ÖNSÖZ
Münebbihat, Mısır'da yaşamış, aslen Askalân'lı, meşhur fakih ve hadis alimi İbn-i Hacer el-Askalânî (1372 - 1449) tarafından derlenmiş; Peygamber SAS Efendimiz'in, ashabdan ve tabiinden çeşitli büyüklerin bir kısım sözlerini ihtiva eden bir risâledir. İçinde ikiden ona kadar cümlelerden oluşan tenbihler vardır. Uzun yıllar medreselerde zevkle okunmuş ve okutulmuştur.
Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendimiz de, 1974 yılı Ramazanında öğle ve ikindi namazlarından sonra; 1979 Ramazanında, yatsı namazından önce yarım saat kadar bu kitaptan okuyup, izah ederek ders yapmışlardı. Elinizdeki kitap, o derslerin bir kısmına ait kaset çözümleri ve tutulan notlardan oluşuyor.
Münebbihat kitabının altılı, yedili, sekizli ve dokuzlu bölümlerini ihtiva eden dersleri ise maalesef temin edemedik. Elinde bu bölümle ilgili kasetleri olan okuyucular bizimle diyalog kurarlarsa, kitabın daha sonraki baskılarında o eksikleri tamamlamak mümkün olacaktır.
Kitabın güzel muhtevâsı ve hikmetli sözleri, Hocaefendimiz (Rh.A)'in açıklamalarıyla ve kolay anlaşılabilir ifadeleriyle birleşince, okuyucu için faydalı olacak güzel bir eser vücuda geldiğini düşünüyoruz.
Çalışmalarımızda bizi teşvik eden Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan Hocamız'a; kaset temininde yardımcı olan Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel Bey'e teşekkür ediyorum. Bu çalışmamızın eski ihvan için geçmiş günleri hatırlatacak, duygulu anlar yaşatacak bir vesile; gençler için de Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'ni tanımalarına katkıda bulunacak bir döküman olmasını temenni ediyorum.
Dr. Metin ERKAYA
Sincan, Ekim 1995
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) HAZRETLERİ'NİN KISA TERCEME-İ HÂLİ
Müellif Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş. Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.
Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.
a. Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.
Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.
Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.
Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.
b. Tahsili, Askerliği
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.
Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medrese-lerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.
1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.
1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
d. Vefatı
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı'nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.
Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:
Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama, "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un,
Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.
e. Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.
Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...
Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
Halil Necâtioğlu
MEHMED ZÂHİD KOTKU
HAZRETLERİ'NİN ESERLERİ
1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild)
2. Cennet Yolları
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild)
4. Ehl-i Sünnet Akaidi
5. Ana Baba Hakları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild)
7. Nefsin Terbiyesi
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi
9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
10. Evrâd-ı Şerif
11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
12. Yemek Âdâbı
Konuşmalarından Hazırlanan Kitaplar
1. Zikrullahın Faydaları
2. Özel Sohbetler
3. Peygamber Efendimiz
4. Tenbihler
1. DERS
Euzübillâhimineşşeytanirrâcîm.
Bismillâhirrahmanirahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Vel akıbetü lil müttakîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihi ecmaîn...
Bu, Ramazan gecelerinde teravihden evvel --teravihden sonra, vakit geç tabii-- okuyacağımız, bir parça büyüklerin sözlerinden... Ona Münebbihat diyorlar; İbn-i Hacer-il Askalânî'nin... İkiden ona kadar sözler var... Şimdi bugün iki sözlü yeri:
Cenâb-ı Peygamber SAS'den rivayet edilir ki:
(Hasletân, lâ şey'e efdale) "İki huy vardır ki, ondan daha efdal bir şey yoktur:
1. Birisi, (İmânen billâh) Allah'a iman.
2. İkincisi, (Ven nef'ü lil müslimîn) müslümanlara faydalı olmak!..
İki şey ind-i ilâhîde çok senâya lâyık: Birisi iman, ikincisi müslümanlara fayda verecek şey... Onun için demişler ya:
(Hayrun nâs, men yenfeun nâs) "Nâsın hayırlısı, nasa hayırlı olandır."
Bu iki haslet ki, Cenab-ı Hak indinde ondan efdal şey yoktur: Birisi iman... İman olmayınca, zaten bir şey olmaz! İman başta gelir. Her şeyin başında iman... Ondan sonra müslümanlara fayda verecek hal ü harekât... Sözünle, paranla, vücudunla, etinle, sütünle; ne gibi faydalar varsa, o faydaları müslümanlara yapabilmek, en iyi huy...
(Ve hasletân, lâ şey'e ahbesü minhümâ) İki şey de vardır ki, ondan daha kötü şey yoktur:
1. Birincisi, (Eşşirkü billâh) Allah'a şirk koşmak...
2. İkincisi de, (Ved dàrrü lil müslimîn) müslümanlara zarar verecek hat, hareketler, her şey... Hepsi onun içine girer. Korkutmak da onun içinde...
Müslümanın canı nasıl kıymetliyse, malı da öyle kıymetlidir. Malı ne kadar kıymetliyse, şerefi de o kadar kıymetlidir. Müslümanın şerefine, şahsına zarar verme!..
Bir müslüman ne kadar günahkâr olursa olsun, ne kadar ama; dünyanın bütün kabahatini işlemiş bir müslüman dahi olsa, "Lâ ilâhe illallah" diyor mu; o yine müslümandır. Ona elleşme!.. Ehl-i kıbleye elleşme!..
--E canım, çok günahkar!..
--Olsun!.. Gâvur bütün hayırları işlese, ne kadar hayır varsa işlese, yine gâvurdur, yeri cehennemdir. Müslüman ne kadar kötülük işlerse işlesin, yeri yine cennettir; imanı oldukça!.. İman büyük nimet... O da Cenab-ı Hakk'ın bize lütf u ihsânı...
Allah esirgeye, Bulgarya'da yahut Rusya'da, yahut başka bir gâvur memleketinde bir gâvur anadan-babadan doğsaydık, ne yapardık?.. Ne gelirdi elimizden?.. Onlar gibi kiliseye giderdik. Neye tapıyorlarsa, biz de onlara tapardık... Öyle, Selman-ı Farisî gibi, babasının ateşe taptığını beğenmeyip müslüman olacak kaç kişi çıkıyor?.. Bir tane çıkmış öyle bir bahtiyar... Ondan sonra, herkes anasına babasına tâbi... Ana-baba ne yoldaysa, çocuk da o yolda...
Onun için, Allah'a çok şükredelim ki, biz müslüman diyarında, müslüman bir anadan babadan dünyaya gelmişiz. Bu, büyük nimettir!.. Elhamdü lillâh, bizi imanla büyütmüşler. İmanla ölmeyi de Cenâb-ı Hak cümlemize nasib etsin inşallah!..
Onun için, iman çok mühim... İman büyük bir parçadır... Meselâ, vücud nasıl bir sürü parçadan ibaret; imanın da bir sürü parçaları var. İşte, Amentü billâhi başta... Altı tane... Fakat 32 farz da onun içerisinde, 54 farz da onun içerisinde... Bu farzlarla beraber iman sağlam oluyor. Nasıl vücut ikiye bölünemezse, imanın da hiçbir zerresi bölünemez!
--Ahiret denilen şey; öldükten sonra canım, toprak olacak da adam, yeniden olacak; buna aklım ermiyor!..
--Ermez!.. Senin doğduğuna aklın eriyor mu?.. O, ana rahminde;
(Yüsavviruküm fil erhâm) Allah bunu ne güzel tasvir etmiş! Hepsi yerli yerinde... Aklın eriyor mu buna?.. Nasıl, o kan parçasından bunlar olur?.. O kan parçası da tabii, bu yediğimiz topraktan oldu. Bu, topraktan olan kan parçasından evladlık tohumları olur. Ondan da bak, rahimin içerisinde Allah ona bu hilkati veriyor. Suyun içerisinde de o tasvir var. Tohum atınca tarlaya, çıkıyor. O da öyle geliyor.
Onun için Allah Celle ve Alâ, hepimizi affetsin de... Bizi topraktan yaratan Allah, hergün yaratıyor işte... Her gün yaratılan, hep topraktan yaratılıyor... Yediğimiz topraktan, içtiğimiz topraktan.. Topraktan da o kan oluyor. Kandan da bu insan oluyor işte, vesselâm... Düşünecek bir şey, yok...
Onun için, iki şey efdal; ondan daha üstün bir şey yok: Birincisi, İman: "Lâ ilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah" dedin, tamam... Kelime-i tevhid...
"--Ben müslüman olacağım yahu, ne yapayım, ne edeyim?" diyen kimseye;
"--Git müftüye!.." demek büyük günah!.. Yalnız, "Lâ ilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah" desin; oldu. Müftüye yollamaya lüzum yok... Hemen telkin ediver, teferruatını sonra öğrensin.
Aleyhis Salâtü ves Selâm Efendimiz buyurmuşlar ki:
1. (Aleyküm bimücâlesetül ulemâ') "Öyleyse, siz ulema meclislerine devam edin!" Çünkü, iman kolay bir şey değil. Gaybe iman... Allah'ı görmedik ama, kendisini bize gösteriyor Kur'an'ında... Ben buyum, diyor, gösteriyor 99 tane esmasıyla... Bize kendisini tanıtıyor.
Dün radyoda konuşuyordu bir ilâhiyat profesörü:
"--Bir inşaat, bir bina yapılınca, bunun kendi kendine olmadığını herkes biliyor. Bir bina kendi kendine olmayınca, koskoca kâinat kendi kendine olur mu?.." diyor.
Bunu akıl kabul etmez tabitıyla... Sen ne dersen de... Tabiat de, bilmem ne dersen de ama, akıl kabul etmez ki, mutlaka buna bir yapıcı vardır. O yapıcı da kim?.. Allah Celle ve A'lâ... Halik-ı külli şey!.. Bütün her şeyin halikı, Allah Celle ve A'lâ..
Onun için, şimdi bunları bize öğretecek ulemadır. Öyleyse, (Aleyküm bimücâlesetil ulemâ') "Siz, ulemânın meclislerine devam edin, onların sohbetlerini dinleyin!.."
2. (Vestimâi kelâmil hukemâ') İnsanların içerisinde de hakim insanlar vardır. Sözü sohbeti dinlenir, mâkul konuşmalar yapar. Hukemâ diyorlar onlara... Onların sözlerini de dinleyin!..
--Niçin?..
Sebebi: (Fe innallahe teâlâ yuhyil kalbel meyyiti) Allah ölü kalbleri diriltir. Neyle?.. (binûril hikmeti) Ulemânın hakîmâne söylediği sözlerle...
Ölü kalpleri diriltir. (Kemâ yühyıl ardal meytete bimâil matar) Ölmüş, sararmış, hayat kendisinden gitmiş toprağa yağmurlar yağdığı vakitte, nasıl yeşerir, ondan nasıl hayat biter?.. İşte ulemanın meclislerinde oturan insanların gönüllerinde de iman öyle biter. Ölü kalbler dirilir yâni!..
Onun için, SAS Efendimiz demiş ki:
1. (Men tealleme harfen) Çok ufak harf, elif meselâ... (minel ilmi gafarallahu leh) "İlimden bir harf öğreneni, Allah-u Teâlâ mağfiret eder."
Meselâ, ilmi öğrenmeğe çocuklar mektebe gidiyor. "Rabbi yessir ve lâ tüassir..." diye, hoca başlar okutmaya... Çocuk bunu okurken, babası ne kadar azablı olursa olsun, Allah-u Teâlâ diyor ki: "Onun çocuğu Besmele-i Şerif'i okurken, ben onun babasına azab etmeye çekinirim!" diyor.
2. (Ve men vâlâ habîben) "Kim bir kişiyi Allah için dost edinirse; (gafaralluhu leh) o da mağfiret-i ilahiyyeye mazhar olur." Onun için, herkes Allah için dost edinmeli; dostluğa layık bir adam dost edinmeli.. Habib. Habibullah..
3. (Ve men nâme alâ vüdin) "Her kim, abdest alarak namazını kılıp da yatarsa, abdestli yatarsa; (gafarallahu leh) o da mağfiret-i ilahîye mazhar olur."
4. (Ve men nazara fi vechi ahîh) Ne kadar hoş şey!.. "Kim ki, kardaşının yüzüne muhabbetle bakarsa, Allah rızası için..." Çünkü, yüzde cemâlullah var... Yüz, Allah'ın varlığını isbata en büyük delil... Ne güzel bir nur var yüzde.. Göze bak, hayran olursun... Kaşa bak, hayran olursun... Yüzüne bak, hayran olursun... Ağzına bak, sözüne bak.. Hep hayranlıklara düşürür insanı... Bu hayranlıklar, bu kuvveti veren Allah'a delâlet eder seni...
Ama ne yazık ki, biz bu yüzümüzü gözümüzü parlatmaya çalışırız da; bunun yarınki halini bir görsen!.. O, mezara konduktan sonra, hani mümkün olsa da, açsan bir baksan!.. Ooo, ne korkunç, ne iğrenç!.. Kaçar artık... "Nereye yahu?.. Hani bunu balla, kaymakla besliyordun! Tatlı olsun, güzel olsun diyerekten... Bugün ne kaçıyorsun?.." Gitti artık can... Gitti.
Onun için, (Men nazara fi vechi ahîh) "Kim ki, kardaşının yüzüne böyle sevgiyle bakarsa; (gafarallàhu leh) o da Allah-u Teâlâ'nın mağfiretine mazhar olur."
Onun için, çok güzel öğütler buyurmuş büyüklerimiz. Allah hepimizi affetsin... Hiç kimsenin kusuruyla meşgul olma!.. Sen alemin kusurunu görmeye gelmedin! Kendi kusurlarını gör!.. Islah edebilirsen, ne âlâ... Islah edemiyorsan, o da senin gibi kardaş, o da ıslah edemiyor, ne yapalım? Elinden geliyorsa yalvar, "Ya Rabbi, ne olur sen affet!.. Bu kötü huydan bunu kurtar!" de... Yapabiliyorsan ne âlâ... Yapamıyorsan, onunla tellallık yapma!..
Kardeşinin yüzüne baktın mı, Allah-u Teâlâ'nın mağfiretine nail oluyorsun... Beş şey:
1) Kur'an'a bakarsan öyle..
2) Valideyninin yüzüne bakarsan öyle.
3) Kâbe-i Muazzama'ya bakarsan öyle.
4) Ulemânın yüzüne bakarsan öyle.
5) Kardeşinin yüzüne bakarsan, bu da öyle...
Onun için, Allah hepimizi affetsin de, kardeşleri kardeş olarak sevip; yüzlerine öyle merhametle, şefkatle bakmak, cümlemize nasib etsin...
Şimdi bir de bakış var ya; sert bir bakış.. Korkar insan.. Yüreği titrer, acaba nasıl diyerekten.. Öyle değil.
5. (Ve men ibtedee biemrin fekàle bismillâh) Bir iş yapacak, dükkan açacak, işine gidecek; "Bismillâh" diyor. (gafarallàhu leh) O da mağfiret-i ilahîye mazhar olur.
Şimdi Peygamberimiz'in sözleri bitti, Ebubekrinis Sıddîk'in sözü geldi.
(Men dehalel kabre) "Her kim kabre girerse, (bilâ zâdin) katıksız olaraktan; (fekeennemâ rakibel bahra bilâ sefîneh) denize gemisiz girmiş bir adam gibidir." Denizde gemisiz gitmek isteyen bir adam gibidir. Denizde gemisiz nasıl yürünmezse, kabirde de zâdı olmayan, katığı olmayan kimsenin durumu ona benzer.
(Hayrüz zad, ettakvâ) "Azığın hayırlısı takvâdır." Allah korkusu gönlünde olmayanların orda işi zor... Oraya ekmek, peynir gitmez ya!.. Zad, katık... Katık dediğin senin, ekmek peynir... Oraya ekmek peynir gider mi?.. Ekmek peynir yeri değil ki orası!.. Ya?.. Orada Allah korkusu!.. Allah korkusuyla kabre girebildiysen, ne mutlu sana... O Allah korkusu yoksa, vay halimize!..