• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 12. EVLİYÂ NÜMÛNESİ
11. HASİB EFENDİ’DEN MEHMED EFENDİ’YE

12. EVLİYÂ NÜMÛNESİ



Halil Necâti COŞAN


Velînimet pek muhterem büyüklerimizin hal ve hayatları hakkında zihnimde canlandıra- bileceğim hatıralarımı, tanımayan- lara tanıma, muhiblerine de rahmet ve hayır dua ile anma vesilesi olması ümidiyle dile getirmeye çalışacağım:

İmamı bulunduğu Damad İbrâhim Paşa Camii’nin cemaati olduğum, birçok defalar elini öptüğüm halde, sohbetlerinden bizzat nasib alamadığım için, hayatı hakkında bilgim olmayan, fakat kendisini yakînen tanıyanlardan ve hal tercemesine ait kayıtlardan anladığım mâlûmata göre, 1863 Serez doğumlu olan muhterem Hocamız Hasib Efendi, tahsilini İstanbul’da Çarşamba’daki Mahmud Ağa Medresesi’de yapmış; üstün liyâkatine binâen, Tokatlı Hacı Şakir Efendi Hazretleri tarafından kendisine müderrislik icâzeti

verilmiştir.

Tashîh-i hurufu, Fatih’in meşhur baş imamı Filibeli Arap Hoca’dan yapmış ve hâmil-i Kur’an olmanın gereği olarak kabul ettiği kırâat ilmine ait icazeti de, o zamanın reîsü’l-kurrâsı olan Hacı Nûri Efendi’den alarak meslek-i dîniyyenin seçkinleri arasında yer almıştır. Ona rağmen ve birinci derecede ehliyet sahibi olmasına mukàbil, her halde nam ve şöhretin sığınağı olarak mensubu bulundukları meslekin en mütevâzi bölümü olan imamlık hizmetini tercih etmiştir.

Abdül’aziz ve Mehmed Zâhid Kotku Hocalarımızla tanıştıktan sonra, onların feyiz aldıkları ve irşad hocaları olan Mustafa Feyzi

178

Efendi’nin dergâhına beraber devam etmişler, meveddet ve muhabbette örnek bir kardeş hayatı sürmüşlerdir.

Üstadın irtihalinden sonra yaşta büyük, intisabda kıdemli, ilimde rüsûhu olduğu için, bütün muhitin tasvibiyle, boşalan o kudsî makama onun tevcihi yapılmış; o da kaydedildiği üzere, 15

Mayıs 1949 tarihinde dünyadan ayrılarak, yerini Abdül’aziz Efendi’ye bırakmıştır.


Aynı ailenin ikiz evlâdı gibi birbirini çok seven Abdül’aziz Bekkine ve Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri ulûm-u dîniyye tahsillerini, bunun yanında öz gayelerine hizmet verebilme yolundaki gerekli çalışmayı, yâni halveti beraber yapmışlar; füyûzat ummanı Rasûlüllah SAS Efendimiz’den gelen has ve saf kaynaktan, talib ve lâyık oldukları nasibi de aynı zamanda beraber almışlar. Netice olarak İslâm aleminin mümtaz ve güzîde simaları olan geçmişlerine (Altın Silsile) halef ve sultan namzedi olmuşlardır.

Abdullah Hasib Efendi Hazretleri’nin 15 Mayıs 1949 yılında vefat etmesiyle boşta kalan o yüce makàma, tercih mevzu-u bahis olmaksızın merhumun işareti veya tavsiyesi ile, o zaman Ümmügülsüm Camii imamı olan Abdül’aziz Efendi gelmiş idi.


Bir arkadaşımız Abdül’aziz Efendi’den bahsetti ve bizi alıp yanına götürdü. Bu sûretle tanımış olduk.

O sıralarda kayınbiraderle beraber çalışıyorduk. Kayınbirader dedi ki: “Enişte, ben dükkânı bekliyorum. Sen başka bir iş bulup onunla meşgul olursan, geçimimize destek olur.” dedi. Bunun için Abdül’aziz Efendi’ye müracaat ettik:

“—Efendim, işimiz bozuldu, dükkâna devam ihtiyacı yok... Şimdi siz ne buyurursunuz, ne yapalım?” dedik.

“—Hazırlan, müezzinlik imtihanına girersin!” dedi.

Onun bu tavsiyesi üzerine müezzinlik imtihanına hazırlanıyordum. Ali Rıza Hakses de Fatih müftüsü oldu. Bunun üzerine imtihan açtı. Bu imtihanda biz birinci olmuşuz. Müezzin maaşı 60 lira, benim ev kiram 60 lira... “Bu beni geçindirir mi?”

179

diye içime bir şüphe geldi amma, onların tavsiyesi olduğu için, bu düşünceyi içimden kovdum.

İmtihanı kazandıktan sonra, Ali Rıza Hakses beni çağırdı. Bizim kullandığımız kelimeleri ve yazıyı beğenmiş:

“—Burada 125 lira ücretli Kur’an kursu kadrosu var... Seni oraya tayin etsek de, sen orada kâtip olarak çalışsan olmaz mı?” dedi.

Gittim, Abdül’aziz Efendi’ye sordum. “Pekâlâ...” dedi. Ben de bunun üzerine görevi kabul ettim. Fatih Müftülüğü’nde görev yaptık.

Ondan sonra İstanbul müftü kâtipliği intikal etti. Benim tahsilim olmadığı için, orada netice alacağımı ümid etmiyordum. Bu yüzden hiç oranın imtihanına müracaat etmeyi düşünmemiştim. O zamanın İstanbul Müftülüğü mümeyyizi Remzi Bey geldi, benim masamın başına dikildi:

“—Bir dilekçe yaz, imtihana gireceksin!” dedi.

Ben:

“—Hazırlanmadım, tahsilim yok, belgem de yok... Herhalde yapamam!” dedim.

Çok ısrar etti ve dilekçemi aldı. Bir saat sonra da imtihana çağırdı. Bu imtihanda da birinci olmuşuz. Ben kendi halimi biliyorum, bunların Abdül’aziz Efendi’nin duası neticesi olduğuna kànîyim.


O mübarek, o kudsî görevi dinlenme ve istirahat payı ayırmadan, gece gündüz kapısını muhib ve ziyaretçilerine açık tutarak, sanki muayyen ve mahdut bir zaman zarfında tesviyeye mecbur olduğu borcunu ödeme veya taahhüdünü yerine getirmenin tâkat üstü âzâmî gayreti içinde hizmetinin sonu gelmiş; ilâhî takdir gereği, her fânî gibi ircii bekà ederek yüce Mevlâsına kavuşmuş, herhalde layık olduğu vuslat saadetine erişmiştir.

Kendisi Hazret-i Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Saçı sakalı sarışın, kol ve pazuları kalınca, her halde güçlü kuvvetli, göğsü geniş, görüntüsü heybetli idi. Bazı kereler

180

tüyleri ürperten bakışlarına ve ciddî tavırlı görünmesine mukàbil, misafir ve ziyaretçilerine hitab ve iltifatı gayet olgun, latîf ve çok tatlı olurdu. Münazara edası içinde sohbet vesîlesi olan konuşmalardan son derece hoşlanırdı. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden konuşmalardan sonra, evde abdest tazeleyip, yatmaya fırsat kalmadan sabah namazı için camiye döndüğümüz zamanlar olurdu.

Yalnız olarak yemek yediği herhalde görülmemiştir. Bu sofra arkadaşları olan bizleri, herhalde tevâzu eseri olarak kardeş ve evlât olarak kabul ettiği için, seviyemize iner, kendi kaşığıyla ikram iltifatında bulunurdu. Dünyaya ve dünyalıklara soğan kabuğu kadar kıymet vermez, elinde ve evinde fazla olanı sabaha bırakmazdı.


Bildiğimiz kadarıyla sıkıntılı olan bir hayatın içindeydi. Fakat

kendisine çile ve mihneti zevkle kabul ettiği için, durumunu hissettirmez, hep mesrûr ve neşeli görünürdü. Yine Hazret-i Ali Efendimiz’in meşhur miskin, yetim ve esir hadiselerini hatırlatan, yâni ailece aç kaldığı, yattığı zamanlar olurdu.

Yaz kış giyiminde fark olmayan, yâni soğuk ve sıcaktan etkilenmeyen bu muammâ ve müstesnâ insan, sözle ifadesi zor olan fevkalâde birçok hal ve meziyetin sahibi idi. Her dalda öğrenim yapan öğrenci sorularına cevap vermesinden ve kendisiyle görüşen, şu anda hatırlayabildiğim Nurettin Topçu başta olmak üzere, ilim otoritesi sayılan zevâtın hayranı oldukları itirafını yapmalarından, ulûm-u dîniyyenin haricinde eğitim ve öğretimi yapılmakta olan bütün ilimlere, tahsilini yapmadığı halde vukùfu bulunduğunu, ayrıca mevhibe-i ilâhiyeye mazhar olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.


Muhterem Abdül’aziz Hocamız, Bursalı ve Bursa’da görevli olduğu için kendisini tanımadığımız Mehmed Zâhid Kotku Hocamız’ı bir vesîle ile ben hakîre anlatırken, bazı olgun meziyetleri yanında kelimenin kendisi ile, “Evliyâ nümûnesi!” buyurmuştu. O zamanın Fatih müftüsü olan Ali Rıza Hakses’in

181

himmetiyle, Bursa’daki Üftâde Camii imamlığından, Zeyrek’teki Ümmügülsüm Camii’ne naklen tayini yapılan muhterem Hocaefendimiz, 1953 yılının ilk ayında, o mübarek mihrabda muhterem Abdül’aziz Hocamız’ın halefi olarak göreve başlamış, selefinden meydana gelen muazzam boşluğun telâfisi bi-lütfillâh sağlanmıştı.

Konuşması az ve pek mütevâzi olduğu için, aciz bir görüntüye sahipti. Durumu yadırgayan, merhuma çok yakın olduklarını bildiğimiz kıdemli ve çok sevdiğimiz, fakat ve maalesef aralarında: “Bu makam buna mı kalacak?” diyenlerin bulunduğu bir grup münevver kardeşimiz, o geniş kılıfın içinde ne hazinelerin bulunacağı hesabını yapmadan, sadakat hilâfına müdâvimi oldukları o kapıdan ayrılmışlar ve bizleri mahzun bırakmışlardır.


“Allah bir kişiyi severse, onu insanlara da sevdirir.” hadis-i şerifi gereğince, merhumdan aldığımız bilgi sebebi ve Allah’ın lütfuyla Hocaefendimiz bize sevdirilmişti. Aynı halin içinde görevine devam eden Hocaefendimiz, hadis-i şerif muktezası olarak, İslâm’ı yaşayanlara ve yaşamak isteyen diğer insanlara sevdirilmiş olacak ki; kendisini sorup arayanların günden güne sayısı artmış ve hakîkaten Allah’ın sevdiği bir kul olduğu zahir olmuştu. Yıllar geçtikçe de muhîti tahminin üstünde genişleyen Hocaefendimiz’i hemen tanımayan kalmamış, görülen ve yayılan üstün İslâmî meziyetlerinden dolayı cemiyet arasında ve hattâ memleket çapında farklı bir alâka ve itibarın sahibi olmuştu.

Komşu caminin cemaatinin artması ve dolayısıyla semtinin arzu ettiği şerefe ulaşması yolunda, yıllarca taşıdığı niyeti

182

gerçekleştirmek için, Ümmügülsüm Camii hakkında alınan istimlâk kararını fırsat bilerek ve niyetini açıklayan mahalle sakinlerinden Avukat Mazhar Sündüs Bey’in, ciddî ve azimli teşebbüsleriyle, 1958 yılında İskenderpaşa Camii’ni naklolunan Hocaefendimiz, hayatının sonuna kadar imamet görevini burada sürdürmüş; bilindiği gibi o da 13 Kasım 1980 günü çok sevdiği Mevlâsına kavuşmuş, namzedi olduğu vuslat saadetine herhalde nâil olmuştur. Her ikisinin de makam ve menzilleri âğuş-i Peygamber olsun...


Göre geldiği ölçü üstü alâka, saygı ve hürmet, onun gurura kapılmadan bir mahalle camii imamı havası içinde yaşadığı mütevâzi hayatını devam ettirmesine mânî olmamıştır. Münâsib vesîlelerle şöhretin afet olduğunu tekrarlayan o muhterem Hocamız, herhalde şöhretten çok korktuğu için olacak, hakkında yapılmış ve yapılabilecek hüsnüzan, kemâl ve kerâmet

söylentilerinden rahatsız olurdu. Bu zanları gölgelemek ve korktuğu şöhret afetinden korunmak için, mânâsı bozulmayacak şekilde bazı ayetleri hatâlı okur, hassaten nafile namazlarda namazı fesada götürmeyecek şekilde tâdil-i erkânları yapmadığı zamanlar olurdu.

Hayatının hemen her safhasını bildiğimiz için, bunları ihtiyârî olarak yaptığının farkında olurduk. Yine de esas niyetini bilmediğimiz veya kemâlinin gölgelenmesine gönlümüz razı olmadığı için, yaptığımız düzeltme teşebbüslerinde aldığımız cevaplar menfî olurdu.


Hüsnüzan ve şöhretten çok kaçınmasına rağmen, bazı gayr-ı ihtiyârî emrivâkilerle fevkalâde denilecek hallerinin görüle geldiği olmuştur.

Meselâ, hadiseyi bir mecmuada okumuş kişinin anlattığına göre: Çocuğu olmayan fakat herhalde olmasını isteyen birisi, Hocaefendimiz’le karşılaştığı zaman: “Yâ Rab! Şu zat mezannedendir, yâni evliyâ olduğu sanılan kişilerden diyorlar. Doğru ise, indindeki hatırı için hayırlı bir evlât ver...” diye sessizce

183

dua ettikten sonra, gider elini öper.

Hocaefendimiz kendisine:

“—Adı da Vehbi olsun, olmaz mı?” buyurur.


Biz Erenköy’de oturuyorduk. Bir akşam kum sancısı olduğunu sonradan öğrendiğimiz ve beni de çok rahatsız eden bir karın ağrısına tutuldum. Şiddetinden oturup yatamıyor, devamlı olarak ayakta odadan odaya dolaşıyordum.

Böyle bir zor durumda iken, gecenin geç saatinde Eyüb belediye doktoru merhum Emin Bey yanında olduğu halde, Hocaefendimiz çıkageldiler. Hastalığın ilacı doktorun çantasında bulunduğu için, o geceyi ızdırablar içinde ayakta geçirmekten himmetleriyle kurtarılmış oldum. Sebepsiz ve zamansız, hem de doktorla beraber yaptığı ziyaret için tesâdüfîdir demek, bilmem yerinde olur mu?


Ömer Nasuhî Bilmen’in yerine İstanbul müftüsü olan Bekir Hâkî Hocaefendi ile, müftülükte memur olduğum için ilgimiz yakın ve devamlı oluyordu. Husûsî teveccühlerine mukabil kendisine beslediğim sonsuz saygı ve hürmetim gereği olarak, emekli olduktan sonra da ziyaretini ihmal etmeden devam ettirmek niyeti ve gayreti içindeydim. Nasılsa serzenişini mûcib bir kusurumdan dolayı, özürler dileyerek kendisinde dua rica ettiğim zaman, cevabı:

“—Sizin duaya ihtiyacınız yok! Öyle bir kapıya bağlanmışsınız ki, dünyanın tasarrufuna sahip... Onun duası yeter, artar.” oldu.

Tevâzuun zemin katından âlemler seyreden, buna rağmen değişmeyen tabii görüntüsü içinde, velâyet derecelerinin en üstününe yükselen Hocaefendimiz’in, aliyyü’l-a’lâ olan mevkî ve makàmı, yâni zamanın kutbu olduğu, aynı zamanda yaşamış üstün basîret sahibi bir mutasavvıf tarafından görülmüş, buna dair verdiği haber bizlere kadar ulaşmıştı.


Hocaefendimiz Bursa’dan yeni gelmişlerdi. İki üç ay kadar geçtikten sonra, beraberce Ahıskalı Ali Haydar Efendi’yi ziyarete

184

gittik.

Bahçe içinde ahşap bir evde oturuyordu. Geldiğimizi haber verdiler. Evin kapısı açıldı ve Hocaefendimiz önde, biz arkada merdivenlerden çıktık.

Kendisi yaşlı, kilolu bir zattı. Hocaefendimiz’in geldi- ğini duyunca hemen ayağa kalkmaya yeltenmiş. Kendi- sine, kalkma demişler ama o

kalktı ve Hocaefendimiz’e sarıldı: “—Kim, bu zata mı ayağa kalkmayacağım? Kim, bu zata mı ayağa kalkmayacağım?” diye yaklaşık on defa tekrarladı. Şevket Usta adında biri vardı, ondan dinledim. Şevket Usta’nın bulunduğu bir sohbette, Hocamız hakkında Ali Haydar Efendi demiş ki:

“—Hasib Efendi’yi tanıdım, büyük zattı. Aziz Efendi’yi de okuduğum bir yazısıyla tanıdım, o da büyük insandı. Amma şu Bursalı’yı görüyor musunuz, büyükler büyüğü Gümüşhaneli’nin tam kendisi!”


Hayatta iken memnun olmayacağına mukabil, vefatından sonra şöhret mevzubahis olmayıp, rahmete vesîle olacağı için, hoşnud olacağına kànî olduğum ve ısrarlı istek üzerine kırık dökük ifadelerle anlatmaya çalıştığım şu hatıraların, aziz ruhlarının İhlâs ve Fatiha-i Şerife’lerle daha sık şâd edilmesine vesîle yapılması hususu, sizlerden en ciddî ricam olacaktır.

Sülâle-i Tâhire’den olduğu şecereye müstenid bulunan Hocaefendimiz’in, temiz necib soyundan gelen asil ruhunun ve doğduğundan itibaren yaşaya geldiği örnek İslâmî hayatın gereği olarak; yâni doğuştan dünya hayatının en üstün makamlarının namzedi olduğuna inandığımız, dolayısıyla normal kabul ettiğimiz

185

için kendisinden görülen veya gösterdiği kerâmetlere binâen değil, sîretinden; yâni evsaf ve ahlâk-ı Peygamberiyyenin sahibi, bununla beraber hayat sahasında hamîmiz ve velînimetimiz olduğundan dolayı sayar ve severdik.


Hocaefendimiz’in ahlâk-ı hamîde ve necîbelerinden birkaçı:


Bilindiği gibi hilkati pek güzel ve sevimli olmasına muvâzî olarak, melekleşmiş nezih ruhunun kendi tabiriyle binek atı olan o cesim, iri ve geniş vücuduna gıda olacağına inanılmayacak kadar az yer, az konuşur ve az uyurdu.

Halim ve selim, gönlü mezmum sıfatlardan ârî, pâk ve müsamahası deniz gibi çok engin ve hudutsuzdu. Dıştan ve içten gelen ta’riz ve tecâvüzkâr davranış ve muhalefetlerden müteessir olmayan veya olduğunu hissettirmeden muvafık ve muhalifine ikram ve iltifatında değişiklik yapmayan bî-emsâl sabır ve kemal nümûnesi idi.

Bizce Hocaefendimiz’in en büyük kerâmeti mâlûm ve meşhud olan bu vasıflarıdır. Cenâb-ı Allah’a sevgili kul olduğunun delili de kanımızca, İstanbul tarihinde ender görülmüş son teşyiindeki, yâni cenâzesindeki insan ve müslüman selidir.

Yâ Rabbi! Bizleri şefaatlerine nâil, onların ve diğer sevdiklerinin hürmetine kendine lâyık kul, Habîbine lâyık ümmet eyle...

Es-selâmü aleyküm!


Bir Açıklama:


Çok Kıymetli Evlatlarımıza!

Merhum ve muhterem Hocaefendimiz, uzun müddet kalmak niyetiyle Hicaz’a gittiği son hac seferine çıkmazdan evvel, bir gün camiden namazı müteakip çıktıktan sonra şöyle konuştu: (Söylediği kelimeleri mübarek ağzından çıktığı gibi, aynen yazıyorum.)

186

“—Necati, biliyorsunuz ben Hicaz’a gidiyorum... (Biraz durakladıktan sonra) Vazifeyi de Es’ad’a bırakıyoruz!” demesi üzerine, yokluğuna tahammül edemeyiz anlamında:

“—Hocaefendi, bu hizmet sizsiz olur mu?” dedim.

“—Hem de gözümüz arkada kalmadan...” diye cevapladılar.

İşte, bu açık ifadeleri muvacehesinde, Hocaefendimiz’in durup dururken yaptığı bu konuşmayı, yersiz ve mânâsız yapmayacağına göre, ilerde muhtemel ihtilaf ve şüphelere karşı, müsbet yönde senet olması maksadıyla bilhassa söz mevzuu ettiğine; ve hülasa, Hocaefendimiz’in yanlış, hatalı ve isabetsiz bir tavsiyede bulunmayacağına; benim de herhangi bir his ve tesir altında kalıp yalan söylemeyeceğime inanan ve kabul eden, yolumuzla alâkalı her kişinin; bugün Silsile’nin devamı olarak oğlumuz Es’ad’ın, Gümüşhaneli Dergâhı’nın aile reisi, yani Hocaefendimiz’in halefi ve makàmının varisi olduğunu kabul etmeleri emr-i zarûridir.

Hocaefendimiz bunları söylerken, şuuruna sahip, iradesine

187

hakim idi. Görüldüğü ve bilindiği üzere benim de şuurum yerinde, el-hamdü lillâh... Beşer olduğu için, yakışmadığı halde her günahı yapması ihtimali olan müslüman insanın, yalan söyleyemeyeceği Peygamber buyruğu ile müeyyeddir. Sümme sümme el-hamdü lillâh Allah’a, ahiret gününe, hesaba ve azaba inanan bir müslüman olduğum için, yalan söylemedim. Anlattıklarım, Hocaefendimiz’in mübarek ağzından çıkan aynı kelimelerdir. Buna binâen diyorum ki:

“—Oğlumuz Es’ad Coşan, Efendimiz Hazretleri’nin ihtilaf kabul etmez, tereddüt ve şüpheden arı, sıhhatli, sağlam halefi ve makàmının varisidir. Aksini iddia edenler yanılgı ve hatâ üzeredirler. Kendilerine, doğruyu görmeleri ve doğruyu söylemeleri için dua edelim!”

Bu yazdıklarımı kıymetli Konyalı kardeşlerimize, gerektiği takdirde de her yerde ve herkese okuyuvermeniz ricasında bulunur; can ü gönülden selâm ve sevgilerimi sunar, mukabil dualarınızın devam üzere olmasını dilerim.


11. 11. 1989 - İstanbul

30 Eylül 1990

188
13. “O ZAMAN SİZE YARDIM EDERLER!”
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2