sempozyum sayfa 1
ABDÜL’AZİZ BEKKİNE HAZRETLERİ
(1895 - 2 Kasım 1952)
Dr. Abdüllatif Duygulu (Metin Erkaya)
a. Çocukluğu ve Gençliği
Abdül’aziz Bekkine Hazretleri hicrî 1313, miladî 1895 yılında İstanbul Mercan’daki evlerinde dünyaya geldi. Babası tüccardan Mehmed Molla oğlu Haris Efendi, annesi Fatma Hanımdır.
Haris Efendi aslen Kazan’lı (Rusya) olup, 1880’lerde ailesi ile İstanbul’a göç ettikten sonra Asmaaltı’nda toptan yağ ticareti ile meşgul olmuştur. Kazan’ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı. Kazan’da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı.
Hocaefendi’nin ailesi o zamanlar Rus tebaasında idiler. O günkü hükümetin tutumu dolayısıyla 1909 yılında ailesiyle birlikte Kazan’a gitti. Kazan’da bir süre kaldıktan sonra, Buhara’ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsil etti.
1917’de Rusya’da Bolşevik ihtilâli olunca, Kazan’da şartlar çok olumsuz hale geldi. Bolşevikler Kazan’a ve Türkmenistan’a doğru ilerliyorlardı. Annesi ve babası da daha önce Kazan’da vefat etmişlerdi. Abdül’aziz Efendi de kardeşlerini alarak İstanbul’a dönmeğe karar verdi. İki anneden 5’i erkek, 11’si kız olmak üzere 16 kardeştiler.
1918 yılında Kazan’dan trenle Bakü’ye, oradan Batum’a gelmişler. Batum’dan da İstanbul’a bir Türk gemisi ile gelmişlerdir.
Kısa bir müddet erkek kardeşleri ile beraber Asmaaltı’nda bir dükkân açıp çalıştırmışsa da, sonra dükkânı kapatıp, bir müddet Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir.
* * *
sempozyum sayfa 2 Dr. Mazhar Özman diyor ki: Bana çocukluk ve gençlik hayatından bahsettiği hadiseler oldu:
“Ben 5-6 yaşından itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah namazı vaktine kadar bahçemizdeki ağaçlarda öten kuşların öterek, ‘Huu... Huu...’ deyip Allah’ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde;
‘—Benim sağlığımda dinlen evliyâ, benden sonra çalışırsın!’ derdi.
Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de:
‘—Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna...’ derdi.
Sonra hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik.’” (1)
* * * Çocukluğu garip tecellilerle doludur. Onun sokakta garip bir yürüyüşü vardır. Ellerini arkasına bağlar, öne yıkılacakmış gibi eğilip, ayaklarının üzerine bakar ve sallanarak yürürdü. Kendisine bu garip yürüyüşünün sebebi sorulduğunda:
“—Ben bunu büluğ çağına basarken, beni yolda yürürken seyreden komşuların beni aptal sanmalarını arzu ettiğim için bu şekilde yürümeyi adet edindim. Kimsenin beni fark etmesini, benimle meşgul olmasını istemiyordum.” diye cevap verirdi.
Abdül’aziz Efendi’nin gençliği üst üste acılar ve ayrılıklarla doludur. Kendisini dinleyenler ondan şunu naklediyorlar:
“Bolşevik ihtilali olmuş, Kazan’dan İstanbul’a geliyorduk. Gençtim, yanımda kız ve erkek kardeşlerim vardı. Bakü’ye geldik. Onları otele bıraktım. Rahat ibadet edebilmek için civar tepelerde ıssız bir yere gittim. Orada bir kovuk buldum. Bakü’de kaldığımız zaman, o kovuğa girip ibadet ediyordum. Son gittiğimde garip bir tecelli içinde kendimi buldum. Adeta Arş’ın üzerinde ve Allah-u Zülcelâl Hazretleri’nin huzurunda kendimi hisseder gibi oldum. Oradan bütün kainatı seyrediyordum. Ne zaman ki, kardeşlerim aklıma geldi, kendimi kovuğun içinde buldum.” (2)
* * *
sempozyum sayfa 3 Gemide geçen bir hadiseyi Hocaefendi bir arkadaşımıza şöyle anlatmıştır:
“Bir gün sohbet esnasında Hocaefendi’ye şöyle bir sual sordum:
‘—Efendim bu memleket nasıl kurtulur?’
Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:
‘—Rusya’dan İstanbul’a dönerken Batum’dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında yaşlı ve fakir bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere yuvarlanıp kaldı.
Bu durumu kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve İstanbul’a kadar da yanında misafir etti.
İşte evlâdım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur.”
Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir: Bir İtalyan kaptanın yaşlı fakir bir adama karşı gösterdiği olgun ve insani davranışı, bir Türk ve müslüman olan kontrol memuru, İslâm’ı bilip yaşamadığı için gösterememiştir.
Öyleyse insanlarımıza İslâm’ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını sağlamak icab edecektir. (3)
b. Tahsili ve Mânevî Eğitimi
Abdül’aziz Efendi okul öncesi Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi’den Arapça ve din dersleri almış, daha sonra Dârüttedris Mektebi’ni bitirmiştir. 1910’da ailesi ile birlikte Kazan’a gittiklerinde orada ilim tahsili yapmış, daha sonra Buhara’ya geçerek orada 5 sene devrin tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etmiştir.
Babasının vefatından sonra, Kazan’dan mecburi bir göçle 1918’lerde İstanbul’a geldiklerinde bir müddet Çarşıkapı’daki Bayezid Medresesi’ne devam etmişlerdir.
Nadide bir yaratılışa sahip olan Hacı Aziz Efendi İstanbul’a döndükten sonra büyük bir azimle mürşid-i kâmil arayışına çıkmış ve feyz alacağı kapıyı kendisi aramaya başlamıştır. Hacı Aziz Efendi mürşid arayışını bize şöyle anlatmıştır:
sempozyum sayfa 4
“Kazan’dan İstanbul’a döndükten sonra artık bir mürşide bağlanma zamanının geldiğine inanmıştım. Biliyordum ki insanın mânevî olarak olgunlaşması ve ilerlemesi bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun hizmetinde bulunmakla olabilir. Bunu daha çocukluğumda hem öğrenmiş, hem anlamıştım. Bu sebeple İstanbul’daki mürşid-i kâmil olarak tanınmış kimseleri soruşturup onları ziyaret etmeye başladım.
İlk olarak Eyüp’te ikamet eden tanınmış bir zâtı ziyarete gittim. Elini öpüp karşısına oturdum. Kendisi murakabe haline geçti. Ben de gözlerimi kapadım ve başımı kalbimin üzerine eğdim. Bir de ne göreyim, o zâtın göğsünde: (Hàzà ebû zeheb) “Bu altın babası” yazılıydı. Hemen müsaade isteyerek yanından ayrıldım.
Gene mürşid-i kâmil aramak maksadı ile yaptığım ikinci ziyaretimde zamanın tanınmış büyüklerinden Nakşî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi nâmı ile mâruf bir şeyh efendiyi ziyaret ettim. Kendisi Hacı Feyzullah isminde bir şeyh efendinin halifelerinden olup, çok sevilen bir zât idi. Epeyce kısa boylu, mülâyim, zarif bir zâttı.
Kendisini ziyarete gittiğimde bir duvar saatinin altında oturmuş, başını göğsüne eğmiş, gözlerini yummuş, tefekküre dalmış bir vaziyette buldum. Ben de karşısına oturdum, gözlerimi kapadım ve başımı kalbime eğerek beklemeye başladım. Derken saatin tik-takları ile Allah’ı zikretmekte olduğunu duydum. Başının üzerindeki saat, ‘Allah Allah...’ diyordu. O zaman başımı kaldırıp gözümü açtım. O da gözünü açı ve bana saati işaret ederek:
‘—Bizim dervişin zikrine agâh oldunuz galiba?’ dedi.
Onun üzerine ben içimden tamam bu hazretten ders alınır diye düşündüm. O zaman bana:
‘—Evlâdım senin nasibin bizde değil, ara, bulacaksın. Ama madem ki bize kadar geldin, sana bir nasihatte bulunayım.’ dedi. ‘Dervişlik çok güzeldir. Ona talip ol, fakat mürşidliğe talip olma, çok zor bir iştir.’ dedi.” (4)
sempozyum sayfa 5 Nihayet takdir edilen vakit, saat gelmiş, Abdül’aziz Efendiyi, Çarşıkapı Medresesindeki yakın arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi, kendi mürşidi Mustafa Feyzi Efendi’ye götürmüştür.
Mustafa Feyzi Efendi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin halifesidir. Kendisinden sonra dördüncü postnişin olarak irşad vazifesinde bulunmuştur. O zaman Gümüşhaneli Dergâhı, Bâbıalide vilayetin karşısında, Fatma Sultan Camii yanında idi.
23 yaşında Mustafa Feyzi Efendi’ye intisab eden Abdül’aziz Efendi, onun sohbetlerine devam etmiştir. Sonunda Hazret’in himmetiyle mânevî eğitimini tamamlamış, 27 yaşlarında iken hilâfet mertebesine ulaşmış ve kendisine irşad salâhiyeti ve icâzetname verilmiştir. (5)
Ayrıca Râmûzül-Ehàdîs kitabını da okutma icazeti almıştır. Bütün hayatı boyunca binlerce talebeye, maddî ve mânevî sahada, ilim, irfan ve insanlık öğrettikleri gibi, bu eseri de defalarca okutmuşlar ve tercümelerini takrir etmişlerdir.
İlk vazifeleri Beykoz’da bir camide başlar. Daha sonra Aksaray’da bir camide devam eder. Yazıcı Baba, Kefevî, Ümmü Gülsüm camileri onun feyz kürsüleri olur. 13 yıl Ümmü Gülsüm Camisi’nde vazifesi devam etmiştir.
Bu cami Unkapanı’ndan Saraçhane’ye çıkarken Bulvarın sağında biraz içeridedir. Fakat, içinde çok feyizli sohbetlerin yapıldığı ahşap meşrutası istimlâke uğramıştır.
İkinci haclarından döndükten sonra, yakalandıkları hastalıktan kurtulamayarak, daha genç denilecek bir yaşta, 57 yaşında rahmet-i Rahmân’a kavuşmuşlardır. Tarih 2 Kasım 1952 (14 Safer 1372) Pazartesi günü, öğle vakti civârıdır. Kabirleri Edirnekapı Sakız Ağacı Şehidliği’ndedir. (6)
c. Çeşitli Hal ve Vasıfları
Hocaefendi büyücek başlı, sivrice çeneli, mavi gözlü, yüzleri sarıya çalar buğday renkli idi. Tenleri beyazdı. Sakalları sarı, uzunca ve seyrekçe idi. Pazuları kuvvetli idi. Bir koyunu rahatça yatırır, keser ve yüzerlerdi. Orta boyluydu. Genellikle vasıtaya binmezler ve gidecekleri yere yürüyerek giderlerdi.
sempozyum sayfa 6 Allah vergisi olarak kendileri deha mertebesinde bir zekâya sahipti. Hangi meslekten, tahsil ve kademeden olursa olsun, onunla konuşup sohbetinde bulunan herkes, kendilerinin zekâ ve ilmine hayran kalır ve o zamana kadar böyle bir kimseye rastlamadıklarını kabul ve itiraf ederlerdi.
Kendisinin medrese ve yol arkadaşı Bursalı Mehmed Zâhid Efendi de bir sohbetinde: “Aziz Efendi talebeliği zamanında arkadaşları arasında ayrıca zekâsı ile de temayüz etmişti.” şeklinde buyurmuşlardı.
Esasen veciz hitabeti, ince sual ve cevapları bunun açık işaretleri olduğu gibi, kendileri “Mü’minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.” hadis-i şerifine tam mânâsı ile uyan ve insanın iç ve dışını okuyan bir bakışa sahipti. Hiç görmediği bir kimsenin karakterini sadece fotoğrafına bakarak söyleyebilirdi.
İnsan her gün, her saat kendisi ile beraber bulunsa gene de ona ve sohbetlerine doyamaz ve ayrıldıktan sonra da, bir an önce yanlarına dönmek için can atardı. Sohbetler genellikle sualli- cevaplı ve ilgi çekici olur ve katılan insan oradan maddî ve mânevî büyük bir zevk alırdı. Bu hususta tahsilli, tahsilsiz, zengin, fakir, yaşlı, genç fark etmezdi.
Sohbetlerinde zaman da mevzu bahis değildi. Genellikle yatsı namazından sonra oturulur ve icabında sabahlanırdı da. Bir kimse dışarıdan sohbet odasının ışığını yanar görmüşse, gecenin hangi saatinde olursa olsun, çekinmeden kapının zilini çalıp içeri girebilirdi.
Sohbetlerinin bu doyulmazlığı hakkında şu iki misalle iktifa edelim:
Felsefe mevzuundaki doktorasını Paris’te yapmış olan rahmetli Doç. Dr. Nureddin Topçu Bey, bir gece Hocaefendi’nin sohbetinde bulunduktan sonra saat 02-03.00 sıralarında arkadaşı ile yanından ayrılırlar. Henüz dış kapıdan yeni çıkmışlardır ki, Nureddin Bey bir an duraklar ve arkadaşı Sırrı Bey’e:
“—Yahu Sırrı tekrar içeri girsek ayıp olur mu?” demekten kendini alamaz.
Diğer bir hadise de şöyledir:
sempozyum sayfa 7 Hocaefendi ilk haccına giderlerken hudut köylerini yaya geçmek ve köylerde gecelemek durumunda kalır. Gece kaldığı köylerde akşamki sohbete dayanamamış birçok kişi, sabah kendisi ayrılırken:
“—Keşke sizi hiç tanımasaydık Hocam.” dedikleri vâkî idi.
Sabır mevzuunda şöyle söylediği nakledilmiştir:
Bir gece sohbetinde Hocaefendi:
“—Bir gün gelir danışacak hocalarınız da bulunmaz. Öyle bir günde seçeceğiniz insanda arayacağınız vasıf nedir?” diye bir sual sordular.
Herkes bir şeyler söylediyse de tatmin olmadılar. Sonra kendileri şöyle buyurdu:
“—O kimsenin sabrını kontrol edersiniz. İnsanlarda riyânın karışamayacağı, anlaşılabilir, hakikî tek vasıf sabırdır. Sabır, musibet geldiği an, ilk darbede hiç şikâyet edilmeden sineye çekebilme halidir. Şayet ilk anda feveran eder de sonra sineye çekerse, ona sabırlı değil, mütehammil insan denir.”
Tevekkül hususunda da şöyle buyurdukları nakledilir:
“—Bir kimse mütevekkil oldu mu, kendisinden istikbâl endişesi alınır.”
Mü’minin dünyaya bakışı hakkında da şu görüşü nakledilir:
Bir gün şu suali sordular:
“—Mü’min dünyaya nasıl bakar?”
Herkes bir şey söyledi. Neticede sualin cevabını yine kendisi verdiler:
“—Mü’min’in nazarı öyledir ki, dünyadaki zevk ü sefâya bakar; arkasında cehennemi görür. Meşakkate, hizmete bakar; arkasında cenneti görür. Yâni mü’minlerin nazarı bu dünyaya takılmaz.”
Bir de nefis mevzuundaki sözlerine bakalım. Rifat Tandoğan şöyle anlatıyor:
Hocaefendi’yi görüp, sohbetine devama başladıktan sonra, içimden gelen bir hisle dargın olduğum arkadaş ve akrabalarımla barışmayı düşündüm ve gidip özür dileyip, onlarla barıştım. Diğer taraftan da, “İzet-i nefsimi ayaklar altına mı alıyorum?” diye de
sempozyum sayfa 8 bir düşünceye kapıldım. Hocaefendi’ye bu durumu anlattığımda gülümseyerek:
“—Senin nefsinin izzeti var mı?” dediler. Ben de:
“—Evet Hocam, izzet-i nefsimiz yok mudur?” dedim. Onun üzerine:
“—Nefsin izzeti olur mu? Nefis bir hayvandır, onun izzeti olmaz. Ancak vasfın izzeti olur. Meselâ öğretmenlik, babalık ve hocalık gibi... Ve kim ki vasıflıdır, o izzetlidir.” buyurdular.
Hocaefendi’nin maddî mânâdaki cömertliği ise anlatılmakla bitirilemez. O zamanların 30-40 liralık imamlık mâşının tamamını icabında olduğu gibi muhtaçlara yollar, babasından kendi hissesine düşen geliri hemşehrilerine verir ve gerekirse ihtiyacı olan bir kimseye toplu yardımlar da yapardı.
Hanımı nakletmiştir:
“—18 senelik evlilik hayatımızda hiçbir geceyi uyuyarak geçirdiğini görmedim. Daima ibadetle meşgul olurlardı.”
Hasib Efendi Hazretleri’nin de kendileri için:
“—Aziz Efendi geceleri hiç uyumaz, onun işi Allah’ladır.” buyurduğu nakledilmiştir.
Ancak öğleden biraz evvel (vakit bulurlarsa) kaylûle uykusu uyurlardı.
Vefatından sonra bir zâtın dediği, “Hocaefendi canına cömertti.” sözü onun cömertliğini gayet iyi anlatır. O hakikaten öyle idi ve öyle oldu. Kendini talebelerinin ve toplumun yetişmesi yolunda feda etti.
Gündüz demedi, gece demedi, sabahlara kadar oturup, anlattı, izah etti, karşısındakini ikna edip hidayetine ve doğru yola gelmesine vesile olmak için didindi durdu. (7)
d. Hocaefendi’nin Mizacı
Abdül’aziz Efendi, kendilerinde Allah’ın celâl sıfatı tecelli etmiş bir mürşid-i kâmil idi. Abdül’aziz Efendi insanlara karşı gayet mültefit, hoşgörülü, çok cömert, kimsede kusur aramayan ve görmeyen bir yapıya sahipti. Kendisinde celâl sıfatını tecelli
sempozyum sayfa 9 etmiş olduğunu ve bunun Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’den itibaren nasıl tecelli ettiğini bir kere şöyle anlatmıştı:
“Gümüşhâneli Hazretleri’nin kurmuş olduğu dergâh öyle bir dergâhtır ki, burada posta oturan mürşidlere Allah’ın bir tecellisi vardır. Posta oturan hocaefendi’nin birinde Allah’ın celâl sıfatı, bir diğerinde Allah’ın cemâl sıfatı tecelli etmiştir. Şöyle ki: Ahmed Ziyâüddin Efendi’de celâl sıfatı, Hasan Hilmi Efendi’de cemâl, İsmâil Necati Efendi’de celâl, Ömer Ziyâüddin Efendi’de cemâl, Mustafa Feyzi Efendi’de celâl sıfatı vardı.” (8)
Bu hal sonradan da devam etti. Kanaatimizce Hasib Efendi’de cemâl, Abdül’aziz Efendi’de celâl, Mehmed Zâhid Efendi’de cemâl, Mahmud Es’ad Efendi’de de celâl sıfatı tecelli etmiştir. Allah CC hepsine rahmet etsin, şefaatlerini nasib etsin...
Dr. Mazhar Özman şunları nakletti:
Bir gün Hacı Aziz Efendi Hazretleri’nin yanındaydım ve kendisine cemâl ile celâl sıfatları arasında ne fark vardır diye sordum. Bir taraftan düşünüyordum: Cemâl sıfatı tecelli etmiş Hocaefendi ile, celâl sıfatı Hocaefendi talebesine acaba nasıl muamele eder. O zaman tıp talebesiydim. Hacı Aziz Efendi bana şöyle cevap verdi:
“—Yâni ne zannediyorsun, dahiliyecinin merhameti merhamet de, cerrahın merhameti merhamet değil mi?..” (9)
* * * H. Nail Sürel anlattı:
Bir gün öğleden sonra Hocaefendi’nin yanında iken bana:
“—Nail haydi gel Mustafa Feyzi Efendi Hazretleri’nin hanımını ziyarete gidelim.” dedi.
Valide hanım o sırada Koca Mustafa Paşa’da oturuyordu. Zeyrek’ten ana caddeye çıkınca Rahmetli Fevzi Çakmak Paşa’nın cenazesine rastladık. Hocaefendi bana:
“—Gel biraz arkasında yürüyelim, sevaptır.” dedi.
Bir miktar yürüdükten sonra Koca Mustafapaşa’ya yöneldik, yayan olarak Valide Hanım’ın evine geldik.
Valide Hanım Hatm-i Hâcegân yapamamaktan şikâyet etti: “—Bizi takip ediyorlar.” dedi.
Ve ilaveten:
sempozyum sayfa 10 “—Hasan Hilmi Şeyhim derdi ki: ‘Allah’tan korkandan korkma, Allah’tan korkmayandan kork!’ Biz de bu sebepten biraz çekinmekteyiz.” dedi.
O zaman Hocaefendi biraz celâlli olarak:
“—Biz ne Allah’tan korkandan korkarız, ne de korkmayandan...” deyince, Valide Hanım:
“—Tabii siz erkeksiniz, sizin mânevî dereceniz başka olur.” dedi.
Ben o sırada, odanın uzakça bir köşesinde konuşulanları dinlemekteydim.
Daha sonra oradan ayrıldık. Vakit ikindiye çok yakındı. Camiye yürüyerek yetişmemiz mümkün değildi. Hocaefendi “Benim nasıl gideceğim belli olmaz.” deyip benden ayrıldı. Sonradan Hocaefendi’nin camisine ikindi namazına yetiştiğini öğrendim. Allah-u âlem Hocaefendi tayy-ı mekânla namaza yetişmiş olmalıydı.” (10)
* * * Vaktiyle Mahmudpaşa Camii’nin imam ve hatipliğini yapmış ve o zamanki Gümüşhâneli Dergâhı’nın postnişini Hasan Hilmi Hazretleri’ne mensub bir zâttan bahis geçmişti. Hocaefendi bize şunu anlattı:
“Bu zât, tekkede Hilmi Efendi Hazretleri’ne uzun bir zaman hizmette bulunmuş. Şeyh Efendi dünyasını değiştirmek üzere bulunduğu bir sırada, bu zâtı yanına çağırarak şöyle demiş:
“—Bize uzun zaman hizmet ettin, bizden ne istersin?”
Bu zât da:
“—Şeyh Efendi, bana dua buyurun, çok zengin olayım.” demiş.
Hocaefendi bunu anlattıktan sonra gözlerinin açarak ve biraz da hiddetlice bir şekilde şöyle dedi:
“—Adamın istediğine bakın, ahiret dururken bakın ne istiyor? İstesene iman selâmetini, istesene Allah’ın rızasını!..”
Bu zât hakikaten çok zengin olmuş. Fakat ömrünün sonuna doğru garip ve yoksul bir kimse gibi dünyasını değiştirmişti. (11)
* * * Sırrı Bey anlattı:
Bir pazar günü ikindi üzeri şöyle bir şey içime doğdu:
sempozyum sayfa 11 “—Hocam, senin duydukların bir duyabilsem, senin gibi bir
hâlim olsa.” dedim.
Maksadım şeyhlik filan değildi. “Bu hal nice bir haldir, bir an o hali yaşasam, ondan sonra bana birkaç günlük bir ömür yeter.” diyordum ve kalktım gittim. Yanına vardığımda Hocaefendi bir hadis kitabı okuyordu. Elini öptüm, oturdum.
Bana:
“—Sana bir vakıa anlatayım.” dedi.
Ben de:
“—Buyurun Efendim...” dedim:
“—Oğlum, Buhâra’da bir tekkeye bir yabancı gelmiş. Biraz sohbetten sora yemek zamanı gelmiş. Şeyh efendi misafire, o zamanki Buhâra’nın meşhur yemeği olan ballı paça’dan ikram etmek istemiş. Halbuki tekkede yemek var, misafirini ağırlayabilir, fakat ballı paça yokmuş.
Bu düşünce, şeyh efendinin gönlünden geçedursun, müridlerinden kalb gözü açık, hilâfet makamına ermiş birisi, beş- on dakika sonra ballı paçayı getirip, misafir ile şeyh efendinin önlerine koşmuş. Şeyh efendi bu halden pek memnun olarak misafire buyur etmiş. İçinden de, “Bu müride ne isterse verelim!” demiş.
Misafir gittikten sonra şeyh efendi o müride:
“—Gel oğlum, bizden ne istersin?” demiş.
O da:
“—İman selâmeti ve duanız bereketini isterim.” demiş.
Şeyh efendi:
“—Oğlum, gönlünden geçeni söyle bana!..” deyince o mürid:
“—Efendim, benim istediğim şeyi bilirsiniz.” demiş. Şeyh efendi yine:
“—Dışarı çıkar gönlündekini.” demiş.
Mürid bu sefer: “—Benim istediğimi verir misiniz?”
Şeyh efendi:
“—Söz, vereceğim.” deyince, o da:
“—Beni kendin gibi yap!” demiş.
Şeyh o müride:
sempozyum sayfa 12 “—Oğlum tahammülü zor bir şey istedin ama, söz bir defa bizden çıktı, geri almayız.” demiş.
Müridi yanına almış. Kırk gün sàim-oruçlu bir vaziyette beraber halvette kalmışlar. Sair müridân ikisine de hizmet
etmişler.
Kırk gün sonra halvetten iki şeyh efendi çıkmış, ikiz kardeş gibi. Müridân, şaşırmışlar ve ayırmaya imkân yok. Nihayet aradan bir kırk gün geçmiş ve birisi vefat etmiş. Geride kalan:
“—Ey müridlerim, bu dünyasını değiştiren, arkadaşınız falan efendi idi. Benden benim gibi olmayı istedi, verdik. Fakat ancak kırk gün dayanabildi. Ömrü de tamam olmuştu. Haydi techiz ve tekfinine mübâşeret eyleyiniz!” demiş.
Aziz Efendi bunu anlattıktan sonra, bana:
“—Sakın, isteme oğlum, tahammül edemezsin!” dedi. (12)
e. Hocaefendi’nin Rüya Tabir Etmesi
Dr. Mazhar Özman anlattı:
Hocaefendi bir gün bize bir ahbabından bahsediyordu. Bu zât Allah düşmanlarını yerermiş. Kendisi bir rüyasını Hocaefendi’ye şöyle anlatmış:
“Rüyamda büyük bir camiye girmişim, orada arkası dönük olarak Hazret-i Peygamber SAS Efendimiz oturmuşlar. Büyük bir halka kurup zikir yapıyorlardı. Sağ tarafında Hazret-i Ebû Bekir RA, sol tarafında Hazret-i Ömer RA oturuyordu. Hazret-i Ebû
Bekir RA’ın yanında bir kişilik boş yer vardı. Ben içeriye girdiğim zaman Peygamber Efendimiz SAS bana arkası dönük olduğu halde:
‘—Filanca oğlu filanca geldi.’ dediler. Ve sağa dönerek: ‘Yâ Ebû
Bekir, şimdi gelen zât Allah düşmanlarını sevmezdi. Onu halkaya alınız!’ dedi ve beni halkadaki boş yere oturttular.”
Hacı Aziz Efendi şöyle devam etti:
“Bu rüyayı dinledikten sonra kendisine:
‘—Yakında vefat edeceksin, gidip insanlarla helalleş.’ dedim.
Bir hafta sonra hanımı telaşla bize gelerek bana dedi ki: ‘Bizim Efendi yandaki odada oturuyordu, yüksek sesle ‘Allah’ diye bağırdığını duydum. İçeriye girdiğimde vefat etmişti.’”
Bunun üzerine Hocaefendi bize:
sempozyum sayfa 13 “—Bu zât hayatı boyunca herkese: ‘Allah de dur!’ derdi. Bu defa kendisi ‘Allah’ dedi, durdu.” dedi. (13)
* * * Sırrı Bey’den:
Abdül’aziz Efendi hayatta idi. Şöyle bir rüya görmüştüm: Hocaefendi önde yürüyor, ben de arkasından gidiyorum. Hocaefendi yolda üç köşe döndü. Her köşeyi dönerken arkasına bakıyordu. Üçüncü köşeyi dönünce, birden kayboldu.
Bu rüyayı Nureddin Bey’le Celâl Hoca’ya anlattık. Celâl Hoca önce düşündü, bazı şeyler okudu ve sonra:
“—O zât senin mürşidindir, üç vakit sonra vefat edecek.” dedi.
Aynı rüyayı Hocaefendi’ye anlattığımda o da:
“—Oğlum bizim vefatımıza az bir zaman kaldı. Üç vakit var; üç ay mı, üç yıl mı bilmem!” dedi.
Hakikaten, o rüyadan üç yıl sonra Hocaefendi vefat etti. (14)
f. Hocaefendi’nin Takvâsı
Hocaefendi Hazretleri’nin Allah korkusu ve takvâsı sünnetlere düşkünlüğü ve bağlılığı anlatılmayacak kadar büyüktü. Takvâsını anlatmak için sadece şunu nakletmek kâfidir:
Bir gün uzaktan gelen hilafet arkadaşlarından bir zât bir Hatm-i Hâcegân sonunda kendisine:
“—Efendim, etrafta sivil polis olması muhtemel insanlar dolaşıyormuş. Tedbir olarak bir müddet hatimlere biraz ara verseniz nasıl olur?” dedi.
Hocaefendi buna karşılık:
“—Ben böyle bir emir almadım.” dedikten sonra “Biz korkmaktan korkarız.” dedi. Ve ilave etti: “Esâsen ipler Allah’ın elindedir. Tedbir alırsan da, o isterse ayağına dolaştırır.”
“Biz korkmaktan korkarız.” sözü ile Hocaefendi kanaatimizce, “Biz Allah’tan başkasından korkmaktan korkarız.” demek istemişti. Ve Hocaefendi bize takvâyı yâni Allah’tan nasıl korkulacağını böyle güzel bir sözle anlatmıştı. (15)
* * *
sempozyum sayfa 14 Hocaefendi kendisinin o güne kadar hiç diş ağrısı çekmediğini söylemiştir. Bunu bir gün Hocaefendi bize şöyle anlatmıştı:
“Ben hayatımda bu yaşıma kadar hiç diş ağrısı çekmedim. Bu şöyle tecelli etti: On - on iki yaşlarındaydım. Rusya’da, Kazan’daki evimize babamın mürşidi ve arkadaşı gelmişti. Misafir odasında toplantı yapıyorlardı. Beni içeriye almamışlardı. Ben kapının dışından konuşanları dinliyordum. Bir ara babamın şeyhi:
‘—Veysel Karâni Hazretleri’ne üç İhlas bir Fatihâ okuyan diş ağrısı çekmez.’ dedi.
Ben hemen kapının dışında Veysel Karâni Hazretleri’ne üç İhlas, bir Fatihâ okudum. O günden bu güne kadar Allah’ın izniyle hiç diş ağrısı çekmedim.” (Bu hatıra Prof. Dr. Mazhar Özman tarafından nakledilmiştir.) (16)
* * * İkinci ve son haclarında (1952) kendilerine yol arkadaşı olan merhum Hacı Fuat Pirinççi şu hadiseyi anlattı:
“Hac için Mina’dan Arafat’a çıkıyoruz. Otobüs geldi, hepimiz bindik. Hocaefendi otobüsün en önünde ve sağ tarafta oturuyordu.
Şoförümüz sarıklı, sakallı, değişik, garip bir kimse idi. Arabaya binince arabanın içindeki herkesi teker teker çok yakından süzdü. En son Hocaefendi’ye sıra geldi. Ona dikkatlice baktı. Ve eliyle işaret ederek, (Hàzà hacı) ‘İşte tam hacı’ dedi.
Bu lafın üzerine Hocaefendi otobüsten indi ve yürüyerek Arafat’a gitti. Mekke’ye dönünceye kadar bir daha kendisini göremedim.” (17)
g. Tevekkül ve Teslimiyeti
Abdül’aziz Hocaefendi:
“—Tevekkülün ilk basamağında insanın üzerinden istikbâl
endişesi alınır.” derdi.
Hocaefendi hayatında iki defa hacca gitmiştir. İlk haccı bekârlık zamanında, 1930’da olmuştur. Bu yıllarda vatandaşlara Hac için pasaport verilmiyordu. Hocaefendi bu sırada arkadaşlarına “Ben hacca gidiyorum.” demiş ve pasaport dahi almadan çıkıp gitmiştir.
sempozyum sayfa 15 Bir sohbeti sırasında bize, hududu yürüyerek geçtiğini söyledi. Hududu geçtikten sonra Suriye’de bir köyde gecelemiş. Başlangıçta köylüler kendisinden çekinmişler. Fakat sohbetten sonra kendilerini çok fazla sevmişler. Hocaefendi bu köyde beş gün kalmış. Köyden ayrılırken köylülerin hepsi ağlayarak, “Keşke seni tanımasaydık Hocam!” dediklerini evvelce bildirmiştik. Daha sonra Hocaefendi Kudüs’e, oradan da Hicaz’a geçmiştir.
Bir gün bize şöyle demişti:
“Hacca giderken bir endişem vardı. O da, ‘Acaba doya doya zemzem içebilecek miyim?’ diye düşünüyordum. Zira bir hadis-i şerifte: ‘Münafıklar doya doya zemzem içemezler.’ buyurulmaktadır. O zaman zemzem kuyudan kova ile çekilirdi. Zemzem kuyusunun başına gittiğimde bana da bir kova zemzem uzattılar. Kovayı başıma diktim, hepsini içmişim. Rabbime hamd ettim, çok sevinmiştim.”
* * * Tıp talebesi idim. Hocaefendi hastalık hususunda bize şunları söyledi:
“Allah CC bir kuluna şifa verecekse sudan da verir. İnsanların hasta olduklarında bir hekime gitmek mecburiyetleri yoktur. Yâni, hekime müracaat etmemelerinde mes’ul olmazlar. Fakat ehliyetli bir hekime müracaat ederse, sebebe tevessül etmiştir. Bu durumda hekimin söylediğine uyması gerekir. Yoksa mes’ul olur.”
İslâm’da her şeyde olduğu gibi hekimlikte de ehliyet aranır. Bu bakımdan kendisine sormuştum: “Kadın, kadın doktora mı gitmelidir?” sualime: “Kadın doktorla, erkek doktor aynı ehliyete sahipse, kadın kadını tercih eder. Erkek daha ehliyetliyse o zaman erkeğe gider.” cevabını vermiştir.
Hocaefendi’nin o esnada on iki yaşındaki büyük oğlu Mahmud hastalanmıştı. Yüksek ateş ile yatıyordu. Bu hastalık birkaç gün sürdü. Ben tıp talebesi idim. Hocaefendi Mahmud’un hastalığını benimle konuşuyordu. Hastayı ziyarete gelenlerin arasında Vedat ağabeyim vardı ve Hocaefendi’ye:
“—İzin verirseniz Mahmud’u bir doktora götürelim.” dedi.
Hocaefendi ise:
sempozyum sayfa 16 “—Götüreceğim, götüreceğim de Allah’tan utanıyorum.” dedi.
* * * Hocaefendi kendisine gelen zekâtı ve yardımı evinde bekletmez, ihtiyacı olanlara hemen o gün dağıtırlardı. Her hususta olduğu gibi bu hususta da Peygamber SAS Efendimiz’in yaşayışına uyuyorlardı.
Bir gün kendisiyle otururken bana şu hadiseyi naklettiler:
“Dün evde baktım ki hiç erzak kalmamış, yanımda da harcayacak para yoktu. Rabbime iltica ederek dedim ki:
‘Yâ Rabbi! Vereceksen ver... Artık bakkaldan borç da almayacağım.’
Tam o anda bizim hanım yukarıda, seslendi:
‘—Hocaefendi, paltonun cebinden 50 lira çıktı. Sen mi unuttun?’
‘—Hayır, ama ihtiyaçlar için kullanabilirsin.’ dedim.”
* * * Bir zamanlar cami tamire muhtaç hale gelmişti. Tavandan kumlar dökülüyordu. Bu durum üzerine bir arkadaşımız Hocaefendi’ye namazdan çıktıktan sonra evin kapısında şöyle bir teklifte bulundu:
“—Efendim biraz para toplayalım da, camiyi tamir edelim!” dedi.
Hocaefendi’nin bu teklifine cevabı şu oldu:
“—Bak evlâdım, Şeyh Efendi (Mustafa Feyzi Efendi) derdi ki: ‘Para ateştir, ateşe de Rufaîler karışır.’ Bizim para ile işimiz yok. Siz işinize bakınız. Bir müslüman çıkar camiyi tamir eder.”
Bu konuşmadan on beş gün geçmemişti ki, Hocaefendi ile oturuyordum. Fatih Belediye Doktoru Fuat Bey geldi ve dedi ki:
“—Efendi Hazretleri ben emekli oldum ve ikramiye aldım. İzin verirseniz bu paranın yarısı ile camiyi tamir edeyim, diğer yarısı ile de hacca gideyim.”
Hocaefendi bu teklifi uygun gördü. Cami para toplamaya lüzum kalmadan tamir edilmiş oldu. Cami tamir edilirken Dr. Fuat Bey de hacca gitti ve hacı oldu, döndü.
Hocaefendi bir gün bana:
sempozyum sayfa 17 “—Hacı Dr. Fuat Efendi Hac’dan dönmüş, ziyaretine gidelim.” dedi.
Beraber gittik. Bir hafta sonra yine bir sabah yanına vardığımda:
“—Hacı Dr. Fuat Efendi vefat etti. Gidelim cenazesini kaldıralım.” dediler.
Dr. Fuat Efendi’nin cenazesinin yıkanmasında bulunduk, kabrine gittik. Cenazeyi Hacı Aziz Efendi ile beraber kabre indirdik. Ve talkını bizzat Hocaefendi verdi.
Hocamız bize vefalı olmayı, tevekkül ve teslimiyeti, haliyle bir kere daha anlatmıştı.
* * * Diğer bir misal de şöyle:
Hocaefendi’nin ihvanından çok zengin bir kadın bir gün kendisine gelip diyor ki:
“—Hocaefendi kocamdan çok mülk kaldı. Akrabam yok ve çocuklarım yok, yâni varislerim yok. Müsaade ederseniz caminizin biraz ilerisindeki üç katlı bir apartmanımı, çocuklarınızın ihtiyacı olur diye size vermek istiyorum?”
Bunun üzerine Hocaefendi:
“—Biz şu anda caminin meşrutasında oturuyoruz. Evsiz değiliz. Siz onu evsiz birisine veriniz.” buyuruyorlar.
İşte Hocaefendi’nin tevekkül ve teslimiyet anlayışı böyleydi. (18)
h. Sohbetleri ve Sohbet Tarzı
Hocaefendi’nin Cemaatı ve ihvanı ile çok yakın alâkası vardı. Bazı üniversite talebelerinin ricası üzerine “Senirkent” gazetesinde birkaç köşe yazısı çıkmıştı. Bunlar gayet kısa ve özlü idi. Bunları matbaacı bir arkadaşa verdik, maalesef geri alamadık. İşte birinin son paragrafında Hocaefendi hatırladığımıza göre şöyle söylemişti:
“Hülâsaten denilebilir ki: Hakk’a kulluğunu idrak eden kimseye, halka hizmet borç olur.”
sempozyum sayfa 18 İşte Hakk’a kulluğunu hakkıyla idrak eden Hocaefendi cemaatini ve ihvanını yetiştirmek için bu anlayışı içinde borcunu ödemişti.
Borç kabul ettiği bir hizmetini yaparken belki de Allah’ın kendisine ilham etmiş olduğu ömrünün kısalığını da düşünerek uyku uyumadan gece gündüz demeden, her zaman cemaati ve ihvanıyla beraber olmuş onlarla sohbet etmiş, onlara Râmûz el- Ehâdis okumuş ve eğitilmeleri için bütün ömrünü harcamıştı.
Hocaefendi’nin eğitim sistemi ise sualli cevaplı idi. Kendisi soru sorar ve arkadaşlarından teker teker bu suale cevap vermelerini sabırla beklerdi. Bu bir bakıma Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddîn Efendimizin ve Peygamber SAS Efendimiz’in eğitim sistemine uymaktadır.
Bazen bir sabahtan ertesi sabaha kadar, 24 saat hiç durmadan sohbet ettiği olurdu. Sohbet odasında ışık yandığı müddetçe, her an, gecenin her saatinde zili çalınıp içeri girilebilirdi.
Bazen de sohbette gecenin üçte ikisi geçtikten sonra bizlerle hatm-i hâcegân yapar, bazı geceler de sehere yakın bizlerin yalnız başımıza ibadet etmemizi isterdi. Arkadaşların böyle hep beraber bulunup, sonra yalnız başına Allah’ı zikretmelerini bir nükte ile şöyle anlatırdı:
“Cemaat ördeklere benzer. Ördekler bir yiyecek ambarına doğru koşarken, kendi paytak yürüyüşleriyle iki yana sallanarak sanki: ‘Hep beraber, hep beraber...’ diyerek koşarlar.
Fakat yeme ulaşınca, yemi yerken de: ‘Herkes başlı başına, herkes başlı başına...’ dermiş gibi başlarını öne arkaya hareket ettirirler.”
İşte böylece anlatırdı ki, sohbetten sonra bizler de başlı başına tesbih çekerek Allah’ı zikredelim!
Hocaefendi ihvanına, “Mümkün olduğu kadar ehl-i tarîk olmayanla görüşmeyiniz!” tavsiyesinde bulunurdu. Kendisine hikmeti nedir diye sorduğumda:
“—Gönlü Allah’la meşgul olmayan insanların, gönüllerinde gafletten dolayı toplanan sıkıntılar, gönlü açık olan kimselerin gönüllerine naklolur. Geçici zaman da olsa onları Allah’tan uzaklaştırır.”
sempozyum sayfa 19 Bize bunu da tavsiye ederdi:
“—Size Allah’ı hatırlatanlarla arkadaşlık yapınız!”
Hocaefendi’nin bize nasihatlerinin arasında dünya ile ilişkimizi tarif ederken şöyle derdi:
“—Dünyaya misafir olarak yerleşiniz, ev sahibi olarak yerleşirseniz gitmeniz çok zor olur. Ve insanlara kendinizi sevdirerek yaklaşınız.”
Hocefendi’nin ihvanını terbiye ve eğitim metodunun içinde, onları başkalarıyla temas ettirmemesi de vardı. Ancak yetişmiş olanları bal arısına benzetirdi: “—Bal arıları her çiçekten bal alırlar ama, bu balı kendi kovanlarına getirmeleri lâzımdır. Şayet başka kovana götürürlerse, o kovanın kapısındaki koruyucu arılar tarafından öldürülürler.” derdi.
Hocaefendi ihvanına karşı çok zaman mürşidliğin yanında bir babanın evlatlarına gösterdiği yakınlığı da göstermiştir. Talebelerinin mânevi hayatı kadar, maddi hayatı ile de meşgul olmuştur.
* * * Ehliyetli olmayan kimselerle ihvanını görüştürmemesine yaşadığımız bir misali verelim:
Hasib Efendi’nin sağlığında beş altı kişilik bir arkadaş grubu Hasib Efendi’nin ihvanından olan vaiz Şeref Güzelyazıcı’nın evine haftada bir kez dini sohbete gidiyorduk. Bu arada Hacı Aziz Efendi’nin de sohbetlerine gelmeye başladık. Şeref Hoca’nın anlattıkları zamanla aklımızı karıştırmağa başladı. Son gittiğimizde fenâ fillâh mertebesini tarif etmişti ki, hem anlamamıştık, hem de kafamız iyice karışmıştı.
Bir gece yatsı namazında Aziz Efendi’nin camisinde toplandık. Namazdan sonra Şeref Hoca’nın evine gidecektik. Kapıda toplu halde bulunuyorduk ki, Hacı Aziz Efendi bize, içeriye girin diye işaret etti. Arkadaşlar:
“—Efendim biz Şeref Hoca’nın sohbetine gideceğiz.” dediler.
Hocaefendi biraz sert olarak:
“—Size içeriye girin dedik ya!” diye buyurdular.
sempozyum sayfa 20 Onun üzerine içeriye girdik.
Hayatımızda bir daha ne o hocaefendiye, ne de başka bir hocaefendinin sohbetine gidemedik. Anlamıştık ki, talebeyi mânevî bakımdan korumanın en önemli yolu bu idi.
Hocaefendi sohbetlerinin yanına kısa bir müddet sonra Ramûz el-Ehâdis okutmayı ilave etmişti. Pazartesi ve perşembe geceleri evinde; pazar günleri ikindiden sonra camide bu hadis derslerine devam ederdi. Genellikle gece de Ramûz’dan dört ya da beş sayfa okurdu. Hocaefendi fazla açıklama yapmadan hadis-i şeriflere yalnız mânâ vererek okuturlardı. Bu şekilde 562 sayfalık Ramûz el-Ehâdis’i, bir sene üç ay gibi kısa bir zamanda bizlere okuyup mânâlandırmışlardı.
* * * Hocaefendi’ye bir mürşid ile oturma, konuşma, istemek âdâbının nasıl olduğunu sordum. Buyurdular ki:
“—İnsan mürşidi ile beraber oturduğu zaman önüne veya kalbine bakmalı, mürşidin gözüne bakmamalıdır. Mürşidlerimizden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi, ihvanına: ‘Asla dünyaya ait bir şey istemeyiniz.’ buyurmuşlardır.”
“—Efendim mürşide sual lisânen mi sorulur, gönülle mi sorulur?” diye sorduğumda ise, şöyle cevap verdiler:
“—Bu soruyu ben de Şeyh Efendi’ye sormuştum. Buyurdular ki: ‘Her ikisi de olur, biz gönül yolunu tercih ettik.’ Ben de gönül yolunu tercih ettim.”
Ben de içimden dedim ki:
“—Ben de gönül yolunu seçeceğim!”
Hocamın himmet ve kerametiyle, gönülden sorduğum her sorunun cevabını aldım.
Bir de şu hususu belirteyim ki Hacı Aziz Efendi’ye bir sual sorduğumuzda bize verdikleri cevapta, “Şeyh Efendi bu mevzuda şöyle demişti...” ibaresiyle cevaba başlardı. Hiç bir zaman kendilerinden bir şey söylemezlerdi.
* * * Yine bir gün beraber oturuyorduk. Bize İslâm’da istikameti anlatmak sadedinde şöyle buyurdular: