58. O GERÇEKTEN İMAMDI
Ali Rıza TEMEL83
El-hamdü li’llâh ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ rasûli’llâh... Peygamber SAS Efendimiz:
عِنْدَ ذِكرُ الصُّلَحَاءِ تَنْزِيلُ الرَّحْمَةِ
(İnde zikrü’s-sulehài tenzilü’r- rahmeh) “Salihlerin anıldığı meclis- lere rahmet iner.” buyuruyorlar. Bu bir rahmet meclisidir. Kardeşimizin okuduğu ayet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ أَنِّي لََّ أُضِيعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِنْكُمْ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى
(اۤل عمران:٥٩١)
(Festecâbe lehüm rabbühüm ennî lâ udîu amele âmilin minküm min zekerin ev ünsâ) “Rableri onlara icâbet etti, cevap verdi: Sizden güzel amel işleyen erkek ve kadın hiç birinizin amelini aslâ zâyi etmem!” (Âl-i İmran, 3/195)
83 Ali Rıza Temel: 1946 yılında Manisa’nın Demirci ilçesinde doğdu. 1967’de Balıkesir İmam-Hatip Okulu’nu, 1971’de İzmir Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. 1967-1975 yılları arasında vaizlik yaptı. 1976’da Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kurs sonunda, aynı merkezde asistan olarak görevlendirildi. 1982-1987 yılları arasında Brüksel İslam Kültür Merkezi’nde Türk temsilcisi olarak görev yaptı. Aynı merkezdeki İslâm Enstitüsü’nde Ulûmü’l-Kur’an dersleri okuttu. Halen Haseki Eğitim Merkezi’nde Arapça ve tefsir dersleri okutmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Demek ki, merhum Hocaefendimizin ihlâsı sebebiyledir ki, şu eser, şu cemaat onun hizmetlerinin zâyi olmadığının ifadesidir. El- hamdü lillâh bu bir berekettir.
Hocamız Rahmetullàhi Aleyh, gerçekten imamdı; çünkü cemaati o zaman da vardı, şimdi de genişleyerek var... Bu bir bereketin, ihlâsın ifadesidir.
Cenâb-ı Hak bir kulunu severse, Cebrâil AS’a: “Ben bu kulumu
sevdim, gök ehline söyle, onlar da sevsin!” der; aynen Cebrâil meleklere söyler, onlar severler... Bu yer ehline intikàl eder, yer ehli de sever. Bu ivazsız garazsız bir sevgidir. Bu merâsim o sevginin ifadesidir,
Dün el-hamdü lillâh, böyle bir merasimi biz Bursa’da, Rahmetullàhi Aleyh’in imamlık yaptığı Üftâde Camii’nde yaptık. Orada, en kıdemli cemaatinden bir zat vardı.
“—Efendim, sizin hatıranız yok mu?” filân dedik.
Dedi ki:
“—Biz çok hutbelerini dinledik; o ağlardı, biz de ağlardık.”
Bu da bir ihlâsın, samîmiyetin ifadesi...
Orada Bursa İlâhiyat’ta doçent bir kardeşimiz anlattı:
“—Ben Fatih yurdunda kalıyordum. Sabah namazlarına kalkamazdım, tembellik yapardım. Bir gün bana, sabah sırasında rüyamda birisi: ‘Kalk, tembellik yapma!’ dedi, beni uyandırdı. ‘Allah Allah… Kimdir bu zat?’ diye hayret ettim.
Bazı arkadaşlar bir gün dediler ki:
‘—Bugün pazar, ikindi sohbetine gidelim İskenderpaşa’ya!’ Ben Hocaefendi merhumu tanımazdım. Bir de baktım, rüyada bana ‘Namaza tembellik yapma!’ diyen zâtı kürsüde gördüm.” Tabii, keramet haktır; fakat asıl olan Hocamız’ın istikametidir. Sünnet-i seniyye üzere yaşadığı kitaplarıyla, hâliyle, ahvâliyle, hizmetleriyle ortadadır.
Ben kendisini 1965’de ilk defa gördüm. İstanbul seyahatimiz vardı. İskenderpaşa’ya yolumuz düştü. 1967’de imam hatipten mezun olunca Turgutlu’da vaizlik yapmaya başladım. Hocaefendiyi ben şahsen 1965 yılında gördüm ama görmeden önce elimde olan yararlandığım bir kitap vardı. Bu Tezkiretü’l- Evliyâ’idi. Bu kitabın tercümesini M.Z.K. yapmıştı. Elbette ben bu MZK’nin Mehmed Zahid Kotku olduğunu bilmiyordum. Ben o kitaptan vaazlarımda sürekli istifade ettim. Meğer MZK, Mehmed Zahid Kotku’imiş. Yâni Hocaefendiyi daha evvel gıyaben tanıyormuşuz.
1976 yılında Haseki Eğitim Merkezi’ne ilk başladığımızda, tevafuken Esad Coşan Hocaefendi’nin babası Necati Amcamız’la aynı apartmanda komşu olduk. O apartmanda olmamız sebebiyle İskenderpaşa ile de tanışmış olduk. Kendilerini tanıma imkânını, fırsatını bulduk.
Ben vaiz olduğum için bizi tanıyan kişiler de vardı. Hocaefendi’ye beni, “Bu vaizdir, istifade edilir.” diye tanıttılar. Ben kendilerinin müsaadesiyle İskenderpaşa Camii’nde kandil geceleri vaaz etmeye başladım. Hatta bazı vaazlarımızın ardından kendi memnuniyetini de bizzat ifade etmiştir. Hatta kitaplarında da bu mevcuttur. Zaman zaman pazar sohbetlerini emir üzere îfâ etmeye çalıştık.
Hatırlıyorum burada bir kandil gecesinde anlatmıştım: Büyüklerden birisine:
“—Efendim, şu ümmete bir dua edin de kurtulsun!” demişler.
O büyük zât da demiş ki:
“—Bana Ümmet-i Muhammed’i gösterin de, ben onlara kurtulduklarını söyleyeyim.”
Bu söz Rahmetullàhu Aleyh’in hoşuna da gitmişti ama:
“—İnşaallah biz de yine o ümmettenizdir. Ümidimizi kesmiyoruz.” buyurmuşlardı.
O zamanlar İskenderpaşa Camii İstanbul’un kalbiydi. Yani görünmeyen üniversiteydi. İstanbul’un bütün entellektüelleri burada toplanırdı. Bu hem bir tanışmaya vesile olur, hem de orası bir okul gibi insanları yetiştirirdi.
Hocaefendi Allah rahmet eylesin, bir Osmanlı beyefendisiydi. Şekliyle, tebessümüyle müstesna bir insandı. O dönemde derdi olan her kesimden insanın sığınabileceği bir limandı. Amerika’dan bir turist gelmiş. Hocaefendi merhumu duymuş görüşmek istiyor. Evet, görüşecek ama alt yapı yok. Hocaefendi
ona baktı, gördü. “Bunu bizim Hacı Muzaffer’e götürün!” dedi, Muzaffer Ozak’a gönderdi. “Onunla biraz görüşsün!” buyurdu. Bu bir kademedir. Tarikatlarda çeşitlilik vardır. Bu bir zenginliktir.
Hocaefendi bir okuldur. Dönemine ve sonraki dönemlere iz bırakan bir insandır. Birçok camii imamı vardır ama herkes de ciddî mânâda imam sayılmaz. Hatta hiç unutmam, Belçika’da bulunduğum yıllarda, Brüksel’de bir seminer düzenlenmişti. O seminere katılan Rabıta teşkilâtının genel sekreteri olan Saffet Sakkai el-Emînî, “İmam nasıl olmalı, davetçi nasıl olmalı?” diye hocalara ders verirken;
“—Hoca dediğin, İstanbul’daki İskenderpaşa Camii imamı Muhammed Zâhid Efendi gibi olmalıdır.” diye misâl vermişti.
Allah rahmet eylesin... Fazla söze hâcet yok... Onun zamanında olduğu gibi, bugün de emir üzere birkaç şey söylemiş olduk.
Cenâb-ı Hak başta Peygamber Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın olmak üzere, Rahmetu’llàhi Aleyh’in ve cümle büyüklerimizin şefaatlerine nâil eylesin... Makamları a’lâ olsun...
13. 11. 1993 - İskenderpaşa / İSTANBUL