ZİKRULLAHIN
FAYDALARI
Medmed Zahid KOTKU (rh.a)
Hazırlayan
Dr. Metin Erkaya
İÇİNDEKİLER
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)
Hazretleri'nin Kısa Terceme-i Hâli, Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
a. Ailesi
b. Tahsili, Askerliği
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dînî Hizmetleri
d Vefâtı
e. Ahlâk ve Şemâili
f. Eserleri
İmanın Kemâli
a. İman ve Allah Sevgisi
b. İmanın Elbisesi, Zîneti ve Mal
c. Allah İsm-i Şerifi Hakkında
d. Zikrin Terkinden Sakınmak
e. Zikrullahın Hülâseten Faydaları
f. Selmân-ı Fârisî Hazretleri
g. Zikrullahın Faydaları (1)
İmanın Tadı
a. İman ve Hayâ
b. Veysel-Karânî Hazretleri
c. İman ve Takvâ
d. Zikrullahın Faydaları (2)
ÖNSÖZ
Elinizdeki kitap, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin 1971 yılında, İskenderpaşa Camii'nde yapmış oldukları iki sohbetten oluşuyor.
Hocamız Rahmetullàhi Aleyh, bu sohbetlerinde imanla ilgili hadis-i şerifleri okurken, imanın kemâle ermesinin gönülde Allah sevgisinin yerleşmesinden sonra olacağını ve gönülde Allah sevgisinin de, ancak zikrullahla gelişeceğini bildiriyor. İmanın kemâle ermesi için, zikrullahın lüzumu ve faydaları hakkında uzun izahlar yapıyor.
Bu konuda, o sıralarda yeni kaleme aldığı, henüz basılmamış olan Tasavvufî Ahlâk isimli eserinden, zikrullahın faydalarıyla ilgili bazı bölümleri okuyup, izah ediyorlar.
Daha önceleri çeşitli baskıları yapılan eseri yeniden gözden geçirip, eksiklerini kasetlerden tamamladıktan sonra, istifadenize sunuyoruz.
Dr. Metin ERKAYA
Sincan, Mayıs 1999
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) HAZRETLERİ'NİN KISA TERCEME-İ HÂLİ
Müellif Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş. Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.
Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.
a. Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.
Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.
Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.
Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.
b. Tahsili, Askerliği
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.
Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medrese-lerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.
1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.
1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
d. Vefatı
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı'nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.
Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:
Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama, "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un,
Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.
e. Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.
Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...
Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
Halil Necâtioğlu
MEHMED ZÂHİD KOTKU
HAZRETLERİ'NİN ESERLERİ
1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild)
2. Cennet Yolları
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild)
4. Ehl-i Sünnet Akaidi
5. Ana Baba Hakları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild)
7. Nefsin Terbiyesi
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi
9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
10. Evrâd-ı Şerif
11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
12. Yemek Âdâbı
Konuşmalarından Hazırlanan Kitaplar
1. Zikrullahın Faydaları
2. Özel Sohbetler
3. Peygamber Efendimiz
4. Tenbihler
İMANIN KEMÂLİ
Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Vel-àkıbetü lil-müttakîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ'lemû eyyühel-ihvân... Enne efdalel-kitâbi kitâbullàh... Ve enne efdalel-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin sallallàhu teàlâ aleyhi ve sellem.
Ve şerrel-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid'ah... Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bis senedil-muttasıli ilen-nebiyyi sallallàhu teàlâ aleyhi ve selleme ve ennehû kàl:
a. İman ve Allah Sevgisi
RE. 192/11 (El-îmân, fî kalbir-racüli en yuhibballàhe azze ve cell.) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
İman nelerden ibarettir, geçen derste anlattık: Allah'a iman, meleklere iman, kitaplara iman, peygamberlere iman, ölüme iman, ölümden sonraki dirilişe iman, cennete iman, cehenneme iman, hisâba iman, mîzâna iman, bütün kadere iman, hayrına ve şerrine... Bunlara inandın mı, mü'min olursun denmişti.
Bugün de imanda husûsiyetle diyor ki:
(El-îmân) İmanın bir alt kısmı var, bir de üst kısmı var. Üst kısmına kâmil iman diyorlar, olgun iman... (Fî kalbir-racül) İnsanın içinde imanın olgun olması, kâmil olması; (en yuhibballàhe azze ve cell) gönülde Allah sevgisi uyandıktan sonra olur."
Gönülde Allah sevgisinin uyanmasından sonra imanda kemâl başlar. Gönülde Allah sevgisi olmadıkça, iman zayıftır. O zaafiyeti ile beraber yaptığı tâatler de öyle olur.
b. İmanın Elbisesi, Zîneti ve Malı
Burda beş-on tane daha var, bu imanı bize izah eden hadis-i şerifler. Bir tanesini daha okuyayım:
RE 193/1 (El-îmânü uryânün ve zînetühül-hayâ', ve libâsühüt-takvâ, ve mâlühül-fıkh.)
Bu hadis-i şerifte de Cenâb-ı Peygamber imanı şöyle ta'rif ediyor:
(El-îmânü uryânün) "İman haddi zâtında, anadan doğan bir yavru gibi çıplaktır. (Ve zînetühül-hayâ') Tabii buna bir zinet lâzım; o nedir? Hayâdır. Yâni hayâsız iman, çıplak insana benzer. Çıplak insandan nasıl ürkülür, kaçılırsa; hayâsız insandan da böyle kaçılır demek yerine geliyor.
Başta hayâyı zikretti. Hayâ şu ki, (A'zamü ahlâkıl-enbiyâ') "Bütün enbiyâların en büyük huyları, ahlâkları hayâ ile temeyyüz eder. (Lienne bil-hayâi yecidü halâvetel-îmân) İmanın tadı ancak bu hayâ ile bulunur." diyor.
Hayâ olunca imanda kemâl olur; kemâl olunca imanın tadı bulunur. Hayâ olmayan insanda, imanın tadını bulmağa imkân yoktur; hastanın yemeğin tadını bulamadığı gibi...
İnsan imanın tadını bulunca, Allah-u Teàlâ'nın rızasını da bulur. İmanın tadı ile Allah-u Teàlâ'nın rızası bulunur.
Şimdi bu arkaya doğru gidiyor: (Ve libâsühüt-takvâ) "İmanın esvabı takvâ, (ve mâlühül-fıkh.) malı da fıkıhtır." Bir insana mal lâzım, bir insana esvap da lâzım! Takvâ, Allah'tan korkma imanın esvabı oluyor. Takvâsı yoksa, esvabsız insana benzetiyor. Esvabsız insan, çıplak insan demektir; kışın da üşür, sıcağa da dayanamaz, soğuğa da dayanamaz. Esvab onu korur. İman takvâdan àrî olursa, korunmaktan àrî olan çıplak insana benzer.
(Ve mâlühül-fıkh.) "Malı da fıkıhtır." İnsanın hayatında mala ihtiyacı vardır. Malı olmayan insan, hayatında dâimâ müşkülâtlar içerisindedir. Binâen aleyh, imanın da malı fıkıhtır; yâni akàid-i İslâmiyyeyi bilmesidir. Akàid-i İslâmiyyesini bilmeyince, imanı malsız, mülksüz bir adama benzer.
Şimdi alt tarafına geçmeyeceğim de, bu imandaki sevgiyi ve hayâyı belirten büyüklerin sözlerinden şuraya biraz almıştım da, onları size okuyuvereceğim.
Ma'lûm ya, gerek imandaki halâvet, lezzet; gerekse Allah-u Teàlâ'yı sevme, onun zikrine bağlıdır. Allah-u Teàlâ'nın zikrini yapamayan insanda muhabbet-i ilâhî uyanmaz. Muhabbet-i ilâhiyyeyi uyandıracak bir sebep var tabii... O sebep de zikrullahtır.
Zikrullah dolayısıyla muhabbet uyanır; muhabbet dolayısıyla iman kemâl bulur. İmanın kemâliyle insanlar dünyada da saadette, ahirette de saadette olur; dünyada da cennette, ahirette de cennette olurlar.
c. Allah İsm-i Şerifi Hakkında
Onun için o büyüklerin dediklerinden size, şöyle bir hülâsa okuyayım. Birisi İbn-i Àbidîn Hazretleri, meşhur fakihlerimizden; ikincisi İmâm-ı A'zam Hazretleri, üçüncüsü Tahâvî Hazretleri... Daha buna benzer bütün ulemânın ittifakıyla --isimleri hep yazılı ama, okumadım hepsini-- Allah lafza-i celâli İsm-i A'zam'dır.
İsm-i A'zam diye bir laf vardır ya aramızda, "Ah şu ism-i A'zâm'ı bir elime geçirsem!" diyerekten... İşte o İsm-i A'zâmın ta kendisi Allah ism-i şerifidir. Bunu İbn-i Àbidîn, İmâm-ı A'zam Hazretleri, Tahâvî, Alâmetül-Hàricî, Kesâî, Şa'bî, İsmâil ibn-i İshâk, Ebû Hafs vs. bütün ulemâ ittifak etmişler ki, Allah ism-i şerifi İsm-i A'zamdır. Allah ism-i şerifi ile yapılan zikirden daha üstün ve a'lâ makam olmadığını da bildirmişler.
Zikrin envâı var ya; "Hû" derler, "Hay" derler, "Hak" derler, "Latîf" derler... Her tarîkın bir zikri var. Fakat bunların hepsinden en a'lâsının Allah ism-i şerifi olduğunu beyan buyurmuşlar. Çünkü Hazret-i Allah-u Celle ve A'lâ da, Kur'an-ı Azîmüşşan'da;
(Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullàh) "Ey iman edenler, Allah'ı zikredin!" diye Allah ism-i şerîfi ile zikri emir buyurmuşlardır.
Ma'lûmunuzdur ki, Allah lafz-ı şerifinin içinde Esmâül-Hüsnâ'da yazılı olan 99 ism-i şerîfin mânâları mevcuttur. 99 tanedir Esmâül-Hüsnâ; o 99 kelimenin mânâsı, Allah lafzının içerisine dürülmüş ve konulmuştur. Ona onun için İsm-i A'zam'dır denilmiş. Lâkin diğer esmâlarda bu husûsiyet yoktur. Meselâ; Rahmân, Rahîm, Latîf, Gaffâr, Settâr... bunlar da Allah'ın isimleridir. Fakat bunları zikrettiğiniz vakitte, Allah-u Teàlâ'nın o has olan ismi ile zikretmiş olmazsınız.
Allah ism-i şerifi, hiç de diğer isimler gibi değildir. Allah denildi mi, Gaffâr, Settâr, Rahmân, Rahîm, Kerîm, Tevvâb, Vehhâb, Hak, Mübîn, Raûf... vs. bütün isimlerin mânâları şâmil ve hâmildir. Diğer isimlerle zikredilmekten daha evlâ ve daha a'lâdır.
Allah ism-i şerîfi ile zikredilmesinin bir hassası daha vardır ki: meselâ; (Allah) kelimesinin başındaki elif'i kaldırsanız, (lillâh) kelimesi kalır.
(Lillâhi mâ fis-semâvâti vemâ fil-ard) derken, o da Allah-u Teàlâ'yı bize haber verir. Eğer lâm harfini de kaldırırsanız, (lehû) kalır ki; (Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil-ard) diye yine Allah-u Teàlâ'nın ism-i şerifi çıkar ortaya. Elif'le iki lâm'ı da kaldırsanız, he kalır ki;(Kul huvallàhu ehad... Huvallàhüllezî lâ ilâhe illâ hû...) ayetlerinde Allah-u Teàlâ'nın ismi, o isimle de zikredilmiştir. Yâni Allah isminin her harfi Allah ismine tekàbül eder.
Onun için, Allah dediniz mi, Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar ismi varsa, onların hepsini zikretmiş olursunuz; sevâbınız da, feyziniz de o kadar çok bol olur. Cenâb-ı Hak cümlemizi, bu güzel ismini durmadan zikreden kullarından eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn.
Cüneyd (Rh.A) buyurur ki:
"--Bu Allah ism-i şerîfini zikredenler nefislerinden geçerler, Hakk'a vuslata yol bulurlar. Bu hususlara riâyetkâr olmakla kalb gözleri dâimâ Hakk'ı gözler. Bu zikrin nûru, onların beşeriyyet sıfatlarını yıkar ve mahveder."
Lâyık-ı vechile Allah ismi anıldı mı, bu tamâmiyle hàsıl olur
Ebül-Abbas-ı Mürsî Hazretleri der ki:
"--Zikrin, Allah Allah olsun! Çünkü bu ism-i şerif, esmâların sultânıdır ve bu zikirden ilim ve nur hâsıl olur."
Keşf ü kerâmet ve basîret gözlerinin açılmasına sebep olacağından, Allah ism-i şerîfinin zikrine çok devam edilmesini ve diğer zikirler üzerine tercih edilmesini tavsiye etmişlerdir. Gerek "Lâ ilâhe illâllah" ve gerek sâir zikirlerin bütün mânâlarını Allah ism-i şerifi mütezammındır. Akàid, ulûm, âdâb ve hakîkatlerin hepsini şâmildir. Gaflet etme, fânî dünyaya aldanıp da Hakk'ın zikrinden mahrum kalma, ey güzel kardeşim!..
d. Zikrin Terkinden Sakınmak
Zikrin terkinden sakınmanın lüzumu hakkında da şunları söylemişlerdir:
Cenâb-ı Vâcibül-vücûd ve Tekaddes Hazretleri, kulunun bir taraftan zikrini çok yapmasını emrederken, (Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullàhe zikran kesîrâ) [Ey iman edenler, Allah'ı çok çok zikredin!] derken; diğer taraftan az zikretmenin zararını ve münâfıklık alâmeti olduğunu bildirir:
(Ve lâ yezkürûnallàhe illâ kalîlâ) "Münafıklar Allah'ı ancak azıcık zikrederler." buyrulmuştur. Bu ayet gàfillerden olmamayı emreder ve münafıkları zemmile, az zikredenlerin onlar olduğunu beyan eder.
Efendimiz SAS Hazretleri de buyurur ki:
"--Hiçbir kavim yoktur ki, bulundukları meclisten Allah-u Teàlâ'nın zikrini yapmadan kalkarlarsa..." Oturuyorlar, muhabbet ediyorlar ve dağılıyorlar. "Muhakkak o meclisten, kıyamet gününde bir merkep cîfesinden kalkmış insanlar gibi olarak kalkarlar."
Onun için, bizim bir duamız vardır:
(Sübhàneke allàhümme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerike lek, estağfiruke ve etûbü ileyk.) (1)
(1)[Yâ Rabbi, seni hamdinle tesbih ederim, senden başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim; senden mağfiret taleb eder ve sana dönerim.] (Et-Tergîb, 2/411)
Bunu meclislerden kalkınca okumanın lüzumunu, Peygamberimiz SAS bildirmiştir. Çünkü meclislerde bazı boş laflar da konuşmuş oluruz, bazı günah sözler de kaçırmış oluruz. Bu istiğfar ve tesbih ile onları silmiş oluruz.
Zikrullahsız meclisin, kıyamet gününde onlar için hüsran olacağını Ebû Dâvud ve Hâkim sahihlerinde zikretmişlerdir.
Ebû Hüreyre RA'ın şu rivâyeti de şâyân-ı dikkattir:
"--Bir cemaat bir mecliste oturur da, orada zikrullah olmazsa veyâ Rasûlüllah Efendimiz'e salavât-ı şerîfe getirilmezse, o meclis oturan o kimseler için ancak noksanlık, hüsran ve nedâmet olur." buyrulmuş.
Hattâ ehl-i cennetin bile tahassürleri, gussaları, nedâmet ve pişmanlıklarından biri de, dâr-ı dünyada iken zikirsiz geçirdikleri saatler ve zamanlar olacağı da ayrıca bildirilmiştir.
Sehl Hazretleri der ki:
"--Bu kadar nîmetleri veren Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zikrini terk etmekten daha kötü, kabih, fena bir ma'siyet bilmiyorum, tasavvur da edemem."
Bu zatın sözüne göre en büyük ma'sıyet, Allah-u Teàlâ'nın zikrinden mahrum olmaktır. Dillere zikrullahın zor ve ağır gelmesinin, münâfık alâmeti olduğunu bildirerek;
"--Derhal tevbe et, tazarru ve niyâz eyle ki, Allah-u Teàlâ zikrini sana hafif ve kolay eylesin; ve sana tevfîk u hidâyet eylesin!" buyurmuştur.