07. BEŞ BAŞLANGIÇ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-alemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-enbiyâi ve’l-mürselîn... Ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Beş başlangıçtan söz etmek istedi canım... Aklıma önce bir tanesi geldi; sonra, bir tanesi ve diğerleri geldi. En iyisi beş olsun dedim, beşe çıktı:
a. Besmele
İslâm’da her şeye Allah adı ile başlanıyor; “Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm.” diyoruz. Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi rahmetli:
Allah adın zikredelim evvelâ,
Vâcib oldur cümle işte her kula!
“Her şeyi bırakalım, evvelâ Allah’ın adını analım! Her işte kula gerekli olan odur; ilk önce, Allah’ın adını anmaktır.” diye söylemiş.
Tabii, bir işe Allah’ın adıyla başlamak, yaptığı işi Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığının ifadesidir. “Ben Allah’ın adıyla başlıyorum. Bu işi Allah sevdiği için, emrettiği için yapıyorum. Bu işte Allah bana yardımcı olsun! Bu iş, Allah’ın sevmediği bir iş değil... Allah’ın rahmetine ereyim, rızâsını kazanayım diye yapıyorum...” gibi bir anlam ifade ediyor.
Allah ismi ile başlamak çok önemli bir şey... Çok derin mânâsı var da, biz alıştığımız için, alıştığımız şeylerin mânâsının güzelliğini kaçırabiliyoruz.
Allah’ın adı ile başlamak fevkalâde anlamlı, güzel, kıymetli, düşündürücü, hikmetli bir şey... Besmeleyi çekip de günaha girer mi insan? Girmez! Günaha girecekse, günahtan döner. Vaz geçer günahtan...
Allah bize de, her yaptığımız işi Allah için yapma, Allah rızası için yapma alışkanlığını, itiyadını nasib etsin... Nefis için değil; şöhret, para, zevk, keyf, zulüm, dünya için değil, Allah için olsun yaptığımız her şey! Niye yapıyorsun bunu? Allah için, Allah rızası için... Allah’ın rahmetine ereyim diye, rızasını kazanayım diye...
Bir işin başı böyle sağlam, temiz bir duygu olunca, sonunun da hayırlı ve bereketli olacağını biliyoruz. Böyle başlanırsa, Allah yardım ediyor. Bir işe Allah adıyla başlanılmazsa, sonu kesik oluyor, güdük oluyor. (Fehüve aktau ev ebteru) Yâni sonuçsuzdur, güdüktür, kusurludur. Allah adı ile başlanmadıysa, Allah düşünülmediyse, hayır gelmez!
Allah adı olsa bir işin önü,
Hergiz ebter olmaya anın sonu!
Hergiz, aslâ demek... “Bir işin önü Allah’ın adı olursa, sonu
kat’iyyen kötü olmaz!” demek... Söylemek istediğim başlangıçlardan bir tanesi bu...
b. Temizlik
Bizim fıkıh kitaplarımız Kitâbüt Tahâre ile başlar. Fıkıh nedir? Fıkıh; insanın kendisinin lehine ve aleyhine olan, faydasına ve zararına olan, doğru ve eğri olan şeyi bilme ve bildirme ilmidir. Allah hepimizi dinde fakih etsin... Anlayış, sezgi, doğru bilgi sahibi eylesin... Fıkıh kitabının da ilk bahsi bu...
Fıkıh kitaplarının çok bahisleri vardır. Başından başladığın zaman, miras hukukuna kadar, Kitâbül Ferâiz’e kadar gider. Ama ilk bahis, Kitâbüt Tahâre’dir. Neden? Her şey temizlik temeline, temizlik esâsına dayanıyor da ondan...
“—Hocam, seninle beraber geldim, burada on rekât namaz kıldım, öğle namazını kıldım.”
“—El-hamdü lillâh, ne mutlu, ne güzel!” Biraz sonra aklına geliyor:
“—Hay Allah! Tüh be... Abdest almayı unutmuşum...” Olur mu şimdi, on rekât namaz oldu mu? Olmadığı anlaşıldı; çünkü, abdest yok imiş. Gidecek, abdest alacak, öğle namazını yeniden kılacak.
“—Seninle kılmıştım...” “—Kılmıştın ama, abdestin yoktu. Abdestsiz olmaz!”
Demek ki, her şeyin temeli temizlik oluyor.
“—Niye maddî temizliğe, şekle önem veriyor İslâm?”
İslâm kâmil bir nizam olduğu için, her şeye önem verir, hiç bir tarafı ihmal etmez.
“—Efendim, maddeye önem verme, mânaya önem ver! Çık dağlara, budist rahipler gibi yaşa! Rûhî bir takım deneyler yap, çivi üstünde yat, vs...”
Öyle şey yok İslâm’da! İslâm’da madde de var, mânâ da var... Şekil de var, öz de var... Zarf da var, mazruf da var... Zâhir de var, batın da var... Dış da var, iç de var... Hepsi var İslâm’da...
Onun için, bir kere dışın temiz olacak. Neden? Dıştan içe doğru gider fütûhat... Dışın pis olursa, dış pisliği ile iç temizliği olmaz. Dış temizliğinden, yavaş yavaş öze doğru zafer gelişir. Dalga dalga İslâm içeriye girer, fetheder içeriyi... Kalbin derinliklerini böyle, kademe kademe fetheder, en zor nüfuz edilen yerine doğru gider.
İlkönce maddî temizlikten başlanır. Onun için, maddî temizlik çok önemli... Tırnaklarımızı kesmek, koltuk altlarını tıraş etmek, diş fırçalamak önemli... Diş fırçalayarak namaz kılıyorsun, yetmiş defa sevabı fazla oluyor. O bir sevap alıyor, sen onun yetmiş katı fazlasını alıyorsun. Oh! Seviniyorsun. Neden? Misvaklı namaz kıldın diye...
Misvakın on özelliği var: Allah’ın rızasını kazanmağa vesile oluyor, ağzı temizliyor, balgamı söküyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor... On tanesinin hepsini sıralayamayacağım. Çok faydası olduğunu söylüyor, şiddetle tavsiye ediyor Peygamber Efendimiz...
Suud’da herkesin şurasında misvakı... Dişini fırçalıyor, cebine sokuyor; “Allahu ekber!” diyor, namaza duruyor... Selâm veriyor, hemen dişini fırçalıyor. Araplar çok ihtimam gösteriyorlar misvak kullanmaya... Suud’da yaşayan kardeşlerimiz bilirler. Yâni, çocuğun ağzındaki yalancı emzik gibi, hacı efendinin devamlı ağzında misvak... Araba kullanır, ağzında... “Ne o, sigara mı içiyor hacı efendi?” diye gözünü oğuşturup bir bakarsın. “Haa, ağzında misvak varmış.” dersin. Misvak böyle ağzından hiç düşmez.
Allah bizi maddeten ve mânen temizliğe erdirsin... Tertemiz olacağız, Çirkin kokular gidecek, pâk olacağız. Necâsetten taharet, hadesten taharet, her türlü taharet yapılacak; namazın dışındaki farzları tamam olacak... Kitaplarımız da tahâretle başlıyor. Bu da önemli bir şey... Çünkü, her şeyin başlangıcına göre gidiyor iş... Onun için, ikinci başlangıç da bu...
c. İlim
İmâm-ı Gazâlî’nin kitabı, İhyâ... İhyâ ne demek? Diriltmek demek... Neyi diriltiyor, bu İmam-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh?
İhyâu Ulûmiddîn... Din ilimlerini diriltiyor tekrar...
Dağılmış, bozulmuş, çürümüş, eskimiş, rayından çıkmış insanlar... Batınîler çıkmış, karmatîler çıkmış... Haşhaş çekenler, afyonla insanları kandıranlar çıkmış. Selçuklu beyleri çok sıkıntılar çekmiş, o adamlardan... Tarihte nice zararları olmuş. Afyon çekmişler, kafaları dumanlı; çok zararlar vermişler, çok suikastler yapmışlar... Herkes bir laf söylemiş: “Kalbim temiz, namaz kılmasam da olur, vs...” Seni hınzır seni, öyle şey olur mu? Olmaz ama, böyle diyenler olmuş.
İhyâu Ulûmiddîn; din ilimlerinin yeniden diriltilmesi... İyi, güzel, mâşâallah! Niyeti İmâm-ı Gazâlî’nin, dine hizmet etmek... Kırk kitaptan meydana getirmiş İhyâ’sını... Kırk tane kitap... Rakamlar önemli... Bir düşündüğü var mübarek adamın, cennetlik zât-ı muhteremin...
“—Peki ilk kitap hangisi?” “—Kitâbül İlm! İmâm-ı Gazâlî’nin ilk kitabı, Kitâbül İlm... İlimden, alimden, talebelikten, bunların sevabından, Allah’ın bunlara ne kadar büyük mükâfat verdiğinden bahsediyor.”
Çünkü bilmeyen:
مَنْ لََّ يَعْرِفُ الشَّرَّ يَقَعُ فِيهِ
(Men lâ ya’rifü’ş-şerra yakau fîhî) “Şerrin ne olduğunu bilmeyen, günahın ne olduğunu bilmeyen, içine düşer.”
Tuzak olduğunu bilmezse, çukur olduğunu görmezse, düşer. İlim insanı düşmekten, sapıtmaktan, şaşırmaktan, azmaktan, tuğyan etmekten, tâğî ve bâğî olmaktan kurtarır.
“—Böyle yaparsam günah, böyle yaparsam sevap... Allah bunu seviyor, şunu sevmiyor... Peygamber Efendimiz bunu emretmiş... Allah buna razı gelir, şuna razı gelmez...” Bunları bilecek ki, haramı helâli bilecek ki, hayatını ona göre tanzim etsin!
Onun için, ilmihal bilgisine eskiler, (İlmün mâ lâbüdde minhü) “Kaçınılmaz olan bir ilim.” demişler. Herkesin muhakkak bilmesi lâzım!
“—Hocam ben cahilim, ümmîyim, işçiyim; beni müstesnâ tut!
Ben hocamın arkasından gideyim, dediğini yapayım.” “—Olmaz! Senin bizzat bilmen gereken bililer var... Hoca her zaman senin yanında olmaz ki! Tahareti nasıl yapacağını bileceksin, abdesti nasıl alacağını bileceksin, guslü bileceksin... Daha başka bilgiler var... Senin mutlaka öğrenmiş olman lâzım, çâre yok... Onları bileceksin, ona göre davranacaksın!”
Hazret-i Ömer RA, kamçı ile girermiş çarşıya, pazara... Halife, Emîrü’l-mü’minîn... “Söyle bakalım, hangi muamele faizdir? Hangisi helâldir, hangisi haramdır?” diye sorarmış. Bilemeyeni döğermiş, kamçılarmış orada... “Mâdem ticaretin haramını helâlini bilmiyorsun, burada ne işin var?” dermiş. Gözdağı veriyor, haramı helâli öğrensinler diye...
Onun için, ilim de çok önemli bizim için... Fevkalâde önemli... Haramı helâli öğreneceğiz, ayeti hadisi öğreneceğiz! Bir fıkıh kitabını bir devireceğiz, bir daha devireceğiz, bir daha devireceğiz... Ezberleyeceğiz.
“—Artık bunu iyice ezberledim!” “—Haa, gel bakalım! bunun daha kocamanı var orada, o zaman onu oku!” “—Onu da bitirdim!” “—Maşaallah, sen bayağı yükselmişsin. O zaman şunu oku! Bak burada yirmi ciltliği var, otuz ciltliği var... Yeter ki sen ilme hevesli ol; biz sana okutacak kitap bulmakta zorluk çekmeyiz. Yeter ki sen oku! İlkönce incesinden başla, en basitinden başla... Abdestin farzı ne, teyemmümün farzı ne, namazın farzı ne; bunları bil! Herkes bir laf söylüyor. Farz, vacib, sünnet, mekruh, mübah ne; onları bir öğren!”
O bakımdan, ilim bizim için de, hanımlar için de, çocuklar için de önemli! Herkes için önemli... Hanım da öğrenecek! Onun için hanımlar kısmı olacak camimizde... Peygamber Efendimiz’in camisine, Mescid-i Nebevî’ye hanımlar da gelirdi.
Ben bizim Osmanlı dedelerimizi anlayamıyorum: Nûr-ı Osmâniye’ye, Süleymâniye’ye, Beyazıt’a gidiyorum. Hani
hanımlar kısmı? Özel bir hanımlar kısmı yapmamışlar. Ben mi göremiyorum? Üst katlarda mı dururlardı? Kafesler vardı da, sonradan bu bizim cumhuriyet devrinde mi indirdiler? Ne oldu bilmiyorum?
Bir ayrı kadın girişi, ayrı erkek girişi olması lâzım! Kadın eğiliyor, ayakkabısını çıkartıyor, eline alıyor. Erkeklerle aynı yerde olmuyor, tesettür kayboluyor. Bunun ayrı bir girişi olacak, çıkışı olacak! Abdest alacağı bir yer olacak, namaz kılacağı bir yer olacak. “Allahu ekber” diye eğildiği zaman, uygun olmuyor.
Her zaman anlatıyorum: Süleymaniye Camii’ne, Hocamız’ın kabri var diye gidiyoruz. Bir kere gittim, oradan camiye namaz kılmağa geçiyorum... Süleymaniye’nin avluya bakan cami duvarında, dış tarafta sıra sıra yirmi otuz tane musluk var... Herkes takunyayı giyiyor, orada abdest alıyor. Baktım, bir üniversiteli genç kız; o da kollarını sıvamış, hiç bir şeyin farkında değil... Fukaracık, zavallıcık, kollarını sıvamış buraya kadar... Sen kızsın, oğlan değilsin ki! Sen böyle kolunu gösteremezsin ki! Senin bileğinden yukarı tarafı haram... Haberi yok...
Saç açık, baş açık ama, bir iyi duygusu var... Hem güldüm, hem acıdım. Gülümsedim ve yüreğim parçalandı. Neden? Çocukcağız; çocuk dediğim evlilik yaşında kız, yâni üniversiteli... Yetişkin kız da, kolunu göstermeyeceğinden haberi yok... Dinî duygusu var, iman duygusu var, namaz kılmak istiyor, abdest almak gerektiğini biliyor; ama, kollarını sıvamış, erkeklerin yanına gelmiş, aynı hizada abdest alıyor... Aldırdığı yok... Belki ona, kalbin temiz olursa ziyan etmez diyorlar. Kim bilir, nasıl öğretiyorlarsa...
Bilgi olacak! Bilgi olmayınca, abdestsiz namaz olmadığı gibi, bir çok şey de olmaz! Onun için, hepimiz ilim öğreneceğiz, ilim öğreteceğiz. Bakın Ahmed hocamız var, Arapça biliyor. Başka hocalarımız var... Fıkıh, tefsir, hadis kitabı okuyacağız. Öğreneceğiz, dinleyeceğiz, uygulayacağız. Bildiğimizi uygulayacağız! Bununla üç başlangıç oldu.
d. Niyet
İmam-ı Buhârî’nin hadis kitabı var, meşhur... Sahîh-i Buhârî
diyoruz. O da niyetle ilgili hadis-i şerifle başlıyor. Niyet çok önemli! Mü’minin niyeti iyi olursa, sevap kazanıyor. Niyet kötü olursa, yapılan iş güzel bile olsa, sevap kazanılmıyor.
İslâm başka türlü... Bu adamların kanunları gibi, yirminci yüzyıl mantığı gibi değil... Adam namaz kılıyor, hacca gidiyor; niyeti kötü ise, sevap kazanamıyor. Meselâ, bazı insanlar hacca turist gibi gidiyor; seyyah... Bazı insan, tüccar gibi mal almağa gider. “Hem oraya mal götürürüm, hem oradan mal alırım. Şu kadar kâr, götürdüğüm maldan çıkartırım. Getirip memlekette sattığım maldan, bu kadar kâr ederim...” diye düşünür. Haa, sen haccetmemişsin; sen ticârî seyahat yapmışsın, ticaret yapmışsın! Kimisi tüccar, kimisi seyyah, kimisi de —niyetine göre— hakîkî hacı defterine yazılır. Hepsi haccediyor ama, herkes o sevabı
alamıyor. O bakımdan niyet de çok önemli! İmam-ı Buhârî de, niyeti önemli gördüğünden, ilk önce onu kitabına almış:35
إِنَّمَا الََعْمَالُ بِالنـيَّاتِ (خ. م. د. ن. ه. حم. عن عمر)
(İnneme’l-a’mâlü bi’n-niyyât) “Ameller niyetlere göredir.”
Demek istiyor ki okuyucularına:
“—Bakın! İlkönce kalbinizi düzeltin! İlkönce niyetinizi bir derleyin, toparlayın bakalım! Niyetiniz güzel olsun! Niyet güzel olursa, sevap alırsınız. Niyet güzel olmazsa, sevap alamazsınız!” Şimdi adamın birisi, —Allah saklasın— buraya ayakkabı çalmağa gelse; bizimle beraber dışarda abdest almış olsa, namaz kılsa, dua etse, burada bir de zikir yapsa; sonra, giderken gözüne kestirdiği yakışıklı çizmeyi, pabucu alıp kaçsa, gitse... Şimdi bu adam yaptığı ibadetlerden sevap alacak mı?
“—Hayır, asla!”
Neden? O buraya hırsızlık yapmağa geldi. Vaziyeti kurtarmak için, içeride bizimle beraber göründü. Ondan sonra, çıkarken
35 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.1, no:1; Müslim, Sahîh, c.III, s.1515, no:1907; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.670, no:2201; Neseî, Sünen, c.I, s.58, no:75; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1413, no:4227; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.25, no:168; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.73, no:142; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.50, no:1; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.9, no:37; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.17, no:40; Bezzâr, Müsned, c.I, s.380, no:257; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.336, no:6837; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.41, no:181; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.79, no:78; Tahâvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.42; Hamîdî, Müsned, c.I, s.16, no:28; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.195, no:1171; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.62, no:188; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.244; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.136, no:656; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXII, s.166; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.171; Tahàvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.488, no:7438; Bezzâr, Müsned, c.I, s.64, no:257; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.380, no:3707; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.48, no:78; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.206, no:483; Hz. Ömer RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.342; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.422, no:7263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.1, no:1; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.459, no:8819.
mesleğini icrâ etti, gitti. Bak, niyeti kötü olduğu için sevap alamıyor.
Hattâ, niyet karışık olsa... “Ben bu işi yapıyorum; hem Allah’ın rızasını düşünüyorum, hem de birazcık dünya menfaati
düşünüyorum... Hem şu işim olsun, hem de şu...” Niyet karışık olduğu zaman da, Allah yine kabul etmiyor. Halis olacak; katıksız, yirmi dört ayar olacak! Yirmi iki ayar olsa? Olmaz; yirmi dört ayar som olacak, halis muhlis olacak! Onun için, İmam Gazâlî ilme önem vermiş. İmam Buhârî de kitabında niyete önem vermiş, ilkönce onu koymuş ortaya... Bu da önemli! O da yabana atılacak bir alim değil ki, o da dev... İslâm alimlerinin muazzam simalarından birisi... Elbette bir bildiği var... Onun için, niyet önemli... İmam Gazâlî de ilmi esas almış; o da önemli... Yâni, bütün bu başlangıçların hepsine önem vereceğiz.
e. Allah Sevgisi
Bir de bizim mutasavvıflar, aşıklar, Allah sevgisine önem vermişler. Her şeyin başı, Allah sevgisi... Meselâ, Eşrefoğlu Rûmî Rh.A, İmam Gazâlî’nin kardeşi Ahmed el-Gazâlî, —bizim Gazâlî, Muhammed el-Gazâlîdir— vs. büyük evliyâullah, “Mânevî makamların en başta geleni, en önemlisi Allah sevgisi, muhabbetullah makamıdır.” demişler. Çünkü, insan Allah’ı severek, sevgi ile, aşk ile ibadet yaparsa, o zaman sevabı çok oluyor.
Onun için, bizim Anadolu’daki büyüklerimiz de, baştan sona Allah sevgisi konusunu işlemişler. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî neden bahsediyor, Mesnevî nasıl başlıyor? Aşk konusu ile başlıyor. Hangi aşk konusu? İlâhî aşk konusu... Nasıl giriyor konunun içine? Sembolik bir tarzda giriyor. Kamışı, neyi, kavalı anlatmaktan giriyor: “Bu ney, çok yanık yanık çalıyor. Bundan çıkan nefes, dinleyenleri yakıyor.” diyor. “Millet eğiliyor, yatıyor, seriliyor, mest oluyor ya; neyin havası yakıyor insanı... Neyin
üfürüğünün rüzgârı karşısındakini yakıyor, kavuruyor, ‘Yandım Allah!’ dedirtiyor.” diyor.
“—Nedir bu?”
Sembollerle anlatmağa çalışıyor: “Onu kamışlıktan kestiler, fırınladılar, ateşte yaktılar, yonttular, ağzını yaptılar. Asıl yerinden, yurdundan, vatanından, vatan-ı aslîsinden onu ayırdılar. Şimdi o ayrılıktan, o sevgisinden, aşkından, hasretinden dayanamıyor, yanıyor. Hangi meclise girse, o meclisteki insanları da tutuşturuyor, onları da yakıyor.” diyor.
Sonra diyor ki:36
آتشست اين بانگ نای و نيست باد
36 Mevlânâ, Mesnevî, Beyit:9.
هر که اين آتش ندارد نيست باد
Âteşest in bank-i nâyu nist bâd
Her ki in âteş nedâred nist bâd
“Bu kavalın içinden çıkan hava, hava değil ateştir.” diyor. Arkasından da yapıştırıyor lafını: “Kimde bu ateş yoksa, yok olsun be!” diyor. “Sen insansın; şu kavaldaki hava bile yoksa sende, yok ol be! Kaval kadar da mı olamadın, kamış kadar da mı olamadın? Yok mu sende bu sevgi, bu yakıcılık, bu hasret, bu iştiyak? Sen nereden geldin? Sen kimin kulusun, kimin huzuruna gideceksin? Kaval yanıyor, yakılıyor, yakıyor, kavuruyor ortalığı da, sen nesin?” diye uyarıyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, kendisinin sevdiği ve kendisini seven kullarından eylesin... Acaba biz mi önce Allah’ı severiz; yoksa, önce Allah bizi sever de, ondan sonra biz bir hâle, yola mı gireriz?
Bizim dervişlerden birisi Hocamız’a gelmiş... Karadeniz’li, Karadeniz şivesi ile kendisi anlatıyor: “Hocam, çok muhabbet ederdik onunla... Herkes giderdi. Ben fırsatı yakaladım mı, giderdim yanına; saatlerce muhabbet ederdik Hocamız’la... Bir gün dedim ki ona:
“—Hocam, nedir bu halim benim? Size dayanamıyorum; sevgimden, aşkımdan, hasretimden, muhabbetimden, saygımdan duramıyorum. Kusuruma bakmayın! İşte böyle fırsatı buldum mu, yanınıza giriyorum, ayrılmak da istemiyorum. Bu sevgi nereden çıktı, Hocam bu nedir? Benim içime nereden geldi?”
“—Evlâdım, sen onu senden mi sanıyorsun? Biz seni sevmeseydik, sen bizi sever miydin? Biz seni sevdik de, sende bu sevgi ondan sonra oldu, sen bize ondan sonra geldin.” demiş.
Evliyâullah’ın sözü; ben karışmam. Bu nereden oluyor, nasıl oluyor bu işin esrarı, neyin nesidir; bilmiyorum. “Biz seni aradık, bulduk... Seni falanca ilin, filânca ilçenin, falanca kasabasının, beldesinin içinde, bir dükkânda biz seni aradık, bulduk, ce lbettik
de bu sevgi ondan...” demiş. Ben herkese Hocamız’ın böyle bir laf söylediğini duymamıştım. Ama, bu zât dürüst bir insan... “Böyle dedi bana...” diyor.
Bu mânâ bizim eski tasavvuf kitaplarında da işlenmiştir. Diyor ki bir kitapta, bir şair... Formül haline getirmiş. Şiir zâten formül demek, duygunun formül haline getirilmiş şekli demek; formüle edilmiş, dille ifade edilmiş şekli demek. Şairin içinde duygular coşuyor, taşıyor da; “Getir kalemi!” diyor, yazıyor. “Yaz!” diyor, doğuşlarını söylüyor. Meselâ:
Aşk odu evvel düşer ma’şûka, andan âşıka;
Şem’i gördüm, yanmadan yandırmadı pervâneyi...
Tabii, izah etmemiz lâzım! Yeni nesil hiç bir kelimesini bilmez bu sözün... Diyor ki: “Sevgi ateşi ilkönce sevilende başlar; ondan sonra sevene, âşıka oradan gider. Şem’i —mumu, meş’aleyi— görmez misin ki, önce kendisi yandı. Ondan sonra pervâneyi —
etrafında uçuşan küçük sinekleri— kendisine cezbetti. Pervâne
ona aşık oldu. Ondan sonra ona koşa koşa geldi. Ama ilkönce meş’ale yandı da, pervâne ondan sonra geldi.” Önce ma’şûk, sonra âşık...
Bu kâinatın yaratılışı hakkında de bunun gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyayı, Muhammed- Mustafâ’nın aşkına yarattığını Peygamber Efendimiz SAS bildiriyor. İlâhilerde dinliyoruz ya:
Hak yarattı âlemi,
Aşkına Muhammed’in!
“Allah-u Teâlâ Hazretleri dünyayı, Hazret-i Muhammed’in aşkına, onu sevdiği için, habîbi olduğu için, onun hürmetine
yarattı.” diye hadis-i şerifler var...
Şimdi sevgi hakkında Kur’an-ı Kerim’den delil aranırsa, deniliyor ki bir ayet-i kerimede:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهَُّ بِقَوْمٍ
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ (المائدة:٤٥)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler! Siz müslüman olduk diye Allah’a minnet etmeyin! Müslümanlığınızı böbürlene böbürlene ortaya koyup durmayın, —hâşâ— başa kakıcı bir tavır takınmayın!
(Men yertedde minküm an dinihî) Sizden biriniz dininden dönerse, irtidad ederse; dönerse dönsün, Allah’a zarar vermez ki... (Fesevfe ye’tillâhi bi-kavmin) Bu müslümanların içinden ileride Allah öyle bir kavim getirecek ki, (yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû) Allah onları sever, o mübarekler de Allah’ı severler. Allah aşıkları, Allah’ın sevgili kulları olan kavimler getirir.” (Mâide, 5/54)
“—Ben müslüman oldum!” diye cakalı cakalı, çalımlı çalımlı dolaşıp durma ortalıkta; haddini bil! Dininin kıymetini bil, dinine
sarıl! Din, senin için bir nimet... Sen eğer dine sarılmazsan, dinden dönersen; ayrılınca Allah’a, veya dine, veya imana, veya İslâm’a kendin zarar mı verebilirsin? Sen ayrılırsan ayrıl! Allah’ın ilerde gelecek öyle has kulları var ki, (yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû) Allah onları sever, onlar Allah’ı sever.”
Önce Allah’ın sevdiği anlatılıyor. (yuhibbu) Allah sever, (hüm) onları... (Ve yuhibbûne) Onlar severler, (hû) Allah’ı... Önce Allah seviyor.
Allah bir kulu sevmeden, kulun gönlünde Allah sevgisi hasıl olmaz! Sevemiyorsa, kalbinde ne kusur var, onu araştırsın! Hâlâ Allah’ı sevememiş; İslâm’ı, namazı sevememiş, hâlâ ibadetin zevkine varamamış, hâlâ tesbihten lezzet alamıyor; derdine yansın! Çaresini doktorlara sorsun: “Benim ne kusurum var ki, Allah bana bu zevki vermiyor? Benim ağzımın tadı neden kaçtı? Benim ne hastalığım var?” desin.
Bakın, ben bir hacı amca ile konuştum; diyor ki:
“—Haram lokma yedim, haram yedikten sonra her şeyim bozuldu.”
Bir insan haram yedi mi, kafası bozulur; zevki, keyfi, lezzeti, duyguları bozulur... Duymaz, anlamaz, sevmez olur... Camiye gelmez, Kur’an’ı sevmez, lezzet almaz olur. Neden? Haram yedin; gittin gümbürtüye!
Onun için Allah’a yalvaralım: “—Yâ Rabbi! Bak senin ne kadar aşık, sadık kulların varmış. Bende bu duygulardan hiç eser yok... Yâ Rabbi, bana bunlar gelmemiş; ne kusurum, ne eksiğim var benim? Bende sevmediğin ne gibi durum var?” diye Allah’a yalvarmak, af dilemek, Allah’tan istemek lâzım!
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi sevdiği kullardan eylesin... Sevgisini, aşkını, muhabbetini gönlümüze yerleştirsin... Ömrümüzü rızâsına uygun geçirmeyi nasib eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasib eylesin...
يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ . ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي . وَادْخُلِي جَنَّتِي (الفجر:٢٧-٠٣)
(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh) “Ey mütmain olan nefis!
(İrciî ilâ rabbiki râdıyeten merdıyyeh) Sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön! (Fe’dhulî fî ibâdî.) Gir benim şu has kullarımın arasına! (Ve’dhulî cennetî) Gir cennetime!” (Fecr, 89/27-30) dediği kullarından eylesin... Cemâliyle müşerref eylesin...
Bi-hürmeti esmâihi’l-hüsnâ, ve bi-hürmeti habîbihi’l-müctebâ, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah! ..................
Beş başlangıcı sayabilir misiniz? Beş başlama şekli:
1. Allah adı ile başlamak: Besmele... 2. Kitâbü’t-tahâre ile başlamış fıkıh kitaplarımız: Temizlik... 3. İmam Gazâlî, ilim kitabı ile başlamış İhyâ’sına: İlim... 4. İmam Buhârî, niyet hadisi ile başlamış: İyi bir niyet... 5. Aşkullah, muhabbetullah, Allah sevgisi... Allah bu beş başlangıcı da nasib etsin... Allah râzı olsun...
Es-selâmü aleyküm!
24. 12. 1990 - Dandenong