• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 70. HOCAMIZ’IN ARDINDAN
69. SÂLİH İNSANLARI ANMAK

70. HOCAMIZ’IN ARDINDAN



Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN


Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili dinleyiciler, izleyiciler, mü’min kardeşlerim! Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ikram ve ihsânı, mükâfâtı üzerinize olsun... Allah hepinizden razı olsun... Çok güzel bir vesîle ile toplandınız; toplantınız hayırlı olsun... Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin vefatı sene-i devriyesi dolayısıyla toplantı yapmış bulunuyorsunuz.

Hocamız 13 Kasım 1980 yılında, 83 yaşında iken ahirete irtihal eylemişti. Bu münâsebetle ben de bu toplantıda sizlere, Hocamız hakkında bazı bilgiler sunmak istiyorum.


a. Hocamız İçin Yapılanlar


Hocamız Rh.A, 20 yıl önce, bir perşembe günü, öğle vakti civarında vefat etmişti ama, hâlâ hatırası aramızda ve alem-i İslâm’da, hattâ günlük gazetelerde taptaze, capcanlı, dipdiri gönüllerde yaşıyor. İlgiyle, sevgiyle, saygıyla yad ediliyor. Dünyanın dört cihet ve yedi kıtasında hatırası anılıyor. Çok az insana nasib olan bir güzel durum...

Rûh-u pâkine sadece sene-i devriyelerinde değil, her gün, her vesile ile dualar ediliyor; hatimler, sûreler, tesbihler, tehlîlât, salât ü selâmlar, zikirler gönderilip duruyor. Çünkü, yetiştirdiği talebelere öğrettiği güzel ibadetlerin yapılması esnasında dualar edilirken, dualarda ismi geçiyor. Her an kabr-i pâkine sevaplar gönderiliyor, nurlar yağıyor; makàm-ı a’lâ oluyor, nûru ve sürûru ziyade oluyor muhakkak ki...

Hocamız’ın talebeleri dünyanın pek çok yerine dağılmış durumda... Gazetelerin tahminlerine göre Hocamız Rh.A’in dünya üzerinde kendisine intisab etmiş, bağlanmış talebeleri milyonların üstünde... Bir buçuk milyon diyen var. Belki benim görmediğim,

564

Ankara’da bulunduğum zamandan, Türkiye içinde gelip ders alanlardan; Hicaz’a gittiği zaman, yurtdışına gittiği zaman kendisinden feyz alanlardan hepsini böyle düşünecek olursak, herhalde birkaç milyon talebesi var...

Talebelerinin evlatları var. Biz talebelerinin yetiştirdiği, ders verdiğimiz, bağladığımız kimseler var... Yâni milyonlarca insan Hocamız’a, sabahleyin Evrâd-ı Şerife’yi okuduğu zaman, hatim indirdiği, dua yapacağı zaman, Lâ ilâhe illa’llah kelime-i tevhidlerini çekeceği zaman, her zaman dua ediyor. Tabii, vefatının sene-i devriyelerinde de, dünyanın her yerinde toplantılar yapılıyor.

Geçen akşam İsveç’teki kardeşlerimiz benimle bağlantı kurdular, telefonla onların toplantılarına konuşma yaptım. Amerika’dan istiyorlar. Avustralya’daki kardeşlerimiz, Türkiye’de muhtelif şehirlerdeki kardeşlerimiz, Medine-i Münevvere’deki, Mekke-i Mükerreme’deki kardeşlerimiz de tabii, 13 Kasım gelince, Hocamız için çok mübarek, feyizli toplantılar yapıyorlar.


Dünyanın pek çok yerinde Hocamız adına, Mehmed Zâhid Kotku Camii diye camiler, dergâhlar açıldı, hâlen açılmakta, caddelere ismi verilmekte; rûh-u pâkine hediye olsun diye, hayır olarak çeşmeler yapılmakta, bahçeler düzenlenmekte...

Avustralya gibi uzak bir kıta bile, sizin ilginizi çekebilir. İngilizler down-under diye anıyorlar, yâni dünyanın alt tarafı olan bir yer. Yirmi dört saat havada uçup öyle gidiyorsunuz. Orada dahi muhtelif şehirlerde Hocamız nâmına el-hamdü lillâh dergâhlar, mescidler açtık. Meselâ Sydney ki, oyunlar dolayısıyla, uluslararası idman karşılaşmaları dolayısıyla herkesin bildiği bir yer. Orada Hocamız’ın Kotku Dergâhı var... Açan kardeşlerimizden, vesile olanlardan Allah razı olsun...

Dubbo denilen bir iç şehirde, şirin, güzel, temiz havalı bir şehirde, onun namına Kotku Camisi var. Glifit diye Türk kardeşlerimizin çok gittiği, çalıştığı bir tarım, meyva, sebze üretim şehrinde bir camisi var, Hocamız’ın adına... Brisban’da camisi var, İgıldi diye bir semtinde. Brisban’ın en büyük camisi

565

diyeceğimiz, sekiz dönüm arazi içinde, çamların arasında bir cami... Daha daha niceleri inşaallah açılacak.


Çünkü ben şöyle düşünüyorum: Bir talebenin hocasına yapacağı en güzel hizmet, onun ruhuna sevabı dâimâ gitsin diye, onun nâmına bir sadaka-i câriye tesis etmektir. Tabii bu arada İstanbul’daki, Ankara’daki Kotku camilerini saymıyorum. Allah razı olsun, Çamlıca’da Nâci Bey kardeşimizin vesile olduğu Kotku Camisi var. Ayrancı’da kardeşlerimizin yaptırdığı güzel Kotku Camisi var... Daha başka yerlerde camiler var. Tabii, bu camilerde namazlar kılındıkça, ibadetler edildikçe, Hocamız’ın adı anıldıkça ruhuna sevaplar gidiyor.

Ayrıca Evrâd-ı Şerife’sini sabahları ihvanımız her yerde okuyorlar; duası yapılırken Hocamız anılıyor. Hatimler indirilince ruhuna hediyeler gönderiliyor. Böylece sadaka-i câriye dediğimiz, istifade edilen müessese haline gelmiş hayırlar; cami, mektep, çeşme, koru, ağaçlık, bahçe gibi şeyler; bunlar hizmete devam ettikçe, bunlardan insanlar ve diğer canlılar, kuşlar, kelebekler, hayvanlar, sincaplar istifade ettikçe, zıpladıkça, oynadıkça, sevap devamlı gidiyor.

Onun için bir defada biten sadaka değil de, sadaka-i câriye, yâni cereyan eden, devam etmekte olan sadakalar, Hocamızın ruhuna boyna gönderiliyor. Kabrine nurlar yağıyor.


b. Hocamız’ın Ahlâk ve Fazîleti


Ben Hocamız’ı anlatmak için şunu belirtmek istiyorum; kendi görüşlerim, kendi hayatımdaki tecrübem: Üniversite muhitinde, üniversite hocası olarak görev yaptım. İstanbul’daki, Ankara’daki üniversiteleri biliyorum. Yurtdışındaki, İslâm ülkelerindeki üniversiteleri biliyorum. Diyanet ile çok yakın ilişkilerim oldu. Çünkü benim talebelerimin çoğu Diyanet teşkilatında görev aldılar ve birçoğu da Diyanet İşleri Başkanı oldu. Onlardan biliyorum. Ve el-hamdü lillâh Hocamız ve babamızın muhiti dolayısıyla, pek çok alim ve din adamı tanıdım.

566

Bunları şöyle düşünüyorum. Hocamızın hali ile onların durumlarını yan yana getiriyorum. O kadar güzel insanlar tanıdım ama Hocamız gibisi, ona benzeyeni yok... O, o ariflerin, o zarif insanların arasında, çok daha başka bir arif, zarif, kâmil kimse idi. Çok daha tatlı ve güzel bir kimse idi. Çok hoş bir insandı.

Şöyle söyleyeyim, bu benim tabii yakımız olduğu için şirin görünme durumu değil; ben Ankara’da bir evde oturuyordum. Hocamız Rh.A bizim haneyi teşrif ettiler. Tabii, kızının evi olmak dolayısıyla... Bizim ev sahibimiz de Ankara’nın yerlisi bir hacı amca idi. Yaşlı, kamburu çıkmış bir kimse idi. Hanımı da Ankara’nın Çubuk ilçesinin köylerinden, temiz bir kimse idi. O Anadolu temizliği ile, sâfiyeti ile Hocamız’ı soruyor bana... Ev sahibimiz dedenin yaşlı hanımı, Hocamız’ı sorarken şöyle soruyor:

“—Kimdi o güzel adam?” diyor, yâni güzel kelimesini kullanıyor.

Böyle şehirlere, Konya’ya, Ankara’ya, Kütahya’ya gittiğimiz zaman, camide namaz kılıp çıkarken, benim de ilgili olduğumu anlayıp, halktan birileri yanıma gelip;

“—Kim bu zât-ı muhterem?” diye sorarlardı.

Yâni, muhterem bir kişi olduğu görünüşünden derhal belli olurdu ve yüzünün güzelliği de derhal etki uyandırırdı.


Bedenen çok heybetli idi. Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek evlâtlarından, öyle bir sülâledendi. Kafkasya tarafından, Nuha şehrinden gelmiş. Şu anda Azerbaycan’da bulunan ve Şeki diye adlandırılan bir şehir. Oradan gelmiş. Hani Şeyh Şamil’in resimlerine baktığınız zaman, kalpağıyla görülen heybet gibi bir heybeti vardı.

Bizim bakanlık yapmış bir kardeşimiz diyor ki:

“—Çok kereler Hocamız’ın o heybeti karşısında ben de hayret ediyordum. Yanına varıyordum, şöyle yanında dururken omuzu ile omuzumu mukayese ediyordum; boy bakımından onunla aynıydık ama o heybetli görünüyordu.” diyor.

567
568

Böyle bir mânevî heybeti vardı ve yüzü çok güzeldi. Güzeller güzeli bir yüzü vardı, sîmâsı çok tatlıydı. Yâni ne diyelim, hoca güzeli mi diyelim, erkek güzeli mi diyelim, şeyh güzeli mi diyelim; hakîkaten, yarışma olsa seçilecek hoş görünüşlü bir kimseydi.


Ahlâkı çok güzeldi. Biz tabii kitaplarda, hadis-i şeriflerde okuyoruz. Güzel ahlâkı bütün ilâhiyat fakültesinin hocaları bilirler ama, güzel ahlâkı bilmek ve okumak başka; güzel ahlâkı yaşayıp güzel olduğunu bizzat göstermek, güzel ahlâklı olarak onu böyle vurgulamak çok daha başka bir şey... İkisi anlatılmaz derecede farklı şeyler.

Hocamız cok sağlam bir ahlâka sahipti. Yâni ahlâkına hayran olmamak mümkün değildi. Bir kere cömertti. Yanına yanaşan, kendisiyle yakınlığı olan, ziyaretine gelen her insana mutlaka cömertliğinin eseri ulaşırdı. Mutlaka bir ikramı olurdu.

Mânevî bakımdan son derece yüksek bir şahsiyet olmasına rağmen... Mânevî makamının yüksek olduğunun çok alâmetleri var. Herkes tabii hocasını, şeyhini iyi bilecek. Tasavvufta bu da böyle bir esastır; iyi bilecek ki feyz alsın... Ama çok müstesnâ yüksek makamı olduğunu, birtakım olaylardan biliyoruz. Karşılaştırmalardan, ziyaretlerden, kimin kimden daha üstün olduğunu incelemek imkânı oluyor. Rüyâlardan anlaşılıyor.

O kadar yüksek makamına rağmen, son derece mütevâzi idi. O kadar tatlı kelimelerle tevâzuunu samîmî bir tarzda ifade ederdi ki, tevâzuuna bir kere aşık olurdunuz.


Son derece sevgi dolu bir insandı ve sevgi verirdi, sevgi görürdü. Mutlaka sevgi karşılıklıdır diye söyleniyor, bilirsiniz. Son derece sabırlıydı. Etrafındaki tecrübesiz insanların, onun makamına, mekânına, şânına uygun olmayan davranışlarına sabrederdi.

Olaylar karşısında son derece metîn, kale gibi sağlamdı. Sahildeki yalçık bir kayalık gibi, dalgaların gelip böyle çarpıp, parçalanıp geriye dağıldığı gibi, olayların karşısında öyle bir metîn, sabırlı hali vardı.

569

Çok ketûm idi, yâni sırları etrafa fâş etmezdi. Kendisinin mânevî kemâlâtını da çok büyük bir ustalıkla ketmederdi, belli etmezdi, saklardı. Kendisini hiç bir şeyi yokmuş gibi gösterirdi ama, güneş balçıkla sıvanmadığından, o ne kadar böyle acizliğini nâçizliğini ifade etse, insanlar da onun ne kadar yüksek olduğunu anlarlardı.


c. Hocamız’ın Kerametleri


Mânevî yönden her sözü hikmetli idi. Boşuna söz söylemediğini anlardınız ve o sözün birisi için olduğunu, birisi bilirdi. “Ha, bu

söz bana!” diye o işareti alır, ona göre kendisinde bir hata varsa, düzeltirdi.

Her davranışı bir kerametti. Keramet denilen şeyi ben Hocamız’ın çevresinde yaşarken gördüm. Görmeyen insan anlayamaz. Bu devirde bakıyorum ben, Diyanet mensubu oluyor, fetvâ komisyonunda oluyor, yazar oluyor, dergi çıkaran kimseler oluyor; ehl-i sünnetin alimlerinin kesin olarak beyan ettiği bazı şeylere aykırı sözler söylüyorlar, kerametleri kabul etmiyorlar. Evliyâullah’ın kerameti haktır, ehl-i sünnetin inancı böyledir.

Tabii görmediği için, görmeyen bir insanın bu işlere içinin kànî olmamasını, uygun olmasa bile biraz anlıyorum ben... Uygun değil! Mâdem ki çok büyük alimler böyle bir şey var diye buyurmuş, mâdem ki Kur’an-ı Kerim’deki bazı olaylar kerametin misâli; o zaman kabul etmesi lâzım!..

“Evet, öyle ama...” diyorlar, yine de bir insanın keramet sahibi olduğuna inanamıyorlar. İnanma kabiliyetleri yok. Misal olmayınca, duyduklarını içine sindirememiş oluyorlar.


Hocamız’ın yanında olanlar, her an bir kerametle karşılaşırlardı, karşılaşırdık. Ben damadıyım ama, halefiyim, vekiliyim ama, benim dışımda ihvânımızdan kime sorulsa, kaç tane başından geçmiş hadiseyi anlatır.

Meselâ biz hacca gideceğiz, Suriye’de kaç arabayız. Bir şehirde bir doktoru arayacağız. Telefonunu bilmiyoruz, adresini

570

bilmiyoruz. İstiyoruz ki, o doktorla buluşalım! Yolda dinleneceğiz, Hocamız dinlenecek. Ondan sonra hac yoluna devam edeceğiz. Onunla bir dönen kavşakta, cadde üzerinde, “Nereye müracaat etsek ki?” diye düşünürken, hemen karşılaşıverirdik.

Böyle olağanüstü olaylarla, zuhurat dediğimiz birden karşımıza çıkıveren olaylarla çok karşılaşırdık.


Kişi olarak da, kendisinin kerametlerini çok görürdük. Meselâ, gelen bir insanın, aklında düşündüğü meseleye cevap verirdi; veyahut yanlış bir şey düşünüyorsa, yanlış düşündüğünü açıkça söylerdi. Meselâ; ayakkabılarını ellerine almış cemaat kapıdan çıkarken Hocamız’ın arkasından, birileri de Hocamız’ın önüne terliklerini koyarken, arkadaki yanlış bir şey düşünüyor meselâ, sessizce peşpeşe giderlerken, Hocamız’ın dönüp de, “Olmaz öyle şey!” dediği; hatta, benim de bir kere otururken böyle karşılaştığım olaylar çok çok olurdu.

Tabii, Allah’ın keramet sahibi nice kulları vardır. O keramet sahibi kulları içinde özel ve yüksek bir makamı olduğu, pek çok olaylarla belliydi. Yâni kutbü’l-aktâb, gavsü’l-a’zam olduğunu gösteren emâreler vardı. Meselâ, hatırladıklarımı size şöyle nakledeyim:

Hiç Hocamız’ın ismini duymamış, İskenderpaşa Camii’nin adını duymamış bir kimseye, rüyasında diyorlar ki:

“—Şöyle bir cami var, o camiye gideceksin! Şöyle bir zât-ı muhterem var, gidip ondan el alacaksın, intisab edeceksin!”

O da araya araya geliyor, buluyor ve tanımadığı Hocamız’a gelip intisab ediyor.


Bunun dışında beni etkileyen birkaç şeyi, bilenleriniz vardır içinizde ama, bilmeyenler de bilsin diye, anlatmak istiyorum:

Bizim Dr. Sedat Bey, Allah selâmet versin, kendisi mikrofonun başına geçip toplantılarda birkaç defa anlatmıştı. Kadırga Yurdunda tıp öğrencisi olarak kalırlarken, yurttaki bazı arkadaşlar bırakıp bırakıp bazı günler giderlermiş. Başka günler yatsı namazını beraber kılıyorlar Kadırga Öğrenci Yurdunda, bazı

571

akşamlar talebe arkadaşları göremiyor. Onlara demiş ki:

“—Siz bazı akşamlar bir yere gidiyorsunuz gàliba?”

“—Evet, gidiyoruz. Bir mübarek hoca var, onun camisine gidiyoruz, sohbet oluyor. İstersen seni de götürürüz, saklı gizli bir şey değil.” demişler.

“—Olur, beni de götürün!” demiş.


Ama daha önceden, rüyasında bir mübarek zât görüyor. O mübarek zât, “Evlâdım, benim yanıma gel!” diye davet ediyor. Üç

defa bunu görüyor, ama adres yok... O şahıs, “Evlâdım, bana gel!” diyor. Rüyadan uyanıyor, “Hayırdır inşaallah... Bu şahıs beni çağırıyor ama, ben nasıl gideceğim?” diyor. Neresi, nerede, belli değil.

Nihayet arkadaşları bir hafta sonunda, gittikleri camiye Sedat Bey’i de götürüyorlar. Sedat Bey yatsı namazını kılıyor. Ondan sonra, Hocaefendi arkasına döndüğü zaman bir de bakıyor ki, üç defa rüyasına girip de, “Evlâdım, bana gel!” diyen zât karşısında... Yâni Hocamız Rh.A.

Herkes gidince, o tabii şaşırıp, oturup kalıyor. Herkes camiden çıkınca, Hocamız işaret ediyor, yanına çağırıyor. “Evlâdım geç kaldın, beklettin!” diyor. Demek ki çağırmaya da vâkıf... Ve orada ders veriyor Sedat Bey’e. Meselâ bu, Hocamız’ın mânevî makamını gösteren bir olay.


Başka mühim olaylardan birisi: Celâl Hoca vardı rahmetullàhi aleyh... Celâl Hoca Arapçası çok yüksek ilm-i kelâm üstadı idi ve Soğanağa Camii’nde İhyâ-yı Ulûm dersi okuturdu. Dersine doyum olmazdı. Çok muhterem bir alimdi. Çocukları da muhterem kimseler oldular. Çok sevdiğimiz yüksek şahsiyetler oldular.

Bu Celâl Hoca, bir gün Hocamız’ı ziyarete gelmiş. Kendisi bir yere bağlılığı, intisabı, tasavvufî bir tarafı yok... Hocamız’a diyor ki: “—Efendim, bu günlerde Ankara’dan cevap bekliyorum ama, gelmiyor. Hicaz’a gitmek istiyorum, aylar geçtiği halde pasaport dairesinden bir türlü pasaportu vermiyorlar ve Hicaz’a gitmem

572

mümkün olmuyor.”

O zaman, Hicaz’a herkesin gitmesi zor olan bir senede, eski senelerde. Hocamız diyor ki:

“—Olur inşaallah!” diyor.

Celâl Hoca, Hocamız’ın önündeki minderde böyle diz çökerken uyukluyor. Uykuyu esnasında kendisini Ankara’da, İçişleri Bakanlığının Pasaport dairesinde görüyor. Pasaportunu hazırlıyorlar, buyur diye eline veriyorlar. Rüyasında... Tabii sevinerek uyanıyor. Bir de bakıyor ki, Hocamız’ın huzurunda, minderde diz çökerken uyuklamış, kendinden geçmiş, bu durumu görmüş. “Böyle bir zâtın huzurunda ihtiyarlığımdan dolayı uyukladım.” diye biraz utanıyor.

Hocamız mütebessim bir şekilde yüzüne bakıyor. Diyor ki:

“—Nasıl, pasaportu aldınız mı? Pasaportu verdiler mi?” diyor.

Celâl Hoca şaşırıyor. Daha rüyayı yeni gördü, Hocamız, “Nasıl, pasaportu eline aldın mı?” diyor. Ve hakîkaten de bir iki gün sonra pasaport geliyor.

Evine gittiği zaman da bizim kardeşlere demiş ki:

“—Hocanızın kıymetini bilin! Ben bu hocayı tanımasaydım, dinin esrarından birçok şeyi bilmeden gàfil ölmüş olacaktım. Hocanız çok büyük bir zât-ı muhterem! Rüyalara dahi tesiri, tasarrufu var...” diyor.

Böyle bir özelliği var Hocamızın.


Herkesin kendi hayatında, kendisinin hatıraları vardır. Tabii, bunların bir kısmı kitap haline geldi. Hatıralardan iki tanesini daha anlatmak istiyorum:

Bir tanesi Bursa’dan Yusuf kardeşimizin hatırası. O kendisi anlatırken, “Ortaokuldan beri namaz kılardım.” diyor. “Bir şeye üzüldüm, ama kime derdimi açacağım? Bir kimseyi de bulamadım, ortaokul talebesi olarak. Gözümü kapattım, gözümün önüne şöyle bir aksakallı, nûrânî bir insan getireyim, ona derdimi açayım dedim.” diyor.

Yâni bir oyun, kendi kendine bir kurgu, hayal. “Gözümü kapattım, gözümün önüne kendi keyfimce, hayalimden bir

573

mübarek zât tasavvur ettim. Gözüm kapalı, derdimi ona açtım, rahatladım.” diyor. “Bu oyun benim hoşuma gitti. Bunu ondan sonra da sık sık yaptım. Hep aynı hayali gözümün önüne getiriyordum. ‘İşte hocam şöyle oldu, böyle oldu...’ diye dertleşiyordum onunla.” diyor.


Hayal tamâmen, kendisinin kurgusu bir şey... Sonra ortaokul bitiyor, lise bitiyor. Bursa’da yüksekokulda okurken, staj için İstanbul’a geliyor. Teknik Üniversitelilerin yurdunda kalırken, arkadaşlar diyorlar ki:

“—Çok mübarek bir hocaefendi var. İşte biz zaman zaman onu ziyarete gidiyoruz. Sen de gel!” diyorlar.

O da, “Olur.” diyor, kalkıp gidiyor. Gittiği zaman bir de bakıyor ki, ortaokuldan beri kendi hayalinde, kendisinin uydurduğunu sandığı o sima, o zat, Hocamız Rahmetullàhi Aleyh...

Tabii bir ortaokul talebesinin serbest hayaline böyle tesir edip, yıllar yılı uzaktan onu mânevî yönden eğitmek; tasavvufun hiçbir kitabında ben böyle bir anlatımı görmedim. Muhakkak ki, mânevî makamı çok yüksek olan bir zâta ait olabilir diye, kesin olarak gösteriyor bu olay...


Kendisini dünyanın pek çok yerinden, Türkiye’nin pek çok yerinden, çevresinde müridleri olan pek çok mübarek zat gelir, hürmetle ziyaret ederdi. Ve ben onların davranışlarına, gelenlerle Hocamız’ın muamelesine bakardım; onlar gelirlerdi. Hocamız’ın onlara iade-i ziyareti tarzında olmazdı. Yâni mertebe bakımından aşağıda olanın, yüksek olana ziyareti tarzında olurdu. Konuşmaları, davranışları da hep o şekilde değerlendirirdim ben.


Bir de çok hoşuma giden, bir yazar kardeşimizin hatırası var, kitabına da girdi. Bu yazar kardeşimiz, Osmanlılardan sonraki dönemde, Türkiye’de yetişmiş mübarek zâtların isimlerini bir liste haline getirmiş. Bunların hayatları hakkında bilgileri toplayayım da, kitap haline getireyim diye düşünmüş. Listenin içinde şunlar şunlar var, Mehmed Zâhid Kotku Efendi Hazretleri de var...

574

Hocamız’ın vefatından sonra böyle bir kitap yazmayı düşünüyor yazar kardeşimiz.

Bunu arkadaşlarına açıyor. Assubay olan bir kardeş de, “Bu çok güzel, mübarek bir çalışma... Ben sana bu hususta yardımcı olmak isterim!” diyor. O zaman herhalde, yazma çizme için daktilodan başka imkânlar da yok... “Ben, müsveddelerini temize çekmekte sana yardımcı olmak isterim. Yıllık iznimi alırım askeriyeden, ondan sonra gelir, sana yardım ederim.” diyor.

“Olur.” diyor bu yazar kardeşimiz. Kararlaştırıyorlar; bir zaman izin alacak askerî birliğinden, gelecek, bu yazarla müsveddeleri temize çekecekler. Tabii bu kitap evliyâullahı anlatan bir kitap, içinde Hocamız’ın ismi de var, o da anlatılacak.


Askerî birlikte o sırada bir arıza çıkıyor. Atom başlıklı füzelerin olduğu bir birlik. Bu füzelerin bulunduğu mekanizmada bir arıza çıkıyor, çalışmıyor. O sırada da, yüksekten bir paşa gelip teftiş edecekmiş orayı. Komutan çok üzgün, telaşlı... Uzmanları çağırıyorlar, problem çözülmüyor; daha yüksek uzmanları çağırıyorlar. Sonuçta sorunun çözülmesi için Amerika’dan füze uzmanının gelmesi düşünülüyor. Mekanizma çalışmıyor, yâni ateşlenmesi istense, iş görülmeyecek yâni. Faal durumda değil, bozuk durumda...

Komutan izinleri kaldırıyor. Bu astsubay kardeşimiz de vaad ettiği, yazara yardımcı olma işini yapamıyor. Yalnız bir gece rüyasında bir mübarek zât görüyor. O mübarek zat ona:

“—Evlâdım, sizin füzenizin arızası işte şuradadır!” diyor, arızanın yerini gösteriyor rüyada.


Ertesi gün bu astsubay kıtasına gittiği zaman, komutanın yanına çıkıyor:

“—Komutanım, ben arızayı çözümleyeceğim, ama eğer çözümlersem, birisine sözüm var, yıllık iznimi bana vereceksiniz. İzin istiyorum!” diyor. Komutan diyor ki:

“—Sen o arızayı çöz, sana neler neler veririm.” diyor, çok

575

memnun olacağını beyan ediyor. Artık nasıl söylediyse...

Hakîkaten de o astsubay gidiyor, karmaşık mekanizmanın içinde, rüyada gösterilen yere gidiyor, orayı açıyor. Düşünün yâni, bir televizyonun arkasını açsanız, orada nereye el atacaksınız, nasıl düzelteceksiniz. Artık orası nasıl bir yerse... Arızayı düzeltiyor ve mekanizma çalışır hale geliyor. Astsubay izni kopartıyor, mükâfatları alıyor.

Bu mübarek zatlarla ilgili kitabı yazmağa yazarla beraber başlıyorlar. Evinden ne zaman çıksa... Evi Silivrikapı tarafında, dar sokakların olduğu bir yerde... Kendisinin arabası yok, taksi bulmak zor, vasıtaların olduğu yere gitmek için vakit harcaması lâzım! Ama ne zaman çıksa, çok büyük kolaylıklarla karşılaşıyor. Bakıyor hemen sokakta bir taksi var. El kaldırıyor, erken vakitte gidiyorlar, çalışıyorlar.

Bu Astsubay nelerden nelerden sonra, bizim İslâm dergimizde, Hocamız Rh.A’in şöyle bir çok güzel, çok tatlı tebessümlü bir boy resmi vardı; onu görüyor, diyor ki:

“—İşte rüyada bana arızayı gösteren mübarek zât buydu.” diyor.

Hocamız’ı daha önceden tanımayan bir kimse.


Hocamız böyle, her hali olağanüstü olan gerçek bir keramet sahibi mübarek zât idi. Zâten vefatı, cenazesindeki o ihtişam... Bütün İstanbul’un, bütün Türkiye’nin cenazesine ne kadar kalabalık bir tarzda iştirak ettiği, İstanbul tarihinde görülmemiş bir şey...

Kendisi için Mekke-i Mükerreme’de, Medine-i Münevvere’de gıyabında cenaze namazları kılınması... Ondan sonra ruhu için

okunan hatimler, ve sâireler... Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

“—Bir hatim indirildiği zaman dualar müstecâb olur.”

Binlerce hatim indiriliyor ve binlerce müstecâb olacak dualar arasında Hocamız’ın nâmı geçiyor. Bu herkese nasîb olmayacak, vefatından sonraki bir başka keramettir.

576

d. Sàlihlerin Anılması


Tabii, böyle mübarek zatları anmakta çok büyük faydalar var... Çünkü yenilere iyi insanları örnek göstermiş oluyoruz, “Bakın, böyle olun!” demiş oluyoruz. Yenilerin iyi yetişmesini sağlamış oluyoruz. Ayrıca din kitaplarımızda, “Sàlih insanların anıldığı yere Allah’ın rahmeti iner.” diye de belirtildiği için, bu anma törenlerine hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti nâzil oluyor. Gençlere bir nümûne oluyor. Ayrıca bu anmalardan nice nice, başka başka faydalar hasıl oluyor.

Bu anmaların gerekli olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak nice nice peygamberlerin hatıralarını yad ettiği için, Kur’an-ı Kerim’den anlıyoruz. Mûsâ AS’ı, İbrâhim AS’ı, Nuh AS’ı surelerde okuyoruz. Hattâ,


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ (مريم:١٤)

577

(Vezkür fil-kitâbi ibrâhîm) “Kitapta İbrâhim’i de zikret!” (Meryem, 19/41) diye geçiyor meselâ...

Zikretmek, yad etmek. Zâten bu hatırası için yapılan toplantılara da zikrâ denilir; hatırayı anma toplantıları demek. Muhakkak ki burda, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rahmetine nâiliyyet var.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, böyle mübarek, büyük zâtlara vefatından sonra da salâhiyet veriyor. Yâni diğer insanlar gibi olmuyorlar, onlar vefatından sonra da mâneviyatlarıyla, himmetleriyle etkili oluyorlar, yol gösterici oluyorlar. Vefatlarından sonra, kerametleri daha da âşikâr oluyor. Çünkü kendisini saklama mecburiyeti olmuyor, tevâzu gösterme ihtiyacı kalmıyor, imtihan devresi bitmiş olduğundan...


Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden dilediğimiz, Rabbimiz bizi sevdiği kulları ile beraber eylesin... O sevdiği mübarek evliyâullah kullarının mânevî yardımlarına, iltifatlarına, himmetlerine, teveccühlerine nâil eylesin... Bizleri de onların yolunda dâim eylesin...

Evlâtlarımızı da, iyi müslüman olarak yetiştirmeyi bizlere nasîb eylesin... Evlâtlarımız da, bu mübarek hocalarımız gibi İslâm’ı güzel öğrensinler, İslâm’a güzel hizmet etsinler, onların yolunda yürüsünler ve onlara hayrü’l-halefler olsunlar...

Allah-u Teàlâ Hazretleri İslâm’ı ve müslümanları korusun... İslâm’ı ve müslümanları şu 2000 Yılında, 21. Yüzyıl’da, milenyum dedikleri şu 3. Binyıl’da mansur ve müeyyed eylesin... Cenâb-ı Hakk’ın razısına uygun çalışmalar yapmamızı, yapmanızı cümlenize nasîb eylesin...


Dîn-i mübîn-i İslâm’ı, sahabe-i kiramın çalışmaları gibi çalışmalarla, dünyanın her yerine yayalım! İslâm’ı öğretelim! Hele hele kendi beldelerimizde, İslâm’ın tanınması, yaşanması, imanın kuvvetlenmesi, Kur’an’ın öğrenilmesi ve ahkâmının uygulanması için, elimizden gelen her türlü maddî mânevî gayreti gösterelim!

578

Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinizi her türlü hayırlara vesîle olanlardan, elinden hayır çıkan, hayatı faydalı olanlardan eylesin... Çünkü insanların en hayırlıları, insanlara, mü’minlere en faydalı olanlardır. En faydalılardan eylesin, en hayırlı kimseler eylesin...

Ömrünüzü Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun geçirip, ahirete Rabbimizin sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmanızı ve bizim de varmamızı nasîb eylesin... Bu sevdiğimiz mübarek Peygamber Efendimiz’le, sahabe-i kirâmımızla, sâir enbiyâ ve mürselîn ve evliyâullàh u mukarrabîn büyüklerimizle Firdevs-i A’lâ’da buluştursun, beraber eylesin... Cemâline nazar etmeyi cümlemize ikrâm eylesin... Ve rıdvân-ı ekberine cümlemizi nâil ve vâsıl eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


13. 11. 2000 – Akra (Almanya’dan)

579
580