23. NAMAZDA TESETTÜR

24. İLMİN FAZİLETİ


Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden, kesîran, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetüne’l-haseneti ve tâci ruûsinâ ve tabîb-i kulûbinâ muhammedini’l-mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d.


a. Alimin Fazîleti


Aziz ve muhterem kardeşlerim,

Bugün okuyacağımız, kur’a ile açılmış sayfadan karşımıza çıkan hadis-i şerifi Ebû Ümâme RA’dan Tirmizî ve Taberânî rivayet etmiş. Tirmizî hasen ve sahih olduğunu beyan etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyuruyor:100


فَضْلُ الْعَالِمِ عَلَى الْعَابِدِ، كَـفَـضْلِي عَلَى أَدْنَاكُمْ . إِنَّ اللهََّ وَمَلََئِكَتَهُ،


وَأَهْلَ السَّمٰوَاتِ وَاْلََرَضِينَ، حَتَّى النَّمْلَةَ فِي جُحْرِهَا، وَحَتَّى الْحُوتَ


لَيُصَـلُّونَ عَلٰى مُعَلِّمِ النَّاسِ الْخَيْرَ (ت. طب. عن أبي أمامة)


RE. 323/1 (Fadlü’l-àlimi ale’l-àbidi, kefadlî alâ ednâküm.

İnna’llàhe ve melâiketehû, ve ehle’s-semâvâti ve’l-aradîne, hatte’n- nemlete fî cuhrihâ, ve hatte’l-hûte leyusallûne alâ muallimi’n- nâsi’l-hayr.)



100 Tirmizî, Sünen, c.V, s.50, no:2685; Dârimî, Sünen, c.I, s.100, no:289; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.233, no:7911-7912; Temmâmü’r-Râzî, el- Fevâid, c.II, s.98, no:1243; İbn-i Hacer, Ravdatü’l-Muhaddisîn, c.VIII, s.269, no:3440; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.

Hàris, Müsned, c.I, s.55, no:38; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.145, no:28740; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.86, no:1828; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.442, no:14687.

579

Şimdi mübarek metnini okuduğumuz bu birinci hadis-i şerifimizi, konuşmamızın ilk hadis-i şerifini açıklayayım. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyorlar ki:

(Fadlü’l-àlimi ale’l-àbid) “Àlimin àbid üzerine üstünlüğü, (kefadlî alâ ednâküm) benim siz ümmetimden herhangi bir kişiye, sıradan, en aşağı dereceli bir kimseye üstünlüğüm gibidir.”

(İnna’llàhe) “Hiç şüphe yok ki, alemlerin Rabbi olan yaradanımız Allah-u Teàlâ Hazretleri, (ve melâiketehû) ve onun melekleri, (ve ehle’s-semâvâti ve’l-aradîn) göklerin ve yerin ahâlisi...” Tabii bunlar, melekler önceden zikredildiğine göre, diğer canlılar, yâni kuşlar, gökteki yerdeki diğer yaratıklar... (Hatte’n- nemlete fî cuhrihâ) “Hattâ yuvasındaki, deliğindeki karınca, (ve hatte’l-hûte) hatta denizdeki balık bile; (leyusallûne) bütün bu varlıkların hepsi, Allah ve melekleri ve göğün ve yerin ahâlisi yaratıklar, hatta deliğindeki karınca ve denizdeki balık bile hepsi birden, (leyusallûne alâ muallime’n-nâsi’l-hayr) insanlara hayrı öğreten muallimlere, öğreten kişilere dua ederler.”

Âlim kim? Âlim, Allah’ın emirlerini, yasaklarını, Kur’an’ını, Rasûlüllah’ın sünnet-i seniyye’sini, dinimizin konularını bilen

580

kimse.

Âbid kim? Kendisini ibadete vermiş kimse. Namaz ve diğer ibadetlerde gayretli, ibadete düşkün.

Birisi Alim, birisi âbid; ikisi de hayırlı bir şey yapmakla meşguller. Allah’ın sevdiği bir şeyi yapıyorlar. Fakat âlimin derecesi üstün.


Bilgiyle ilgili uğraşmalara, bilgiyle ilgili çalışmalara İslam’da büyük mükâfat var. Yani, namaz kılmak güzel, diğer ibadetler güzel, amma ilimle uğraşmak daha güzel. Âlimin derecesi en yüksek derecedir. İslam aleminde, müslümanlar arasındaki sıralamada en üstteki derece âlimin derecesi.

Büyüklerimiz ashabın içindeki dereceleri sıralamışlar. En kıymetliler dört halife; ondan sonra, Aşere-i Mübeşşere; ondan sonra, İslam’a en evvel girmiş olanlar (es-sâbıkûne’1-evvelûn); ondan sonra, Bedr’e iştirak edenler.. Çünkü o zaman Bedr’e iştirak etmek çok önemliydi. Efendimiz, Bedr’e katılanlara, ashab- ı Bedr’e, vefalarından dolayı çok itibar ederdi. Çünkü o zaman herkes Efendimizin arkasında savaşa alışkın değildi, herkes gitmedi. O çok haslar gitti oraya, Bedir Harbi’ne. Ashab-ı Bedir olmak büyük bir şeref, büyük bir rütbe. Olağanüstü bir mevki.

Bunlar ve nihayet Efendimizin nice ashabının en kusurlusu, en arkada olanı, en aşağıda olanı ile Peygamber Efendimiz arasındaki fark ne kadar?

İşte, Âlim ile âbid arasındaki fark o kadar. “Peygamber olarak benim onların en aşağısına üstünlüğüm ne kadarsa, âlimin de müslüman olup ibadetle meşgul olan insana üstünlüğü o kadardır.”


Alim Allah tarafından seviliyor. Hiç şüphe yok ki, Aziz ve Celil olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, ona rahmetini ihsan ediyor, rahmetine gark ediyor. Melekler ona dua ediyorlar. Semaların ve yerin yaratıkları, hepsi dua ediyorlar.

Nereye varıncaya kadar? Yuvasındaki karıncaya, denizdeki balığa varıncaya kadar. Sen balığı tanımazsın, balık sana dua

581

ediyor. Sübhanallah! Senin karıncadan haberin yok, karınca sana dua ediyor. Melekler, görmediğin varlıklar sana dua ediyor. Nedir bu şeref? Alimin şerefidir, ilme verilen primdir, ilim teşvikidir bu.


Devletler ekonomilerini nasıl yönetiyorlar?

Halkın itibar etmesi gereken sahaya teşvik kredisi koyuyor. Bakıyorsun, herkes o tarafa kaymış. Meselâ bizim hükümetimiz, ihracata bir teşvik primi koydu, herkes ihracata koştu. Sonra eğitime bir teşvik primi koydu, herkes kolej yaptırmaya kalktı. Sonra turizme, otelciliğe bir teşvik primi koydu, “Beş yıldızlı otel yaptıracağım!” diye generaller bile kuyruğa girdiler, kredi aldılar. Antalya’da, Ege’de, bir sürü beş yıldızlı otel, bir sürü turistik tesis meydana geliverdi. Neden? Devlet, teşviki, krediyi ne tarafa yönlendirirse, millet o tarafa koşuyor.

Sabancı, Koç, büyük açgözlü insanlar, şirketler, devletin kararlarını takip ediyorlar, teşvik nereye, hemen oraya... İstanbul’a teşvik yok, nereye var? Eskişehir’e… Hemen gidip orada fabrika kuruyorlar. İstanbul’a teşvik yok, İzmit’e var. İstanbul hududunun bittiği, İzmit topraklarının başladığı yere Arçelik fabrika kuruyor. Bu tarafa kursa teşvik yok, şu tarafa kurduğu zaman teşvik var. Ama İstanbul’a en yakın yer olacak. Kurnaz, geliyor, hemen o huduttan arazi alıyor, fabrikayı kuruyor, teşviği cebine atıyor. Bu, dünya ehlinin durumu…


Ben bunu ne için anlatıyorum?

Bir şeye teşvik ettin mi rağbet olur. Meselâ, Diyanet İşleri Başkanlığı bu sene Peygamber Efendimiz’le ilgili şiirler için teşvik koydu. Birinci olan on milyon lira alacak dendi. Herkes şiir yazdı ve bu yarışmaya katıldı. Muazzam bir katılım oldu. On milyonu duyan katıldı. Bu dünya işi ve dünyadaki insanların işi…

Allah CC bizi neye teşvik ediyor?

İlme teşvik ediyor. Bak, mükâfatlar veriyor. Sen ne duruyorsun?

“—Benden geçti…”

582

O zaman çocuğunu ilme sevk et. Bak pırlanta gibi çocuklar var, büyümüş de küçülmüşler sanki. Mâşâallah, öyle güzel konuşuyorlar, öyle işler biliyorlar ki. Sanki önce büyüdü, sonra küçülttüler bunları… Sanki, üniversiteyi bitirmiş, dönmüş tekrar çocuk olmuş. Şimdi, sen bu çocuğu ilme teşvik edersen, teşvik edici olarak sen de sevabı alırsın. Alim olduğu zaman, o da Allah’ın teşviki olan şu sevapları alır, bu primleri kazanır.

Onun için hepimiz, hiç boş zaman geçirmemeliyiz, ilme çalışmalıyız.


“—İlme çalışmak nasıl olur?” Kur’an’ı ezberlersin, tefsir okursun, mânâsını anlarsın, hadis okursun. Bak, biz buraya toplandık, televizyon açıp seyredebilirdik. Başka bir şeyle meşgul olabilirdik. Başka insanlar böyle yerlerdeki toplantılarda neler yapıyorlarsa, biz de öyle bir şey yapabilirdik. Ama hadis okuyoruz. Neden? İlim olsun diye. Çünkü ilme verilen değer en yüksek.

Ümmet, cuma namazı için camiye geliyor, bekliyor. Tesbih çekebilirler, Kur’an okuyabilirler kendi kendilerine... Biz kürsüye çıkıyoruz, “Durun, biz konuşacağız, siz dinleyin!” diyoruz. Neden? İlimle meşgul olmak en sevap da ondan...

Kendisi okuyabilir, tesbih çekebilir ama ilimle meşgul olan, hem dinleyen hem söyleyen sevabı çok kazandığından milleti orada durduruyoruz.

“—Öteki işleri, yani nafile namaz kılmayı, tesbih çekmeyi, Kur’an okumayı bırak, gel!” diyoruz.

Neden? Hepsinden sevaplı da ondan… Yoksa, insanı sevaplı bir işten dönderip, kendinle meşgul etmek akıl kârı değil. O zaman ben kürsüye çıkmam. O, hayırlı işi yapsın. Ben insanın hayrını niye engelleyeyim? Daha hayırlı olduğu için çıkıyoruz kürsüye... Bu da ilim midir? Bu da ilimdir. Okuduğumuz bu hadis- i şerif aklında kalsa, o da ilim...


Şu anda burası mektep, dershane; siz öğreniyorsunuz, biz anlatıyoruz. İkimiz de çok kazanıyoruz. İşte mektep! İslâm, ille de

583

fakülte, dershane levhası asılı bir mekân istemiyor. İslâm’da, mescidin bir köşesine bir halka teşkil edip, oturup bir şeyler öğrendiler, bir şeyler öğrettiler mi ilim oluyor. Tarlada, yolda öğrettiler mi ilim oluyor. Fark etmiyor. O bakımdan, yaptığımız işler hep bilgimizi artırmaya yönelik olmalı.

“—Zamanım boş, akşama kadar yapacağım bir şey yok!” Tamam, Amme cüzünden falanca sûreyi ezberlememişsin, çalış ezberle! “—Amme cüzünü küçükken ezberlemiştim hocam.” O zaman geç Tebâreke cüzüne, oradan ezberle! “—Orayı da biliyorum.” Ondan evveline geç.

“—Ben hafızım.” O zaman tefsire geç. Yani, ezbere bildiğin yerin mânâsını da öğren!

“—Az çok, tefsiri de baştan sona okudum.” O zaman Peygamber SAS Efendimiz’in hadislerini oku.

Böyle kademe kademe, insanın ömrünün sonuna kadar ilimle meşgul olması lâzım! Beşikten mezara kadar…


Çocuk bir şeyler yapıyor; “—Aman evlâdım, onu yapma, o haramdır. Aman o çiçeği koparma, at o elmayı elinden, nereden kopardın onu? Götür sahibine ver, özür dile, parasını ver...” diye küçükten öğretmeye başlıyorsun çocuğa. Beşikten, mezara kadar bu böyle devam edecek. Hem öğretmeye devam edeceğiz, hem öğrenmeye. İki taraflı kâr olacak.

“—Hocaya gideceğim, ben kendim öğreneceğim. Eve geleceğim, evdekilere anlatacağım. Hocadan dinleyeceğim, mahallede arkadaşıma anlatacağım.”


b. Bir Şoförün Marifeti


Hoşuma giden bir olay... Bir servis şoförü, bizim Özelif Sitesi’nden genç çocukları topluyormuş, ismi galiba Maarif Koleji

584

ya da Yükseliş Koleji olan bir okula götürüyormuş. Çocukların hepsi namaz surelerini ezberlemişler. Nasıl ezberlemişler?

“—Çocuklar gürültü yok, özel işle meşgul olma yok, bağrışma yok. Hadi bakalım hep birlikte şu sureyi ezberleyeceğiz.” Yolda giderken hep beraber onu tekrar ediyorlarmış. Yani çocuk, bir yaz boyu Kur’an Kursu’na devam etse belki o kadar çok sure ezberleyemez. Sırf sabahları servisle koleje giderken, akşamlan kolejden dönerken, akıllı ve şuurlu bir şoför sayesinde minibüs dolusu çocuğun hepsi namaz surelerini bülbül gibi gayet güzel öğrenmişler.

Buyur işte; şehir içindeki yolculuk esnasında ilim. Gayet güzel, gayet iyi bir şey.


Hacca gidiliyor, otobüste olabilir, uçakta olabilir, vapurda olabilir. Boş şeylerle uğraşılmaz, ilimle meşgul olunur.

Bu hatırımızda olsun, Es’ad Hoca yapacak diye bir mecburiyet yok. Herkes kendi çapında yapacak, anlatacak. Kendi çapında öğrenecek, kendi çevresinde anlatacak. Böylece bu ilmi çalışma halka halka dalga dalga yayılacak, İslam öğrenilecek. El-hamdü

lillâh. Mesela, tatlı tatlı anlattığın zaman, hiç ummadığın insan duygulanıyor, yola geliyor. Bir günahkâr kardeş günahtan vazgeçiyor, bir yaramaz insan tevbe ediyor, yararlı bir insan haline gelebiliyor.

Onun için hiç ümidi kesmeyeceğiz. Güleç yüzümüzden tebessüm hiç eksik olmayacak, kızmayacağız, ümidi kesmeyeceğiz, arkadaşlarımıza gerçekleri anlatacağız. O anlayacak, kazanacağız, yâni İslâm’a faydalı olmuş olacağız.


c. Gece Namazının Üstünlüğü


Diğer hadis-i şerif İbn-i Mes’ud RA’dan rivayet edilmiş. Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bir şeyi öğretirken öteki şeyi

585

misal veriyor, böylece iki şey öğreniyoruz. Buyuruyor ki:101


فَضْلُ صَلََةِ اللَّيْلِ عَلَى صَلََةِ النَّهَارِ، كَفَضْلِ صَدَقَةِ السِّرِّ عَلَى


صَدَقَةِ الْعَلََنِيَةِ (ابن المبارك، طب. حل. عن ابن مسعود)


ME. 815 (Fadlü’s-salâti’l-leyli alâ salâti’n-nehâri, kefadli sadakati’s-sirri alâ sadakati’l-alâniyeti.)

Bir gece namaz kılmak var, bir gündüz namaz kılmak var...

Gece kılınan namaz, gündüz kılınan namazdan daha üstündür. Ne kadar daha üstündür? Misal olarak diyor ki: (Fadlü’s-salâti’l-leyli alâ salâti’n-nehâri) Gece kılınan namazın gündüz kılınan namaza üstünlüğü, (kefadli sadakati’s-sirri alâ sadakati’l-alâniyeti) gizli verilen sadakanın, herkesin önünde, aşikare verilen sadakaya üstünlüğü gibidir.”

Böylece iki şey öğreniyoruz:

1. Sadakayı gizli vermek daha sevap.

“—İbrahim Efendi, Hasan Efendi, Hüseyin Efendi, Ali Efendi, Veli Efendi, gel bakalım, al zekâtımı, üç yüz dolar veriyorum. Helalinden, çoluk çocuğunla ye, harca!” Herkesin içinde, aşikâre olarak verdi.

Belli etmeden, gizlice eline tutuşturduğu zaman: “—Merhaba Hasan Efendi, nasılsın? Seni çoktan beri görmedim.” Avucunda bir şey vardı, hiç kimse anlamadı, verdi onu. Ya da hiç haberi olmadan cebine koyuverdi. Böyle gizli vermek daha



101 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IX, s.205, no:8998; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.502, no:4426; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.130, no:3098; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.271, no:6672; Abdürrezzak, Musannef, c.III, s.47, no:4735; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.519, no:3518; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.130, no:4349; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.8, no:23; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.167; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.788, no:21411; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.450, no:14703.

586

sevap oluyor. Çünkü İslâm’da gösteriş iyi değil. Hayrı, sessiz, sedasız, gizli, Allah rızası için yapmak sevap.


Hatta, “Yedi sınıf insan vardır ki, hiç bir gölgenin olmadığı günde Arş-ı A’lâ’nın gölgesinde gölgelenir.” diye bir hadis-i şerif var. Bu yedi sınıftan bir tanesi de şu kimsedir:102


وَرَجُلٌ تَصَدَّقَ بِصَدَقَةٍ فَأَخْفَاهَا، حَتَّى لََّ تَعْلَمَ شِمَالُهُ مَا تُنْفِقُ

يَمِينُهُ (خ. م. ت. ن. حم. عن أبي هريرة)


(Ve racülün tesaddaka bi-sadakatin feehfâhâ hattâ lâ ta’leme şimâlühû mâ tünfiku yemînühû) “Bir adam ki sadaka veriyor, ama o kadar gizli veriyor ki, sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmuyor.” Vücudunun bir tarafı öbür tarafından haberdar değil. Veriyor, geçip gidiyor. Hiç kimse bilmiyor. Neden? Allah rızası için veriyor, gösteriş için vermiyor, onun için. Gizli vermek böyle sevap. Bunun çok sevap olduğu bilindiği için, sahabe-i kiram sadakalarını gizli vermeye gayret etmişler, gösterişten kaçınmışlar.

Gösteriş Türkçe bir kelime. Arapçada riyâ, gösteriş demek. Tam anlamıyla gösteriş demek. Çünkü reâ, görmek demek; riya da birisine göstermek, yâni gösteriş demek oluyor. Riyâ olarak yapmak, başkası görsün diye yapmak demek. Gösteriş makbul değil ve amelin, ibadetin, icraatın kabul olmamasına yol açıyor. Onun için gizli vermek iyi oluyor.




102 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.234, no:629; Müslim, Sahîh, c.II, s.715, no:1031; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.598, no:2391; Neseî, Sünen, c.VIII, s.222, no:5380; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.II, s.952, no:1709; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.439, no:9663; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.185, no:358; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.338, no:4486; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.251, no:6324; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.405, no:549; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.16424; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.461, no:5921; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.47, no:80; Ebû Hüreyre RA’dan.

587

2. Gece namazı, gündüz namazından daha üstündür.

Demek ki, geceleyin namaz daha sevap. Neden? Bir ucundan yine aynı sebep görünüyor. Geceleyin evinde, senin namaz kıldığını kimse görmez. Gündüz görülür.

“—Öğlenle ikindi arasında geldim gittim, bu adam camide hep namaz kılıyor. Maşallah, 15 rekât, 30 rekât, 40 rekât kıldı. Her öğle ile ikindi arasında namaz kıldığı görülür. Camiye 15 dakika önce gelirim, bakarım bu adam hep orada...” Ama gizli olunca, geceleyin olunca kimse görmüyor. Bir bu noktadan oluyor.

Bir de, gündüz, ses var, ışık var, hareket var, insanlar var, gelme var, gitme var. Geceleyin kendi başınasın. Rabbinin huzurunda bir sen varsın. Kimse yok; tenhada ağla, gözyaşı dök, dua et, ibadet et. Bu daha tatlı oluyor. Yani geceleyin, çok daha feyizli ve lezzetli ve tatlı oluyor. Onun için burada gece ibadetine teşvik var. Gece ibadet önemli oluyor.

Biz de dervişler olarak, büyüklerden, hadis-i şeriflerden aldığımız terbiye gereği, geceleyin uykumuzu bölüp kalkabilir, sahurdan evvel iki rekât bile olsa namaz kılabilirsek çok sevaptır. Ondan sonra yatabiliriz.

“—Geceleyin kılınan iki rekât namaz, dünyadan da dünyanın içindeki her şeyden de daha hayırlıdır!” diye teşvik var.


d. Nazardan Korunmak


Diğer hadis-i şerifi Deylemi rivayet etmiş:103


فِي كِتَابِ الله ثَمَانُ آيَاتٍ لِلْعَيْنِ: الْفَاتِحَةُ، وَآيَةُ الْكُرْسِي

(فر. عن عمران بن حصين)



103 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.139, no:4372; Umran ibn-i Husayn RA’dan.

Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.499, no:14819; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.82, no: 1816 .

588

(Fî kitâbi’llâhi semânü âyâtin li’l-ayn: El-fâtihatü, ve âyete’l- kürsiy) [Allah’ın kitabında sekiz ayet nazar içindir: Fâtiha Sûresi ve Ayete’l-Kürsî.]

Bir evde bir kul, Fâtiha’yı (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...) ve Ayete’l-Kürsi’yi (Allàhu lâ ilahe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm… diye başlayan ayet) okursa, o gün o kimseye birisinin nazarının değmesi mümkün değil. İnsanların nazarı da değmez, cinlerin nazarı da değmez. Ne insanın, ne cinin nazarı değer.

Demek ki, hadis-i şeriften nazara karşı bir tedbir öğrenmiş olduk. Fatiha Sûresi’ni de, Ayete’l-Kürsi’yi de hepimiz biliyoruz. Bir evde insan bunları okursa o gün nazar değmesinden kurtulmuş oluyor.

İnsan arabasını kazaya uğratıyor, kendisine bir zarar geliyor, “cart” diye yırtılıyor, “pat” diye lekelenir. Güzel bir ayna almışlar, getirmişler, komşu bir bakıyor, “çat” diye kırılıyor. Ayna çok güzel, nazar değiyor yani.

Nazar var mıdır? Bu konuda buyruluyor ki:104


الْعَيْنُ حَقٌّ (حم. ق. د. ن. عن أبي هريرة؛ ه. عن عامر بن ربيعة)


(El-aynü hakkun) “Nazar değmesi haktır. Böyle bir şey vardır.” Sapanca’da biz bunu konuşuyorduk. İhvanımızdan, Geyveli



104 Buhàrî, Sahîh, c.XVIII, s.317, no:5488; Ebû Dâvud, Sünen, c.X, s.380, no:3381 İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.336, no:3498; İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.335, no:3497, s.319, no:8228; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.509, no:6632; Ebû Hüreyre RA’dan.

İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.335, no:3497; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.119, no:7195; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.240, no:7499 Àmir ibn-i Rebia RA’dan. İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.337, no:3499; Hz. Aişe RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.274, no;2477; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.239, no:7498; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.20, no:10905; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.744, no;17656; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.379, no;14535.

589

ama Gölcük’te oturan ak sakallı Yaşar amca geldi; “—Ben, bizim Geyve, Taraklı’dan öyle bir kimse biliyorum ki, acaip nazarı değerdi.” dedi.

Mesela atlı birisi “dıgıdık dıgıdık” çarşıdan gidiyor. Adam yanındakilere dermiş ki;

“—Şu atlıyı atından düşüreyim mi?”

“—Düşür de görelim!” derlermiş.

Bir nazar edermiş, adam “Küt!” aşağıya... O kadar gözü değen bir kimseymiş.

İnsan, misalini bazen bizzat kendisi görmüş oluyor. Biz de kendi hayatımızda böyle şeyleri duymuşuzdur, görmüşüzdür. Fatiha Sûresi’ni, Ayete’l-Kürsî’yi hepimiz biliyoruz. Okuyalım ki bu görünmez tesirden, kem gözlerden Allah bizi korusun.


Ne güzel şeyler öğrenmiş olduk! Allah, bildiklerimizi uygulamayı nasip etsin. Hatırda tutmayı nasip etsin. Başkalarına öğretmemizi nasip etsin.

Daha doğrusu, Rasûlüllah’ın sevdiği ümmet olmayı, Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı; cennetiyle, cemaliyle müşerref olmayı nasip etsin. Geçmişlerimize rahmet eylesin.

Bi-hürmeti esrarı sûreti’l-fâtihah!


14. 01. 1991 – Sydney / AVUSTRALYA

590
25. BİRİNCİ VAZİFE ALLAH’I TANIMAK