05. NİMETİN KIYMETİNİ BİLMEK

06. NEFSİN HALLERİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn... Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...


a. Herkesin İslâm’dan Haberi Var


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Bildiğiniz gibi, tarihte okuduğumuza göre, insanlar yaratılışlarından itibaren çeşitli devirler geçirmişlerdir. İlk zamanlarda bir takım tabii hadiseler oluyordu. Bu olaylar onları düşünmeğe sevk etti. Elbette başıboş ve gayesiz yaratılmış olamazlardı. Bununla beraber, tarihin eski devirlerindeki insanların, yaratıcıyı ararken, bugün için garip karşıladığımız birtakım davranışları olabilmiştir.

Diyebiliriz ki: Onlar eski kavimlerdi, ibtidâî kavimlerdi, teknoloji geri idi, ilim geri idi. Tapabiliriz diye yanlış bilgiler edinmişlerdi. Yıldırım düştüğü zaman, şimşek çaktığı zaman korku duyuyorlardı. O korku, onları dinî inanca itiyordu. Kimisi Ay’ı, kimisi Güneş’i, kimisi dağı, kimisi yanardağı, kimisi başka bir şeyi kendisine ilâh edinmiş... Ama Yirminci Yüzyıl’da hâlâ öküze, hâlâ güneşe tapıyor. Astronomiden biliyoruz ki, gökyüzünde binlerce güneş var. Bizim güneşimiz onların yanında çok küçük kalır. Nice güneşler var.

Gidiyor güneşe tapıyor. Hâlâ tapıyor, bırakamıyor. Söylüyorsun, duyuyor. Allàhu ekber’i duyuyor, Kul hüva’llàhu ehad’ı duyuyor. Müslümanların varlığından haberi var...


Muhammed Ali Clay boks maçı yapıyor, dünyanın bütün insanları seyrediyor. Allah da ona maçın sonunda, “Allah birdir!” dedirtiyor, “Lâ ilâhe illa’llah” dedirtiyor. Cümle cihan halkı duysun diye, Allah onu vasıta ediyor. Hiç kimsenin, “Duymadım yâ Rabbi!” demeye hakkı olmasın diye, duyuruyor Allah...

174

Biz burada ezan okuduk, ikindi namazını kıldık. Bir saat sonra Pakistan’da, bir saat sonra Cezayir’de, bir saat sonra falanca yerde kılacaklar. Her an “Allàhu ekber!” çalkalanıyor fezâda... Allah’ın adı anılıyor, “Lâ ilâhe illa’llah” deniyor. Her yerde bu söyleniyor, duymayan yok... Ne Avustralya’da duymayan kalmış, ne başka bir yerde... Aborjin —yâni kıtanın içindeki adam— geliyor, müslüman oluyor... Japon, Kanadalı geliyor, müslüman oluyor... Brezilyalı, Şilili müslüman tanıdıklarımız var... Benim şu iki üç kısa gün içinde tanıdığım kimseler var; Şili’den, Brezilya’dan...


Dünyanın her yerinde böyle olduğu halde, akıl bir kere gerçekleri bulmağa yetmiyor. Ben ilim adamıyım, üniversitede hocayım, profesörüm. Doktora yapmak için beş sene bir konu üzerinde çalıştım. Bulamıyorsun gerçeği, kànî olamıyorsun. Yâni, beş sene geçiyor... Araştırıyorsun, araştırıyorsun; yine de ihtiyatla, boynu bükük, “Sanırım... Sanımca... Kanaatimce...” diyerek, böyle haddini bilerek konuşmak zorunda kalıyorsun.

175

Gerçekleri tesbit etmek kolay değil... Biyolojik gerçekleri, fizikî gerçekleri, kimyevî gerçekleri tesbit etmek biraz kolay da, sosyal gerçekleri tesbit etmek çok daha zor... Demografik; yâni insan nüfusuyla, kalabalıklarla, toplumlarla ilgili, cemiyetlerle ilgili kanunları, gerçekleri yakalamak daha zor... Onun daha üstünde olan, inanca ait gerçekleri yakalamak, daha büyük gelişmiş bir beyin istiyor. Bunları insanlar yapamıyor.

Onun için Kur’an, Allah’ın büyük nimetidir bize... Allah’ın emri bize büyük nimettir. Allah’ın Peygamberi, bize Allah’ın büyük merhametinin eseridir.


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلََّّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ (الَّنبياء:٧٠١)


(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-àlemîn) “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik!” (Enbiyâ, 21/107)

Göndermeseydi ne olurdu halimiz? Şu mübârek Kur’an-ı Kerim olmasaydı, bu mübarek hadis-i şerifler olmasaydı; biz bugün rahatlıkla inandığımız gerçeklerin kaç tanesine aklımızla erişebilirdik? Dünyanın öteki yerlerindeki insanların kaç tanesi ermiştir? Biz ne oluyoruz ki? Allah’ın rahmetidir bu bize! Onun için, bunu bağrımıza basmamız, anlamamız, bununla gece gündüz haşır neşir olmamız, buna aşık olmamız lâzım! “Fırt...” Kaybolmalıyız ortalıktan...

“—Yahu, demin buralarda dolaşıyordu, nerede bu arkadaş?” “—Yine arka odaya gitmiştir, Kur’an okuyordur. Yine tefsiri takib ediyordur.”

“—Bak, toplulukta insanlar başka konuya dalar dalmaz, hemen öbür tarafa gitti. Yine hadis okuyordur, dikkat ediyordur, not alıyordur...” Böyle olmamız lâzım!


Arapça öğrenmemiz lâzım, dinimizi öğrenmemiz lâzım! “Allàhu ekber” ne demek? Bakın burada duada bir yanlışlık yapıyoruz: “Allàhümme rabbe hâzihi’d-da’ve...” denecek, rabbi değil rabbe

176

olacak. Muzaf, münâdâda üstünlü olur. Arapçayı, mânâsını, inceliğini bileceğiz.


اَلْحَمْدُ للهَِِّ رَبِّ الْعَالَمِينَ (الفتحة:١)


(El-hamdü li’llâhi rabbil-àlemîn) (Fâtiha, 1/1) diyoruz ama; el- hamdü’yü bilmiyoruz, rabbi bilmiyoruz, àlemîn’i bilmiyoruz. Ne demek? Biliyoruz sanıyoruz ama, bilmiyoruz. Sizin sandığınız gibi değil, esrârı derin... Niye “âlemîn” denilmiş de, “avâlim” denilmemiş? Alemîn, cem’-i müzekker sâlim gelmiş; niye öyle gelmiş? Zevil ukûle, akıllı canlı varlıklara mahsus olan bir çoğul şekli ile çoğul yapılmış; niye öyle yapılmış? Bunların hepsinin altından çeşit çeşit güzel mânâlar çıkıyor.


b. Nefs-i Emmâre’nin Halleri


Şimdi, bu deryâdan bir damla... Ummandan, okyanustan bir damla... Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


كَ بَل لََّ تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ (الفجر:٧١)


(Kellâ bel lâ tükrimûne’l-yetîm.) “Hayır, öyle değil, sandığınız gibi değil; aksine siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz!

Acımıyorsunuz yetime...” (Fecr, 89/17)

Anasız, babasız, zavallı, mazlum, bakacak kimsesi yok... Babası olsaydı, bakardı; yok... Ortada kalmış. Şimdi bu çocuğa kim bakacak? “—Bana ne, yapan baksın! Benim mi?”

Şimdi insanoğlu böyle diyebilir. Ama, Allah öyle demiyor. (Kellâ bel lâ tükrimûne’l-yetîm) derken; “Yetime bakmalısınız!

Bakmanız lâzım da bakmıyorsunuz! Çünkü, o da insan, o da sizin canınız gibi can sahibi, sizin hemcinsiniz... O da Hazret-i Adem’den sizin akrabanız...” demek istiyor.

Acıyacaksın, sırf kendi nefsini düşünmeyeceksin; başka

177

nefisleri, başka insanları, başka canlıları da düşüneceksin! Sen acıktığın gibi, başkası da acıkıyor... Sen üşüdüğün gibi, başkası da üşüyor... Senin canın meyva istediği gibi, onun da canı istiyor... Sen rahat istediğin gibi, o da rahat istiyor. Halini anlayacaksın!” diyor.


وَلََّ تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ (الفجر:١٨)


(Ve lâ tahàddùne alâ taàmi’l-miskîn) “Yoksul, fakir, dilenci insana yemek verip, ziyafet verip, karnının doyurulmasına çalışmıyorsunuz! Yetime, miskine, fakire bakmıyorsunuz! Neden bakmıyor insanoğlu?” (Fecr, 89/18)


وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ أَكْلًَ لَمًّا (الفجر:٩١)


(Ve te’külûne’t-türâse eklen lemmâ.) “Allah’ın verdiği malı, varlığı, mirası hak gözetmeden yiyorsunuz!” (Fecr, 89/19)

Tabiatın mirası, babalarınızın, dedelerinizin mirası gibi, sizin emeğiniz çekilmeden size gelmiş olan bir sürü nimet var... Bu elmayı sen mi yaptın? Bu buğdayı sen mi çıkarttın? Allah yeryüzünden çıkartmasa buğdayı, meyvayı çıkartabilir misin? Güneşi çıkartabilir misin, dünyayı döndürebilir misin? Dünyayı döndürmek senin eline kalsa, yapabilir misin? Hepsi bedavadan, hepsi Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin ikrâmı...

Sen beleşçisin, tufeylîsin, bedavacısın! Sen ne yaptın ki, bol bol yiyorsun? Sanki sen kendin hak ettin de mi kazandın? Bu yediklerin, bu giydiklerin, bu içtiklerin senin ma’rifetin mi?”

Allah azarlıyor kullarını: “Yetime bakmazsın, fakiri doyurmazsın, beleşten yer içersin! Sanki bunların hepsi senin kendinin mi, hak ettin mi? Bu nimetlerin hepsini yemeğe, içmeğe, kazanmağa sen müstehak mısın?” Değilsin demek istiyor. “Sana ben ikram ediyorum! Mâdem ben ikram ediyorum, ona da sen ikram etsene! İnsafsız, merhametsiz; niye ona acımıyorsun?”

178

mânâsı çıkıyor bu sözün gelişinden...

Bizi Rabbimiz, Yaradanımız bu hale getirmiş, beslemiş. Huzuruna gideceğiz, hesap vereceğiz. Azarlıyor; hâşâ, yalvarmıyor bize... “Aman ne olur paranızdan biraz ayırın da, şuraya hayır verin, sadaka verin!” demiyor; “Ben size verdim de, siz niye vermiyorsunuz öbür tarafa? Niye ilgilenmiyorsunuz hemcinslerinizle?” diyor.


وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا (الفجر:٠٢)


(Ve tuhibbûne’l-mâle hubben cemmâ.) “Mal toplamaya böyle büyük bir hırsla, büyük bir aşk ile, şevk ile heves ediyorsunuz!”

(Fecr, 89/20)

Malı seviyorsunuz. “Malım çok olsun, biriksin de biriksin, artsın da artsın... Paralar bankada biriksin... Ev geniş olsun, eşyalar âlâsı olsun, elbiseler en güzeli olsun... vs.” Sevdiğiniz bu!


كَ إِذَا دُكَّتِ اْلََرْضُ دَكًّا دَكًّا (الفجر:٢١)


(Kellâ) “Siz bu kafadasınız ama, bu kafayla giderseniz iyi bir sonuca varamazsınız! İşler hiç sizin hesap ettiğiniz gibi değil! (İzâ dükketi’l-ardu dekken dekkâ) Kıyamet kopmaya başladı da, yeryüzü parça parça olduğu, dağlar çatır çatır, patır patır parçalanmaya başladığı zaman…”(Fecr, 89/21)


وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا (الفجر:٢٢)


(Ve câe rabbüke ve’l-melekü saffen saffâ.) “Melekler saf saf dizilip, Rabbü’l-alemîn mahşer yerine, kulları hakkında mahkeme-i kübrâyı kurup hükmetmeğe geldiği zaman…” (Fecr, 89/22)

Mahkeme-i Kübrâ günü büyük gün, cezâ günü, yapılan işlerin mükâfatının ve cezâsının verileceği gün...

179

وَجِيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ اْلإِنْسَانُ وَأَنَّى لَهُ الذِّكْرَى

(الفجر:٣٢)


(Ve cîe yevmeizin bi-cehenneme) “O gün, cehennem de zincirlere bağlı olarak getirilir.” (Fecr, 89/23)

Niye zincirlere bağlanıyor? Yerinde duramıyor ki; kükrüyor, saldırıyor, sağı solu yakmak istiyor. Yâni, azgın bir canavar gibi... “Cehennemin huzur-u Rabbil İzzet’e getirildiği gün...” Demek ki müteharrik... Mahşer yerine mahkeme-i Kübrâ’nın yanına getirilecek. Alevler, ateşler, saldırılar, yalazlar, kıvılcımlar... Müthiş sahneler, muazzam, korkunç haller...

(Yevmeizin yetezekkerü’l-insânü feennâ lehü’z-zikrâ) İnsanın aklı o zaman başına gelecek... (Feennâ lehü’z-zikrâ.) Ama, iş işten geçmiş olacak!”

Akıllanma, aklını başına toplama, kendisini derleme,

180

toparlanma bu dünyaya ait bir vazife... Orada nasıl olsa aklın başına gelecek. Cehennemi gördün mü, gözün fal taşı gibi açılacak. Mahşer yerini gördün mü, sırtından terler dökülmeğe başlayacak. “Acaba benim halim ne olacak?” diye şafak atacak.

Defter açılıp, sevaplar günahlar hepsi ortaya dökülünce... “Bak, daha önceki gün ne rezaletler yapmışsın; Alçak! Allah sana bu iyilikleri yapmış; sen şöyle yapmışsın, şu günahı işlemişsin!” denilince; o zaman şafak atacak insanda ama, (feennâ lehü’z- zikrâ.) geçmiş ola, ne faydası var! O zamanki sadece hatırlatma...


İnsan bu ayetleri, Arapçayı bilir de böyle dinlerse ne olur? Erir, mum gibi erir... Günahı yapmağa mecali kalmaz! Dışarıya çıktığı zaman, harama bakacak hali kalmaz! Bu haller nedir? Muhterem kardeşlerim, bu anlatılan haller, nefs-i emmârenin halleridir. İnsanoğlunun içinde bir nefis var... Allah’ın hiç istemediği, râzı olmadığı huylar var bunda... Malı seviyor, merhametsiz, yardım etmiyor, yetime bakmıyor... Fakire, el açana yardımı yok... El açıp cömertlik yapmıyor, bir bağışta, bir ikramda bulunmuyor... Uslanmıyor, akıllanmıyor... Para toplamak sevdâsında, mal sevdâsında, mülk sevdâsında...

“—Bu hangi nefis?”

Nefs-i emmâre! Kötülükleri emrediyor insana... Dolu dizgin... Bu hayatta vur patlasın, çal oynasın yaşamaya çekmek istiyor insanoğlunu...


يَقُولُ يَالَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي (الفجر:٤٢)


(Yekùlü yâ leytenî kaddemtü li-hayâtî.) O zaman insanoğlu pişman olacak... Böyle nefs-i emmâresine uyup yaşayıp, günahları işleyip, mal toplayıp; mal topladığı halde, zengin olduğu halde, yetime vermeden, fakiri kollamadan; kendi keyfine milyonlar harcarken, onlar için zırnık vermeden; bir yılbaşı gecesi için şu kadar masraf ederken, Allah yoluna hiç bir şey yapmadan yaşarken, kıyamet kopunca, cehennem getirilince, Mahkeme-i

181

Kübrâ kurulunca, (Yekùlü) “O zaman der ki: (Yâ leytenî kaddemtü li-hayâtî.) Ah, keşke dünya hayatında iken sevaplı işler yapsaymışım da, bu tarafa sevap gönderseymişim! Şimdi sevapların tartılma zamanı... Bak, hiç sevap yok, günah dolu... Günah kefesi dolu, sevap kefesinde hiç bir şey yok! Tüh, vâh, eyvâh!” (Fecr, 89/24)

Saçını başını yolacak, dizini dövecek, yüzünü yırtacak, ağlayacak, feryad edecek, figan edecek... Kaçacak, şaşıracak ne yapacağını... Kıyamet koptuğu zamandan itibaren zaten şafak atmağa başlayacak.


وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى، وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللهَِّ شَدِيدٌ

(الحج:٢)


(Ve tere’n-nâse sükârâ, ve mâ hüm bi-sükârâ velâkinne azâba’llàhu şedîd.) “İnsanları sarhoş gibi görürsün. Sarhoş değiller, içki içmemişler ama, Allah’ın azabı şiddetli... Allah’ın azabının şiddetinden, nasıl basacaklarını şaşırıyorlar, sarhoş gibi basma durumuna geliyorlar.” (Hac, 22/2)


فَيَوْمَئِذٍ لََّ يُعَذِّبُ عَذَابَهُ أَحَدٌ (الفجر:٥٢)


(Feyevmeizin lâ yuazzibu azâbehû ehad.) “İşte böyle gàfil, câhil, eli boş, günahkâr, mücrim olarak oraya giden insanı, Allah muazzam bir azabla azablandıracak! Hiç kimsenin başına gelmedik azab onun başına gelecek!” (Fecr, 89/25)


وَلََّ يُوثِقُ وَثَاقَهُ أَحَدٌ (الفجر:٦٢)


(Ve lâ yûsiku vesâkahû ehad.) “Mücrim olarak, suçlu olarak, hapishane kaçkınlarının yakalandığı zaman bağlandığı gibi sımsıkı bağlanacak, o cezayı çekecek.”(Fecr, 89/26)

182

Bunları hatırlatıyor Allah...

“—Kime hatırlatıyor?”

Nefs-i emmâreye hatırlatıyor. Yâni; günahlara dalan, günahları seven, günahlara sürüklemeğe çalışan, insanı günahlara çeken, şeytana uyduran, dünyaya bağlayan, insana ahireti hiç hatırlattırmayan; zevkle, eğlence ile, safâ ile vakit geçirten nefse bu pişmanlığı hatırlatıyor.

“—Bunları niye hatırlatıyor?”

Yine merhametinden, yine rahmetinden hatırlatıyor... Yine bir nimet olarak hatırlatıyor.

“—Şimdi bildiğiniz fenâ mı oldu? Bu ayetleri şimdi bilmek fenâ mı oldu?”

“—Çok iyi oldu hocam, Allah razı olsun! Okuyandan, anlatandan Allah razı olsun... Biz bunun böyle, bu kadar müthiş bir şey olduğunu tasavvur edememiştik ilk okunduğu zaman...

Meğer, ne muazzam bir tehdit varmış! Meğer, önümüzde muazzam bir tehlike varmış! Meğerse, kıyamet muazzam bir olaymış! Meğer oradaki pişmanlık, —şimdiden hisseder gibi oldum— çok müthiş bir pişmanlık olacakmış!”

Hah! O zaman bu günah yolunu, nefs-i emmâreye uyma yolunu bırakacağız!


c. Nefs-i Mütmainne


Onun karşısına Allah başka bir nefis getiriyor:


يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (الفجر:٧٢)


(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh!) “Ey mutmainne nefis!” (Fecr, 89/27) diye... Bu sefer, güzel insana ne diyeceğini, nasıl hitab edeceğini bildirmek için, muttmainne nefse hitab ediyor.

Birincide nefs-i emmâre’nin adı geçmiyor ama, anlatılanlar nefs-i emmârenin sıfatları... Nefs-i emmâre onları ister. Mal ister,

183

mülk ister... Bir karı yetmez, bir karı daha ister. Bir tane daha ister, bir tane daha ister... Onlar yetmez, cariye ister. Onlar yetmez, yine sokağa çıkar, yine harama bakar... Mal sevgisi, mülk sevgisi, merhametsizlik, acımazlık, yardım sevmemek, yardıma koşmamak... Bu haller hep nefs-i emmârenin sıfatları...

Nefs-i mutmainne geçiyor işte burada... Tasavvufu kabul etse de etmese de, inkâr etse de etmese de; bir nefs-i mutmainne sözü geçiyor. Mutmainne ne demek? “Gönlüm mutmain oldu bu işe...” deriz; yâni yattı, ısındı, kabul etti mânâsına... Nefs-i mutmainne

ne demek? Allah’a, Allah’ın emirlerine, yasaklarına razı olmuş, itirazı yok, yoluna girmiş, olgun, rayına oturmuş bir nefis demek...


Peki, bir nefis o nefs-i emmârelikten, o azgınlıktan, o merhametsizlikten, o mal mülk sevgisinden, mevkî makam sevgisinden bu hale nasıl gelir? Kur’anı’ı karıştırmak lâzım! Kur’an-ı Kerim’in içine, hakîkatler çiçek demeti gibi serpiştirilmiştir. Bir ayet-i kerimede de buyruluyor ki:


أَلََّ بِذِكْرِ اللهَِّ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (الرعد:٨٢)


(Elâ bi-zikri’llâhi tatmainnü’l-kulûb.) “Gözünüzü açın, âgâh olun, dikkat edin, bilin: Allah’ın zikri ile gönüller mutmain olur!” (Ra’d, 13/28)

Allah’ı zikredeceksin, anacaksın! “—Zikir niye çıkmış ortaya? Yâni, kim uydurmuş?”

Estağfirullah!


Bizim bir doçent vardı, “Hocalar da iyi uydurmuş dört kadınla evlenmeyi!” diyordu.

Dedim ki:

“—Bu hocaların uydurması değil, bu Kur’an’ın ayeti!” dedim.

Doçent olmuş ama, İslâmî ilimlerde çalışıyor ama, İslâm’dan Kur’an’dan haberi yok! “Olmaz öyle şey!” diyor.

“—Yâhu, Kur’an’ın ayeti diyorum sana; olur olmaz meselesi

184

var mı? ‘Şöyle yapalım mı, Beyazıt’a gidelim mi seninle?’ desem, ‘Olmaz öyle şey!’ diyebilirsin. Ben sana Kur’an’da ayet var diyorum.” dedim. Açtım, gösterdim. İşte buyur oku:


فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ (النساء:٣)


(Fenkihû mâ tàbe leküm mine’n-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâ’) “Hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz.” (Nisa, 4/3)

Haa, haberi yok... Doçent olmuş üniversitede... Herkes alkış tutuyor alim diye... Almanya’dan, Mısır’dan, bilmem nereden medihler... Kur’an’dan haberi yok!


Zikri de şeyhler mi çıkardı yoksa? Hayır, zikir de Kur’an’da var! İstersen onu da açıp da göstereyim... Nefs-i emmâreyi, nefs-i levvâmeyi, nefs-i mülhemeyi, nefs-i mutmainneyi şeyhler mi çıkardı? Hayır! Kur’an’da var, hepsi Kur’an-ı Kerim’den çıkma... Bu nefsi zikirle terbiye edeceksin, yumuşatacaksın. Allah’ı bilecek, Allah’ı anacak, Allah’tan korkacak; mutmainneliğe, huzura, sükûna erecek... O hale gelecek. Beton donacak, kuruyacak, şekil tamam olacak. Cıvıkken olmaz tabii... Yâni bir müddet böyle zaman geçecek, insanın nefs-i emmâresi gidecek.

Buyruluyor ki, bir rivayette:


اَلــْعِلمُ بِالــتَّـعلُّمِ، وَالـْحِلْمُ بِالــتَّحَلُّمِ .


(El-ilmü bi’t-taallümi) İlim nasıl elde edilir? Öğrenmekle, taallüm ile... Halim selimlik nasıl elde edilir?

“—Hocam ben çok sinirliyim, kızıveriyorum. Karşımdakinin yakasını tutuyorum, bir kafa atıyorum, bir yumruk derken... Ben nasıl sakin olacağım?”

İşte yolu yöntemi var: (Ve’l-hilmü bi’t-tahallümi) “Halimmiş gibi davrana davrana, yavaş yavaş halimleşiyor insan... Taklîden

185

başlıyor, halimmiş gibi davranıyorsun. Sinirleniyorsun ama, kendini tutuyorsun. Yavaş yavaş, halim insan haline geliyorsun. Artık sinirlenmemeğe başlıyorsun.”

Adam yirmi iki yaşında, barut gibi... Koç gibi bıyıkları, kırmızı yanakları var... Yürürken yer sarsılıyor. “Heeeyt!” dediği zaman, mahallenin çocukları etrafa dağılıp gidiyorlar. Ama, elli yaşına geliyor; bakıyorsun, gayet sakin, derya gibi... Neden böyle oldu? Zaman geçti, oturdu. Hilim de, tahallüm ile, takliden yapa yapa oluyor.


Onun için, bize Allah Kur’an-ı Kerim’de orucu farz kılmış. Her yıl bir ay taklid yapıyoruz biz... Biz Ramazan’da ne yapıyoruz? İyi insan olma taklidi yapıyoruz. İyi insan mıyız? Ciğerimiz beş para etmez ama, postumuz da para etmiyor. İnsanın eti de yenmiyor, derisi de giyilmiyor. Ciğeri de, dalağı da, hiç bir şeyi para etmiyor. Yalnız işte, dili var, kalbi, aklı, ilmi var... İrfanı varsa, para ediyor, kıymeti oluyor.

Bir ay iyi insan olma taklidi yapıyoruz. Ne oluyor, bu taklidle nereye varacak bu iş? Yavaş yavaş, taklidden tahkîka ereceksin! Tahallümden hilme, halim olmağa; taallümden, alim insan olmağa gidiş gibi olacak, iyi insan olacağız.

Bir cümle daha var:


وَالذِّكْرُ بِالتَّذَكُّر


(Ve’z-zikri bi’t-tezekküri) Allah’ı hatırlama hali, hiç unutmama hali, “Hiç aklımdan gitmiyor ki!” diyebilecek hal, zikirle oluyor. Günde yüz defa, iki yüz defa, beş yüz defa zikir ede ede, her gün çalışa çalışa; ondan sonra bir hale geliyor, Allah hatırından gitmiyor.

“—Yok, ben o işi yapamam, Allah’tan korkarım! Estağfirullah... O kişi yok burada ama, Allah görüyor.” diye günahlardan kesilen bir insan haline geliyor.

Demek ki yapa yapa, taklitten gerçek bir duruma doğru

186

gidiyor.

Onun için, “Kırk gün bir adama deli dersen, deli olur.” derler. “Deli... Deli...” derken, adam fırttırıp gidiyor. Hadi bakalım, tımarhaneden derle topla, toplayabilirsen... Neden? Kırk gün, deli dedin bu adama; gitti... İyi insan olmaya da biraz gayret etti mi, iyi insan oluyor. Demek ki, böyle böyle olacak, nefs-i emmâre gidecek.


“—Hocam! Benim duyduğuma göre, mutmainneye gelinceye kadar, emmâreden sonra başka nefis durakları da var.”

Evet, var! Nefs-i emmâreden sonra nefs-i levvâme durağı var... Nefs-i levvâme nedir? Nefs-i levvâme, emmâre gibi değil; günahının farkına varabiliyor, hatasını anlıyor ve pişman oluyor. Kendi kendine diyor ki: “Yâ, niye yaptın bu işi? Hadi bir dahaki sefere yapma artık, kendini derle toparla!” Bu nefs-i levvâme oluyor. Yâni, kendi kendini tenkid edebilmek, kendi kusurunu görebilmek meziyeti var... Kendisinin böyle kusurlarını gördükten sonra, “Bugün yaptım ama, yarın yapmayacağım inşaallah! Bundan sonra yapmayacağım inşaallah!” diye kötülüklerden de kesilebiliyor.

“Tevbe yâ Rabbi!” diye diye, nihâyet günahlardan kesildikçe nûraniyet artıyor; mülheme oluyor.


فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا (الشمس:٨)


(Feelhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ.) [Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki…] (Şems, 91/8) ayet-i kerimesinden alınmış tâbir...

Allah’ın ilhamları geliyor, Rahmânî ilhamlar geliyor, melekî duygular geliyor: “—Haydi bugün oraya gitmeyeyim de, şu sevaplı yere gidivereyim! Şu işi yapmayayım da, şu işi yapayım! Şu parayı şuraya harcamayayım da, hayra harcayayım! Kendi keyfime harcayacağıma, sabredeyim de şöyle olsun!” filân diye, hayırlar

187

ilham olarak gelmeğe başlıyor, gözü açılmağa başlıyor.

Buna nefs-i mülheme diyoruz.


Sonra bu ilhamlar; doğruyu yapma, doğruyu görme ve doğruyu icrâ etme durumu, istikrar kesbediyor. Adamın çizgisi titrememeğe başlıyor artık... Dümdüz gitmeğe başlıyor. Tamam, nefs-i mutmainne! Nefs-i mutmainne ne demek? Güzelliği kavramış, anlamış, benimsemiş, içine iyice yerleştirmiş ve vaziyeti kurtarmış... Kendisini arzu edilen bir müslüman seviyesine getirmiş ve o durum kendisinde geçici bir hal değil de, devamlı bir hal olmuş... Gönlü mutmain, ahlâkı mutmain olmuş. Allah öylesini seviyor. “O hale gelmiş olan nefse, o zaman böyle hitab edeceğim.” diye bildiriyor. “Nefislerinizi mutmainne haline getirin!” diye bizi teşvik ediyor.

Başka bir ayet-i kerimede de:


أَلََّ بِذِكْرِ اللهَِّ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (الرعد:٨٢)


(Elâ bi-zikri’llâhi tatmainnü’l-kulûb.) “Gözünüzü açın, âgâh olun, dikkat edin, bilin: Allah’ın zikri ile gönüller mutmain olur!” (Ra’d, 13/28) diye, öbür taraftan da reçeteyi veriyor. O halde zikredeceksin! Zikir ede ede, hakîkî zikir haline ereceksin... Allah’ı hiç unutmaz bir insan haline geleceksin. Çünkü insan, Allah’ı unuttuğu için günah işliyor.

Ondan sonra, mutmainne olunca:


يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ . ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً

(الفجر:٨٢-٧٢)


(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mütmainneh.) “Ey mütmain olan nefis! (İrciî ilâ rabbike râdıyeten merdıyyeh.) Sen Rabbine, seni yaratan Hâlikına, Allah’a —o senden râzı, sen ondan râzı bir halde— gel bakalım!” (Fecr, 89/27-28)

188

Çünkü; sen Rabbini sevmişsin, kulluğunu kabul etmişsin, onun yolunda yürüyorsun... Allah’ın her emrine râzısın. Askerlik; başüstüne... Hac; başüstüne... Cihad, sabır, masraf; başüstüne... Allah Allah! Adamı nereden dürtsen; hiç itirazı yok... Her şeyine razı Allah’ın... Ne güzel! (Râdıyeten merdıyyeh) Eee, böyle Allah’ın hükmüne râzı olan, Allah’ı seven, kaderini seven, Allah’ın hükmünü seven; mahlûkatını, kullarını seven bir insanı Allah sevmez mi? Sever. Râzı olmaz mı? Olur. O zaman ne oluyor? Merdıyye; kendisinden râzı olunan insan oluyor. O Rabbinden râzı; Rabbı da onu sevmiş, o da ondan râzı... “Gel kulum!” diyor, davet ediyor.


فَادْخُلِي فِي عِبَادِي. وَادْخلِى جَنـَّـتِى (الفجر: ٩٢-٣٠)


(Fe’dhulî fî ibâdî.) “Gir benim şu has kullarımın arasına! (Ve’dhulî cennetî.) Haydi bakalım, şu benim nimet yurdum olan, nimetlerimin tezahür ettiği, ikramlarımın bulunduğu; sevgili

189

kullarımı aldığım, sevgili kullarıma ikram ettiğim cennetime gir! Sen de onlarla, onların arasında ebedî saadete er!” (Fecr, 89/29-30)

diye davet ediyor.

Bunu okuyan hocamızdan Allah râzı olsun! Allah sözünü işittirdi. Yâ Rabbi, bunu böyle gösterip gösterip vermemek için mi işittiriyorsun? Hâşâ, sümme hâşâ! Bir kulun doğru yola gelmesinden, Allah çok memnun olur.


إِن اللهََّ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ (البقرة:٢٢٢)


(İnna’llàhe yuhibbü’t-tevvâbîn.) “Allah tevbe eden kulları sever.” (Bakara, 2/222)


وَمَا أَنَا بِظَلََّمٍ لِلْعَبِيدِ (ق:٩٢)


(Vemâ ene bi-zallâmin li’l-abîd.) “Ben kullara asla zulmedici değilim!” (Kaf, 50/29)

Allah kullarına zulmedici değil, kullar kendilerine zulmediyor. Kullar söz dinlemiyor, günah işliyor. Allah’ın yoluna gelmiyor; şeytanın yolunda, cehennemin yolunda gidiyorlar. Onun için kendilerine zulmediyorlar.


وَلٰكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (يونس:٤٤)


(Velâkinne’n-nâse enfüsehüm yazlimûn.) “Kullar kendilerine zulmediyorlar.” (Yunus, 10/44)


وَاللهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلََمِ (يونس:٥٢)


(Va’llàhu yed’û ilâ dâri’s-selâm.) “Allah hepinizi dârü’s-selâma

davet ediyor, cennete çağırıyor.” (Yunus, 10/25)

Hepiniz Allah’ın cennetine davetlisiniz, buyurun! Allah, bizim

190

cennete girmemizi istiyor. Cehenneme atıp yakmak istemiyor ama, insanlar kendileri cehenneme düşüyorlar; günah işledikleri için... Şeytana uydukları, emir tutmadıkları, Kur’an’ı okumadıkları, Allah’ın istediği kul olmadıkları, nefs-i emmâreliği bırakmadıkları, nefs-i mutmainneliğe gelemedikleri için...


Allah-u Teâlâ Hazretleri, bize cennetin sözünü duyurduğu gibi

gerçeğini de elde etmeyi, sahip olmayı, hakîkîsini de görmeyi, hakîkîsine de girmeyi nasîb etsin... Dünyada da, ahirette de sevdiği kul olmaktan ayırmasın, sevdiği kullarından ayırmasın... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Kahrına, gazabına, azâbına, ikàbına, itâbına uğrayan kullarından etmesin...

Ümmet-i Muhammed’e rahmeylesin, acısın...

Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde bildiriyor:34


اَللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عامَّةً (قط. خط. عد. والديلمي

عن أبي هريرة)


(Allahümme’rham ümmete muhammedin rehmeten âmmeh.) “Yâ Rabbi! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile; geniş, engin bir rahmet ile rahmet eyle! Rahmetine onları gark eyle!” diye Ümmet-i Muhammed’in iyiliğini isteyeceğiz. Böyle dua etmek, en güzel, en kıymetli dua oluyor.

Kendimiz iyi olmayı isteyeceğiz, ama başkalarını da unutmayacağız. Ümmet-i Muhammed’in de iyi olmasını isteyeceğiz. Ümmet-i Muhammed’in iyi olmasına çalışacağız. İnsanların cennete girmesine aracı olmağa çalışacağız.

“—Falanca insanı da el-hamdü lillâh, tam cehenneme



34 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VI, s.157; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.313, no:1142; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.442, no:1725; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.46, no:6146; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.350, no:952; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.75; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidal, c.II, s.597, no:5001; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.116, no:3212 ve s.287, no:3702; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX; s.154, no:20448; RE. 381/7.

191

düşüyorken tuttum; o da cennete girdi...”

Ne sevindirici bir şey!

“—Hay Allah, tutamadım, yuvarlandı gitti. Eyvâh! Ateşlerin içinde cayır cayır yanıyor.”

Ne kadar acı bir manzara...


Gözünüzün önünde, caddede bir kedi ezilse ne yaparsınız? Kanı görünce, acırsınız. Kuş çarpsa arabanıza yolda giderken, ne yaparsınız?

“—Vah vah! Zavallıcık çaptı benim arabama... Ben istemezdim ama, oldu.” filân dersiniz.

Eee, insanlar cayır cayır cehenneme giderse, yanarsa; hele hele bunlar senin yakının, akraban, çocuğun veya aile fertlerinden bir kimse olursa, buna yürek dayanır mı? Dayanmaz!

Ne yapacağız? Çalışacağız! Onların Allah yolunda olmasına, cennete girmesine yardımcı olacağız!


Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi dinine yardımcı olanlardan, Ümmet-i Muhammed’e fâideli olanlardan; insanları cehenneme düşmekten kurtarıp, cennete girmeğe dâvet edicilerden, gayret edicilerden, kurtarıcılardan eylesin... Kurtulanlardan eylesin... Bizi pâk eylesin, sevdiği bir kul eylesin... Sevdiği yollarda yürütsün, sevdiği icraatı yaptırsın... Helâl kazançlarla perverde eylesin...

Gönüllerimizdeki muradlarımızı, dileklerimizi ihsân eylesin... Kendinden gayriye muhtaç etmesin... Kimsenin önünde hor, zelil etmesin... Mahşer halkının karşısında perişan etmesin... Hesâbı kötü gidip de cehennemlik olanlardan etmesin... Bi-gayri hisâb cennetiyle, cemâliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin...

Bi-hürmeti habîbihi’l-müctebâ, muhammedeni’l-mustafâ salla’llàhu aleyhi ve sellem, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!


23. 12. 1990 - Melbourne

192
07. BEŞ BAŞLANGIÇ