HAVVA TEYZEM’İN ARDINDAN
(1933 – 13 Eylül 1973)
Dr. Metin ERKAYA
Teyzem Havva Erkaya, 1933 yılında Peçenek köyünde doğdu. Babası dedem Yusuf Atılgan, annesi ebem Fadime Atılgan’dır. Yedi yaşında iken (1940) annesi hastalandı. Şiddetli karın ağrısıyla Ankara Nümûne Hastanesi’ne yatırıldı. Apandisit teşhisiyle ameliyata alındı. Fakat tedavi başarılı olmadı, vefat etti. Cenazesi Garipler Mezarlığına defnedildi. Geride üç çocuk kaldı: Teyzem 7 yaşında annem İkbal 5 yaşında, dayım Halil İbrâhim 1 yaşındaydı.
Bunun üzerine dedem Nuri Kaçar’ın kızı Fadime ile evlendi. Büyük iki çocuğu kabul ettiler, küçük Halil İbrâhim’i kabul etmediler. Nuri Kaçar, “Kızım ona bakamaz!” dedi. Çocuğu anneannesi Nasibe Ebe’ye verdiler. Nasibe ebe oğlu Şâli (Şıh Ali) dayının yanında kalıyordu. Birkaç sene içinde küçük Halil İbrahim dayımız annesizlikten, bakımsızlıktan ve hastalıktan vefat etti.
Teyzemle annem ikinci Fadime ebemizin yanında büyüdüler. Fadime ebe, klasik üvey ana tipindeydi. Kızlara hiç iyi davranmazdı. Annem yıllarca, “Allah hiç kimseyi üvey eline bırakmasın!” diye dua etti. Dedem kızlarına karşı ciddi durur, hiç yüz vermezdi.
Annem girişkendi, yürekliydi, korkmazdı. Erkeklerin yapacağı pek çok işleri o yapardı. Köylülerle birlikte Kesiktaş’tan kağnı ile çorak bile getirmişti. Teyzem biraz korkaktı, çekingendi. Eve su getirmek, mallara bakmak, koyunlara bakmak, inek sağmak beraber yaptıkları işlerdi.
Yusuf dedem gözü açık bir insandı. 1940’lı yıllarda eğitmenlik kursuna gitti. Köylerde üç yıllık ilkokullarda eğitmenlik yapma hakkını kazandı. Kurtşıh (Çiçektepe) köyünde eğitmenlik yapmaya başladı. Amcam Cafer Erkaya, Babam Mehmet Erkaya onun talebeleri arasındaydı. Bu arada babamın dayısı Satılmış Öz’le arkadaş oldular.
1950 yılında dedem Ali Erkaya, oğlu Cafer’i evlendirmeye karar verdi. Dayısı Satılmış Öz vasıtasıyla Yusuf dedemin kızı Havva teyzeme talip oldular. Yusuf dedem, “Ben kızlarımı birbirinden ayırmam, ikisini birden evlendirmek istiyorum.” deyince, “Küçüğü İkbal’ı de Mehmed’e alalım!” dediler. Gittiler, geldiler, görüştüler, konuştular. Düğün hazırlıkları yapıldı. 1950 güzünde düğün yapıldı.
İki at arabası gelin arabası olarak hazırlandı. Teyzemin arabasını Osman amcam, annemin arabasını da Hüseyin (Çakmak) eniştem sürüyordu. Amcam ağırbaşlı, sakin bir kimseydi. Eniştem şakacı, hoş sohbet birisiydi. Önde teyzemin
gelin arabası gelirken, Hüseyin eniştem atları kırbaçlıyor, teyzemin arabasının önüne geçiyor. Önce annemin arabası geliyor. Sonra teyzem geliyor. İki gelini birbiriyle kucaklaştırıyorlar, nazar değmesin diye… Sonra herkesi evine indiriyorlar.
Teyzem bu işe biraz üzülüyor. Daha sonraki yıllarda yeri geldikçe annemin kendisini geçtiğini, kendisinin her şeyde arkada kaldığını söylüyor.
1952’de annemin bir oğlu oluyor, Nihat ağabeyim… Teyzemin çocuğu olmuyor. Kocakarı ilaçları yaptırıyorlar, fayda yerine zararı oluyor. Sonra doktorlara götürüyorlar, bir çare bulamıyorlar. Teyzem çok üzülüyor.
Sonraki yıllarda annemin çocukları oldukça daha çok üzülüyordu. Önce çocuğun doğumuna yardım ediyor, çocuğu yuyup yıkıyor, kundaklıyor; sonra oturup iyice bir ağlıyordu. Fakat daha sonraki yıllarda biraz alıştı, çok ağlamıyordu. Daha çok annemin sağlığını düşünüyordu.
Annemle teyzem gündüzleri aynı evde oturuyorlardı, aynı mutfakta çalışıyorlardı. Annem daha çok çocuklarıyla ilgileniyordu. Düğün, nişan, ölüm, cenaze gibi işlere hep teyzem giderdi. Teyzem çok ciddi, Osmanlı bir kadındı. Dedikoduyu sevmez, kimsenin aleyhinde konuşmazdı. Çok güzel Kur’an okurdu. Ma’rifetliydi, güzel yemekler yapardı, baklava, höşmerim yapardı. Köyde verilen büyük yemeklerde, hac ve düğün pilavlarında mutlaka teyzemi çağırırlardı, Pilavın pirincini, suyunu o ayarlardı.
Teyzem bizi çok severdi. “Sarı Metinim!” diye gözlerimden öptüğü gözümün önünden hiç gitmez. Cafer amcam da bizi çok severdi. Elmalığa gittiğimizde veya bostana gittiğimizde söğütten düdük yapar bize verirdi. Yeğenleriyle özel ilgilenir, gönüllerini yapardı. Annemle babam da amcamla teyzeme çok değer verirlerdi. Hiçbir zaman onların yanında çocuklarını sevmezlerdi. Onlar görmeden geceleri gizli gizli severlerdi. Onlara çocukları olmadığını hissettirmezlerdi.
1972 Temmuz’unda Rüstem Altınbaş Ağabey Hasan Hüseyin’le beni İstanbul’a, Yıldız Mühendisliğin kampına götürdü. Kamp Ortaköy’de Abdurrahman Paşa Köşkünde idi. Mehmed Zâhid Kotku Hocamız’ı ziyaret ettik. Pazar günleri sohbetine gittik. Hocamız’a intisab etmek nasib oldu.
Sincan’a geldikten sonra akşamları tesbih çekerken zaman zaman seccadenin üstünde uyuyakalıyordum. Bu durum teyzemin dikkatini çekiyordu. 1973 Şubat tatilinde İstanbul’a Hocamız’ı ziyarete gittim. Eve üniversiteye hazırlanmak, ders çalışmak için gittiğimi söyledim. Ben orada iken teyzem bir rüya görmüş. Rüyasında ben biri beyaz sakallı, diğeri siyah sakallı iki muhterem zatın (Mevlâna Hàlid-i Bağdâdî Hz. ve Mehmed Zâhid Kotku Hz.) önünde oturuyormuşum. İstanbul’dan gelince bana anlattı, aslında ne için İstanbul’a gittiğimi sordu. Ben de anlattım. O da intisab etmek istedi.
Rüstem Altınbaş ağabey o zaman öğrenci idi. İstanbul’da İskenderpaşa Camii yurdunda kalıyordu. Ona mektup yazdım, teyzemin intisab etmek istediğini söyledim. O da Hocamız’a sormuş. Hocamız bazı tesbihleri (100 Estağfiru’llah, 100 Lâ ilâhe illa’llah, 100 Allah, 100 Salevat-ı Şerife, 100 İhlâs-ı Şerif) çekmesini tavsiye etmiş. “Baharın Ankara’ya geleceğim, o zaman görüşürüz!” demiş.
1973 Mayıs’ında Mehmed Zâhid Kotku Hz. Ankara’ya geldiler. M. Es’ad Coşan Hocamız’ın evinde kalıyorlardı. Her akşam bir evde sohbet ve zikir programları oluyordu. Bir gün teyzemi aldım götürdüm, Hocamızdan ders almak nasib oldu. Annem o sırada köydeydi. Birkaç gün sonra da onunla M. Es’ad Coşan Hocamız’ın
evine gittik. O da M. Zâhid Kotku Hocamız’a intisab etti, ders aldı. (Hepsi rahmetlik oldular, Allah cümlesine rahmet eylesin…)
Son yılında teyzem biraz rahatsızdı. Zaman zaman karnı ağrıyordu. Kalın barsakla ilgili şikâyetleri vardı. 1973 Eylül’ünde annem-babam köyde kalıyorlardı. Biz Sincan’da, Cafer amcam ve teyzemle beraber kalıyorduk. 11 Eylül Salı sabahı teyzemin karnı ağrımaya başladı. Devamlı kusuyordu. Kıvranıyordu.
Dr. Şinasi’nin evine gittim, gelmedi. Dr. Şükrü’ye gittim, o geldi, muayene etti. İğne ilaç verdi. Geçmezse hastanede nöbetçi olduğunu, oraya getirmelerini söyledi. Şikâyetleri geçmedi, galiba Tıp Fakültesi aciline götürdüler. Orada yine Şükrü bey bakmış, benim hastam diye öbür doktorlara da baktırmamış. Fakat anlayamamış. Tedavisi etkili olmadı. Eve getirdiler, şikâyetler yine devam etti. Ertesi gün başka bir hastaneye götürdüler, yine anlayamadılar.
Üçüncü gün Yüksek İhtisas Hastanesi’ne götürdüler. Onlar yaptıkları tetkiklerden sonra, barsak tıkanması teşhisi koymuşlar. Ameliyat olması gerekir demişler. Ameliyat hazırlıkları yapılmış. 13 Eylül Perşembe akşamı, perşembeyi cumaya bağlayan gece, saat 23.00’te ameliyat masasında iken, daha ameliyat başlamadan vefat etmiş. Mevlâ rahmet eyleye…
Ertesi gün cenazesi köye getirildi. Hastanede yıkanmış ve kefenlenmişti. Eski evin örtmesine (balkonuna) koydular, Kefeni açıp, görmek isteyen yakınlarına gösterdiler. Cenaze namazı kılındı, köyün mezarlığına defnedildi.
Çok üzüldük, ağladık. En çok da annem üzüldü. Yıllarca sessiz sessiz ağladı. Çocukluğundan beri hiç ayrılmamışlardı.
Cafer amcamla evleneli 23 yıl olmuştu. Çocuklarının olmayışı en büyük üzüntü sebebiydi. Her zaman boynu büküktü, gönlü mahzundu. Güldüğünü hiç hatırlamıyorum. Hüzünlü, iniltili Kur’an okuyuşu hiç kulağımdan gitmiyor.
Annemiz gibiydi. Ömrünü, her şeyini bizim için harcadı. Allah cennette buluşmak nasib eylesin… Makamını yüksek eylesin…
13. 09. 2020 – Maltepe / ANKARA