• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 69. SÂLİH İNSANLARI ANMAK
68. MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH. A) VE TASAVVUF

69. SÂLİH İNSANLARI ANMAK



Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN


Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

Rabbi’şrah lî sadrî, ve yessir lî emrî, va’hlül ukdeten min lisânî, yefkahu kavlî, ve ufevvidu emrî ila’llàh. İnna’llàhe basîrun bi’l- ibâd.

El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, nahmeduhû bi-cemii mehâmidih, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn... Ve alâ sâiri’l-enbiyâi ve’l-mürselîne ve âli küllin ecmaîn. Emmâ ba’dü. Aziz ve muhterem cemaat-i müslimîn, değerli kardeşlerim!

Cenâb-ı Mevlâmızın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânâtı, ikrâmâtı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri sizleri ve bizleri sàlihîn ve süedâ zümresine ilhâk eylesin... Yolunda daim, ibadetine müdavim eylesin... Şu dâr-ı dünyada imtihanımızı rızası vechile verip, rızasına erip, huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmaya cümlemizi muvaffak eylesin...

Biliyorsunuz, Allah-u Teâlâ Hazretleri bizlere ibadet etmeyi emrediyor. Bu dünyaya hangimiz daha güzel ibadet edeceğiz, daha güzel kulluk yapacağız diye gönderdi.


الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلً (الملك:٢)


(Ellezî haleka’l-mevte ve’l-hayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) “O, hanginiz daha güzel a’mâl-i sâliha işleyecek, ömrünü hayırlı, verimli geçirecek diye imtihan etmek için hayatı ve ölümü yarattı.” (Mülk, 67/2)

Bu imtihanı başarmayı Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize nasib eylesin... Tevfîkini hepimize refîk eylesin... Hepimizin kalbini nurlandırsın...

527

Kalpler de demirin paslandığı gibi paslanır, demirin pası izâle edilmeden iyi çalışmaz. Kalbimizin pasını izâle eylesin... İçimizi dışımızı nurlandırsın... Basiretimizin önünü engelleyen engeller, mâniler varsa, hakkı görmeye mâniler varsa bu mânileri kaldırsın. Hakkı hak olarak görüp ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan sakınıp korunmayı, imtihanı kazanmayı nasib eylesin... Şeytana uymamayı, nefse aldanmamayı, fani dünyanın fani lezzetlerine kapılmamayı nasib eylesin... İşin özü, aslı, esası bu...


İmam Gazalî (Rh.A), İhyâ-ı Ulûm isimli kitabının birinci cildinde ibadetleri anlatıyor. Ondan sonra da diyor ki: “Âdet tarzındaki ibadetlerin en güzeli, en hoşu Allah için sevmektir, Allah için buğz etmektir.”

Demek ki, bir kere bu sözden iki şey anlıyoruz: İbadetlerin bir kısmı âdet şeklinde oluyormuş. Yâni namaz bir ibadettir, oruç bir ibarettir, zekât vermek bir ibadettir, hacca gitmek bir ibarettir, Kur’an okumak bir ibadettir. “Allah” demek, “Lâ ilâhe illa’llah”

528

demek, zikretmek, tesbih eylemek, salât ü selâm getirmek bir ibarettir... Bunlar ibadet deyince hepimizin ilk önce hatırımıza gelen şekillerdir. Bir de âdet şeklinde ibadetler var. Yâni insanların günlük hayatlarındaki davranışları şeklinde ibadetler var.

İnsanın günlük hayatındaki davranışları nelerdir? Başka insanlarla insanî, beşerî münasebetler, tanışmalar, konuşmalar, alış-verişlerdir, ziyaretlerdir. Bunlar insanoğlunun toplum halinde yaşamasından, toplum meydana getirmiş olmasından hâsıl olan hallerdir. İşte bunlarla da insan ibadet sevabı kazanabilir.


a. Sükût ve Tefekkür


İbadet olduğunu bazı kimselerin bilmediği ama ibadet olduğunu Peygamber Efendimiz’in bize bildirdiği bazı hususları açıklamamız gerekiyor. Meselâ Peygamber SAS Efendimiz sükûtun, susmanın ibadet olduğunu bildiriyor. Birçok kimse bilmez. Dır dır dır, vır vır vır konuşur. Halbuki sükût ibadettir.

Sükûtun bir ibadet olduğunu bazı kimseler bilmiyor. Hatta susulduğu zaman bazı kimse rahatsız oluyor da, “Ya ne susuyorsun, konuşsana mübarek, dut mu yedin? Niye susuyorsun? Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diyor. Rahatsız oluyor, yâni susmasından rahatsız oluyor.

Hocamız (Rh.A)’le Ankara’da bir davete gitmiştik. Evin adamı zengin bir zâttı, ticaret erbabıydı. İnsanlar içinde yaşamaya, konuşmaya, dinlemeye alışmış hep. Tabii herkes Hocamız’ın karşısında edeple duruyor. Diz çökmüş, boynunu bükmüş, sükût ediyor...


Çünkü Peygamber Efendimiz’in huzurunda da sahabe-i kiram öyle dururdu. Başları önlerine eğik ve sükût halinde dururlardı. Neye benzerdi duruşları? Sanki adamın başının üstüne bir kuş konmuş da, kıpırdasa kuş kaçacak, kuş kaçmasın diye kıpırdamıyor. Böyle, başına kuş konmuş bir insanın ürkmesin,

529

kaçmasın diye kıpırdamadığı gibi dururlardı.

Peygamber Efendimiz SAS’in meclisinde insanlar ses çıkartmazlardı, konuşmazlardı. Hutbeye çıktığı zaman konuşma olmazdı, konuşana sus demek bile olmazdı. Peygamber SAS Efendimiz hücre-i saadetinin kapısını açıp da, “Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm” diye mescide ayağını attığı zaman, iki cihan güneşi mescide geliyor ama kimse kaldırıp başını bakamazdı. Başı önünde böyle edeple dururlardı.

Sadece Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömerü’l-Fâruk Efendilerimiz bakabilirlerdi. Onlar kızlarını vermişler, kayınpederlik ilişkisi var, yakınlık var. Aşere-i Mübeşşere’den, Hulefâ-i Râşidîn’den... Onlar bakarlardı Peygamber Efendimiz’in yüzüne... Peygamber Efendimiz onlara tebessüm buyururdu, lütfuyla keremiyle... Onlar da Peygamber Efendimiz’in tebessümüne tebessümle karşılık verirler, böyle hayran hayran cemâline bakarlardı.


Sahabeden bazıları (rıdvânu’llahi aleyhim ecmaîn) diyorlar ki:

“—Rasûlüllah’a saygımdan ve onun heybetinden, yanında ashabı oldum, beraber yaşadım ama doya doya yüzüne bakamadım!”

Doya doya yüzüne bakamazlardı. Sükût vardı. Edep vardı. Edebinden herkes böyle başı yerde dururdu. Sevdiği halde.

Birisi diyor ki:

“—Rasûlüllah SAS’in yüzü kılıç gibi parlardı.”

Ötekisi de diyor ki ashabdan:

“—Ne kılıç gibisi, öyle şey mi olur? Ay gibiydi, güneş gibiydi Rasûlüllah SAS.”


Yahudi alimlerinden birisi, sonradan müslüman oldu ama o zaman yahudi alimiydi. Henüz daha İslâm ile müşerref olmamıştı. Bakalım, birisi gelmiş Medine-i Münevvere’ye, bu zât nasıl bir insanmış diye Peygamber Efendimiz’in toplantı yaptığı yere geldi, kapıdan şöyle bir baktı, ilk intibası bu:93



93 Lafız farkıyla: Tirmizî, Sünen, c.IV, s.652, no:2485; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.423, no:1334; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.451, no:23835; Dârimî,

530

عَرَفْتُ أَنَّ وَجْهَهُ لَيْسَ بِوَجْهِ كَذَّابٍ(ت. ه. حم. ك. طس. ش. هب. ق. عن عبد الله بن سلم)


(Araftü enne vechehû leyse bi-vechi kezzâb) “Anladım ki, yüzü hiç öyle yalan iddiada bulunacak, yalan söz söyleyecek; olmayan bir şeyi ben söyleyeyim diye yalandan söyleyecek bir insan değil!”

Neden? Yüzünde nûr-u Muhammedî vardı SAS Efendimiz’in. O nûr-u Muhammedî’ye herkes àşıkken başını kaldırıp bakamazlardı. Rasûlüllah’a soru soramazlardı hürmetlerinden.

“—Yabancı birisi gelse de, şu çölden, köyden, uzaktan bir


Sünen, c.I, s.405, no:1460; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.14, no:4283; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.313, no:5410; İbn-i Ebî Şeybe, c.V, s.248, no:25740; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.216, no:3361; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.502, no:4422; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.152; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.235; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.132, no:1339; Abdullah ibn-i Selâm RA’dan.

531

yabancı gelse, o buranın âdabını bilmez, bir şeyler sorsa da dinlesek” derlerdi.


Onun için Hocamızın yanında da dervişân başları eğik duruyorlar. Ev sahibi boyna diyor ki:

“—Mübarekler ne susuyorsunuz? Konuşsanıza be! Niye konuşmuyorsunuz yâhu? Konuşsanıza ya, bir şey anlatsanıza!”

Alışmış adam, konuşmaya alışmış. Sükûtun ibadet olduğunu bilmiyor.

Başka ne ibadettir? Tefekkür ibarettir. Oturmuş düşünüyor. Neyi düşünüyor? Allah’ın CC, azametini düşünüyor, kudretini düşünüyor, hikmetini düşünüyor, ibretini düşünüyor... Allahu ekber! Firavunun başına ne gelmiş, Nemrut’un başına ne gelmiş? Âd kavmi ne olmuş? Semud kavmi ne olmuş? Lût kavmi ne olmuş? Düşünüyor.

Tefekkür de ibadet. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:94


لََّ عِبَادَةَ كَ التَّ فَكُّرِ (طب. هب. والقضاعي عن علي)


(Lâ ibâdete ke’t-tefekkür) “Tefekkür etmek kadar kıymetli ibadet olmaz. Tefekkür kadar sevabı olan ibadet az bulunur.”


b. Allah İçin Sevmek, Allah İçin Kızmak


Başka neler ibarettir? Allah CC rızası için bir müslümanın, bir müslümanı sevmesi ibadettir.

“—Hacı amca ben seni çok seviyorum.”

“—Neden seviyorsun ya?”



94 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.68, no:2688; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.157, no:4647; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.38, no:836; İbn-i Ebi’d- Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.122, no:216; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VI, s.240; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.306, no:1014; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.179, no:7889; Hz. Ali RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.163, no:44135, 44136; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2039, no:3038; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.446, no:17233, 17253; RE. 482/3.

532

“—Çok seviyorum. Allah rızası için. Senin aksakalını, dindarlığını, camiye geldiğim zaman ilk önce seni görüyorum camide, bakıyorum ibadete düşkünsün, ben seni Allah rızası için seviyorum.”


Tamam, Allah rızası için sevmek var… Bir de Allah rızası için kızmak var. Sadece sevmek yok, sadece yağcılık yok İslâm’da.

“—Efendim, İslâm hoşgörü dinidir, İslâm sevgi dinidir.”

Lâfı eğri söyleme, dosdoğru söyle. İslâm hem sevgi dinidir, hem de cihad dinidir. Orasını da söylesene. Niye orasını saklıyorsun?

“—İslâm müsamaha dinidir.”

İslâm hem müsamaha dinidir, hem el-emru bi’l-ma’rûf ve’n- nehyi ani’l-münker dinidir. Ne demek? Münkerâtı gördü mü, değiştirir onu müslüman. Eliyle değiştirir. Şişeyi gördü mü kırar, içki içirtmez.

“—Hani İslâm hoşgörü diniydi?”

O senin yanlış sözün... İslâm sadece hoşgörü dini değil, İslâm aynı zamanda kötülüğü değiştirme dinidir. Hakkı söylemek dinidir. Cihanda tek başına kalsa bile, hakla beraber olmak dindir. “Ben haktan yanayım, ben hakkı tutuyorum ey zalimler! Cümle cihan halkı zalim olsanız, karşıma gelseniz, ben bu haktan dönmem!” İşte İslâm budur.


Hoşgörü diniymiş... Haydi oradan yalancı! Yarım yamalak lâfı niye söylüyorsun? İslâm günahı hoş görür mü? İslâm yalanı hoş görür mü? İslâm zulmü hoş görür mü? İslâm haksızlığı hoş görür mü? Hoş görmez. Demek ki tam hoşgörü dini değilmiş. Doğru söylesene!

Müslümanların ufak tefek kusurlarını, kendisine karşı yaptığı üzücü işleri hoş görür müslüman. Böyle söylesene! Ama dinine bir saldırı olduğu zaman arslan gibi olur. Doğruyu söylesene, niye doğruyu söylemiyorsun?

Tefekkür eder müslüman, sevap kazanır. Oturduğu yerden sevap kazanır. Bir saatlik tefekkür bazen bir yıllık ibadetten hayırlı olur. Bazen atmış yıllık ibadetten hayırlı olur.

533

Sonra Allah için birisini sevmek sevaptır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:95


قَالَ اللهُ عَزَّوَجَ لَّ: حَقَّتْ مَحَبَّتِي لِلْمُتَحَ ابِّينَ فِيَّ (حم. حب. طب.

عن عبادة)


(Kàle’llàhu azze ve celle) “Aziz ve celil olan, izzetli ve celâletli olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Hakkat muhabbetî li’l- mütehâbbîne fiyye) ‘Benim için birbirleriyle ahbaplık eden, dostluk eden, birbirlerini sevenlere benim de sevgim hak oldu, ben de severim onları. Madem o müslüman o müslümanı seviyor; o müslümanın o müslümanı sevmesi, bunun da onu sevmesinden dolayı ben de her ikisini severim. Hak olur benim muhabbetim. Vacip olur, gerekli olur, tahakkuk eder. Benim onları sevmem derecesine onlar yükselirler.’"

Neden? Birbirlerini Allah için seviyorlar. Dünyevî menfaat yok, hesap yok; işin arkasında art niyet yok, kötü maksat yok... Allah için birbirini seviyor.

Biz tâ Malezya’daki bir alimi severiz, tâ Amerika’daki bir müslümanı severiz. Hiç tanımadık ama gazetelerde okuruz, severiz. Neden? Müslüman olmuş, kelime-i şehadet getirmiş, “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demiş; severiz.




95 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.236, no:22117, 22133; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.338, no:577; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.187, no:7316; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.78, no:572; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.81, no:154; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.45, no:34100; Bezzâr, Müsned, c.I, s.416, no:2697; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.233, no:20857; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.II, s.131; Heysemî, Müsnedü’l-Hàris, c.II, s.991, no:1108; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.II, s.265, no:2225; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVIII, s.426; Ubâde ibn-i Sàmit RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.14, no:24671; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.59, no:14972;

RE. 275/14.

534

Yunanlıyla zıtlığımız var, atalarımızı kestiler, topraklarımızı aldılar, bin bir haksızlık yaptılar... filân. Yunanlıdan birisi müslüman olursa, severiz.

Bulgar’dan birisi müslüman olursa, severiz. Rus’tan birisi müslüman olursa, severiz. Fransız’dan birisi müslüman olursa, severiz. İngiliz müslüman olursa, Alman müslüman olursa, severiz. Neden? Müslüman oldu, iyi insan oldu, kötülükleri bıraktı, Allah’ın sevdiği yola girdi. Allah için severiz.

Allah’ın dostlarını severiz, Allah’ın dostlarına hürmet ederiz. Allah’ın düşmanlarına buğz ederiz. Ne kadar süslü olsalar, püslü olsalar, fiyakalı, reklamlı olsalar, Allah’ın düşmanlarını sevmeyiz. Allah düşmanlarına düşmanız. Allah’ın dostlarına dostuz, ayaklarının tozuyuz.


c. İbrâhim AS’ın Mücadelesi


Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri, sevgili kullarını bize bazı âyetlerde bildiriyor. Peygamber Efendimiz’e de: “Bunları ümmet-i Muhammed’e anlat!” diye emrediyor.


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ (مريم:١٤)


(Ve’zkür fî’l-kitâbi ibrâhim) “Âyetlerin arasında İbrâhim peygamberi de zikret! Onu da an, ey Rasûlüm!” (Meryem, 19/41)


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ (مريم:٦٥)


(Ve’zkür fî’l-kitâbi idrîs) “Vahiylerin arasında, Kur’an-ı Kerim âyetleri arasında İdris AS’ı da şu müslümanlara anlatıver!” (Meryem, 19/56)


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ (مريم:٤٥)

535

(Ve’zkür fî’l-kitâbi ismâil) “İsmâil’i de zikrediver!” (Meryem, 19/54)


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ (مريم:٦١)


(Ve’zkür fî’l-kitâbi meryem) “Meryem AS’ı da anlatıver!” (Meryem, 19/16) Yâni alemlerin rabbi Allah-u Azîmüşşan Hazretleri Peygamber SAS Efendimiz’e, sàlih insanları anlatmasını emrediyor; “Onları an, onları hatırlat, onları söyle, onları bildir!” diyor. Neden? Çünkü sàlih insanların fikirlerinden, ibadetlerinden, hayatlarından, davranışlarından, cihadlarından, sözlerinden, yaşamlarından istifade edecek öteki müslümanlar... Nümûne insan bunlar. “Bak ben bu kulu sevdim, bunu peygamber yaptım. Sen de ona benze, sen de onun gibi olmaya çalış!” denilmiş oluyor.

Bak ben İbrâhim’i kendime halil edindim.


وَاتَّخَذَ اللهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلً (النساء: ٥٢١)


(Ve’ttehaza’llàhu ibrâhîme halîlâ.) “İbrâhim’i Allah kendisine samîmî, çok yakın dost edindi.” (Nisâ, 4/125) buyruluyor.

Halil ne demek? Aralarında hullet olan, samimiyet olan, çok samimi arkadaş demek. Sübhàne rabbiye’l-aliyyi’l-a’lel vehhâb, âlemlerin Rabbi bir kulunu kendisine samimi dost ediniyor. Neden? İbrâhim AS’ın güzel huyları vardı da ondan. İbrâhim AS çok misafirperverdi. İbrâhim AS çok halim selimdi, çok gözü yaşlıydı, çok duyguluydu, çok hassastı, çok merhametliydi, çok cömertti amma, çok da yiğitti. Hakkı söylemekten geri durmazdı. Babalığının karşısına dikildi, dedi ki:

“—Ey babalık, niye bu elinle yaptığın putlara tapıyorsun? Elinle yapmadın mı bunu? Bu daha önce şurada ham malzeme iken bir taş değil miydi, bir ağaç değil miydi? Sen aldın eline çekici, keskiyi, bunu yonttun yonttun, put yaptın. Sonra da millet bu cansız, söz söyleyemeyen varlığın karşısına geçiyor, diz

536

çöküyor, secde ediyor, ibadet ediyor, kurban kesiyor... Öyle şey olur mu? Niye elinle yaptığın puta tapınıyorsun?” dedi. Babalığına karşı çıktı.

Sonra, topluma karşı çıktı. Koca bir topluma karşı çıktı. Neden? “Putlara tapılmaz!” dedi. “Aya, güneşe, yıldıza, putlara tapılmaz. Bunların hepsini yaratan âlemlerin Rabbine ben ibadet ediyorum!” dedi.


إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِي لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَاْلَْرْضَ حَنِ يفًا وَمَا أَنَا


مِنْ الْمُشْرِكِينَ (الْنعام:٩٧)


(İnnî veccehtü vechiye li’llezî fetara’s-semâvâti ve’l-arda hanîfen ve mâ ene mine’l-müşrikîn.) [Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.] (En’am, 6/79)

“Yeri göğü yaratan, kudret-i külliyye sahibi, âlemlerin rabbi Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne ben ibadet ederim. Ondan sonrakilerin hepsine hasım ve düşmanım!” dedi.

Bunu da saklamadı ve dedi ki şehir ahalisine:

“—Ben sizin bu taptığınız putlara tapmıyorum, siz de tapmayın! Yanlış iş yapıyorsunuz. Ben bunları haklayacağım, bunların hepsini kıracağım ben!” dedi.

Bir merasim günü herkes şehirden merasim yerine gidince, tapınağa girdi. Tapınaktaki putların hepsini parçaladı, kırdı. Kırdığı balyozu da götürdü, ordaki büyük putun boynuna şöyle taktı. Geldiler baktılar ki puthane tecavüze uğramış, putlar kırılmış, yerlere dökülmüş:

“—Kim yaptı bunu?”


مَنْ فَعَلَ هَذَا بِآلِهَتِنَا (الَّنبياء: ٩٥)


(Men feale hâzâ bi-âlihetinâ) “Bizim tanrılarımıza, putlarımıza

537

ma’budlarımıza bu tecavüzü kim yaptı?” (Enbiyâ, 21/59) diye birbirlerine sordular.

Birisi dedi ki:

“—Ben duydum. İbrâhim denilen bir delikanlı vardı. O zaten, ‘Ben bu putları kıracağım!’ diye açıkça söylüyordu. O yapmıştır.”

“—Tamam getirin onu! Yakalayın, getirin bakalım şu insanların huzuruna!”

Getirdiler İbrâhim AS’ı, dediler ki:


أَأَنْتَ فَعَلْتَ هَذَا بِآلِهَتِنَا يَاإِبْرَاهِيمُ (الَّنبياء:٢٦)


(E ente fealte hâzâ bi-alihetinâ yâ ibrâhîm) “Ey İbrâhim, bizim putlarımıza bu tecavüzü sen mi yaptın, sen mi bunları parça parça parçaladın?” (Enbiyâ, 21/62)

İbrâhim AS, onların akıllarını uyarmak istedi. Yâni yanlışlıklarını ortaya koymak istedi ve dedi ki:


بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِنْ كَانُوا يَنطِقُونَ (الَّنبياء:٣٦)


(Bel fealehû kebîruhüm hâzâ fes’elûhüm in kânû yentıkùn) “Belki şu en büyüğü yapmıştır. Kızmıştır öteki putlara en büyük put, kalkmıştır, çat pat, çat pat... Belki o yapmıştır, sorun bakalım! Konuşurlarsa hem bu dövülenlere, parçalananlara sorun, hem de belki dövmüşse şu dövmüştür, bak balyoz da bunun boynunda. Belki bu yapmıştır, sorun bakalım!” (Enbiyâ, 21/63)

Sormadılar, nesine soracaklar. Başlarını önlerine eğdiler, anladılar. Putun konuşmadığını biliyorlar. Dediler ki:

“—Yâ İbrâhim şimdi bizi zora koşma, sıkıştırma bizi. Bunların konuşmadığını bilmiyor musun sen?” “—Biliyorum. Konuşmadığını biliyorum. Böyle konuşmayan, kendisine birisi saldırdığı zaman kendisini savunamayan, müdafaa edemeyen varlıklara siz niye tapınıyorsunuz? Bunlar tapınılacak varlık olsaydı, kendisini korurdu.” dedi.

538

Topluma karşı çıktı yâni. Ne yaptılar?

“—Öldürün bunu! Madem toplumumuza karşı çıktı, madem kanunlarımızı çiğnedi, madem putlarımızı parçaladı, mademki bizim inancımızda değil; öldürün!” “—Nasıl öldürelim, nasıl öldürelim? Ateş yakalım, ateşin ortasına İbrâhim’i atalım; cayır cayır yansın!” dediler.


Öyle bir ateş yaktılar ki, yanına yaklaşılmıyordu. Yanına yaklaşanın yüzü yanıyordu, sıcaklığının çarpmasından... O ateşin içine İbrâhim AS’ı mancınıkla, aletle attılar böyle havadan... Ama Allah-u Teàlâ Hazretleri İbrâhim AS’ı korudu. Ateş İbrâhim AS’ı yakmadı. O cayır cayır yanan, yanına yaklaşılmayan ateş, içine atılan İbrâhim AS’ı yakmadı.

Neden? “Yakmak ateşte değildir.” diyor alimlerimiz, kitaplarımız. Yakmak ateşte değildir. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:

539

يَانَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَمًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ (الَّنبياء:٦٩)


(Yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrâhîm) “Eş ateş! Benim sevgili habibim, halilim İbrâhim’e karşı yakıcılık vasfını kullanma! Serinlik ol ve selâmetlik ol İbrâhim AS için... Yakma, sıcaklık verme ve zarar verme!” (Enbiya, 21/69)

Berd, soğuk demek. Ateş sıcaktır ama ateşe: “Serin ol, soğuk ol!” dedi. Ateş yakar, insanı mahveder ama “Selâmetlik ol!” dedi.


d. Hazret-i Meryem’in Kerameti


İşte bunları bilelim, anlayalım, onların yolunda yürüyelim diye Allah bize sàlih kimseleri anmayı Kur’an-ı Kerim’de bildirmiş. Peygamber Efendimiz’e: “Ve’zkür fî’l-kitabi fülân, fülân, fülân...” diye kendi sàlih kullarını bildirmiş.

Meryem AS, anası tarafından, babası tarafından nezredilmiş bir evlât idi. “Şu benim karnımdaki çocuk doğarsa, ben onu dinimize hizmetli olarak vakfedeceğim, ibadethaneye vereceğim. İbadethanede çalışacak benim bu çocuğum!” dedi.

Doğduğu zaman da baktılar ki kız doğdu. Allah Allah... Yâni erkek olsa vereceklerdi ibadethaneye ama dediler ki:

“—Yâ Rabbi, kız oldu bu!”

Allah-u Teàlâ Hazretleri, kız mı erkek mi olduğunu biliyordu önceden ilm-i ezelîsiyle... Onu da kabul etti. Böylece Meryem AS ibadethaneye vakfedildi. İbadethanede sàliha bir hatun olarak yetişti, özel bir odada ibadetle vaktini geçidi. Dua ile, namazla, niyazla vakit geçirdi. Yanına kimse giremezdi. Sadece Zekeriyya AS girerdi.


كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا (اۤل عمران: ٧٣)


(Küllemâ dehale aleyhâ zekerriyye’l-mihrâbe vecede indehâ rızkà) “Ne zaman yanına girse, su götürecek, yemek götürecek, Meryem validemiz i’tikâfta orda, ibadette... Su götürüp, yemek

540

götürüp beslenmesini sağlayacak. Ne zaman oraya girse, orada türlü türlü meyvalar, yiyecekler, içecekler görürdü Zekeriyya AS.” (Âl-i İmran, 3/37)

Zekeriyya AS da bir peygamber... Türlü türlü yiyecekler

görürdü, sorardı:


قَالَ يَامَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا (اۤل عمران: ٧٣)


(Kàle yâ meryemü ennâ leki hâzâ) “Yâ Meryem, sana nereden geliyor bu rızıklar?” (Âl-i İmran, 3/37)


قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِاللهِ (اۤل عمران:٧٣)


(Kàlet hüve min indillâh) “Allah gönderiyor.” (Âl-i İmran, 3/37)

E kapılar kilitli, nerden geliyor bunlar? Kapılar kilitliyken bu meyvalar nerden geliyor, bu meşrubat, bu me’kûlât, yenilecek içilecek şeyler nerden geliyor?,, (Hüve min indillâh) Allah gönderiyor! Nasıl gönderiyor? İşte gönderdiğini görüyorsun âyet-i kerimeden.


اِنَّ اللهَ رْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (اۤل عمران:٣٧)


(İnna’llàhe yerzuku men yeşâu bi-gayri hisâb) “Allah dilediğini hesaba gelmez şekilde, hem çok hem de akıl almayacak şekilde, acaib nimetlerle nimetlendirir.” (Âl-i İmran, 3/37)


Niye okuyoruz bunları? Çalışmaya esir olmayalım diye, rızkı Allah veriyor diye... Rızkın peşinde koşup da, ibadeti ihmal etmeyelim diye. Neden okunuyor Meryem validemizin bu âyet-i kerimesi? İnsan müslüman oldu mu, Allah onu hesaba gelmez şekilde rızıklandırır. Demir kapıların arkasından bile o civarda olmayan meyvalarla, cennet taamlarıyla, manevî gıdalarla, maddî gıdalarla, yiyeceklerle, içeceklerle rızıklandırabilir. Var mı

541

itirazın? Yok. Neden? Kur’an-ı Kerim yazmış.

Zekeriyya AS’da peygamber ama, o da soruyor:

“—Yâ Meryem, nereden geliyor sana bu şeyler?”

“—Allah’tan geliyor.”

Zekeriyya AS da bilir. Sevdiğinden soruyor. Yâni: “Mâşâallah, aferin, Allah yolundasın!” demek o...

“—Nerden geliyor yâ Meryem bunlar?”

“—Enişteciğim, Allah indinden geliyor.” dedi.

Zekeriyya As Hazret-i Meryem’in teyzesinin kocasıydı. Bunları öğreniyoruz. Demek ki sàlih insanların anılması lâzım, bilinmesi lâzım!


e. Mûsâ AS ve Firavun


Demek ki çocuklarımıza peygamberleri —aleyhimü’s-salâvâtü ve’t-teslîmât— öğretmeliyiz. Adem AS neler yapmış? Nuh AS nasıl yaşamış? İbrâhim AS’ın hayatının özeti neymiş? Mûsâ AS Firavun’la nasıl mücadele etmiş?

Yapabilir misin? Firavun’un sarayına gideceksin, karşısına çıkacaksın, diyeceksin ki:

“—Allah’a ibadet et! Bırak bu tanrılık davasını, iddiasını, palavraları, boş lafları; kul ol!”

Adam kendisine taptırıyor. “Mısır’ın tanrısıyım ben.” diyor, hem de:


أَنَا رَبُّكُمُ الَْْعْلَى (النازعات :٤٢)


(Ene rabbükümü’l-a’lâ) “Ben sizin en büyük tanrınızım!” (Nâziât, 79/24) diyor herif.

Sarayları var, tapınakları var... Herkes önünde eğiliyor. Etrafında rahibler dolaşıyor, merasimler merasimler, koca koca binalar, paralar, altınlar altınlar, mücevherat mücevherat müzeler dolusu...

542

Mısır’a gidin! Ben gittim gördüm, müzelerini gezdim. Ağzım açık kaldı, hayretler içinde kaldım. Firavun kendisine altından bir mezar yaptırmış ki, üç yılda esrarını çözebilmişler, dışarı çıkartabilmişler. İç içe, altın kaplamalı, kutu içinde kutu, kutu içinde kutu, kutu içinde kutu... En içinde de som altından bir şey, onun içinde de bilmem ne... Böyle bu kadar saltanatlı…


Şimdi bu herife gideceksin sen:

“—Sen tanrı filân değilsin, yalanı dolanı bırak! Halkı kandırma, imana gel!” diyeceksin.

İnanmadılar. Mucizeler gösterdi. Mûsâ AS mucizeler gösterdi ama korktu ilk başta, dedi ki:

“—Yâ Rabbi, ben onlara karşı suç işledim, onlar beni yakalarlarsa asacaklar, öldürecekler. Hem ben biraz dilim kekemedir, kekeleyerek konuşurum, Hârun benden daha iyi konuşur, peygamberliği ona ver yâ Rabbi!” dedi.

Allah-u Teàlâ Hazretleri dedi ki:

“—Hayır, görev senin! Hârun AS’ı da yanına yardımcı vereyim,

543

ikiniz gidin! Firavuna gidin, yumuşak yumuşak konuşun, hakkı anlatın!” dedi.

Anlattı. İnanmadılar. Mucize istediler. Mucizeler gösterdi. Mucizeleri gösterince: “Bu sihirbazdır. Daha büyük bir sihirbaz bulalım, daha büyük sihirbazlar gelsin, bunu yensin!” dediler. Halkı topladılar, sihirbazları getirdiler. Sihirbazların bütün sihirlerini gösterdiler. Mûsâ AS asasını yere bırakıverince, asa hepsini yuttu, ejderha gibi hepsini yuttu. O zaman bütün sihirbazlar secdeye kapandılar. Dediler ki:


آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ . رَبِّ مُوسَى وَهَارُونَ (الشعرا:٧٤-٨٤)


(Âmennâ bi-rabbi’l-àlemîn. Rabbi mûsâ ve hârûn) “Alemlerin Rabbine, şu Mûsâ’yı gönderen, Hârun’u gönderen Allah’a iman ettik!” (Şuarâ, 26/47-48) dediler.

Firavun kızdı, yerinde duramıyor, oturup kalkıyor, bağırıyor, çağırıyor. Dedi ki:

“—Benim iznim olmadan siz nasıl iman edersiniz? Sizin kollarınızı bacaklarınızı çaprazlama keseceğim! Sağ bacağınızı kesince, sol kolunuzu keseceğim. Sol bacağınızı kesince, sağ kolunuzu keseceğim. Çaprazlama sizi eciş bücüş sakat bırakacağım. Siz benden izinsiz nasıl inanırsınız, siz benden izinsiz nasıl inanırsınız? Sizi hurma ağaçlarında asacağım, sallandıracağım!” diye bağırdı, çağırdı.

Dediler ki:


لََّ ضَيْرَ إِنَّا إِلَى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَ (الشعرا:٠٥)


(Lâ dayra innâ ilâ rabbinâ münkalibûn) [Zararı yok, nasıl olsa

biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz!] (Şuarâ, 26/50)

“Korkumuz yok artık, senden korkmuyoruz! Ey Firavun, senden korkmuyoruz! İstersen öldür, biz Rabbimize inandık. Rabbimize nasıl olsa döneceğiz, öldürürsen öldür!” dediler,

544

korkmadılar.


Bunlar niçin muhterem kardeşlerim? Bu âyetler niçin indi, bu âyetleri neden Rasûlüllah SAS Efendimiz bize okudu? Niye Mûsâ

AS’ı, İbrâhim AS’ı, Meryem Validemizi, ve sâir mübarek, salih insanları —salevâtu’llàhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn— niye anlattırıyor Kur’an-ı Kerim’de Allah? Bunların hayatlarını öğrenmemiz lâzım! Sàlih insanları tanımamız lâzım!

Dünyanın en sàlih insanları peygamberlerdir. Onların hayatlarını Kur’an-ı Kerim’den bilmeliyiz ve öğretmeliyiz çoluk çocuğumuza... Onların hayatlarından çıkan dersleri kendi hayatımıza ışık yapmalıyız, nur yapmalıyız, yol gösterici yapmalıyız. Demek ki Firavun’dan korkulmayacak... Demek ki bir topluluk yanlış yolda gidiyorsa, insan akıntıya kendisini bırakmayacak... Demek ki her türlü tehlikeye rağmen hakkı söyleyecek, haktan yana olacak!

Bu çıkmıyor mu?

“—Efendim, hocam, iki gözüm, biz buraya çalışmaya geldik. Atarlar bizi işten...” Eee, Meryem Validemizin kıssasından hisse almadın mı? Allah sevdiği kulları, demir kapıların ardından a’lâ, envâi çeşit me’kûlât ve meşrubât ile beslemiyor mu?

“—Besliyor ama...” Aması ne, dilinin altında ne var, küfür mü var, inanmıyor musun? Rızkının sana geleceğine inanmıyor musun?


رزقك يطلبك كما تطلبه


(Rızkuke yatlubuke kemâ tatlubühû) Sen rızkını aradığın gibi, rızkın da seni arıyor. Sen rızkın için niye taviz veriyorsun? Niye cumaya gitmiyorsun, niye namazını kılmıyorsun? Niye kula kul oluyorsun, niye Allah yolunda yürümüyorsun? Sen Kur’an’dan ibret almaz mısın, hisse çıkarmaz mısın? Salihlerin hayatı, peygamberlerin yaşamı, mücadelesi, sana bir yol göstermiyor mu?

545

f. Sàlih İnsanları Sevmek


Onun için sâlih kimseleri anacağız, sàlih kimseleri seveceğiz. Sâlih birilerini sevmemiz lâzım?

“—Neden?” Biz sàlih birisini sevdik mi, Allah da bizi seviyor. Ben birisini ziyaret ettim mi, Allah da seviyor. Ben birisine Allah rızası için yardım ettim mi, Allah beni seviyor. O halde ne yapacağım? Birilerini seveceğim.

“—Kimi seveyim hocam? Armudun sapı var, üzümün çöpü var. Filâncayla ahbaplık ettim, bana kazık etti. Filâncayla dostluk yaptım, beni aldattı. Filâncayla ortaklık yaptım, beni zarara uğrattı. Ben bu dünyada kimi seveyim be hocam? Göster birisini de seveyim! Nelerden ne zararlar gördüm hocam, bir anlatsam destan olur.”

“—Allah’ın sàlih kullarını sev, evliyâsını sev!”

“—E hocam evliyasını ben nereden bileyim?” Evliyasının alâmeti var. Evliyasının alâmeti Rasûlüllah’ın yolunda yürümektir, sünnetine sarılmaktır, Kur’an’a sarılmaktır. En büyük alâmet odur.

“—E hocam hiç de şey demedin; yâni keramet demedin, olağanüstü haller demedin, demedin demedin de Kur’an’ı uymak dedin, sünnete uymak dedin.”

Evet, bilerek söyledim. Bilerek atladım onları... Bir insan ağzıyla kuş tutsa, ateşin içinde yürüse, su üzerinde yürüse Kur’an’a uymazsa, sünnete uymazsa o adam adam değil, şeytan! O adam şeytan! Olağanüstü hallerine aldanma. Sinek de suyun üstünde durur. Gözlerimle gördüm. Sinek suyun üstüne konuyor, duruyor. Sineğin yaptığı iş mi yâni... Sinek havada uçuyor, havada uçmak iş mi yâni...

“—Pekiyi hocam, iş ne?” Erlerin işi Kur’an’a uymak, sünnete uymak, peygamberlerin yolundan gitmek... Onu yapması için insanın Kur’an’ı bilmesi lâzım, Kur’an’ın ehli olması lâzım! Peygamber SAS Efendimiz’in

546

sünnet-i seniyyesini bilmesi lâzım, onu uygulaması lâzım!

“—Niye sakal bırakıyorsun sen? Almanlar kızıyorlar, öcü gibi niye sakal bırakıyorsun?” “—Sakal bırakmak sünnet de, ondan sakal bırakıyorum.”

“—Niye bu namazın önünden dört rekât namaz kıldın da, sonrasından iki rekât namaz kıldın?”

“—Peygamber SAS kılmış, sevabını söylemiş, sünnet de ondan...”

“—E pekiyi, sen niye sağ elinle yemek yiyorsun? Avrupa’da hâlâ Avrupalılaşamadın mı yâni? Çatalı sol eline alacaksın, bıçağı sağ eline alacaksın, böyle solak solak yiyeceksin. Öğrenemedin mi yâni daha solaklığı?” “—Hayır! Peygamber Efendimiz, “Sağ elinizle yeyiniz!” demiş. Sağ elle yemek sünnet olduğundan, ben sağ elimle yerim. Her işimi sünnet-i seniyyeye uygun yapmaya çalışırım.”


Onun için en büyük kerâmet nedir? Büyüklerimiz söylemişler:

“—En büyük kerâmet istikàmettir.”

İstikàmet ne demek? Sırat-ı mustakîmde eğilmeden, bükülmeden, yamulmadan, kaymadan dosdoğru yürümektir. Sırat-ı mustakîm nedir? Sırat-ı mustakîm Kur’an yoludur, sünnet yoludur. O yolda dosdoğru yürüyecek, sapmayacak.


g. Rızık Endişesi


Arkadaş diyor ki:

“—Hocam elhamdü lillâh emekli oldum da, cuma namazlarını kılmaya başladım. Emekli olmadan hiç cumaya gidemiyordum.”

Vah vah vah, çok üzüldüm, çok acıdım! Üç cumayı mazeretsiz terk eden bir insanın kalbi mühürlenir. Cuma mühim bir ibadet... Sen bu dünyaya çalışmaya mı geldin, kulluğu yapıp başarmaya mı geldin?


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالإِْنسَ إِلََّّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)

547

(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn) “Ben insanları ve cinleri, mükellef olan yaratıkları, sakaleyni ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) buyuruyor Allah.


مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِي (الذاريات: ٥٧)


(Mâ ürîdü minhüm min rizkın ve mâ ürîdü en yut’imûn) “İnsanlardan rızık filân istemiyorum, bana ziyafet çekmelerini de istemiyorum.” (Zâriyât, 51/57) diyor.

Bizden rızık peşinde koşmamızı istemiyor Allah. Başkalarına da kazandıklarından ziyafet çektirtmeyi de istemiyor.


إِن اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات:٨٥)


(İnna’llàhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn) “Rezzak olan Allahtır. Metîn kuvvet sahibidir Allah. Sapasağlam kuvvet sahibidir, rızkı o verir.” (Zâriyât, 51/58)

Bazı insanlar bunu anlayamıyorlar, anlayamamışlar.


Peygamber Efendimiz zamanında bile, Peygamber Efendimiz SAS minbere çıkmış, hutbe okurken Medine’ye kervan gelmiş, develer gelmiş. Çıngıraklarından duyuyorlar, löngüdük löngüdük deve adım attıkça çıngırakları... Kulaklarını dikmişler:

“—Aaa, bir şey var dışarda, kervan geldi. Şamdan kervan geldi...”

“—Ne var kervanda?”

“—Mal var, para var. Burada olmayan yeni mallar geldi, yeni yiyecekler geldi. Kimse yağmalamadan, bitirmeden gideyim alayım. En iyilerini ben alayım. Veyahut param yoksa bile neler gelmiş bir göreyim. Kimler neleri alıyor, seyri de çok tatlıdır ha...” filân diye herkes kapıdan dışarı çıkmaya başladı.

“—Nereden dışarı çıktılar?”

548

Peygamber SAS Efendimiz’in mescid-i saadetinden dışarı çıkmaya başladırlar.

“—Ne zaman çıkmaya başladırlar?” Peygamber SAS Efendimiz minberde hutbe okuyorken çıkmaya başladılar. Konuşuyorken çıkmaya başladılar. Kervanı seyretmeye, alış-verişe, eğlenceye, zevke, seyrana gitmek için çıkmaya başladılar.


وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْ فَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِ مًا، قُلْ مَا عِنْدَ اللهَِّ


خَيْرٌ مِنْ اللَّهْوِ وَمِنْ التِّجَارَةِ وَاللهَُّ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (الجمعة:١١)


(Ve izâ raev ticâreten ev lehveni’nfaddû ileyhâ ve terekûke kàimâ, kul mâ inda’llàhi hayrun mine’l-lehvi ve mine’t-ticâreh, va’llàhu hayru’r-râzikîn.) [Ey Rasûlüm! Onlar bir kazanç veya bir

549

eğlence gördüklerinde, seni hutbede ayakta bırakarak oraya yöneldiler. De ki: Allah katında olan, eğlenceden de, kazançtan da daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.] (Cuma, 62/11)

(Ve izâ raev ticâreten ev lehven) “Bir ticaret veya bir eğlence gördüler ya, işte o zaman ne yaptılar? (İn faddû ileyhâ) Darmadağın cemaat dağıldı, oraya gittiler. (Ve terekûke kàimâ) Ey Rasûlüm, şu yaptıkları işe bak! Seni minberde ayakta bırakıverdiler ya...”

Ticaret ve eğlenceye gittiler de, Rasûlüllah’ı konuşurken orada, minberde bırakıverdiler.


(Kul mâ inda’llàhi hayrun mine’l-lehvi ve mine’t-ticâreh) “‘Allah yanındaki sevaplar, nimetler, rahmetler ticaretten de, eğlenceden de daha hayırlıdır!’ diye onlara anlat, onlara söyle!

Hayır orada değil, hayır camide... Hayır kervanı seyretmekte değil, hayır ticarette değil, hayır para kazanmakta değil; hayır Rasûlüllah’ı dinlemekte... Hayır camide ibadet etmekte…”

Millet anlayamıyor bunları. O zaman da anlaşılmamış, bu zaman da anlaşılmıyor. Ekseriyet çok akıllı olduğundan ticaretin peşinde koşuyor. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: “Rızkın sana yazılmıştır, nasibindir (Nasîbuke yusîbuke) Rızkın sana nasıl olsa gelecek.”

Millet âdeta buna inanmıyor. Gönlü mutmain olmuyor. “Ya gelir, ya gelmez” diye kalkıp rızık kazanmaya gidiyor. İbadeti bırakıyor, namazı bırakıyor. Farzı bırakıyor, Allah’ın emrini bırakıyor, rızkın peşinde koşuyor.

Onun için evliyaullahtan bir mübarek zâtın, Atâullah-ı İskenderânî Hazretleri’nin güzel bir vecîzesi vardır el-Hikemü’l- Atâiyye’de. Diyor ki o, sert bir ifadeyle:


اجتهادك فيما ضُمِنَ لك، وتقصيرك فيما طُلِبَ منك، دليل على انطماس البصيرة عنك .

550

(İctihâdüke fî mâ dumine leke, ve taksîruke an men tulibe minke, delîlün alentımâsi’l-basirete anke) Ne demek bu? Bu müthiş bir söz.

(İctihâdüke fî mâ dumine leke) “Senin için teminatı verilmiş, söz verilmiş, kısmet olarak ayırılmış olan rızkın peşinde koşup durmak, rızk kazanacağım diye terleyip durmak, koşturup durmak... Halbuki: ‘Rızkı ben vereceğim’ dedi Allah. ‘Nasibin sana gelecek, dedi, rızkın seni bulacak, dedi, ecelin seni aradığı gibi rızkın da sen bulur’ dedi, sen hâlâ rızkı arayacağım diye koşuyorsun; (ve taksîruke an men tulibe minke) ama senden Allah’ın istediği kulluk vazifesinde kusur işliyorsun. Allah’ın istediğinde geriden geriye davranıyorsun, kusurlu davranıyorsun; zaten vereceği şeyin peşinde de koşturuyorsun. Zaten verecek, ne koşturuyorsun? Acele etme, verecek. Ceplerin dolacak, gözün dolacak, heyben dolacak, ambarın dolacak. Dolacak merak etme! “—Hayır, ben ona yine bir koşturayım!”

Yâhu Allah verecek! Alemlerin Rabb’i Rezzak olan Allah verecek! Vereceği şeyin peşinde koşuyorsun; “İbadet et!” diyor, onda kusur ediyorsun.

Sana teminatı verilmiş olan şeyde koşturup ter dökmen, senden istenen şeyden de geri durman, o hususta kusurlu davranman nedir? (Delîlün) Bir alâmettir, bir delildir; (ale’ntımâsi’l-basirete anke) basiretin körleşmiş senin. Sen görmüyorsun gerçekleri... Sen Allah yolunda yürüsen, Allah seni rızıklandıracak, rızkın sana gelecek. Allah-u Teàlâ Hazretleri sana dünyalıktan neyi nasib ettiyse verecek.

Sahabe-i kiramın hepsi vali oldular. Köşk ve saray sahibi oldular. Vilâyet sarayı kendilerinin oldu. İmtihandan geçtiler, ondan sonra o şeyler oldu.


h. Doğru Din Eğitimi


İşte aziz ve muhterem kardeşlerim, salihlerin hayatına bakacağız. Bunlar kolay anlaşılmıyor. Millet akıllıyım sanıyor, yanlış yola sapıyor. Şeytan da aldatıyor, şeytan da iknâ ediyor,

551

şeytan da korkutuyor: “Bana bak aç kalırsın! Bana bak, çoluk çocuk aç kalır hà! Boş ver ibadeti taati, sen kazanç kazanmaya bak! Para kazanmak için de yalan söyleyebilirsin, aldatabilirsin, yemin edebilirsin...” diyor.

Allah,“Yapma, yalan söyleme!” diyor. Şeytan da her türlü yalanı dolanı yaptırtıyor. Teraziye hileyi kattırtıyor, malı karıştırtıyor, mosturalattırıyor, çürüğü altına koydurturuyor. Ticaretinde zarar, yalan dolan, imana aykırı işleri yaptırtıyor. İşte yalan yanlış yolda gidiyor.

Büyüklerin yolunda yürüyecek. Salihlerin yanında olacak. Doğru sözlü, doğru özlü kullarla beraber olacak insan.


وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (التوبة:٩١١)


(Ve kûnû maa’s-sàdıkîn) “Doğrularla beraber olun, sadık kullarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119) diyor Allah... Doğru sözlü, doğru özlü kullarla beraber olmak lâzım!

Aziz ve muhterem kardeşlerim, onun için sàlihleri söyleyeceğiz, sàlihleri anlatacağız. “Falanca hoca vardı, çok müttakî insandı... Filânca insan vardı, çok dürüst kimseydi... Filânca zât vardı, çok alim, çok fazıl kimseydi...” diye anacağız. Anlatacağız. Nasihatlerini tutacağız, yolunda yürüyeceğiz. Büyüklerin kadrini, kıymetini bileceğiz. Büyüklerin, sàlihlerin, iyilerin, alimlerin, müttakî kulların kadr ü kıymetini bileceğiz. Onlar bizim hakîkî dostlarımız, onları bileceğiz.

Salih insanların bilindiği, anlatıldığı yerlerde küçükler, gençler, yeni yetişenler onlara heves eder. Bu çok önemli... Bütün milletler bunu bilir. Bir bizimkiler bilmiyor. Bütün milletler sokaklara eski tanınmış adamlarının isimlerini veriyor. “Bu kim ya? Bu sokağa bir isim verilmiş, bu adam kim?” diyorsun, öğreniyorsun. Parasının üstüne tanınmış bir adamının resmini basıyor. Bakıyorsun, “Bu herif kim, paranın üstünde bir adam resmi?” diyorsun. “İşte bu falancadır.” diyorlar. Tanınsın, bilinsin diye yapıyorlar. Onun için biz de Allah’ın sevgili kulların bileceğiz.

552

Allah’ın sevgili kulları her devirde vardır. Kıyamete kadar olacak. Her devirde Allah’ın dinini anlatan, öğreten, Kur’an-ı Kerim’i izah eden, sünnet-i seniyyeyi ihyâ eden, iman yolunu tecdîd eden iyi insanlar vardır. Onları tanımak lâzım, onları bilmek lâzım! Onların yolunda yürümek lâzım! Onları sevmek lâzım, onları anmak lâzım! Onların anıldığı yere rahmet iner. Onları sevdiği zaman insan, sevgiye mazhar olur, Allah’ın sevgisine nail olur.

Hocamız cennetmekân, rahmetullàhi aleyhi tabii tanımayanlar bilmez. Nereden bilsin?


Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun!


Bilmeyen bilmez. Görmemişse bilmez ama, ben üniversite profesörüyüm. Nerede profesörüm? İlâhiyat Fakültesi’de profesörüm. Yâni İlâhiyat Fakültesi ne demek? Hadis, tefsir, fıkıh, kelâm, İslâm, iman ve sâirenin öğretildiği fakülte... Ben orada hocayım. Benim etrafımdaki profesör arkadaşları gördüm. Bizden büyük yaşlı profesörleri tanıdım, onlarda okudum. Ben de profesör oldum. Olunuyormuş yâni, bir şey değil...

Ben de profesör oldum amma, Mehmed Zâhid Hocamızdan öğrendiğim şeyleri hiç kitaplarda, derslerde anlatmıyorlar. Yâni o imam-hatip okulları, o ilâhiyat fakülteleri ne güzel konuların anlatıldığı müesseseler ama asıl anlatılması gereken iman, ihlâs, takvâ anlatılmıyor.

İhtilâflar anlatılıyor: “Şu adam şöyle demiş de, bu adam böyle demiş.” Buna ne derler eski Türkçe’de? Kîl ve kàl, kîl ü kàl... Kìl ne demek? “Denildi ki” demek. Söyleyen belli olmazsa, (kîle) “Şu konuda şöyle denildi.” derler.

Kàl, “Dedi ki” demek. Söyleyen belliyse: “Kàle rasûlü’llah SAS hâkezâ... Kàle ebû hanîfe hâkezâ... Kàle el-gazâlî hâkezâ...” Kàle

dedi demek, kìle denildi demek.

O öyle dedi, bu böyle dedi... İhtilâflı ihtilâflı şeyler talebelere

553

öğretiliyor, talebe de apışıp kalıyor:

“—Yâ Allah Allah! Bu mu doğru, şu mu doğru? Hanefî mi olayım, Şâfî mi olayım, Malikî mi olayım, Hanbelî mi olayım, Mu’tezile mi olayım, Mâturidî mi olayım, Eş’arî mi olayım?”

İhtilâf anlatıyorlar boyna... Hakkı anlat önce! İhlâsı anlat, imanı anlat, takvâyı anlat! Allah’ın cezâsını, gazabını anlat! Allah kimleri cehenneme atıyor, onu anlat; kimleri cennete sokuyor onu anlat! Cenneti sevsin, cehennemden korksun. Her adımını Allah’tan korka korka atsın. Talebeyi öyle yetiştir! Öyle yetiştirmiyor.


Ondan sonra bir de, bu ulemânın ihtilâfı yetmiyormuş gibi feylesofların ihtilâflarını anlatıyorlar. İlk çağın felsefesinde Aristo dedi ki: “Şöyle şöyle şöyle...” Eflâtun dedi ki: “Böyle böyle böyle...” Ortaçağ felsefesi, yakınçağ felsefesi, yeniçağ felsefesi, Karl Marks şöyle dedi, Niçe böyle dedi, Laibnitz şöyle dedi... Alman ismi, Fransız ismi, İngiliz ismi... Talebe bir ona bakıyor, bir ona bakıyor, ağzı açık, yolunu şaşırmış kalıyor.

Yüz tane yolun önüne serildiği adam hakkı nerden görecek. Hak öğretilmiyor. Doksan dokuz tane bâtıl arasında, bir tane hakkı bu çocuk nasıl seçecek? Alim değil ki... Atmış yıl yaşamış bir insan belki şu haklı, şu haksız der. Ama çocuk nerden bilsin? O da bir yol tutturuyor. O da oluyor bir reformcu, o da oluyor bir zıpır, o da oluyor bir ukalâ, o da oluyor bir zilli düdük, o da çıkıyor düttürü düttürü kendi borusunu çalıyor. Yalan, yanlış...

“—Kur’an-ı Kerim’de şu yok!” diyor.

Var. Ya nereden çıkarttın. Vay edepsiz vay... “Kur’an-ı Kerim’de şu yok!” diye çıkıyor. Kur’an-ı Kerim’de var.

“—Amentü esasları Kur’an’da yok!” diyor.

Var yâhu... Âyetlerde var, sıralıyor. Ondan sonra sahih hadis-i şeriflerde var.

“—Ben profesörüm, yok!” diyor.

Var yâhu...


Bana bir profesör dedi ki, o zaman doçentti, ben de talebeydim,

554

bana dedi ki:

“—Bu hocalar da dört kadınla evlenmeyi keyiflerine uygun iyi çıkartmışlar ortaya!” dedi.

Ben dedim ki:

“—Bu hocaların çıkarttığı bir şey değil. Kur’an-ı Kerim’de var. Çünkü savaş oluyor. Çünkü ölüyor adam, şehid oluyor. Geride yetimleri kalıyor, dulları kalıyor. Toplumun ihtiyacı var. Yâni sen meseleyi sadece keyif bakımından, eğlence bakımından görme; yaşayan bir toplumun ihtiyaçları yönünden gör! Ne olacak o kadınlar, o çocuklar? Sahipsiz mi kalacak?”

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:


فَانكِحُوا مَا طَابَ لَكُم مِّنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَثَ وَرُبَ اعَ (النساء:٣)


(Fenkihû mâ tâbe leküm minen-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâ’) [Beğendiğiniz (size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın!] (Nisâ, 4/3)

Yâni, “İki, üç, dörde kadar alabilirsiniz onları...” diyor. Sahip olmak için. Peygamber Efendimiz de aldı. Baktı ki yalnız, baktı ki kocası şehid oldu, baktı ki tek başına kalınca himayesiz olacak; aldı.

Neden? Kendisi yirmi beş yaşındayken kırk yaşındaki bir yaşlı kadınla evlenmişti. Yâni hesaptan değil, zevkten değil, insanî duygulardan aldı. Müslümanlar da öyledir.


“—Hocalar dört kadınla evlenmeyi iyi çıkartmışlar.” diyor. Lâfa bak! Doçent olmuş, bir de uluslararası şöhreti var, madalyalar filân almış; yalan söylüyor. Bilmiyor Kur’an-ı Kerim’i...

“—Efendim, Elmalılı Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili

tefsirini yazmış ama, iyi güzel de kitabı, en büyük tefsir kitabı olan Taberî tefsirinden istifade etmemiş.” diyor derste...

Bize ders anlatıyor tarih bölümünde, Edebiyat Fakültesi’nde. Biz de dersine gidiyoruz. Ben kalktım dedim ki:

555

“—Doğru değil hocam bu sözünüz. Elmalılı o yazdığı tefsirde, sizin o söylediğiniz zâttan çok istifade etmiştir. Amma o der ki, “İbn-i Cerir şöyle buyurdu.” Çünkü Taberî’nin bir adı da İbn-i Cerir’dir. Muhammed ibn-i Cerir et-Taberî... Bir tanınmış şekliyle İbn-i Cerir’dür. “İbn-i Cerir şöyle buyurdu...” der.

Bak onu bilmiyor, adam cahil... Bu gibi adamlar çıkıyorlar:

“—Dinde şunun aslı yok, örtünmenin aslı yok. Faiz yenilebilir, şu şöyle olabilir. Günde beş vakit namaz çok... Kalp temizliği yeter, İslâm müsamaha dinidir. Güzele bakmak sevap...” vs.

Dini bozacak, yalan yanlış, insanı imandan çıkaracak şeyler öğretiyorlar.

Ne yapmamız lâzım? Şapı şekerden ayırıp sàlih insanların, hakiki alimlerin yolunda gitmemiz, onları tanımamız lâzım!


Onun için Hocamız cennetmekân Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri birçok kitaplar yazmıştı da, ilk kitapçığı Tezkiretü’l- Evliyâ’ydı. Tezkiretü’l-Evliyâ, Feridüddîn-i Attar tarafından yazılmıştır. Attar, Nişapurlu bir İranlı alimdir. Bizim Nakşî tarikatıyla da irtibatlı bir kimsedir, derviştir, sôfîdir yâni. Tezkiretü’l-Evliyâ’yı yazmış.

Tezkire ne demek Arapça’da? Tezkire zikrettirmek demek, hatırlatmak demek. Müzekkire de derler, Tezkire bir şeyi hatırlatmak demek. Tezkiretü’l-Evliyâ ne demek? Evliyaullahı insanlara hatırlatmak demek... Evliyaullahın hayatını yazmış, hatırlatmış oluyor. Yâni okundukça yâd etmiş oluyor. Neden? Evliyaullahı örnek alsınlar da, evliyalar yoluna gitsinler;

eşkiyanın yoluna gitmesinler, zalimlerin peşinden gitmesinler, sàlihlerin yolunda gitsinler diye yazmış.


Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, hepimiz en sàlih insanların hayatlarını okumaya gayret edelim! En sàlih insanlar peygamberlerdir. Peygamberlerin tarihini okuyalım, hayatlarını okuyalım. Peygamberlerin serveri Muhammed-i Mustafâ aleyhi efdalü’s-salâvâti ve ekmelü’t-tahiyyatü ve’t-teslîmât Hazretleridir. Peygamber Efendimiz’in hayatını çok iyi okuyalım. Sîretini,

556

sûreti, siyerini, ehâdisini, sünnetini çok iyi öğrenelim. Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılan kurtulur. Sünnetine sarılmayan şaşırır.

Neden? Şaşırtacak o kadar çok işaretler var ki, yolda o kadar yalan yanlış işaretler var ki... Bu kadar karmaşık işaretlerin arasında şaşırır insanlar. Herkes kendi yoluna çağırıyor. Şeytan da kendi yoluna çağırıyor. Şeytanın çağırdığı yol ışıklı, renkli, davullu, zurnalı, zevkli, keyifli, paralı, pullu, eğlenceli, nefse hoş gelen yol...

Allah’ın yolu zahmetli, ferâgatli... Yorulacaksın, malınla canınla cihad edeceksin, masraf yapacaksın, uykusuz kalacaksın, namaza gideceksin, hakkı söyleyeceksin. Başın tehlikeye girse bile doğruluktan ayrılmayacaksın vs. vs. Cennetin yolu yokuştur, cehennemin yolu kolaydır. Herkes bir yola çağırıyor. Bu da bir imtihandır. O halde müslümanın basiretini kullanıp hak sözü söyleyen, hak davetçilerinin yolunda gitmesi lâzım!


i. İyi Niyetlilere Allah Hidayet Eder


Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri, benim acizâne tesbitlerime, hayatımda karşılaştığım hususlara göre, bir insan hakkı öğrenmek ister de Cenâb-ı Mevlâ’ya ihlâsla yalvarırsa:

“—Yâ Rabbi bana hakkı öğret! Ben senin rızanı istiyorum, beni rızanın yoluna sok! Ben senin sevdiğin kullarla beraber olmak istiyorum; bana sevdiğin kullarını bildir, göster...” diye isterse, Allah gösteriyor.

Onun en güzel misallerinden birisini anlatacağım şimdi size:

Misyonerler Nijerya’da, Afrika’da bir kabile reisinin çocuğunu okutmuşlar. Kabile reisi itibarlı insan, zengin insan... Çocuğunu okutmuşlar. Çocuk da hristiyan olmuş. “Hristiyanlık güzel dindir, iyi dindir, hak dindir...” diye anlatmışlar; hristiyan olmuş. “Allah yolunda hristiyanlık için çalışmak da iyidir.” demişler, kiliseye papaz olmuş, pastör olmuş, vaiz olmuş. Şehir şehir dolaşırmış, kabile kabile dolaşırmış; “Hristiyan olun, hristiyanlığı gelin!” diye herkesi hristiyanlığa çağırırmış.

557

Bize de Türkiye’de ne diyorlar? “Uzaya uydu fırlatan, aya ayak basan Amerikalıların dinine gelin!” diyorlar. Halbuki, uzaya fırlatılan uydudaki pilotlardan bir tanesi müslüman olmuş ama, öyle diyorlar.


Bu da hristiyan olmuş, kabilenin reisinin oğlu. Genç, cevval, faal, çalışkan, iyi niyetli... Tabii zaman zaman da müslümanlarla karşılaşıyorlarmış, müslümanlara da kızıyor:

“—Bunlar da nereden çıktı ya, bunlar da Afrika’ya nereden geldi ya? Bunlar ne biçim insan ya? Bunlar kime bağlı?” “—Bunlar Muhammed’e bağlı...” Peygamber Efendimiz’e karşı çok kötü fikirler besliyormuş, kızıyormuş. Kabile reisinin oğlu... Sonra canla, başla:

“—Allah’ın rızası bu yolda çalışmaktır.” Diyerek, hristiyanlık için çalışıyormuş.

İhlâslı çalışıyor, samimi yâni. Ama aldanmış, seçmesi doğru değil, ihlâslı...


Bir gün rüyasında bir mübarek topluluk görüyor, hayran kalıyor. “Allaah... Bir nurlu topluluk, bunlar kim acaba?” Bakıyor ki topluluğun başında bir insan, o daha nurlu, pırıl pırıl, serâpa nur. “—Bu zât-ı muhterem kim?” diye soruyor rüyada.

Diyorlar ki:

“—Bu müslümanların peygamberi Muhammed-i Mustafâ SAS...”

“—Hiiii... Ne kadar güzelmiş, ne kadar güzelmiş...”

Çok hayran kalıyor rüyada. Uyanıyor sabahleyin. Rüyası hatırında. Kızıyor kendisine:

“—Ya ben ne biçim rüya gördüm? Niye sevdim o müslümanların peygamberini? Hay Allah, ne oluyor bana? Hristiyanlığa aykırı. Ben o Muhammed’i niye sevdim?” diye kızıyor kendisine.


Sonra aradan zaman geçince, iki defa daha görmüş aynı

558

rüyayı... Yine Peygamber Efendimiz’i görüyor, yine seviyor. Yine Peygamber Efendimiz’i görüyor rüyada, yine seviyor. En son görüşünde Peygamber Efendimiz demiş ki —İsmi Fano, Nijeryalı Fano... İsmini de biliyorum:

“—Bak Fano, şu adamı tanıyor musun? Bu adamın adı İbrahim İnak... Sen bunun elinde imana geleceksin, bunun huzurunda müslüman olacaksın!” diyor, mütebessim Peygamber Efendimiz.

Böyle bir kaç defa rüyayı görünce, anlıyor ki İslâm hak din. Zaten bir şeyler de duymuştu. Hazret-i İsâ’nın da kendisinden sonra bir peygamber geleceğini zaten İncil yazıyor. Bazıları peygamber değil de, Cebrail diyorlar vs. Oralardan da münakaşalar var, demek ki hak din İslâm’mış. Aklına yerleştiriyor. Gittiği yerlerde, uçakla hangi şehre gittiyse orada konuştuktan, ziyaretini, işi bitirdikten sonra soruyormuş:

“—İbrahim İnak diye birisi var mı burada?”

“—Yok.”

Öbür yere gittiği zaman orda da soruyormuş.

“—İbrahim İnak diye birisi var mı?”


Nihayet bir Afrika ülkesine gitmiş. Orda da işini, ziyaretini bitirdikten sonra demiş ki:

“—İbrahim İnak diye birisi var mı burada? Var mı İbrahim İnak diye birisi?”

“—Var. Niye soruyorsun? O, burada müslümanların bir tarikat şeyhidir. Niye soruyorsun onu?” demişler.

“—Hiç, adını duydum da onun için soruyorum. Merak ettim.”

demiş.

İşlerini bitirince atlamış bir taksiye:

“—Beni İbrahim İnak’a götür.” demiş.

İbrahim İnak’ın yanına bir gitmiş ki, huzuruna bir girmiş ki, bakmış rüyada Peygamber Efendimiz’in kendisine gösterildiği kimse... O da:

“—Fano, hoş geldin!” demiş.

O da onun adını biliyor. Orda kelime-i şehâdet getirmiş, müslüman olmuş.

559

Bak, başka bir şey anlatacağım. Bir ay önce Amerika’ya gittim, orada anlattılar. Resmini, kitaplarını ve sâiresini de gösterdiler. Seylanlı bir Nakşibendi şeyhi, ismi Muhiddin Dava... Kitap filân yazmışlar hakkında.

Amerikalı zengin bir kadın, rüyada yaşlı bir adam görüyor. Adam diyor ki:

“—Kızım gel, beni al!”

Uyanıyor. “Ya bir ihtiyar bana ‘Gel beni al!’ dedi ama bu kim?” diyor, bilemiyor. Ertesi gün veya ertesi sefer bir daha görüyor. Aynı yaşlı şahıs yine:

“—Kızım gel, beni al!” diyor.

Kim, nereden alacak? Bilemiyor yine. Üçüncü sefer bir daha görmüş. (Not aldım, notlarımın arasında, ismiyle cismiyle var. Mezarı var orada, ziyaret edemedim.) Üçüncü sefer diyor ki:

“—Ben sana gel, beni al dedim ama yerimi söylemedim. Ben Seylan’ın filânca şehrinde oturuyorum. Benim adım Muhiddin Dava’dır. Nakşibendi şeyhiyim.” diyor, rüyada adresini veriyor.

Amerikalı zengin kadın atlıyor, Seylan’a gidiyor. Rüyada

560

gördüğü adresi veriyor taksiye. Gidiyor, o zatı alıp Amerika’ya getiriyor. Kendisini gören arkadaşlar var, çok kerametlerini anlatıyorlar. Yâni bu dünya, esrârengiz tarafı olan bir hayat...


Üçüncü bir şey söyleyeceğim: Şimdi Türkiye’de meşhur olan bir kimse var. İngiltere’de tahsil yapmış, ismini söylemiyorum. Onun arkadaşı, o şahıs bana anlattı. İngiltere’de İngiliz kendisi…

“—Benim yetiştiğim toplumdaki inançlar beni tatmin etmiyor, olmaz böyle şey... Yalan yanlış şeyler. Allah’ın oğlu filân olmaz, yanlış bunlar. Ben hak dini arayayım!” diye bir kanaate varmış.

Dinleri incelemeye başlamış, incelemiş incelemiş… Demişler ki ona soruşturması esnasında:

“—Bu hindûların, budistlerin inançları makuldür, insanîdir, merhametlidir, insanların fakirlerine filân yardım etmeyi telkin ediyor. İşte sen Hindistan’a git! Madem öyle gerçek, akla mantığa uygun bir din arıyorsun, Hintlilerin dinine gir, budist ol!” demişler.

Adam İngiltere’deki malını, mülkünü satmış. Bir Landrover

arazi arabası almış. İngiltere’den yola çıkmış, Türkiye’ye kadar gelmiş. Artık malı mülkü sattı, Hindistan’a gidecek, hak bildiği dine girecek, Budizme girecek. Niyeti bu yâni...

O niyetle Türkiye’ye geldiği zaman, peş peşe üç defa rüya görüyor. Rüyasında kendisine:

“—Hak din İslâm’dır, Hindistan’a gitme, burada müslüman ol!” deniliyor.

O da Türkiye’de müslüman oluyor.


Şimdi bu iki üç misâli niye anlattım? Bir insan ihlâslı oldu mu, samimi oldu mu Allah ona doğruyu gösteriyor. Herkese gösterir. Allah-u Teàlâ Hazretleri herkese doğruyu gösterir. Doğruyu isteyene doğruyu gösterir.

“—Yâ Rabbi, ben doğruyu bilmek istiyorum. Ben doğruya uymak istiyorum. Ben doğru yolda gitmek istiyorum!” diyene Allah gösterir.

Mehmed Zâhid Hocamızla ilgili bir kaç kimse geldi, bana

561

anlattı: “—Ben hiç İskenderpaşa Camii’in görmedim, hiç Mehmed Zâhid Kotku Efendi’yi görmedim. Bana rüyamda, ‘Mehmed Zâhid Kotku, İskender Paşa Camii’nin imamıdır, manevî makamı şöyledir şöyledir. Git ona intisab et!’ dediler. Adres üzerine ben de geldim, intisab ettim.” diye üç-beş kişiden böyle duydum.


Yaşayan bir kimsenin olayını anlatacağım; bunun adını da vereceğim: Dr. Sedat Bey, bizim İskenderpaşa’da... Kendisi Hocamız’ı anma toplantılarda başından geçen hadiseyi anlattı. Ben birkaç defa kendisinin ağzından dinledim. Sahih rivâyet yâni...

Sedat Bey, Bursalı, İnegöllüdür. İstanbul’a tahsile geldiği zaman Kadırga Talebe Yurdu’na yerleşmiş, üniversite öğrencisi olarak. Kadırga Talebe Yurdu’nda kalırken, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gelip giderken rüyasında bir zat görmüş, o zat demiş ki ona:

“—Evlâdım bana gel!”

İyi ama sen kimsin, seni nerede bulacağım? Bir kaç defa böyle rüyasında bir zâtı görmüş, kendisini çağırıyor. Bilememiş, tabii gidememiş. Çünkü adres yok, kimliği belli değil. Gidememiş. Yurttaki arkadaşları cumartesi günleri mescide gelmiyorlarmış. Başka zamanlar yatsı namazında mescidde buluşuyorlar, namaz kılıyorlar ama cumartesi günü arkadaşlar Kadırga mescidinde yok... Soruyormuş:

“—Ya siz cumartesi günleri nereye gidiyorsunuz? Her cumartesi dikkat ediyorum, yatsı namazında buraya gelmiyorsunuz. Yurdun mescidinde göremiyorum sizi, nereye gidiyorsunuz?”

Demişler ki:

“—Gizli bir işimiz yok. Biz falanca camiye gidiyoruz, oranın iyi bir hocası var. İstersen seni de götürelim?”

“—Olur, beni de götürün bu cumartesi...” demiş Dr. Sedat Bey, o zaman talebe tabii.

“—Camiye gittim. Ondan sonra hoca geldi içeriye, bir de ne

562

göreyim, üç defa beni rüyada çağıran şahıs... Böyle sırtımdan soğuk terler boşandı, hayretler içinde kaldım.” diyor.

Namaz kıldıktan sonra, cemaat dağıldıktan sonra Hocamız “Gel!” demiş, önüne oturtmuş, ders vermiş.

Dr. Sedat Apaydın, ismini yazın. Telefonunu da isterseniz size vereyim!


Demek ki, buna benzer şeyler oluyor. Daha fazla misaller de söyleyebilirim. İşte biz o Hocamız Rh.A’ten feyz aldık. O Hocamızdan takvâyı öğrendik. İhlâsı, tasavvufu o bize anlattı. Biz de, anladığımız kadar anladık. Anlayan anladı, yol alan yol aldı...

Biz o Hocamızı sevdiğimizden, hürmetimizden, onun vefatı zamanında hatim duası yapıyoruz. Hatim duasını da nerede yapalım diye düşündüğümüz zaman bu caminin ilgilileri —Allah razı olsun— kardeşlerimiz: “Bizim camimiz müsaittir. Biz size zaman ayırırız” dediler. Hatim duasını yapmak üzere biz bu camiye geldik. Bu münasebetle toplandık. Şimdi okunan hatimlerin duasını yapacağız.

…………………………


16. 11. 1997 - Bochum / ALMANYA

563
70. HOCAMIZ’IN ARDINDAN