• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 11. HASİB EFENDİ’DEN MEHMED EFENDİ’YE
10. ÇOK HALİM SELİM İDİ

11. HASİB EFENDİ’DEN MEHMED EFENDİ’YE



Necdet ORAL


Hasib Efendi’yi 1948 senesinde tanıdım. Evi İstanbul Erkek Lisesi’nin orada idi. Biz de Sultanahmet’te oturuyorduk. Fakat onu tanımadan bir sene evvel, Allah içime bir şevk verdi; kendiliğimden ramazan ayında namaza başladım.

O sırada arkadaşımız olan Mazhar, değişik bir havaya büründü; Yunus Emre’den şiirler okumaya başladı. Bana bir gün dedi ki:

“—Necdet! Ben çok büyük bir Hocaefendi tanıdım, gel seni de tanıştırayım! Ben bu kadar kişi arasından —küçük kardeşimle beni kasdederek— ikinizi seçiyorum.” dedi.


İlk olarak Hasib Efendi’ye, Cumhuriyet Gazetesi’nin bulun- duğu o sokağa gittik. Onu gördüğümüz zaman şöyle bir gülümsedi bize, gülümsemesi yetti. Demek ki, o maneviyat aktarıyor insana... O gülmesiyle sanki mühürledi bizi...

O zaman 17-18 yaşlarında idik. Hasib Efendi dedi ki bize:

“—Hidâyet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi...”

İşte o sıralarda Hasib Efendi’ye devama başladık. Hasib Efendi’nin evinde, her pazartesiyi salıya bağlayan gece Hatm-i

170

Hacegân oluyordu. Biz de küçüktük. İlk defa Hasib Efendi’nin evine gideceğiz. O zaman kadar gece vakti evden çıkmamışız. Pazartesi günü evimizden ilk defa ayrıldık, gittik. Sohbet ve Hatme-i Hacegân’ı takiben Hocaefendi bir bardak çay ikram ederdi. Derken gece saat oldu, çıktık geldik evimize...

Babam Tekirdağ’da idi, evde amcam vardı. Kapıyı bize o açtı:

“—Siz neredesiniz, bu saate sokak mı kalır?” dedi, tekme tokat bizi dövmeye başladı.

Büyükannem onu yumuşatmaya çalıştı:

“—Vurma! Bunların bir hocaefendileri var, oradan geliyorlar.” dediyse de, amcam:

“—Başlarım hocanın sakalına!” diyerek bir iki tokat daha vurdu. Daha fazla ileri gitmeden bıraktı.


Sabah oldu. Baktık amcam elini göğsüne koymuş büyükanneme bir şeyler anlatıyor, bize fazla bir şey diyemiyor.

“—Ben bu gece kendimi zor kurtardım.” diyor.

Amcam gibi bir adama da, böyle ağlar bir durum olmasına ben şaştım. Anlatıyor:

“—Bu gece büyük bir ateş yakıldı, ateşe benden önce birisini sürüklediler. Adam bağıra çağıra ateşe sürüklendi. Sıra bana geldi. Beni sürüklerlerken çırpındım, karyoladan düştüm. Zor kurtardım canımı!” diyor.

Elini göğsüne atmış, kaşıyor; ağlar gibi bir halde...


Cenab-ı Hakk’ın hikmetini orada sezdim. Hasib Efendi’nin ruhaniyeti... Çünkü Hasib Efendi ehlullah, hattâ kutub bir zattı. Çünkü rahmetli Aziz Efendi, Hasib Efendi’nin vefatından hemen sonra Hatm-i Hâcegânlarda onun için kutbü’l-aktâb sözünü zikrediyordu.

Hasib Efendi’nin evindeki Hatm-i Hâcegân sabaha kadar sürmezdi. Sünnete çok uygun hareket eden insandı. Yatsıdan sonra öyle uzun boylu oturmak yoktu. Aziz Efendi’de oturulurdu ama Aziz Efendi’nin ömrü kısaydı. O kendini biliyordu. Hasib Efendi de biliyordu bunu... Mehmet Zâhid Kotku Efendi için:

171

“—A be, ondan sonrakinin ömrü bize uzun görünür.” demiş.

Sohbette sordular:

“—Hocaefendi, Allah ömür versin ya, hani sizden sonra bizler ne yaparız, nereye gideriz?“ dediler.

Bunun üzerine dedi ki:

“—A be düşünmeye gerek yok, bizden sonra Aziz vardır. Biraz da ona devam edersiniz.“ dedi.

Meğerse bunun daha devamı da varmış, “Ondan sonrakinin ömrü uzun!” demiş. Bu sözünü de sonradan öğrendim.


Hasib Efendi yaşlı idi ve keramet gösterirdi. Oturursun, senin kalbinden bir şey geçiyorsa, Hasib Efendi derdi:

“—A be öyle değildir o be yahu, şöyle derler onun için...”

Sırrı Ağabey anlattı bize:

Bir gün Hasib Efendi’nin imamlık yaptığı İbrâhim Paşa Camii’nden yatsı namazını müteakip çıktık gidiyoruz. Ben Hasib

172

Efendi’nin çantasını taşıyorum. Yaz günü, dışarıda hava açık...

Yürürken gökyüzünde bir yıldız kaydı. Ben havaya bakıyorum, yıldızları seyrediyorum; Hasib Efendi yere bakıyor. Derken yıldız kayınca, içimden geçti ki: “Acaba dinimizde yıldız kayması nasıl izah edilir?” Hemen başını kaldırdı, dedi ki:

“—A be derler ki, melekler şeytan kovalıyor.”

İşte Hasib Efendi böyle biriydi.


Hasib Efendi’yle bir buçuk senemiz geçti. Babamdan haftalık alırdık o zaman... Haftalığımızı aldığımız zaman, Hasib Efendi’yi evden taksi tutup alırdık, Beyazıt Camii’ne vaaza götürürdük. Vaazı pazar günleri ikindiden sonra yapardı.

Lise 10. sınıftayım, bir gün vaazdan dönüyoruz. Tam İstanbul Erkek Lisesi’nin önüne geldik. İçimden dedim ki:

“—Hocaefendi bir sorsa da, zor bir dersim vardı, bana onun için bir dua etse...” dedim.

İçimden geçer geçmez, taksinin içinde bana döndü:

“—A be nerede okursun?” dedi.

“—Hocaefendi, şu mektepte...” dedim.

Tam oradan geçiyoruz.

“—A be var mı ikmalin?“ dedi.

“—Var...” dedim.

“—İnşaallah geçersin.” dedi.


Bir kere de aynı şey evinde oldu. Yine imtihanımın yaklaştığı bir zaman gittim evine... Rahatsız olmuş Hasib Efendi... Valide hanım sırtını ovuyor, terini siliyor. Hasib Efendi başı öne eğilmiş durumda idi. Ben de yanda oturuyorum. İçimden: “—Hocaefendi bir sorsa da, dua etse...” diye geçti.

O sırada Hasib Efendi bir şeyler anlatıyordu. Bunu düşünür düşünmez lafını kesti, başını bana doğru çevirdi:

“—A be hangi mektepte okursunuz?” dedi.

Okulumu söyledim ama yüzüm kızardı, utandım. Başımı önüme eğdim.

“—İkmalin var mı?” dedi.

173

“—Bir ikmalim var...” dedim.

“—İnşaallah geçersin, geçersin!” dedi. “Ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah’tandır, Allah’tan...” dedi ve ağladı.

Hasib Efendi ayet okunurken ağlardı. Cuma namazından evvel, ayetler okunurken devamlı gözyaşı dökerdi.

İnsanlar çeşitli şekilde imtihana tabi olabiliyorlar. Aziz Efendi’nin bir sözü vardır:

“—Şeyh imtihan etmez, imtihan eden ancak mel’undur. Şeyh imtihan etmez. ‘Şu adama helâları süpürteyim de, bakayım içinden bir şey geçiyor mu?’ demez. Ya küfre düşerse, bunun vebali ne olacak? İmtihan Allah’ındır. Şeyh bu işi yapmaz.” dedi.


Hasib Efendi’nin evinde otururken, Aziz Efendi yanı başında bulunurdu. Vefatından evvel her gün Aziz Efendi, bir Kur’an çantası ile sık sık Hasib Efendi’ye giderdi. Karşılıklı Muhammediye, Ahmediye gibi büyük kitaplar okurlardı. Aslında o okuma, bir ilim tahsilinden çok sanki makam teslimiydi.

Bir gün ben Hasib Efendi’ye gittiğimde, o okumalarına rastladım. Hasib Efendi oturuyor, yatağının içerisinde ders okuyor Arapça olarak... Aziz Efendi de onu kitaptan takip ediyor. Arapça bir cümle okuyor, ona bazen: “Şuradaki ibâre bu demektir.” diyor. Derken Aziz Efendi aniden Hasib Efendi’ye şöyle dedi:

“—Hocaefendi! Bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?”

Hasib Efendi:

“—Yok yok kalkmaz! Bil’akis derler ki, şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir.” dedi.


Aziz Efendi, yokluklar içerisinde cömert bir insandı. Bir şey de kabul etmezdi. En varlıklı bir insan görünümünde idi. Hocaefendilerin her biri yaşayış tarzları ile bizlere çok güzel örnekler vermeye çalışmışlardır.

174

Aziz Efendi o zaman Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii’nde imamdı. Maaşı 19 lira imiş. Bu nedenle çocuklarını besleyebilmek için keçi almış, keçilerin sütü ile çocuklarını beslemiş. Keçiler üremiş. O evliya zat, her gün hale gidermiş, pazar dağıldıktan sonra atılmış sebze artıklarını bir çuvala doldurur, eve getirirmiş, keçilerini beslermiş. Bize bunları anlatırken, “O sebze artıklarını, tek tek ellerimle topladım.” derken, gözyaşımı tutamadım.

Osman Ağabey, bir gün Aziz Efendi’nin oğluna sordu:

“—Babandan unutmadığın bir hatıran var mı Mahmud?” dedi.

O da:

“—Osman Abi, belki çok şey var ama ben babamın, halin önünden sebze artıklarını toplayıp, çuvala koyup da o yokuştan (Zeyrek yokuşu), burnu yere değecek kadar aşağı çökmüş vaziyette gelişini bir türlü unutamıyorum.” dedi.


Bir gün bir kadın gelip, hasta olan çocuğuna okuması için, Aziz Efendi’ye yalvarmış. Rahmetli okumak istemiş, ama sonra düşünmüş; “Ben okuyamam!“ demiş. Kadın üzülüp gitmiş.

Sonra bize dedi ki:

“—Sakalımın altından geç derim ama yol olur. Bir kişiyi okursam, yarın üfürükçü hoca ismini koyarlar. Allah’ın lütfuyla bir de çocuk iyileşir de, bir de meşhurluk afeti çıkar bize...”


Hasib Efendi’yi tekkeye getiren zat, bu Aziz Efendi imiş. Hattâ Tekirdağ’lı Mustafa Feyzi Efendi:

“—Şimdi güzel elyaflı bir kereste getirdin!” demiş.

Bir gün Aziz Efendi’ye sordular:

175

“—Müslüman kadının kıyafeti nasıl olmalı?”

Cevap olarak dedi ki:

“—Oğlum müslüman kadının kıyafeti görüldüğünde dikkati çekmeyen, ama saygı uyandıran bir kıyafettir. Bu da yüz hatlarını kısm-ı âzamını örten bol bir başörtüsü, vücut hatlarını göstermeyen bol ve uzun bir manto, müslin çorap, düz ayakkabı pekâlâ olabilir.”


Bir başka olayı da Aziz Mahmud’dan dinlemiştim. Kendisi Fatih Camii baş imamı idi. Aziz Efendi’nin arkadaşı idi. O anlattı bize:

“—Ben belediye harasının muhasebesini tutuyordum. Mart ayı geldi. 31 Mart’ta hesaplar bağlanacak, muvazene yapılacak, yani denk gelecek. 31 Mart’a iki gün kaldı, ben hesabı denk getiremiyorum. Müdür beni çağırdı:

‘—Bu iki gün içinde hesabı denk getiremezsen, sen de iş ara, ben de iş arayayım!’ dedi.

Bunun üzerine Aziz Efendi’ye gittim:

176

‘—Muvazene yapamıyorum, vaziyet kötü... Ufacık bir fark var, tutmuyor hesap!’ dedim.

Aziz Efendi:

‘—Sen o defteri getir buraya!’ dedi.


Hemen eve gittim. Defteri aldım geldim. Baktım, Aziz Efendi abdest almak üzere kollarını sıvamış, yerde bağdaş kurmuş oturuyor.

‘—Gel yanıma otur, sayfaları çevir!’ dedi.

Ellerini göğsünde kavuşturmuş, ben de sayfaları birer birer açıyorum. Bir iki derken, bir sayfaya geldik. Aziz Efendi parmağı ile sayfanın yukarısından aşağı tarayıp bir satırda durdu, o satırdaki rakamın üzerine getirdi:

‘—Şu rakama dikkatlice bak!’ dedi. Sonra, ‘Tamam kapat!’ dedi.

Kalktım ben eve gittim. Faturaları yeniden aradım, taradım, o faturayı buldum; 69’u 96 yazmışım, takdim te’hir hatası... Ancak Hocaefendi’nin yardımından sonra hesabı düzeltip, hesap bilançosunu denkleştirip müdüre teslim ettim.”


Rahmetli Mehmed Efendi’den bir hatıra:

Hocaefendi kolonya kullanmazdı. Bir gün beraber bir eve gittik. Şöyle bir kapının yanında oturuyordu Hocaefendi... Bir küçük kız, kapıdan girdi. Hemen kolonya şişesini Hocaefendi’nin avucuna getirdi dayadı. Hocaefendi bir o sevimli küçük kıza baktı, bir de elindeki kolonyaya baktı. Uzattı elini, aldı kolonyayı...

Bu bize güzel bir misâldir. Düşünün, mâsum bir kız... Reddetse çok kalbi kırılacak, belki de ağlayacak... İkram bakımından bilmeden cahillik yapıyor. Şimdi Hocaefendi bu tavrıyla onu kırmadı. Halbuki kolonyayı reddederdi. Kaç yerde ikram edildiği halde, gerek yok diyerek almamıştır.


Kadın ve Aile, Kasım 1993

177
12. EVLİYÂ NÜMÛNESİ