60. EĞİTİM VE ÖĞRETİM
Prof. Dr. Salih TUĞ84
Bi’smi’llâhi’r-rahmàni’r-rahîm.
Hâmiden li’llâh, ve nüsalliyen alâ nebiyyih…
Bunca güzel menâkıbın ortaya konduğu bu kürsüden, benim gibi tasavvuftan nasibi olmayan kimsenin bir iki kırıntı hatırası, belki not tutanlar ve ilerde bir külliyat meydana getirecekler için yardımcı olur düşüncesiyle söz aldım.
Gerçekten bugün Türkiyemizde ve dünyada eğitim ve öğretim iki ayrı daldır. Birbiriyle yakın ilişkisi olmakla beraber, öğretim eğitim demek değildir. Eğitim de öğretim demek değildir. Nitekim, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, bugün Din Öğretimi Genel
84 Prof. Dr. Salih Tuğ: 1930 yılında İstanbul Aksaray’da doğdu. Aksaray İlkokulu ve Yeni Kapı Ortaokulu’ndan sonra 1948 yılında Pertevniyal Lisesi’ni, 1954 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. “İslâm Vergi Hukuku’nun Ortaya Çıkışı” başlıklı tez çalışması ile İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde doktorasını tamamladı (1963). İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri üzerinde çalıştı (1969). Profesörlük çalışması Hadis edebiyatı ile ilgili bir yazma eser olan Zuheyr ibn-i Harb’in (öl. 230 h.) Kitâbü’l-İlm’inin tenkitli neşri ile birlikte Türkçeye çevirisidir.
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü asistanlığı (1956 – 1976), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü (1976 – 1982), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Müdürlüğü (1969 – 1970), Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı (1982 – 1994) olmak üzere pek çok önemli görevlerde bulundu. 1970’den bu yana İslâmi İlimler Araştırma Vakfı Kurucular Kurulu ve Mütevelli Heyeti üyesi, 1980 – 1982 yılları arasında Aydınlar Ocağı Başkanı, 1995’ten beri Türkiye Milli Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı ve 2004 yılından bu yana da İstanbul Ticaret Üniversitesi (İTİCÜ) Mütevelli Heyeti üyesidir.
Müdürlüğü şeklinde ismini, programını değiştirmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı adını taşımakla beraber, bugün imam-hatip liselerinde öğretim yapılmaktadır. Eğitimin ancak kırıntısı söz konusudur.
Üniversitelerimizdeki İlâhiyat Fakülteleri, öğretim fakülteleridir. Eğitim çok az nisbetlerde ele alınabilmektedir, programda yeri yoktur.
“—Pekiyi ne olacak bu eğitim? Eğitim Türkiyemizde ve insanlar arasında kimler tarafından gerçekleştirilecek?”
İşte burada peygamberlerin varisleri olan alimler imdada yetişmektedir. Peygamberimiz’in bir hadisine göre, kıyamete kadar abdâl, aktâb, evliyâ adlarını, ünvanlarını taşıyacak eğitimciler bâkîdir. Bunlar vasıtasıyla eğitim gerçekleştirilebilecektir.
Öğretim kolaydır. Bilen kimseler, hattâ müsteşrikler bile bildikleri için bazı şeyleri öğretebilirler. Fakat esas eğitim meselesi, işte Peygamberimiz’in buyruğundaki ebdâl, aktâb ve evliyâ tarafından gerçekleştirilecektir.
Muhterem dostum Es’ad Coşan Beyefendi, “Bazı şeyler kitaplardan alınamıyor.” dedi; gerçekten de öyledir. Kitap çok şey yazar, fakat verdiği şey azdır. Öğretir ama eğitmez. Eğiten kimse insandır. İşte az evvel menkıbeleriyle ortaya konan bir büyüğümüzün, insanları nasıl eğittiği, nasıl sevk ettiği, hayata nabıl intibak ettirdiği ve hayattan sonraki esas bekà alemine nasıl hazırladığını birer parça gördük.
Hocaefendiye intisab etmemekle — işte nasipsizliğim orada diye söyleyeyim— birlikte onunla çeşitli münasebetlerle görüşmüştük. Bütün bu sayılan vasıfları, ben de kendisinde müşahede ettim. Özellikle ilmîlik vasfını gördüm, insaf vasfını gördüm... Adaletle davranma vasfını gördüm, müsamahasını gördüm.
Herhalde kendisine daha önceden:
“—Bazı kitapları okuyalım mı, okumayalım mı?” gibi sorular sorulmuş.
Şimdi Amerika’da tebliğ vazifesiyle bulunan meslektaşım Yusuf Ziya Kavakçı, “Gel,” dedi, “Hocaefendi çok mühim bir cuma hutbesi verecek!” dedi. “Pekiyi...” dedim. Tabii her zaman, her yerde cuma namazını kılıyoruz, “Bugün de orda kılalım!” dedim.
Bakın insaf ve adalet duyguları nasıl gerçekleşiyor. Hatırladığıma göre, —o hutbede bulunanlar varsa, lütfen düzeltsinler— kendisi kitap okumanın fazîletlerinden bahsetti:
“—Her kitap okunur; ancak gerekli olan şey, herkesin kendi kültür ve bilgi seviyesine uygun kitaplar okumasıdır.” dedi.
“Herkes her kitabı okumakla memur değildir, gücü yetmez. O halde herkes kendisine uygun kitaplar okusun!” dedi.
Tabii bu orada kalmak mânâsına değil de, gitgide tekâmül etmekle, gelişmekle ilgili de bir iştir.
Bir husus da hacla ilgili... Bir karavan edinmiştik, çoluk çocuğu da bindirdik. Sonradan hac esnasında öğrendiğime göre, Hocaefendi de o sene (1976) hacdaymış. Biz görüşemedik,
buluşamadık ama gıyâben, bulunduğu yerlerden uzaktan takip ettim. Sonra o da benim karavanla haccı tamamladığımı bir yerden duymuş ki, İskenderpaşa’da beni kabul buyurduğunda, bu karavanla hac etmenin faziletlerinden bahsetti. Yâni, benim yaptığım işin, iyi bir şey olduğunu söyledi.
Sonradan da başkalarından duyduğuma göre, böyle yapılmasını onlara sanki hayranlıkla tavsiye etmiş.
O devirde tabii yollar açıktı, karayoluyla hacca gitmek mümkündü, 1976 senesi... Benim hatıralarım kırıntı şeklinde bu bir iki husustur. Kendilerine kim bilir intisab etseydim, belki burada anlattığımdan daha fazla bazı şeyleri burada nakletme imkânını bulabilecektim.
Teşekkür ederim.
14. 11. 1993 - Hâcegân / İSTANBUL