ettiği zaman, Allah onu sever.

Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهََّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللهَُّ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ

(اۤل عمران:١٣)


(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fettebiùnî yuhbibkümu’llàhu ve yağfirleküm zünûbeküm) “Ey mü’minler, ey insanlar! Eğer Allah’ı sevme iddiasıyla ortaya çıkmışsanız, ‘Biz Allah’ı seviyoruz.’ diyorsanız; bu, lafla olmaz! Rasûlüllah’a tâbî olun, Allah’ın elçisine tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin!” (Âl-i İmran, 3/31)

Demek ki tasavvuf, bir bakıma kullara Allah’ı tanıtıp Allah’ı sevdirmek, onların gönlünde Allah sevgisi, Allah aşkı, muhabbetullah meydana getirmek; bir taraftan da Allah’a kulları sevdirmek, yâni kulları Allah indinde razı olunan kullar haline getirmektir. Bu da nasıl sağlanıyor? Kulları Rasûlüllah Efendimiz’e, onun sünnetine sarılmaya götürmek, teşvik etmek sûretiyle oluyor. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in okuduğum ayet-i kerimesi, bu hakîkatı gösteriyor.


c. Nefsi Terbiye Etme Yolu


Tabii bu anlatımlar, çeşitli yönleriyle tasavvufu tanımamıza yardımcı oluyor. Tasavvufu tanıtmak, anlatmak için üçüncü bir yaklaşım şu: Muhtelif ayet-i kerimelerde bildiriliyor ki, insanın bir nefsi var, içinde bir kendi varlığı var:


إِن النَّفْسَ َلََمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلََّّ مَا رَحِمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)


(İnne’n-nefse leemmâreten bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî) “Bu insanın nefsi, kendi varlığı Allah korursa, yardım ederse, ıslah olur. Olmazsa, insanları kötülüklere sevk eder.” (Yusuf, 12/53)

254

Çünkü, benciller kendisini düşünür. Kendisi rahat etmek, kazanmak, eğlenmek, gülmek, her şeyi elde etmek ister; başkalarını düşünmez. Nefis kötülüğü, rahatı, keyfi, eğlenceyi emreder.

Şimdi insanın içindeki bu iç varlığı Allah yaratmış. Neden yaratmış böyle bir nefis denilen şeyi?


أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .


(A’dâ adüvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke)50 “Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki, içindeki nefsindir.” buyruluyor. Yâni, kendisi insana nasıl düşman oluyor? Niye böyle bir düşmanı Allah insanın kendi içinde yaratmış?

Bu vücudu tedvir etmek için, idare etmek için yaratmış. Bu vücudun uyuması, acıktığı zaman yemek yemesi, kendisini kollaması, savunması, mikrop geldiği zaman mikropları alt etmesi, hastalığı yenmesi lâzım! Bu vücudun ayakta durması için, Allah onu koymuş.

Fakat, kontrol edilmediği zaman, nefis insana kötülükleri emrediyor. Çok rahata düşüyor. Başkalarını çalıştırıp, kendisi onun sırtından geçinme tarafına gidiyor. Yâni, gayr-i ahlâkî yollara sapıyor.


Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى (الَعلى:٤١)


(Kad efleha men tezekkâ.) “Nefsini temizleyebilen, içini pâk



50 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.

255

eden kimse felâh bulmuştur.” (A’lâ, 87/14)


قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس:٩-٠١)


(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) [Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.] (Şems, 91/ 9-10) “Kim nefsini ıslah edebilirse, o felâh bulmuştur. Allah’ın sevdiği, râzı olduğu kul olmuştur. Ahirette de cennete girecektir.” deniliyor. “Kim de nefsine tâbî olmuşsa, nefsini yenememişse; nefsinin hevâsına, arzularına takılıp, kapılıp, onun peşinde sürüklenmişse; eğlence, kumar, plaj ve daha başka kötülüklere dalmışsa; mahvolmuştur, helâk olmuştur.” diye bildiriliyor. İşte tasavvuf; felâh bulmak, kurtulmak, cennete girmek için, nefsi terbiye etmenin gerektiğini Kur’an-ı Kerim söylediğinden, bu iç varlığı terbiye etmeyi esas alıyor. Bu yönüyle de tasavvuf; insanın kendi vicdanını, iç varlığını, nefsini terbiye etme yoludur. Terbiye etmesi lâzım ki, felâh bulsun, kötülüklerden kurtulsun, Allah’ın sevdiği bir kul olsun!


d. Ahlâkı Güzelleştirme Yolu


Biz hayatta ne istiyoruz? Mutlu olmayı istiyoruz, huzur içinde yaşamayı istiyoruz. Ahirette de cennete girmek istiyoruz. Allah’ın sevgili bir kul olarak, ahirette cezaya uğramamayı, cehenneme düşmemeyi, cennete girmeyi istiyoruz.

Bu dünyada mutlu yaşamanın; cemiyetin, toplumun mutlu olmasının yolu güzel ahlâktır. Ahlâk, bir takım kaideler koyuyor. İnsanları insanlara zulmettirmiyor, haksızlık yaptırtmıyor. İnsanları insanlara acımaya, merhamet etmeye, insanlar için parasını harcamaya, vakıflar kurmaya, hayır hasenat yapmağa sevk ediyor. Sonra, insanlar arasındaki münasebetleri tanzim ediyor.

(Isbir) “Sabırlı ol!” diyor. (Lâ tağdab) “Kızma!” diyor.

256

وَالْعَافِينَ عَنْ النَّاسِ (آل عمران:٤٣١)


(Ve’l-àfîne ani’n-nâs) [İnsanların kusurlarını affederler.] (Âl-i İmran, 3/134) “Kardeşini affet!” diyor. İnsanları affetmenin çok kıymetli bir şey olduğunu ifade ediyor.

Bu ahlâkî kaideler, toplum içinde bir huzur meydana getiriyor. Ailede kocaya vazifeler yüklüyor, hanıma vazifeler yüklüyor. Koca hanımına sadık, evine, çocuğuna bağlı oluyor, onlar için çalışıyor. Hanım kocasına bağlı oluyor, çocukların eğitimi için çalışıyor. Yuvada mutluluk, toplumda düzen ve temizlik oluyor... Toplumlar arasında münâsebetler güzel oluyor. Harp olmuyor, sulh oluyor. Gasp, zulüm olmuyor, iyilik oluyor... Bütün bunlar, insanların dünyada mutlu olmasını sağlıyor.

Ayrıca, ahirette mutlu olmak için de bunlar çok önemli... Çünkü, Peygamber SAS, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:51


أَكْثَرُ مَا يُدْخِلُ النَّاسَ الْجَنَّةَ تَقْوَى اللهَِّ وَحُسْنُ الْخُلُقِ (حم. خ . في الَدب، ت. ه. ك. حب. هب. عن أبي هريرة)


RE. 80/3 (Ekseru mâ yüdhilü’n-nâse’l-cennete takva’llàhi ve hüsnü’l-huluk.) “İnsanları ekseriyetle cennete sokacak şey, güzel huydur ve takvâdır.”

Onun için, müslümanların takvâyı öğrenmesi lâzım, güzel ahlâk sahibi olması lâzım!




51 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.363, no:2004; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.442, no:9694; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.224, no:476; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.108, no:289, 294; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.360, no:7919; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.324, no:2474; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.235, no:4914; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.137, no:1050; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.470, no:3787; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.93, no:135; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.379, no:1073; Ramhürmüzî, Emsâlü’l-Hadîs, c.I, s.159, no:132; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.470; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.60, no:2340; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.311; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.141, no:44071; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.357, no:4283.

257

Şimdi biz güzel ahlâka misâl olarak bunu veriyoruz. Çünkü konumuz tasavvufa, güzel ahlâkın dünyada mutluluğu, ahirette de mükâfatı kazandıracağı yönünden girdik. Bu güzel eğitimi sağlamak için, bir seri eğitim gerekiyor. Eğitimsiz olmuyor. Nasıl ilkokuldan sonra ortaokul, ortaokuldan sonra lise, liseden sonra üniversite okunuyor. Ondan sonra, meslekî eğitimler, çeşitli kurslar görülüyor. Ondan sonra, mesleğinde faydalı bir insan haline gelinebiliyorsa; bir insanın da kızmamayı öğrenmesi, başkalarına iyilik yapmayı, sabretmeyi, affetmeyi, sevmeyi öğrenmesi çok önemli!

Öğretmezseniz, öğrenemiyor insanlar... Meselâ Yunus Emre’yi ele alalım: O devir tasavvuf devri, bizim Anadolu’da... Yunus Emre bütün şiirlerinde aşktan, tasavvuftan, sevgiden bahsediyor... İnsanları sevmekten bahsediyor. Mutasavvıf kendisi... “Ben buraya kuru iddia için gelmedim, ben sevgi için geldim. Dostun nazargâhı olan, Allah’ın tecellî ettiği yer olan kalpleri yapmağa geldim, insanları mutlu etmeğe geldim.” diyor.


“İnsanları kırmamak lâzım! Kâbe mi daha üstün, insanın kalbi mi daha önemli? Kâbe taştandır. Ama insanın kalbi daha önemlidir Allah indinde... İnsanları memnun edecek çalışmalar yapmak lâzım gelir.” diye bu eğitimi almış. Yunus belki oduncu, belki köylü, belki tahsilsiz bir insan; ama, sevmeyi öğrenmiş! Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye bakıyorsunuz; baştan aşağıya aşk ve şevki işliyor tema olarak... Eşrefoğlu Rûmî’ye bakıyorsunuz, belki ilâhilerini okudunuz, kulağınızda, çocuklarınıza öğrettiniz;


Seni sevmek benim dinim imanım,

İlâhî din ü imandan ayırma!


diyor. Şiirlerinde bunu işliyor.


İşte bu güzel ahlâkı, bu sevgiyi, bu sabrı, bu şükrü; her şeye yumuşak bakmayı, hayatın olayları karşısında metin durmayı,

258

sıkıntılı hallerden sabrederek rahatça çıkmayı, güzel hallerde şımarmayıp şükretmeyi; kazandığı zaman başka insanlara da yardım edip, onları da mutlu etmeyi öğrenmesi lâzım insanın! Yâni, bir ahlâk eğitimi geçirmesi lâzım! Tasavvuf, aynı zamanda bunu sağlayan ilimdir. Tasavvuf mekteb-i edebdir, medrese-i ahlâktır. Bir yönü de bu! Ahlâk dediğimiz zaman, iyi olmayan, hoş görülmeyen, düzeltilmesi gereken, kötü ahlâk dediğimiz hususları da ele almak lâzım! Meselâ kıskançlık, kıskanmak; insanın yapmış olduğu ibadetlerden, hayırlardan meydana gelmiş olan sevapları yok eder. Ateşin odunu yakıp, kül edip bitirdiği gibi yok eder. Demek ki, kötü huy olan hased, kıskanma huyu, insanın kazançlarını yok ediyor.


e. Fıkh-ı Bâtın


Sonra Allah, insanların yapmış oldukları iyilikleri herkesten kabul etmiyor. Kur’an-ı Kerim’de, Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:


إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنْ الآْخَرِ (المائدة:٧٢)


(İz karrabâ kurbânen fetükubbile min ehadihimâ ve lem yütekabbel mine’l-âhar) [Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.] (Mâide, 5/27)

İki kişi kurban takdim ediyor. Allah birisini kabul ediyor, birisini kabul etmiyor. Sebep?


إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللهَُّ مِنْ الْمُتَّقِينَ (المائدة:٧٢)


(İnnemâ yetekabbelu’llàhu mine’l-müttakîn.) “Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” Yâni, takvâ ehli olmak lâzım! Hased eden, kıskanan, gazab eden bir insan olmamak lâzım!

259

Kötü huylar insanı hem cemiyette mutsuz ediyor, huzursuzluklar meydana getiriyor; hem de ibadetlerin kabul olmamasına, Allah’ın sevmediği durumların meydana gelmesine ve ibadetlerin reddine sebep oluyor. Onun için, herkesin takvâyı öğrenmesi, kötü huyları içinden atması lâzım!


Sonra, tasavvufun önem verdiği kötü huylardan birkaç tanesini daha hatırlatmak istiyorum:52


إِن اللهََّ لََّ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلََّّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصًا وَابْتُغِىَ بِهِ وَجْهُهُ

(ن. طب. عن أبي أمامة)


(İnna’llàhe azze ve celle lâ yakbelü mine’l-ameli illâ mâ kâne lehû hâlisan ve’btugiye bihî vechuhû ) “Allah-u Teâlâ Hazretleri, kulun yaptığı ameli kabul etmez; ancak sırf kendisi için yapılmışsa, sırf ihlâs ile yapılmışsa kabul eder. Riya ile, gösteriş için, menfaat temin etmek için yapılmışsa, kabul etmez!” Yâni, namaz kılıyor, başka bir iş yapıyor, bir hayır yapıyor, belki para veriyor; ama; riya ile, ihlâssız yapılmışsa, niyeti bozuk ise kabul etmiyor.

Demek ki, hasedi içimizden atmamız, takvâyı edinmemiz, ihlâsa sahip olmamız, gösterişi riyâyı üzerimizden atabilmemiz lâzım! Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, hayır hasenat yapıyoruz ama, bunları yapamadığımız takdirde kıymeti yok!

Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:53


52Neseî, Sünen, c.X, s.204, no:3089; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.18, no:4348; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.23, no:5261; RE. 91/13.

53 İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.539, no:1690; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.373, no:8843; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.257, no:3481; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.596, no:1571; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.242, no:1997; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.429, no:6551; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.316, no:3642; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.270, no:8097; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.239, no:3249; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.309, no:1425; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.78, no:77; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.346; Deylemî,

260

رُب صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلََّّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ (حم. خز. ع .

هب. ق . كر. عن أبي هريرة؛ طب. عد. عن ابن عمر )


(Rubbe sàimin leyse lehû min siyâmihî ille’l-cûu ve’l-ataşu) “Nice oruç tutan insan vardır ki, akşama kârı sadece aç kalmak, susuz kalmaktan ibarettir.”

Neden? Gündüz gıybet etmiştir; gıybet orucun sevabını gideriyor... Midesine oruç tutturmuştur da, gözü harama bakmıştır; orucun sevabı gidiyor... Yâni kötü huylar, orucun kabul olmamasına sebep oluyor.


ربَّ قارئ القرآن يلعنه القرآن


(Rubbe kàrii’l-kur’âni yel’anühü’l-kur’ân) “Nice kur’an okuyan vardır ki, Kur’an-ı Kerim ona lanet eder.” Neden? Kur’an-ı Kerim’i saygıyla, sevgiyle, Allah rızası için okumadı; başka maksatla okudu.

Sonra, “Nice namaz kılan insan vardır ki, kıldığı namaz onu Allah’tan uzaklaştırmağa yarar, başka bir işe yaramaz.” Neden? Namazı gösteriş için kıldı, usûlüne riayet etmeden kıldı.


Demek ki, sırf ibadetleri, hayırları yapmak yetmiyor. O hayırlı işlerin yapılmasında insanın içinin temiz olması, bir takım şartlara riayet edilmesi gerekiyor. Onları öğrenmek lâzım! İşte, amellerin bu kabul şartlarını inceleyen ilimdir tasavvuf…


Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.268, no:3248; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.250; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.382, no:13413; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.309, no:1424; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.401; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.853, no:7491; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.348, no:1365; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.101, no:12658, 12661; Münzirî, et-Tergîb, c.II, s.94, no:1646.

261

Onun için fıkhü’z-zâhir, yâni namaz kılmanın âdâbı, abdest almanın, zekâtın şekli gibi bilgilerin yanında, iç şartları da öğrenmek lâzım geldiği için, tasavvufa da fıkhü’l-bâtın deniliyor. Çünkü, meselâ:


لََّ تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَاْلََذَى (البقرة:٢٤٦)


(Lâ tübtilû sadakàtiküm bi’l-menni ve’l-ezâ) “Verdiğiniz sadakaları, zekâtları başa kakarak, eza vererek bâtıl hale, boş hale getirmeyin!” diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri... İşte amellerin kabul edilmesinde kalbin, gönlün ve için bir takım şartları var... O şartları kollamak lâzım! Onlara riayet ettiğin zaman namaz, namaz oluyor; Kur’an, Kur’an oluyor; hac, hac oluyor; oruç, oruç oluyor; ibadet, ibadet oluyor... İşte bu çok önemli noktayı anlatan tasavvuf, fıkhül bâtın diye isimlendiriyor. Onun için, çok önemli oluyor.

262

f. Tarikatlar ve Eğitim


Birçok tarikat var... Tasavvuf deyince, tek bir yol olarak görmüyoruz da, çeşitli tarikatlar görüyoruz. Bu neden? Bu da merak konusu olabilir.

Tarîkat; Arapça’da yol demektir, metod, usül demektir... Allah’ın rızasını kazanmak için ve şu saydığım gayeleri elde etmek için takip edilen usül, metod demektir. Bunlar farklı olduğu için, çeşitli ekoller, çeşitli yollar meydana gelmiştir.

Bunu otomobil markalarına benzetebiliriz. Otomobil dediğimiz zaman, evet içine biniyoruz, gidiyoruz ama, çeşitli markalar var... Almanların, Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların çeşitli milletlerin hepsi de güzel olan çeşitli araçları var... Yarışlara giriyorlar; bazen o kazanıyor, bazen ötekisi kazanıyor. Hepsi bir insanı bir yerden alıp, öbür tarafa götürmeğe yarıyor; fakat, markalar farklı oluyor.

Tasavvufta da, bu amaçları elde etmek için çeşitli yollar var... İnsan nefsini ıslah edecek, Allah’ın rızasını kazanacak, kötü huylardan kurtulacak, takvâyı, ihlâsı öğrenecek, Allah’ın sevdiği bir kul olarak yaşayacak, başka insanlara faydalı olacak... Peki bunu nasıl elde edecek? Bu böyle bir saatte, bir günde, akşamla yatsının arasında olur mu?

Hayır! Bu bir yetiştirmedir, uzun bir eğitim meselesidir. Bir doktorun yetişmesi için harcanan seneleri düşünün! Bir mühendisin yetişmesi için geçen yılları düşünün! İlkokul, ortaokul, lise, üniversite, çeşitli ilimler, vs... Bütün dünya meslekleri böyle olduğu gibi, bir insanın da engin bir ruha sahib olması için, yüksek bir şahsiyet olabilmesi için, hakîkaten herkesin sevdiği saydığı bir insan olabilmesi için, bir eğitim görmesi lâzım!

Bu eğitimin de çeşitli metodları olması gerekiyor. Metodlar farklı olabiliyor. İnsan aklı çeşitli şekillerde çalıştığı için; herkes bir otomobil yapıyor ama, farklı yapıyor... Herkes bir pencere yapıyor ama, başka türlü; kimisi şöyle açılıyor, kimisi böyle

263

açılıyor. İşte bunun gibi, farklı metodlardan da tarikatlar meydana geliyor.


Ama, bu tarikatların iki esas yolu var... Bunlardan bir tanesi: Nefsi sıkı bir idman ve egsersiz ile yetiştirme yolu... Nasıl sabahları koşuyoruz; ağır jimnastik yapıyoruz, halter kaldırıyoruz; barfiks yapıyoruz, yüzme ve diğer sporları, bayağı zor şeyleri yapıyoruz... Sporcular ter döküyorlar bunları yaparken... Bunun gibi, ağır eğitimlerden geçtikten sonra bir insanın olgun bir insan, bilge bir insan olması; hareketlerini kontrol edebilen, nefsine hakim olabilen, sinirlenmeyen, kızmayan, faziletli bir insan olması yolu var... Uzun bir eğitim, açlık, susuzluk, ibadet, tâat, halvet, seyahat, uykusuzluk vs. gibi bir yol var...

Bir de; insanın içinde, kalbinde Allah’a doğru bir sevgi, bir şevk, bir aşk uyandırma, bir istek uyandırma yolu var... O isteği uyandırdın mı, o şahıs kendiliğinden o tarafa doğru koşar.

Birinciye —tepeleyerek, kahrederek ve cebren yola getirerek nefsi ıslah yolu, zorla ona bir şey yaptırma yolu— turûk-u nefsâniye deniliyor. İkincisine ise, turûk-u rûhâniye deniliyor.

Turûk-u rûhâniye; ruhu kuvvetlendirerek, insanın içindeki güzel duyguları kuvvetlendirerek, kendisinde iyi insan olmağa bir azim ve istek uyandırma yoludur. İnsan buna sahip oldu mu, daha kestirme olarak, yâni başkasının kontrolüne lüzum kalmadan, kendisi yolda daha rahat ve hızlı yürüyen, koşarak yürüyen bir insan haline geliyor.


g. Keşf ü Keramet


Sonuç olarak, “İnsan tasavvufa girer ve bu eğitimleri görür ve bu amaçları elde ederse, ne olur?” bir de onu söyleyerek, —yatsı vakti geldiği için— sözümü tamamlamak istiyorum. Sözümün havada kuru bir iddia olmadığını göstermek için, Kur’an-ı Kerim’den misallerle başlayacağım:

Bir insan şu anlattığım amaçları elde etmiş bir kul olursa,

264

Allah’ın sevgili kulu olursa ne olur?

Meryem Validemiz ibadete çekilmiş idi. Hiç kimsenin girmediği bir yerde, bir ibadethanede Allah’a ibadetle, zikirle meşgul oluyordu. Ancak, Zekeriyyâ AS gidip kendisine kapıyı açıp, yiyecek vs. veriyordu. Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا، قَالَ يَامَرْيَمُ


أَنَّى لَكِ هَذَا، قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللهَِّ، إِنَّ اللهََّ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ


حِسَابٍ (اۤل عمرا:٧٣)


(Külle mâ dehale aleyhâ zekeriyye’l-mihrâbe vecede indehâ rizkà, kàle yâ meryemu ennâ leki hâzâ, kàlet hüve min indi’llâh. inna’llàhe yerzuku men yeşâü bi-gayri hisâb.)

Zekeriyyâ AS, Meryem Validemiz’in yanına girdiği zaman, bakıyor ki, o mevsimde orada olmayan olağanüstü gıdalar var;

şaşırıyor. Zekeriyyâ AS bir peygamber... Diyor ki:

“—Yâ Meryem, sana nereden geliyor bu?”

O da diyor ki:

“—Bu Allah’tan gönderiliyor. Allah dilediği kullarını böyle hiç kimsenin tahmin etmediği bir şekilde rızıklandırır.” (Âl-i İmran, 3/37)

Kur’an-ı Kerim’deki bu misal de gösteriyor ki, kerâmet yoluyla Allah’ın böyle ibadet eden kullarına ikramı oluyor ve olağanüstü şeylerle karşılaşılıyor.


Diğer misâli: İsmi zikredilmiyor Kur’an-ı Kerim’de ama, Süleyman AS’ın ashabından, veziri... (İndehû ilmün) Yâni, mânevî ilimlere sahip olan bir kimse... Sabâ melikesi Belkıs’ın tahtını, Yemen’in bilmem hangi uzak diyarından Filistin’e, bir göz yumup açıncaya kadar getiriyor.

265

Süleyman AS soruyor:

“—O Kraliçe Belkıs gelmeden önce, onun memleketinden onun tahtını buraya kim getirir?” “—Ben getiririm!” diyor.


فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي (النمل:٠٤)


(Felemmâ raâhü mustakırran indehû kàle hâzâ min fadli rabbî) Süleyman AS bakıyor ki, taht önünde... Yâni ashabından olan veziri —belki Âsaf ismindeki veziri— tahtı getirmiş çok uzak diyarlardan... Diyor ki:

“—Allah’ın ikramı bu!” (Neml, 27/40)

İşte bak, Allah fazl ü keremiyle bunu nasib ediyor. Olağanüstü bir durum ama, geliyor. Neden? Süleyman AS’ın ashabından, iyi bir kul olduğu için...


Hazret-i Ömer’in hikâyesini hepimiz biliyoruz, tarih kitaplarında da var: Hutbedeyken, “Yâ Sâriye! El-cebel, el-cebel!” diye ihtar etti, İran’daki ordu komutanına seslendi Medine-i Münevvere’den... Hutbe okurken hutbesini kesti, “Dağa dikkat et, yâ Sâriye! Arkandan düşmanlar çeviriyor seni!” diye seslendi.

Aradan aylar geçtikten sonra, Sâriye Medine’ye geldiği zaman, dediler ki:

“—Böyle bir keresinde, bir cuma hutbesinde hutbeyi kesti Hazret-i Ömer; ondan sonra sana seslendi. Ne oldu?” “—İran’da düşmanlarla savaşıyordum. Farkında değildim, savaş heyecanından... Hazret-i Ömer’in sesini duydum. ‘Dağa dikkat et! Düşman arkandan çeviriyor!” diyordu. Onun üzerine arkama baktım ki, düşman geliyor. tedbir aldık, düşmanı yendik.” dedi.

Şimdi, Hazret-i Ömer’in Medîne’den, oradaki insana sesini duyurması, bizim Peygamberimiz’in ashabından bir misal... Tabii, çok bunların misalleri de...

266

Hazret-i Osman, yanına gelen bir kimseye diyor ki:

“—Senin gözlerinde zinâ eseri görüyorum!” Adam şaşırıyor, diyor ki:

“—Yâ Emîre’l-mü’minîn, peygamberlik bitmedi mi? Peygamber Efendimiz’den sonra bu iş yoksa sana mı geçti? Gözümde zinâ izi olduğunu nerden bildin, işte normal bir göz?” Gelirken, açık olan bir kapıdan içeriye gözü takılmış, bakmış. Mahremi olmayan yabancı bir kimseye baktığı için, gözü o günaha bulaşmış... Yanına geldiği zaman onu anlaması, Hazret-i Osman’ın kerâmeti...


Bir de sahâbeden sonraki insanlardan misâl olsun diye söyleyeyim: Cüneyd-i Bağdâdî’ye birisi geliyor... Tebdil-i kıyafet etmiş, müslüman gibi giyinmiş; ama, kendisi müslüman değil...

267

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ (خ. في تار خه، ت. غريب، وابن السني في الطب، حل. عن أبي سعيد؛ طب. خط. والحكيم،

وسمويه عن أبي أمامة؛ ابن جرير عن ابن عمر)


RE. 14/12 (İttekù firâsete’l-mü’mini feinnehû yenzuru bi- nûri’llâhi)54 “Mü’minin ferasetinden korkun; çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar, gerçekleri çok güzel görür, iyiyi kötüyü anlar.” hadis-i şerifini soruyor, ne demek diye... Camide soru soruyor, başında takkesi var, müslüman gibi görünüyor.

Cüneyd-i Bağdâdî gülüyor ona:

“—Müslüman ol! Şimdi, müslüman olmanın zamanı geldi.” diyor.

İki keramet gösteriyor: Birincisi; kendisine soru soran kimsenin, müslüman kıyafetli kâfir olduğunu anlıyor. İkincisi; o zamanın artık müslüman olma zamanı olduğunu söylüyor. Böylece, ferâsetin nümûnesini göstererek sorunun cevabını vermiş oluyor. Yâni, “Bak işte, ben senin kâfir olduğunu ve müslüman olman gerektiğini anladım!” demiş oluyor ve o anda, o şahıs müslüman oluyor.


Zünnûn-ı Mısrî vaaz veriyormuş. Diyor ki: “İnsan Allah’ın



54 Tirmizî, Sünen, c.X, s.399, no:3052; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.312, no:3254; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VII, s.354, no:1529; Ukaylî, Duafâ, c.VIII, s.95, no:1856; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.191, no:1234; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.67, no:1537; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.V, s.351, no:1154; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.102, no:7497; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.183, no:2042; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.387, no:663; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.374, no:370; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.III, s.86; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.207; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.99, no:2500; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.118; Ebû Ümâme RA’dan.

Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.94; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.88, no:30730; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.41, no:80; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.334, no:531.

268

sevgili kulu olursa, çevresindeki eşyâ ona itaat eder. Meselâ şuradaki yatağa, ‘Kalk gez!’ dese, yatak gezer odanın dört köşesini...” der demez; köşede serilmiş olan yatak dört köşeyi dolaşıp, oraya gidiyor. Herkes görüyor. Bu da Risâle-i Kuşeyriye’de yazıyor.

İnsan Allah’ın sevgili kulu olduğu zaman, sonu çok tatlı oluyor. Birkaç misalle bunu anlatmağa çalıştım.

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!


25. 1. 1991 - Adelaide

269
11. GERÇEK MÜSLÜMAN OLMAK ZORUNDAYIZ
©2024 Kotku Enstitüsü v2.7.2