25. ALİMİN ÜSTÜNLÜĞÜ

26. İLİM VE AMEL



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d. Fekàlen nebiyyü SAS:


a. İlmiyle Amil Olmak


Enes RA’ın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:102


تَعَلَّمُوا مِنَ العِلْمِ ما شِئْتُمْ، فَوَالله لاَ تُؤْجَرُوا بِجَمْعِ العِلْمِ حَتَّى تَعْمَلُوا (أبو الحسن بن الأخرم المديني في أماليه عن أنس)


ME. 470 (Teallemû mine’l-ilmi mâ şi’tüm, feva’llàhi lâ tü’cerû bicem’i’l-ilmi hattâ ta’melû.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

“İlimden ne isterseniz öğrenin; tefsirden, fıkıhtan, hadisten, akaidden, ahlâktan, ferâizden ne öğrenirseniz öğrenin! Allah’a yemin olsun ki, bildiğinizi uygulamadıkça, tatbik etmedikçe, bu ilmi toplamaktan bir ecir kazanmazsınız. İlminizle amel etmedikçe, sırf ilim toplamaktan dolayı bir ecir alamazsınız. Ancak, ilminizi tatbik ettiğiniz zaman alırsınız.”

Muhterem kardeşlerim, bu çok önemli bir nokta! Hattâ bir başka hadis-i şeriften biliyoruz ki, ilmi olup da bilgisini insan uygulamazsa, ilmiyle amel etmezse, bildiği dinî mâlûmata göre hayatını tanzim etmezse, çalışmazsa, yaşamazsa; ahlâkını



102 Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.142, no:28719; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.307, no:10851.

497

düzeltmezse, nefsini terbiye etmezse, huylarını hizaya getirmezse, vebal altında kalır. Çünkü: “—Hem biliyordun, hem de yapmadın; niye bildiğini tatbik etmedin?” diye sorgu ve suale muhatap olur.

Onun için, mutlaka bildiğimizi tatbik edeceğiz, mutlaka

ilmimizle amel edeceğiz. Ne biliyorsak, ne duyduysak; camide hocalar söyler, cumada hutbelerde bir şeyler konuşulur, vaaz kürsülerinde bazı şeyler anlatılır... İnsan arkadaşlarıyla sohbette bazı konuların müzakeresine geçer, çeşitli münakaşalar olur. Bir tarafın haklı olduğu anlaşılır, haksız olduğu anlaşılır. İşte anlaşıldıktan sonra, bildiğini tatbik edecek insan, yapacak.


Onun için âcizâne buraya geldik, gitme zamanımız geldi. Kardeşlerimize bu iş çok önemli olduğundan, çok ısrarla hem bu şehirde, hem Perth’e gittiğimiz zaman, hem Sydney’e gittiğimiz zaman anlattık ki: Müslüman olmak insanın hareketlerinden belli olacak... Ahlâkı güzel olacak, ahlâkına tesir etmiş olacak... İnsan tatlı dilli, güler yüzlü, geçimli olacak, öteki müslüman kardeşleriyle iyi geçinecek.

Bizi Broadmeadows Camisi’nde konuşturmadılar. Gittik boynu bükük, biz de orada konferans verdik bir başka salonda... Ondan sonra gittik orada namaz kıldık, gözyaşı döktük; kardeşlerimiz bizi bu güzel camiye almadılar filân diye... Bu dargınlıklarla, bu kırgınlıklarla, bu birbirimize karşı husumetlerle, bu birbirimizin hakkında kötü şeyler düşünmekle, bu birbirimizin hayrını engellemekle bir noktaya varılmaz.

Allah biliyor ki, güzel huylu olmanın gerektiğine hepimiz âşinâyız, yalan söylememek lâzım, müslüman kardeşinin hakkında hüsnüzan etmek lâzım, sûizan etmemek lâzım! O müslüman kardeşimizin kusuru varsa bile, söylememek lâzım! Bizim işimiz gücümüz, sohbetlerimizin mevzuu, sabahtan akşama arkadaşlarımızın kusurları... Mâdem gıybet kötü; keseceğiz. Madem dedikodu fena; bırakacağız. Madem ki iftira yasak; asılsız, mesnedsiz isnatta, iftirada bulunmayacağız. Tatlı dilli olacağız, güzel huylu olacağız. Herkesin iyiliğini düşüneceğiz.

498

Şu toplumda, şimdi şurada yirmi beş otuz kişi var; bunların en iyisi kim? “En iyisi kim bilmiyorum ama, en kötüsü benim!” diye düşünecek insan... Kendisini bu toplumun en kötü, en aşağı seviyede olanı, derecesi en düşük olanı diye düşünecek. Neden? Diyecek ki: “Yaşlılar benden daha çok yaşadılar, daha çok namaz kıldılar, oruç tuttular, tesbih çektiler, sadaka verdiler; onlar elbette benden daha çok sevap kazandılar, benden daha hayırlıdır.” diyecek, yaşlıları düşündüğü zaman...

Gençleri düşündüğü zaman da: “Bu gençler benim kadar yaşamadılar, benim kadar günah işlememişlerdir. Seneleri az olduğu için, günahları benimkinden daha azdır, benim günahlarım bunlardan fazladır, bunlar benden daha iyidir.” diyecek. Yâni her şeye böyle bakacak insan, mütevazi olacak, hüsnü zan edecek, sevecek.

“—Pekiyi kusuru varsa, nasıl seveyim?

Kusuruyla seveceğiz, kardeşlerimizi kusuruyla seveceğiz. Armudun sapı var, üzümün çöpü var, çekirdeği var... Bilmem ne... Falancanın şu tarafı var, filâncanın bu tarafı var, gül ağacının

499

dikeni var. Ne yapalım? Öyle... Dünyayı biz değiştiremeyiz, mevcut haliyle seveceğiz kardeşlerimizi... İyi taraflarını göreceğiz, iyi tarafından seveceğiz, bir iyi tarafını bulacağız. “O kardeşimiz sinirlidir, şöyledir, böyledir ama; merttir, cömerttir.... Bu kardeşimiz şöyledir, böyledir ama; şu güzel huyu vardır,

vefalıdır...” filân diye bir güzel tarafını bulup iyi tarafını söyleyeceğiz.


Kötü tarafını saklayacağız, örteceğiz. Yâni uyuyan bir insan böyle ayağını atmış da üstü açılmış olsa ne yaparız? Uyuyor. Çekiveririz şöyle üstüne örtüyü, aman görünmesin diye ayıbını örteriz. Böyle ayıp örteceğiz.

Ayıp örteceğiz, güzel ahlâklı olacağız. Güzel ahlâklı olamazsak, bir noktaya varamayız. Ne kendi aramızda muhabbet olur, ne birlik olur, ne beraberlik olur; ne birlik ve beraberlikten doğacak gelişmeler olur. Ne izzet olur, ne itibar olur, ne dünyada hatırı sayılır bir topluluk oluruz. Bak işte Irak, İran’la çarpışıyor. [1988] Amerika gelmiş İran’ın bilmem yüz tane adamını öldürmüş filânca yerde... Bir hafta önce bir suikast yapmışlar, bir cephane deposu patlamış, beş yüz kişi ölmüş, bin kişi ölmüş... Her yerden böyle haberler... Bunlar hep kötü huylardan dolayı oluyor.


Onun için bildiğimizi mutlaka uygulayalım, mutlaka ilmimizle amil olalım! Bunun bir büyük başka faydası var: Bildiği ilimlerle amel eden, uygulayan insana Allah bilmediği ilimlerin kapısını açar, yâni mânevî esrarengiz ilimleri öğretir. Yâni kerâmet sahibi olur, büyük ihsanlara, ikramlara erdirir. O nasıl olacak? Bildiği her şeyi tatbik etmek suretiyle olacak. Bildiğini tatbik edince insan, Allah bilmediğini nasib edecek, öğrenecek. Onun için, duyduğunuz şeyi mutlaka hatırınızda tutun; hatırınızda tuttuğunuz şeyi uygulayın!

Ben bir hadiste okudum, namazı kıldıktan sonra insan kalkar giderse, dua etmezse, melekler şaşırırlarmış bu insana: “Namazı kıldı, cenneti istemedi Allah’tan... Cehennemden Allah’a sığınmadı; ne biçim bir insan? Namazı kıldı, Allah’a yâ Rabbi beni

500

cennetine sok, beni cehennemden koru!” demedi. Huriler mahzun olurmuş bizi istemedi diye, erkekler için tabii...

Onun için namazdan sonra diyeceğiz ki: 103


اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ،


وَزَوِّجْنَا مِنَ الْحُورِ الْعِينِ!


(Allàhümme ecirnâ mine’n-nâr,) “Bizi cehennemden koru yâ Rabbi! (Ve edhilne’l-cennete mealebrâr,) Sevdiğin kullarla beraber bizi cennetine sok yâ Rabbi! (Ve zevvicnâ mine’l-hûriî’l-în.) O hûri kızlarından bizim hissemize kimler düşüyorsa, onları bize nasib eyle yâ Rabbi!” diye isteyeceğiz.


İşte kim iftar ettirirse bir oruçluya, o oruçlunun sevabından hiç bir şey eksilmemek şartıyla, iftar ettirene oruçlunun sevabı veriliyor. Hadis-i şerifte böyle geçiyor. Şimdi bu akşam burada bazı kimseler gayret etmişler bir iftar yemeği verdiler. Bizim de önümüze yemekleri getirdiler, biz de afiyetle yedik. Kim sebep olduysa, kim masrafını verdiyse, kim gayret ettiyse, kim zahmet ettiyse, kim hizmet ettiyse sevap kazanacak. Oruçluya iftar ettirenin, oruçlunun sevabı kadar sevabı oluyor. Oruçludan bir şey eksilmiyor, eksilmece yok, Allah’ın hazinesi geniş... Oruçlunun sevabı kalıyor kendisine, iftar ettirene de sevap yazılıyor.

Şimdi kardeşimiz cebine hurma gibi tatlı bir şeyler koymuş. Burada akşam ezanı okundu, etrafında birkaç kişiye bir şeyler sundu, ben aferin dedim kendisine... Çünkü kime iftar ettirdiyse, onun sevabı kadar sevap aldı. Hemen oturduğu yerde, kolayca bir sevap yâni... İnsan cebinde bir kaç hurma ile gezmeli yâni, oruç akşamı hiç olmazsa... Hattâ diyor Peygamber Efendimiz’e bazıları:

“—Yâ Rasûlallah! Biz oruçluya iftar ettirecek kadar fazla


103 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.102, no:7496; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.II, s.410, no:1601; Ebû Ümâme RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.345, no:2893; Câmiü’l-Ehàdîs, c.II, s.372, no;1451.

501

zengin değilsek, paramız, soframız filân müsait değilse, fakirsek ne yapacağız?” “—Bir hurma ikram etseniz bile, Allah o sevabı verir. Bir su içirseniz bile, Allah o sevabı verir.” diyor.

Onun için gayret edelim; yâni duyduğumuz şeyi tatbik etmeye gayret edelim! Şimdi tabii Ramazan olduğu için, misalleri Ramazan’dan veriyorum. Meselâ, sahura kalkmak sevap; sahura kalkalım! Peygamber Efendimiz tavsiye etmiş, sahura kalktığı zaman teheccüd namazı kılmak sevap; teheccüd namazını kılıverelim! Dargınlarla barışmak sevap, biliyoruz; barışıverelim! Elimizi biz uzatalım, varsın “Bak bana yalvardı.” desin, ne derse desin... O ne derse desin, Allah sevsin de, kul ne derse desin; o önemli değil, Allah’ın sevmesi önemli...


Allah’ın sevmesi için insan canını veriyor. Harbe giriyor, canını veriyor, Allah sevsin diye, cenneti kazanayım diye. Gelmiş Peygamber Efendimiz’in zamanındaki çağdaşlarından birisi, daha müslüman olmamış. Savaşta gelmiş Peygamber Efendimiz’in

502

yanına, demiş ki:

“—Yâ Rasûlallah, ben şimdi sana iman etsem, bu savaşa girsem; ölsem cennete gider miyim?”

“—Mü’min olduktan sonra, bana iman ettikten sonra, gidersin!” demiş.

Savaşa girecek, şehid olacak, cennete gidecek. Ayetler var, belli bir şey... O da:

“—Şehadet ederim ki Allah birdir. Şehadet ederim ki, sen onun hak elçisisin, rasûlüsün!” demiş, Peygamber Efendimiz’in elini tutmuş, iman getirmiş, Peygamber Efendimiz’in huzurunda...

Ondan sonra, “Biraz vücuduma güç kuvvet gelsin.” demiş, oturmuş bir kenarda biraz hurma atıştırmaya başlamış. Yâni, “Karnım aç olmasın, gücüm, kuvvetim yerinde olsun da, çarpışayım!” diye hurmaları yerken aklına gelmiş: “Yâhu, cennet beni bekliyorken, ben burada hurma atıştırıyorum. Bu hurmalar beklemeye değmez! Bu hurmaları yiyecek kadar beklemeye lüzum yok!” demiş, hurmaları savurmuş bir tarafa... “Yâ Allah!” demiş, savaşa girmiş, çarpışmış çarpışmış, şehid olmuş.

Hiç namaz kılmamış adam ömründe... Çünkü yeni müslüman oldu ve hemen harbe girdi. Hiç namaz kılmamış ama şehid olmuş, dosdoğru cennete gidecek.

Sorarlar bilmece gibi:

“—Söyle bakalım, hiç namaz kılmadığı halde cennete giden müslüman var mı?”

Var işte, böyle bazen düşeş oluyor. Yâni kumar tabiri düşeş ama, öyle demesek daha iyi ama, bazen böyle oluyor. Allah iyi niyetine göre insana veriyor.


Bildiğimizi tatbik edelim! Cebimizde bir kalem defterle gezelim; küçük bir defter, büyük olmaz. Hangi şeyi duyduysak, yazalım hemen bir kenara... Onu tatbik edelim, uygulayalım!

Şimdi çayhanede güzel güzel yazılar yazmışlar, bir kardeşimiz galiba buraya göndermiş onları... Benim de hoşuma gitti bir kardeşime yazdırttım, mecmuada neşredeceğim, çok güzel!

“—Dinlemesini bilmeyen, konuşmasını bilmez!” diyor.

503

Ne güzel! Dinlemesini bileceğiz, hakikaten de öyledir. Karşıdaki insanı bir dinleyecek, ondan sonra konuşacak. Yarı yolda kesmek doğru değil...


Müslüman arı gibidir. Nasıl arı gibidir? Arı her çiçekten bal alır. Müslüman da gider bir yere, çay içme yerine, duvarda bir yazı görür beğenir, not alır; onu uygular. Gelir bir camide hadis dinler, uygular. Bir arkadaştan bir güzel söz duyar, uygular. Böyle böyle birikecek.

Meselâ, bir bakkalın kazancı nasıl oluyor, nasıl kazanıyor bakkal? Komşunun kızı geliyor, “Bakkal amca bana bir kibrit verir misin?” diyor; bir kibrit veriyor. Ondan sonra ötekisi geliyor, “İki tane ekmek...” diyor; iki tane ekmek veriyor. Onun kârı ne, ötekisini kârı ne? Ama onları sata sata, sata sata akşama yekûnünü düşünüyor. Şimdi benim cirom yirmi yedi bin lira; %10 kâr olsa, iki bin yedi yüz lira... Yüzde yirmi kâr olsa, şu kadar, hesabı böyle yapıyor ama, o nasıl birikti sabahtan beri? Ufak

504

ufak... Kimisi geldi jilet aldı, kimisi balon aldı, kimisi ekmek aldı, kimisi kibrit aldı, öyle birikti.

Biz de her fırsattan istifade edip sevap kazana, kazana, bizim de bir yekûnümüz olacak, bir ciromuz olacak, bir günlük, bir aylık, bir yıllık neyse... Bu ciromuzda kârda mıyız, zararda mıyız; artık insan kendi kendisini hesab etsin. Yâni akşam insan hesab etmeli!

Hz. Ömer Efendimizden rivayet edilmiş ki:104


وَزِنُوا أَعْمَالَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُوزَنـُوا! حَاسِبُوا َأنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا،


(Hàsibû enfüseküm kable en tühàsebû) “Ahirette hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz! (Vezînû a’mâleküm kable en tûzenû.) Ölüp de mahkeme-i kübrâda amellerimiz tartılmadan önce, dünyadayken amellerinizi kendiniz bir tartınız!” Rûz-ı Mahşer olup da, kıyamet koptuğunda, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkıp orada hesaba çekilmezden evvel, daha önce dünyada iken kendini hesaba çek; bakalım kârda mısın, zararda mısın?

“—Hesapsız kasap, ne bıçak bırakır ne masat...” derler. Yâni iflas eder, hepsini satar, bir şey kalmaz yanına; satır gider, masat gider, dükkânın hepsi gider. Hesapsız iş yaptı, dostlar alışverişte görsün diye... Koyun kesti sattı ama fiyatını bilemedi, borcu alacağı hesaplayamadı, sermayeyi kediye yükletti.

Hesabı şimdiden yapmak lâzım!

Onun için bazı büyükler akşam eline defteri alırmış. Büyük dediğim evliyaullahtan Allah’ın rızasını kazanmaya gayret eden



104 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.499, no:2383; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.96, no:34459; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.103, no:306; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.828; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXIV, s.314; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.52; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tefsir, c.I, s.384, İsrâ, 17/16; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Muhàsebetü’n-Nefs, c.I, s.22, no:2; Hz. Ömer RA’dan.

İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.302; Hz. Ebûbekir RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.188, no:44203; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXVI, s.433, no:29408.

505

insanlar... Bayağı defter çıkartırmış, açarmış, kalem çıkartırmış, düşünürmüş:

“—Ben bu sabah hangi hayırlı işi yaptım? Sabah namazını camide kıldım mı? Maalesef kılamadım, yan geldim yattım, cemaati kaçırdım; zarar... Sonra şunu yaptım mı? İşte sabahleyin şuraya gittim. Öğle namazı vaktinde cemaatle namaz kıldım, yirmi yedi kat sevap...”

Akşama kadar yaptıkları sevapları, günahları böyle yazarlarmış, Ertesi gün ona göre karar alırlarmış, bir dahaki gün şöyle yapayım, böyle yapayım diye... Bir günlük kârı insanın zarara dönük olursa, ertesi gün de zarar olursa, ömrü zararla geçiyor demektir. Kâra dönmenin çaresine bakması lâzım, gayret etmesi lâzım!


Siz de sevaplı işlere gayret edin, hiç bir şey yapamazsanız şunu yapın! Peygamber Efendimize sahabe-i kiramın fakirleri sızlana sızlana geldiler:

“—Yâ Rasûlallah! Zenginler bütün sevapları aldılar gittiler.” dediler.

“—Nasıl, ne demek istiyorsunuz?” dedi Peygamber Efendimiz...

“—Zenginlerin paraları var, hayır yapıyorlar sevap kazanıyorlar; sadaka veriyorlar sevap kazanıyorlar, cihada para ayırıyorlar sevap kazanıyorlar... Bizim paramız yok, onlar sevapların hepsini aldı götürdü.” diye böyle söyleyince, Peygamber Efendimiz dedi ki:

“—Ben size bir şey tavsiye edeyim, siz de onu yapınca o kadar sevap alırsınız.”

“—Et yâ Rasûlallah, tavsiyeni yap!” dediler.

Dedi ki:

“—Her namazın arkasından, 33 defa Sübhana’llah, 33 defa El- hamdü li’llâh, 33 defa Allahu ekber deyin, o sevapları siz de kazanırsınız.” dedi.

Onlar da sevine sevine gittiler.


Peygamber Efendimiz tavsiye etti diye biz tesbih çekiyoruz

506

namazların arkasından... “Sübhana’llah” diyoruz, “El-hamdü li’llâh” diyoruz, “Allahu ekber” diyoruz...


لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الـْمُلْـكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ ،


وَهُوَ عَلىَ كُلِّ شَـئٍ قَدِيرٌ .


(Lâ ilàhe illa’llàhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü, ve hüve alâ külli şey’in kadîr.) diyoruz.

Bu söz de takımdan ayrı değil... Nasıl ciğeri takım olarak alıyoruz, nasıl arabanın bijon takımını, bilmen tornavida takımını bütün olarak alıyoruz. Bir tanesi eksik olsa olmuyor. O da böyle takım, o sondaki kısım da takım, onu da söyleyeceksiniz!


Aradan bir zaman geçmiş, yine gelmişler Rasûlüllah’a... Sızlana, sızlana, demişler:

“—Ya Rasûlallah!”

“—Eee, ne oldu yine? “—Zenginler öğrenmiş, onlar da yapıyor bunu... Zenginler de bu tesbihi çekiyor.”

Bak zenginler hem para verip hayır kazanıyor, hem de tesbih çekiyor. Demek ki bizim paramız olmasa, yine sevap kazanabiliriz. Bu hadisi şerifi ben çok seviyorum, siz de sevin, hatırınızda tutun! Buyuruyor ki:105


تَبَسُّمُكَ فِي وَجْهِ أَخِيكَ لَكَ صَدَقَةٌ (ت. حب. عن أبي ذر )


(Tebessümüke fî vechi ehîke leke sadakatün) “Senin, mümin kardeşinin yüzüne bakıp tebessüm etmen bile sadakadır.”



105 Müslim, Sahîh, c.VII, s.213, no:1879; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.307, no:891; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.221, no:474; Bezzâr, Müsned, c.II, s.108, no:4070; Ebu Zerr-i Gıfârî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.410, no:16305; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.202, no:10571.

507

Bak, hadis-i şerifin güzelliğine bak! Müslümanlık nerede, biz nerede? “Müslüman kardeşinin yüzüne bakıp tebessüm etmen, sadakadır.” diyor.

“Yoldan bir dikeni, bir taşı kenara koyman sadakadır.” diyor.

“Hanımının ağzına bir lokma koyup, ‘Hanım al bakalım, ağzını aç, tat şunu!’ diye bir lokma vermen sadakadır. Emr-i maruf sadakadır, nehy-i münker sadakadır.” Yâni birisine gidip de şu işi yap kardeşim demek, sadakadır. Kötü bir iş yapıyorsa; “Bunu yapma, bundan vazgeç, yoksa günaha girersin! Ben seni severim, bunun doğru olmadığını kitaplar yazıyor, sen bu işten vazgeç!” demek sadakadır.


Demek ki, insanın ille cebinin para dolu olması şart değilmiş, yâni sevap kazanmanın yolları çokmuş. Yeter ki usta insan olsun, ticareti bilen insan olsun, nerede olsa kâr eder.

Sahabe-i kiramdan bir mübarek Medine-i Münevvere’ye geldiği zaman, bütün malları Mekke’de kaldı. Hiç parasız geldi. Peygamber Efendimiz onu birisiyle kardeş etti. Mekke’li birisiyle,

508

Medine’li birisi kardeş... Hep böyle çift çift kardeş oldular. En son kendisi kalınca, Hazret-i Ali Efendimiz ile kendisi kardeş oldu. O da Hazret-i Ali Efendimiz için bir şeref...

Neyse, o zata kardeş olan Medineli ev sahibi durumunda; orada malı var, mülkü var... Bu kardeşi Mekke’den gelmiş; bütün malı Mekke’de kalmış, beş parasız gelmiş. Demiş ki ona:

“—Tarlalarımı böleyim, yarısı senin olsun! Madem seni Rasûlüllah bana kardeş etti, canım sana fedâ; al tarlanın yarısı senin olsun, al evin yarısı senin olsun, al mülkümün yarısı senin olsun!” demiş.

Nesi varsa, parası-pulunu başlamış ikiye bölmeye, taksim etmeye... “Yarısı senin, yarısı benim!” demiş. O mübarek de demiş ki:

“—Senin malın sana mübarek olsun, ben senin bir şeyini istemiyorum; sen bana pazar yerini tarif et! Nereden gidilir oraya, yolunu göster. Yâni bilmediğim bi semt, sen çarşının, pazarın yerini bana göster!” demiş.

Kardeşi de:

“—Olur...” demiş.


Çarşıya pazara gitmiş mübarek... Bir miktar tereyağı almış, onu temizlemiş, muameleden geçirmiş; öbür tarata iyi bir fiyata satmış. Oradan bir başka şey, oradan bir başka şey... Derken, tabii aradan bir vakit geçmiş hicretten sonra... Sonra bir gün gelmiş Peygamber Efendimiz’in huzuruna edeple, tevazuyla, tebessümle, sevgiyle, saygıyla:

“—Yâ Rasûlallah, düğünüm var, sen de buyur!” demiş.

Hanımı filân yoktu, yâni bu tarafa bekâr geldi. Ondan sonra: “Düğünüm var, sen de buyur yâ Rasûlallah!” diyor. Nasıl oldu?

Anlatmışlar, işte böyle bir ticaret içine girdi, çarşıya, pazara… Ticaret helâl, helâl ticaret yaptı, kazandı. Hem de düğün yapacak kadar para biriktirdi. Bir de hanım aldı, bir de ev aldı filân. Bir de davet ediyor yemeğe Peygamber Efendimizi... Demek ki insan iş bildi mi, kazanabiliyormuş.

509

Demek ki, insan fakir olsa da sevap kazanabilir. Onun için anlatıyorum bunu... Yâni fakir, cebinde beş parası yok ki çıkartsın para versin, hayır yapsın, zekât versin, hayır yapsın; yapamıyor. E dili sağlam, Allah desin, sevap kazasın, Sübhâna’llah desin sevap kazansın, Hû desin sevap kazansın.

Hû deyince hatırıma geldi, millet bizim Coburg Camii’ni sevmiyorlarmış. Bazıları diyorlarmış ki: “Oraya gelmem, orada Hû deniliyor.” Hû demek kötü bir şey değil ki, Hû Allah demek... “Huva’llàhü’llezî lâ ilâhe illâ hû” Yâni insan aşkından, şevkinden dayanamıyor da, “Onu isterim... Onu isterim... Onu isterim...” diye “Hû...” diyor. Yâni Allah’ı sevmek, Allah’ı istemek...

“—Sen Hû’mu çekiyorsun orada? Ayy, çok fenâ...”

Neresi fenâ yâhu? Allah diyor, Allah derse fena mı? Allah emrediyor bunu:


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللهََّ ذِكْرًا كَثِيرًا (الأحزاب:١٤)


(Yâ eyyühel’lezîne âmenü’zküru’llàhe zikran kesîrâ.) “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin!” (Ahzab, 33/41) diyor.

Biz alışkın olmayabiliriz, bizim memleketimizde de var aslında... Yâni muhtelif yerlerde zaten olan bir şeyler... Muhterem kardeşlerim, insan bilmediğine biraz böyle soğuk bakar, yan yan bakar; “Yorgun öküzün sabana baktığı gibi bakar.” derler, bizim köyün tabiri böyle... Soğuk bakar ama, bilirse anlar.

Bazen bir kardeşine kızıyorsun. Tanımadan, uzaktan. Biraz tanışıyorsun, bakıyorsun altın gibi kalbi varmış, pırlanta gibiymiş, tatlı bir insanmış. Yakından da tanıştığın zaman anlıyorsun. Bilmediği şeye insan biraz düşman olur, düşman kesilir. Onun için önce bir incelemek lâzım, tahkik etmek lâzım. Ondan sonra kızacaksa kızar, o zaman serbest kızacaksa kızar. Kızılacak bir şeyse, beraber kızalım gelsin. Sevilecek bir şeyse, beraber sevelim.


Demek ki muhterem kardeşlerim, ilmi öğreneceğiz, ilmi tatbik edeceğiz, uygulayacağız hayatımızda; müslümanlığın bizim

510

üzerimizde tesiri olacak. Müslüman oldum madem ben, konuşmam güzel olacak, şefkatli olacağım, merhametli olacağım. Hanıma kötü söz söylemeyeceğim, çocuğumu pataklamayacağım, kulağını eşek kulağı gibi uzatmayacağım, ensesine tokat atmayacağım, izi kalmayacak parmaklarımın... Belli olacak

müslümanlığım, yaptığım her işten...

“—Haa, bu adamda bir değişiklik var!” diye belli olacak.

Bizim İstanbul Üniversitesi’nde bir ahbabımız vardı, hareketli bir adamdı. Bir mevkii vardı üniversitede... Bir gün gitti derviş oldu, namaza başladı, tevbe etti. İçkiyi, şunu bunu bıraktı, başka şeyi de bıraktı filân... Bir tatlı dilli insan oldu yâni... Hocası iyi terbiye eden bir kimseymiş demek ki, halim selim oldu, hadiselere bakışı yumuşak, tatlı oldu. Hanımı diyormuş ki:

“—Efendi sende bir değişiklik var... Neler oldu, ne oldu? Yâni sen eski adamsın, eski İbrahim efendisin ama, sana ne oldu?”

Ne olacak iman geldi mi, nereye gelirse süsler. İman bir yere geldi mi, pırıl pırıl nurlandırır orayı... İnsan imanla hareket etmeye başladı mı, her şeyi tatlı olur, her şeyi güzel olur muhterem kardeşlerim!


Onun için, bizim de imanımızın tesiri üzerimizde görülecek, ticaretimizde görülecek, ev hayatımızda görülecek; çoluğumuza çocuğumuza, komşumuza muamelede görülecek, söz söyleyiş tarzımızda görülecek, arkadaşlığımızda görülecek... Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varmış... “Hadi oradan, bir fincan kahve yâhu... Nerede olsa bulurum, ne kıymeti var, amma da büyüttün işi!” deriz. “Bir fincan kahve alt tarafı... Şu kadarcık bir şey koyacaksın içine, biraz kaynatacaksın; ben sana kaç tane ikram edeyim!” filân dersin ama, dedelerimiz öyle düşünmemiş.

Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı var. Demek ki, birisinde bir fincan kahve içtiysen, kırk yıl onun hatırına, o kimseye iyi muamele edeceksin diye düşünüyormuş dedelerimiz... O dedeler nerede, bu torunlar nerede? Biz Merih’ten mi geldik, Ay’dan mı geldik? Onlar nereye gittiler, onların huyları ne oldu? Birazcık olsun sinmedi mi bize, bulaşmadı mı?

511

İnsan sigara içilen bir kahveye gitse, eve gelse, hanımı diyor ki:

“—Herif yâhu, sen bir şey kokuyorsun...” Meselâ, otobüste, trende sigara içilen vagonda seyahat yapıyorsun, otobüsten iniyorsun eve geliyorsun; hanım nerdeyse eve almayacak. “Sen bir şey mi kokuyorsun, gelme!” diyor. Yâni kokusu siniyor insana... Peki o dedelerimizin güzel huyları, bir kokusu bir kenardan bulaşmadı mı bize? Azıcık bir yerden, bir damarımızdan gelmedi mi? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var... Ne kahvesi, ne ziyafeti, ne arkadaşlığı; neler neler yapılıyor da adam umursamıyor, bana mısın demiyor, gözünün yaşına bakmıyor. Çamurda görse, bir tekme de o patlatıyor; çıkıyor üstüne, bir de tepiniyor.

Ee, nerede kaldı müslümanlık? Olmaz. Nerede kaldı arkadaşlık? Yok... Nerede kaldı dostluk? Yok... Nerede kaldı insanlık? yok. Nerede kaldı merhamet? Yok. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.


Kadının birisi, bir kediyi hapsetmiş bir yere... Kediyi hapsetmiş, kedi oradan çıkamamış. Su vermemiş, yemek vermemiş; ölmüş. Ondan dolayı kadın cehenneme gidiyor.

Neden? Kediye merhamet etmedi. Dünya üzerinde kedi kıtlığı yok ama, insan kediden daha kıymetli ama, Allah o kadını cehennemle cezalandırıyor. Neden? Merhametsizliğinden... Kedini kıymetli olduğundan değil, bu kadının merhametli olmamasından...

Onun için hepimiz güzel huylu olalım, tatlı dilli olalım, hoş halli olalım! Birbirimize bizim çok hukukumuz geçmiştir; birbirimizin hatırını kollayalım!


[Ezan okunmaya başladı.]

Ezanı dinleyelim de, bir hikâye anlatacağım, ondan sonra keseceğim sözü... Ezanda söylenen sözleri tekrar etmek sevaptır.

.......................

512

[Ezan duası:]


اَللَّهُم رَبَّ هّٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ، وَالصَّلاَةِ الْقَائِمَةِ، آتِ مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَ


الْفَضِيلَةَ، وَالدَّرَجَةَ الرَّفِيعَةَ الْكَبِيرَةَ ، وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِي وَعَدْتُهُ،


إِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ الْمِيعَاد، بِرَحْمَتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ .


“Allahümme rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeti, ve’s-salâti’l- kàimeh, âti muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîlete, ve’d-derecete’r- refiate’l-kebireh, ve’b’ashü makàmen mahmûdeni’llezî vaadtehû, inneke lâ tuhlifü’l-mîàd, bi-rahmetike yâ erhame’r-râhimîn.” [Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın Rabbi Allahım! Muhammed SAS Efendimiz’e vesîleyi ve fazîleti, yüksek ve büyük dereceleri ver. Onu, kendisine vaadettiğin Makàm-ı Mahmûd’a ulaştır! Muhakkak ki sen vaadinden dönmezsin! Rahmetinle, ey merhametlilerin en merhametlisi.]


Muhterem kardeşlerim, bir fıkra anlatacağım dedim:

Eski devirde bir beldede çok iyi bir ahali yaşıyormuş, çok mübarek insanlarmış. Başlarına bir zalim geldi mi, bir dua ettiler mi, zalimin ayağı kayar gidermiş. Başına bir felaket gelirmiş, defolur gidermiş. Bir zalim kadı gelse bir zalim hakim gelse, bir zalim memur gelse; bir dua ederlermiş, ondan sonra adamın hali perişan... Başına bir felaket gelirmiş, defolur gidermiş. Zalim yöneticiler barınamazmış yâni orada...

Nihayet çok açıkgöz bir hakim gelmiş oraya, rüşvetçi bir hakim... Demişler ki:

“—Bana bak, sen rüşvetçisin, bu beldenin ahalisi mübarek insanlardır, sana bir dua ederler, başına gelmedik felaket kalmaz. Sen oraya gitme en iyisi!” demişler.

“—Yok, ben onun çaresini bulurum!” demiş.

Şeytana çarığı ters giydiren cinsten bir kimse yâni... Oraya

513

gitmiş hakim demiş ki:

“—Ey cemaati müslimin! Yumurta lâzım oldu; herkes birer tane yumurta getirsin!” demiş.

Hakim efendi yumurta istiyor. Pekâlâ demişler. İyi insanlar zaten, birer tane yumurta getirmiş herkes...

“—Sıra sıra koyun!” demiş.

Koymuşlar yumurtaları... Biraz sonra:

“—Tamam, yumurtaların işi bitti; alın yumurtalarınızı!” demiş.

Herkesin damgası mı var üstünde kendi yumurtasının? Yok... Herkes bir yumurta almış gitmişler, farkına varamamışlar.

Ondan sonra adam başlamış zulme, başlamış haksızlığa, başlamış rüşvete... Başlamış kötü huyları neyse onları yapmaya, cebini doldurmaya... Başlamış cehennemde çukurunu kazmaya... Korkmuyor ahiretteki cezadan, bu dünyada kesesini doldurmaya bakıyor. İmanı zayıf bir kimse demek ki... Herkes bekliyormuş: Tamam bu adam belâsını ya buldu, ya bulacak, ya bugün, ya yarın; başına ya yıldırım düşer, ya bir felaket gelir... Beklemişler gelmiyor, beklemişler gelmiyor, beklemişler gelmiyor... Aylar geçmiş gelmiyor, yıl olmuş gelmiyor.

“—Yâhu bize ne oldu? Bizde bir kusur mu var?” Yok, bir kusur yok...” “—Bu adam edepsiz; niye buna duamız geçmiyor?” Birisi demiş ki:

“—Siz yumurta götürdünüz oraya, kiminiz kaz yumurtası götürdü, kiminiz tavuk yumurtası, kiminiz de piliç yumurtası götürdü. Kimisi bir numara büyüklükte, kimisi altı numara büyüklükte, kimisi dört numara büyüklükte... Birinizin hakkı ötekisine, ötekisinin hakkı berikisine geçti, karşılıklı birbirinize haklarınız geçti. Haklar geçtiği için durum böyle oluyor. Bak, dualarınız kabul olmuyor. Birbirinize haklarınızı helâl edin, birbirinizle helalleşin!” demiş.

Onun için, bizim de birbirimize çok haklarımız geçmiştir muhterem kardeşlerim; birbirimize haklarımızı helâl edelim de, Allah dualarımızı kabul etsin... Allah bizi birbirimizi seven,

514

birbirimizi sayan muhabbetli kimseler eylesin...

Bu hikâyeden çıkan ders bu...


b. Duaların Kabul Olduğu Zamanlar


Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri buyuruyor ki:106


تُفْتَحُ أبْوابُ السَّماءِ، وَيُسْتَجابُ الدُّعاءُ في أرْبَعَةِ مَوَاطِنَ: عِنْدَ


الْتِقَاءِ الصُّفُوفِ فِي سَبِيلِ اللهِ، وَعِنْدَ نُزُولِ الْغَيْثِ، وَعِنْدَ إِقَامَةِ


الصَّلاةِ، وَعِنْدَ رُؤْيَةِ الْكَعْبَةِ (طب. عن أبي أمامة)


ME. 471 (Tüftehu ebvâbü’s-semâi, ve yüstecâbü’d-düài fî erbaati mevâtın) Dört zamanda dualar kabul olur. Semanın kapıları açılır, dua eden kimsenin duası Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne vasıl olur.”

O dört vakit ne zaman: 1. (İnde’l-tikài’s-sufûfi fî sebîli’llâh,) “Allah yolunda cihad eden müminler kâfirlerle cihada giriştiği sırada, dualar kabul olur.” Onun için dedelerimiz, “Allah, Allah, Allah...” diye hücum ederlermiş, dua ede ede yaparlarmış yâni... O zaman dualar makbul; çünkü can pazarı... Allah yolunda canını vermeye gidiyor, o bakımdan dualar kabul oluyor.

2. (Ve inde nüzûli’l-gays,) “Yağmur yağdığı zaman... Şakır şakır yağmur yağıyor, o zaman dualar kabul olur.”

Yağmur yağma zamanını ganimet bilin, o zaman dua edin! Hatırında olsun bu hadisi şerif… Hani bildiğimizi tatbik edecektik ya, bu hatırınızda olsun, yağmur yağdığı zaman dua edin!



106 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.169, no:7713; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.III, s.360, no:6252; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.238, no:17253; Ebû Ümâme RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.101, no:3334; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.316, no:10878.

515

3. (Ve inde ikàmeti’s-salâh,) “Namaz kılınsın diye kamet getirildiği zaman da dualar makbuldür.”

Onun için ezan okunduktan sonra, farz namaz kılınmazdan önce, arada fırsat buldukça yapabildiğiniz kadar dua edin! O ara çok kıymetli zamandır. Şeytan ezan sesini duyunca fırladı, kaçabildiği kadar uzaklara defoldu gitti. Ondan sonra, orada dualar kabul oluyor. Bu da hatırınızda olsun!

4. (Ve inde rü’yeti’l-kâ’beh.) “Bir de Kâbe’ye giden bir insanın; ziyarete, hacca, umreye giden bir insanın Kabe-i Müşerrefe ile ilk karşılaştığı zaman duası makbuldür.”

Bizi de, böyle ilk gittiğimiz zaman bir delil götürmüştü. Dolaştırdı, dolaştırdı bir yerlerden... Biz plânını filân bilmiyoruz Mescid-i Haram’ın... Bir taraftan götürdü, “Başınızı kaldırmayın sakın ha!” dedi. Bir yere gelince, “Şimdi kaldırın başınızı!” dedi. Bir kaldırdık, karşımızda sırmalı, altın yaldızlı yazılarıyla, altın kapısıyla, kara örtüsüyle, gelin gibi o mübarek Kâbe-i Müşerrefe... Tabii orada dualar makbul işte... Allah cümlemize haclar, umreler nasib eylesin; o şekilde dualar yapalım inşaallah...

Ne dua edilecek? Birisi demiş ki: “Yâ Rabbi, sen beni duaları makbul olan insanlardan eyle!” Kimisi Ümmet-i Muhammed için

516

dua eder, kimisi başka bir haceti varsa söyler.


c. Cennetin Kapıları


Bir hadis daha söyleyeceğim, ondan sonra keseceğim. Çünkü hacı amcamız açtı bir sayfayı, hiç olmazsa üç tane hadis olsun, keyfi yerine gelsin, eksik kaldı demesin:107


تُفْتَحُ أبْوابُ الجَنَّةِ يَوْمَ الاثْنَيْنِ، وَيَوْمَ الخَمِيسِ، فَيُغْفَرُ فيها لِكُلِّ عَبْدٍ


لاَ يُشْرِكُ بالله شَيْئًا؛ إلاَّ رَجُلاً كانَتْ بَيْنَهُ وَبَيْنَ أخِيهِ شَحْنَاءُ، فَيُقَالُ


انْظُرُوا هّٰذَيْنِ حَتَّى يَصْطَلِحَا (م. د. ت. حم. عن أبي هريرة)


ME. 472 (Tüftehu ebvâbü’l-cenneti yevme’l-isneyni ve yevme’l- hamîs)

Şimdi yarın ne günlerden? Perşembe... Bakın bu hadis-i şerif perşembe ile ilgili çıktı karşımıza:

“Cennetin kapıları pazartesi, perşembe günleri açılır.” diyor Peygamber Efendimiz... Cennetin kapıları pazartesi, perşembe günü açılır. Yarın açılma günü, yarın cennetin kapılarını açılma günü... (Feyuğferu fîhimâ li-külli abdin lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en) “Bu pazartesi, perşembe gününde, Allah’a şirk koşmayan, Allah’ın varlığını birliğini kabul etmiş her mü’min kulu Allah afv ü mağfiret eder.”

Mümin miyiz? El-hamdü lillâh... Allah’ın varlığını kabul etmiş miyiz? El-hamdü lillâh... Vahdehû lâ şerîke lehû... Allah vardır,



107 Müslim, Sahîh, c.XII, s.429, no:4652; Tirmizî, Sünen, c.VII, s.319, no:1946; Ebû Dâvud, Sünen, c.XIII, s.72, no:4270; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.148, no:411; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahya), c.II, s.908, no:1618; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.389, no:9041; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.433, no:2951; Abdürrezzak, Musannef, c.IV, s.314, no:7914; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.466, no:7460; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.315, no:10875.

517

birdir; şeriki, nazîri, veziri, müşkili yoktur. Yâni bunu böyle biliyoruz, Allah’ın birliğine hepimiz iman getirmişiz.


Amma, arkasındaki cümleye çok dikkat edin. Burada hepimiz tamamız da, öteki cümlelerde ayaklarımızı cızzz diye aşağı kayar, başımız yerlere çarpar, kırılır. Bak ne diyor SAS Efendimiz:

(İllâ racülün kânet beynehû ve beyne ahîhî şahnâü) “Ancak, kendisiyle bir arkadaşı arasında kızgınlık olan adam affolunmaz!”

Kin var, kızgınlık var; o ona kızıyor, o ona kızıyor... O bana şöyle etti, böyle etti... İçinde bir kızgınlık var... Hà, o adamı affetmez Allah... Ne buyurur? (Feyukàlü) Denilir ki onlar için: (Enzirâ hâzeyni) “Bunlara biraz bakın, yâni henüz bunları mağfurîn zümresine kaydetmeyin, bunları affedilmiş olarak yazmayın! (Hattâ yastalihà) Aralarını düzeltinceye kadar yazmayın bunları! Aralarını bir düzeltsinler, o zaman yazarsınız.”

Aralarında o kızgınlık, kin varken, pazartesiler geçer, perşembeler geçer, Ramazanlar geçer, bayramlar geçer, seyranlar geçer, onlar hava alır. Kimler hava alır? Aralarında kin, düşmanlık olanlar... Boşuna söylemiyorum muhterem kardeşlerim, benim söylediğim sözler boşuna değil, sizin iyiliğiniz için...

Dargınlık etmeyin! “Bir müslümanın bir müslümana üç günden fazla dargınlığı helâl olmaz!” diyor Peygamber SAS Efendimiz...

“—Ben yine dargın dururum...”

“—Dargın durursan, bu sefer pazartesi, perşembe affolmaktan istifade edemezsin! Kenara ayırırlar insanı...”


Geliyorum Melbourne hava alanına... Uçaktan herkes iniyor iniyor, geçiyorlar salona... Görevli adam iki kişiye diyor ki:

“—Durun, sizin muameleniz tamam değil! Vizeniz yok, almıyorum sizi Melbourn’a!”

Ne yapar insan? Ne kadar mahzun olur. Onun gibi bir şey... Herkes affoluyor, aralarında kin, düşmanlık olanlar affolmuyor. Affedin, affedin, affedin; herkesi affedin!

518

“—Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü!”

Neden affediyorsun, kaçırdın mı fırsatı?

“—Eyvaah, affettik kurtuldu herifler...” Öyle değil... Yaradan’dan ötürü affediyorsun, Allah için affediyorsun. Allah’ın rızasını kazanmak için affediyorsun, cennette köşkü kazanmak için affediyorsun. Biz bunu yapamayınca adam olmayız, olmuyoruz da zaten...


Geçen gün bir kardeşimizin evine ziyarete gittik, o vesileyle açıldı: Arapların camiine Suudi Arabistan’dan bir para yardımı gelmiş. O yardımdan dolayı bir kavga, bir gürültü, bıçaklar bilmem ne... Olur mu böyle şey camide? Olmaz!

O cami ayrı, bu cami ayrı... O caminin cemaati buraya gelmez, beriki caminin cemaatı oraya gitmez... Böyle muüslümanlık mı olur? Nerede görülmüş bu bolluk, bu ne biçim müslümanlık? Bu ne biçim iştir, bu ne biçim şeydir yâni? Nerede hadis-i şerifler, nerede biz?

Muhabbet edeceğiz, sevgi göstereceğiz, affedeceğiz. Borç

519

vereceğiz, toptan pazarlık edeceğiz. Kıtı kıtı, küçük işlerle uğraşıp da başımızı derde sokmayacağız. Allah’ın sevmediği insan durumuna düşmeyeceğiz. Kendimizi kenara ittirmeyeceğiz, cennet nimetlerinden mahrum bıraktırmayacağız.


Onun için hepimiz ahlâkımızı güzel eyleyelim, tatlı tatlı Allah’a kulluk edelim! Sen affedersin, Allah büyük mükâfat verir.

“—Aldandım ben bu işte...” Aldanmadın, sen kazandın, sen kazandın! Dargınlardan kim önce selâm verirse o kazanır, Allah indinde daha sevimli olur. Dargınlık kolay, barışmak zor...

Birisi derviş olmuş, intisab etmiş bizim Abdül’aziz Hocamız’a (Rh.A) gelmiş:

“—Hocam, ben senin dervişin olacağım!” “—Ee, ol bakalım ama, benim dervişim olacaksan dargınlarla barışacaksın, küslerle barışacaksın!” filân diye söylemiş.

Bir kaç gün geçmiş. Adam delikanlı, üniversitede hoca, bıyıklı, kravatlı, ütülü pantolonlu, yakışıklı, yüksek mühendis, itibarlı bir adam...

“—Şimdi ne haber?” diye sormuş hocası...

Çok hoşuma gidiyor, olmuş yâni. Kendi ağzından dinledim ben...

“—Ne haber?”

“—Hocam, işte senin tavsiye ettiğin şekilde, dargın olduğum insanlarla barışmaya çalışıyorum ama, eskiden beri küstüğüm başımı çevirdiğim adama gidiyorum, seninle barışmak istiyorum diyorum, elimi uzatıyorum. Yaltaklanıyorum yâni ona, barışıyorum ama bu izzet-i nefsime çok dokunuyor.” demiş.

Buraya kadar sözleri hep normal... Yâni hiç hayret etmedik ama, erbabı nasıl hemen yakalıyor bak meseleyi:

“—A evlâdım, nefsin izzeti mi olurmuş?” demiş.


Nefsin izzeti var mı? O nefis bize:

520

إِن النَّفْسَ َلأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ (يوسف:٣٥)


(İnne’n-nefse leemmâretün bi’s-sûi) (Yusuf, 12/53) değil mi yâni? Bu nefis değil mi bize günahları işleten, bu kötülükleri yaptıran?

Bu huysuzlukları, edepsizlikleri biz nefisten dolayı yapmıyor muyuz? Nefisten dolayı yapıyoruz. Allah indinde kıymeti olmayan bir şeyin izzeti mi olur? İzzet dediğin şey kıymetli şeyde olur. “Nefsin izzeti mi olurmuş a evlâdım?” demiş.

İnsanın mevkii ne olursa olsun, sürünsün burnu yerde, yola gelsin. Eskiden en itibarlı insana en suflî işleri yaptırmışlar ki, nefsi kırılsın da doğru adam olsun diye...


Bursa’nın kadısı koca Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’ne, konakların sahibi, paraların sahibi Aziz Mahmud-u Hudâî’ye, Üftade Hazretleri (KS), “Haydi bakalım şu dana ciğerlerinden sat sokak aralarında!” demiş, çiğer sattırmış.

“—Haydi bakalım işportacılık yapacaksın, ciğer satacaksın!” deseler yapabilir misin?

Yok mu ciğer alan? Takım ciğer beş dirheme, tek karaciğer alırsan üç dirheme... Tartacaksın, ellerin kanlanacak, yıkayacaksın.

Kadı efendi bu, yâni valiyi muhakeme eden Osmanlı kadısı, lâlettayın insan değil... Koca kavuğu var, sırmalı kaftanı var... Ona bu işi yaptırmış. Neden? Nefsi sürtsün diye, burnu yere sürtsün diye, nefsi terbiye olsun diye...

Ama ondan sonra, o hepsini yapmış, çok kıymetli insan olmuş. O zaman:

“—Hadi evlâdım! Bir posta iki arslan sığmaz, sen İstanbul’a git! İnşaallah orada irşad edersin insanları... Umarım ki, padişahlar gelir, sana intisab eder, atının dizgininden tutar da senin atının önünde yaya yürür.” demiş.


Yâni güzel terbiye gördükten sonra, olgunlaştıktan sonra da,

521

onu İstanbul’a göndermiş. Hakîkaten, Sultan Ahmed Aziz Mahmud-u Hüdâî’nin dervişi olmuş. Demiş ki:

“—Hocam, emret padişahlığı bırakayım!”

“—Yok, sen padişahlığı bırakırsan olmaz! Sen iyi idarecisin, yap vazifeyi, devam et!”

“—Baş üstüne!” demiş.

Ondan sonra, padişahlık yapmaya devam etmiş. Yâni padişah padişah değil ki, emir kulu... Padişah dinin buyruğunu yerine getiriyor.

O bakımdan, Allah hepimize güzel huylu olmayı nasib eylesin... Allah hepimizi has, hakîkî müslüman etsin, sevdiği kullardan etsin... Yâni insanın hası ve sâiresi nerede belli olacak? Allah severse iyi kul olacağız, sevmezse yandık.


20. 4. 1988 - Coburg Camii

Melbourne / AVUSTRALYA

522
27. DUA
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2