21. SABIR VE NAMAZLA ALLAH’TAN YARDIM İSTEYİN!
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak iki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin...
a. Allah’tan Yardım İstemek
Tefsir sohbetlerimizde Bakara Sûre-i Şerîfesi’nin 153. ayet-i kerimesine ulaştık. Daha önceki hafta yaptığımız sohbette:
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل يِ وَلاَ تَكْفُرُونِ (البقرة:٨١١)
(Fe’zkürûnî ezkürküm ve’şkürû lî ve lâ tekfurûn.) “Ben sizin kıblenizi değiştirdim, size peygamber gönderdim. O peygamberin şu güzel evsafı var, ne mutlu size... Binâen aleyh, siz de beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin ve bana sakın küfrân-ı nimette bulunmayın!” (Bakara, 2/152) ayet-i kerimesi üzerinde durmuştuk.
Onun arkasından buyuruyor ki; okuyorum, bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَوةِ، إِنَّ اللهَ مَعَ
الصَّابِريِنَ (البقرة:٢١١)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’staînû bi’s-sabri ve’s-salâh, inna’llàhe mea’s-sàbirîn.) (Bakara, 2/153) (Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman eden mü’min kullar!” diye Rabbü’l-àlemîn, Mevlâmız Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri mü’minlere hitab ediyor. (İstaînû bi’s-sabri ve’s-salâh) İstiâne; avn
istemek, yardım istemek mânâsına bir kelime. İstif’al bâbı bir şeyi taleb etmek, istemek mânâsına geliyor çok kere. Meselâ, isticvâb; cevap istemek.
(İstaînû bi’s-sabri) “Sabır ile, sabrı kullanarak, sabrı vasıta edinerek, sabır vasıtası ile yardım isteyiniz!” Tabii, yardım kimden istenir?.. Yardımı yapmağa muktedir olan kudret sahibinden istenir. Mü’minler yardımı Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden isterler. Düşmanları ne kadar kuvvetli olursa olsun, onlar;
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (آل عمان:٢١١)
(Hasbüna’llàhu ve ni’me’l-vekîl) “Allah bize yeter, o ne iyi vekildir.” (Âl-i İmran, 3/173) derler ve her türlü tehlikeye karşı yardımı Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden taleb ve niyaz ederler.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (الفاتحة:١)
(İyyâke na’büdü) “Sadece sana ibadet ederiz, (ve iyyâke nestaîn) sadece yâ Rabbi, senden yardım isteriz.” derler. (Fâtiha, 1/4) Çünkü, hakîkatte her türlü yardımı veren veya verdirtmeyen, birileri yardım etmek isteseler bile yolu kesen, kesecek kudrette olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir.
İslâm tarihindeki vukùat, müslümanların ihlâslı, imanlı mücadeleleri incelenirse görülür ki, nice güç durumdaki İslâm ordularına Allah-u Teàlâ Hazretleri yardım etmiş, az olmalarına rağmen gàlib eylemiştir. Nice çok düşmanları, çok çok yardımlar geldiği halde perişan eylemiştir. Bunun misalleri çoktur.
b. Sabrın Önemi
(İstaînû bi’s-sabri) “Siz sabrederek, sabrı kullanarak, sabırlı olarak yardım isteyiniz. (Ve’s-salâh) Namaz ile... Sabır ile, namaz ile yardım isteyiniz! (İnna’llàhe mea’s-sàbirîn) Hiç şüphesiz, kuşkusuz, muhakkak ki Allah-u Teàlâ sabredenlerin yanındadır, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153)
Daha önceki ayetlerde, mü’minler Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekle ve şükretmekle emrolundular. Bu ayet-i kerimede de sabırla emrolunmuş oluyorlar. Bu bakımdan, bir önceki ayet-i kerimeyle bu ayet-i kerimenin mânâ ilişkisi âşikârdır.
İmanı ve hayatın kanunlarını, ilâhî kanunları bilmeyen cahil veya gàfil olan kimseler, “İnsan mü’min olunca, ona imanından dolayı imtiyazlı bir muamele yapılacak, hiç üzüntü, elem, keder, hastalık, dert, belâ, musîbet gelmeyecek.” diye sanabilir. Ama iş öyle değildir. Cenâb-ı Hak bu dünya hayatını imtihan hayatı olarak düzenlemiştir. Bizi de imtihan etmek için buraya göndermiştir. Onun için, imtihanda da çeşitli sıkıntılarla karşılaşılır. Bu karşılaşılan sıkıntıların aşılması için de, insanın sabırlı olması lâzım! O sabrı tavsiye ediyor.
Müslümanın ibadetlerindeki hikmetler düşünülürse, onu sabra alıştırmaya yönelik olduğu görülür. Müslüman sabra küçükten, mükellef olduğu çağdan itibaren sabrın her çeşidine alıştırılıyor. Yâni oruçla, Ramazan oruçlarıyla, namazlara beş vakit devam etmekle, sabahleyin erken kalkmakla, teheccüd namazıyla, diğer görevlerle, ibadet ve taatlerle sabra alıştırılıyor.
Müslümanın sabrı kendisine şiar, alet ve vasıta, hız ve güç ve başarı kaynağı etmesi lâzım!
Her nimetin kazanılması birtakım külfetler sarfıyla oluyor. Mahsulün biçilmesi için ekilmesi ve bakılması gerekiyor. Tarlanın sürülmesi gerekiyor, otların ayıklanması gerekiyor. Sulama gerekiyor. Mahsulün toplanması gerekiyor, ayıklanması, ilaçlanması gerekiyor. Ondan sonra sonuç elde ediliyor.
İnsanın hayatta başarı kazanması için, iyi bir eğitim görmesi gerekiyor, okuması gerekiyor. Bunun için masraf etmesi gerekiyor, zaman harcaması gerekiyor, çalışması gerekiyor, uykusuz kalması gerekiyor. Binâen aleyh, müslüman başarı için her şeyde sabretmeli!
İmanın başı sabırdır. İyi icraat yapabilen bir müslüman olmanın başı da sabırdır. Tarikatın başı da sabırdır. Dinin yarısı sabırdır, yarısı şükürdür. Yâni, önemli bir kısmı sabırdır. Ahlâkın başı, temeli sabırdır. Her türlü başarının kaynağı, sabırlı olmaktır.
Bu sabırlı olmayı, mutlaka çoluk çocuğumuza öğretmeliyiz. Uykuya dayanamıyor, uykusuzluğa dayanamıyor, yorgunluğa dayanamıyor, çalışmaya dayanamıyor... Böyle olmaz. Yâni, sabrı öğrenmesi lâzım! Her işin olması zamanın gelişmesiyle, akmasıyla, geçmesiyle olduğundan, o zamanın geçmesi için de kişinin sabra sarılması lâzım!
Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri bir de sabredenleri sever.
وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ(آل عمران: ١١١)
(Va’llàhu yuhibbü’s-sàbirîn) (Âl-i İmran, 3/146) diye ayet-i kerimeler var. Sevdiği huylara sahib insanların bir bölüğü sabredenlerdir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri lütf u keremiyle, kuvvet kudretiyle, avn ü inâyetiyle sabredenlerin yanında olacağını da müjdeliyor. (İnna’llàhe mea’s-sàbirîn) diye bu ayetin sonunda da bildiriyor.
Demek ki sabrı öğreneceğiz, sabrı çoluk çocuğumuza öğreteceğiz. Sabrı şiar edineceğiz, sabrı kullanacağız. Her şeyin sabırla olduğunu bileceğiz. Bir taraftan insanın kendi nefsinden
gelen istekler vardır veya isteksizlikler vardır. Bitmez tükenmez nefsânî arzular, şehevât-ı nefsâniyye dediğimiz şeyler; bir taraftan da yapılması gereken, ama meşakkatli olan güzel şeylere karşı da tenbellenmeler, isteksizlikler vardır. İnsanın nefsine karşı mücadele etmesi gerekiyor, bu bir sabır işi... Diğer taraftan kâfirlere karşı mücadele etmek gerekiyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emirlerini, ibadetleri yapmak için sabretmek lâzım; ne kadar meşakkatli zahmetli olsa da... Günahları, haramları da ne kadar câzibeli, ne kadar iştiha çekici, ne kadar hoş görünüşlü olsa da, onları da yapmamak için diretebilmesi, sabredebilmesi lâzım!
Bunu şuna benzetmiş alimler: İnsan hastalandığı zaman acı ilaçları içiyor, acımasına rağmen iğneyi yaptırıyor, kesme biçme olduğu halde ameliyata bile razı oluyor; çünkü sonunda sağlık var... Binâen aleyh, acı gelen, zor gelen, meşakkatli olan şeyleri de yapacak ki insan; sonunda sevap var, Allah’ın rızası var.
Nefsânî şeyleri de yapmayacak. Bir takım cazibeli zehirli çiçekler oluyor, zehirli bitkiler oluyor, zehirli meyvalar oluyor. Onları yediği zaman zehirleniyor insan. Bunun gibi, cazibeli olduğu halde nefsânî şeyleri de yapmamak gerekiyor.
Bazıları, “Sabır burada husûsî bir maksatla kullanılmıştır. Buradaki sabırdan maksat oruçtur.” demişler. O zaman, “Ey iman edenler, oruç tutarak, namaz kılarak Allah’ın yardımına mazhar olmayı düşünün!” demek olur.
Bazılarına göre, bu sabırdan maksat cihaddır. Elbette cihad ederek, cehd sarf ederek, düşmanla, nefisle mücadele ederek bu işler olacağı için, onu kasdediyor diye tefsir edenler var. Ama umûmî mânâsı zaten bunları da içine alıyor.
Sabrı çok önemli bir huy olduğundan, güzel ahlâk olduğundan, kendimize ve çoluk çocuğumuza öğretmeliyiz. “Evlâdım, bak buna sabretmen lâzım! Sabır çok sevaplıdır.” diye öğretmemiz lâzım!
c. Namazın Kıymeti
İkincisi de namaz. Salât yazılıyor, üzerinde durulduğu zaman salâh diye okunuyor. Namaz da çok yüce, çok değerli, çok önemli
bir ibadettir. Peygamber SAS Efendimiz’in hali ve adeti anlatılırken buyrulmuş ki:66
كَانَ إِذَا حَزَبَهُ أَمْرٌ صَلَّى (حم. د. عن حذيفة)
RE. 529/18 (Kâne izâ hazebehû emrun sallâ) Hazebe, zor bir işin ansızın gelip insana çatması demek. “Peygamber Efendimiz’e zor, elem verici, üzücü bir iş gelip çattığı zaman, Efendimiz hemen namaza dururdu.” Çünkü, namaz mü’minin mi’racıdır. Çok şerefli bir ibadettir ve zikrin her çeşidini, duanın her çeşidini, en güzellerini ihtiva ediyor. Hürmetin, Cenâb-ı Hakk’a kulluğun ve saygının, ta’zimin her çeşidini ihtiva ediyor.
Cenâb-ı Hakk’ın çok sevdiği bir ibadettir. Kul namaza durduğu zaman, “Allàhu ekber” deyince, Cenâbı Hakk’ın divanına, huzuruna girmiş olur. Hattâ camide namazı beklerken, ezan okunacak da namazı kılacağız diye beklerken bile, namazdaymış gibi muamele görür, öyle sevap kazanır ve melekler ona dua ederler.
Namaz son derece müessir, son derece tesirli bir ibadet şeklidir. Onun için Peygamber SAS Efendimiz:67
حُبِّبَ إِلَيَّ مِنَ الدُّنْيَا النِّسَاءُ وَالطِّيبُ، وَجُعِلَ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ
66 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s420, Salât/312, no:1319; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.388, no:23347; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.154, no:3181; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.720; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.I, s.172, no:515; İbn-i Hibbân, Sikàt, c.V, s.124, no:4161; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XII, s.283; Huzeyfetü’bnü’l-Yemân RA’dan.
67 Neseî, Sünen, c.VII, s.61, no:3939; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.128, no:12315; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.174, no:2676; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.241, no:5203; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.199, no:3482; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.280, no:8887; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.280, no:8887; Ebû Avâne, Müsned, c.III, s.14, no:4021; İbn-i Ebî Àsım, Zühd, c.I, s.119, no:234; Ukaylî, Duafâ, c.III, s.425, no:744; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, ç.I, s.398; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.338, no:1089.
(ن. حم. ك. طس. ع. قعن أنس )
Sizin dünyanızdan bana kadın ve güzel koku sevdirildi; (ve cuile kurretü aynî fi’s-salâh) ve namaz kılmak benim gözümün şenliği, gözümün sürûru kılındı.” buyurmuştur. Yâni, “Namaz kılmayı ben çok seviyorum, namaz kılmanın aşığıyım.” demiş oluyor.
d. Sabrın Karşılığı
Mü’minler ne yapacaklar?.. Sabredecekler, sabrın her çeşidini gösterecekler. Nefislerini terbiye etmek için oruçsa oruç, cihadsa cihad, nefse muhalefetse muhalefet; düşmana karşı savaşmak, sabretmek, kaçmamak; ama her anda Cenâb-ı Mevlâ’dan uzak olmamak, “Allàhu ekber” deyip onun divanına durmak, Cenâb-ı Hakk'a iltica eylemek...
Bu, tefsir ettiğimiz daha önceki ayet-i kerimelerde de geçmişti. Daha önceki ümmetlere de:
وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَ ةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ
(البقرة:١١)
(Ve’staînû bi’s-sabri ve’s-salâh, ve innehâ lekebîratün illâ ale’l- hàşiîn) buyrulmuştu. Yâni, “Sabırla, namazla siz de Cenâb-ı Mevlâ’dan istiàne eyleyiniz! Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (Bakara, 2/45) diye, Bakara Sûresi’nin evvelki ayetlerinde, daha önceki ümmetlere de aynı tavsiyenin yapıldığı beyan buyruluyordu.
إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِريِنَ (البقرة:٢١١)
(İnna’llàhe mea’s-sàbirîn) “Allah sabredenleri sever ve onların yanında yer alır.” (Bakara, 2/153)
إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ(الزمر:٣١)
(İnnemâ yüveffe’s-sàbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb) (Zümer, 39/10) buyruluyor ileride gelecek bir ayet-i kerimede. İnnemâ, edât-ı tahsistir. “Sadece sabredenlere ecirleri, mükâfatları, sabrettikleri için alacakları sevaplar bi-gayri hisâb verilecek.” buyruluyor.
Başkalarına tabii bir hesap var, miktar var. İyi amelinin cinsine göre mükâfatın da derecesi var, miktarı var. Meselâ:68
أَرْبَعٌ مُسَبِّعَاتٌ: نَفَقَتُكَ فِي سَبِيلِ اللهِ، وَنَفَقَتُكَ عَلٰى أَبَوَيْكَ، وَنَفَقَتُكَ
68 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.374, no:1509; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1319, no:43454; Câmiu’l-Ehàdîs, c.IV, s.215, no:3081.
عَلٰى أَهـْلـِكَ، وَذَبيِحَتُكَ شَاتَكَ يَوْمَ فِطْرِكَ لأَِهْلِكَ (أبو الشـيخ ف ي الثواب عن أبي هريرة)
RE. 69/11 (Erbaun müsebbiâtün) “Dört çeşit amel, yedi yüz misli sevapla karşılanır.” buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Bunlar nelerdir? (Nafakatüke fî sebîli’llâh) Birisi, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna, cihada masrafın sevabı bire yedi yüz… İkincisi, (nafakatüke alâ ebeveyke) annene ve babana yaptığın masrafın sevabı bire yedi yüz… Üçüncüsü, (nafakatüke alâ ehlike) evine, ailene yaptığın masrafın sevabı bire yedi yüz... Dördüncüsü, (ve zebîhatüke şâteke yevme fıtrike li-ehlike) Ramazan Bayramı’nda ailen için kurban kesmenin sevabı bire yedi yüz.” diye bildiriliyor.
Ama, başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:69
ذِكْرُ اللهِ تَعَالٰى أَفْضَلُ عِنْدَ اللهِ مِنَ النَّفَقَةِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِمِائَةِ دَرَجَةِ
(Zikru’llàhi teàlâ efdalü inda’llàhi mine’n-nafakati fî sebîli’llâhi bi-mieti dereceh) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni zikretmek, fî sebîlillâh masraf yapmaktan, Allah yolunda cihada para sarf etmekten yüz kat daha sevaplıdır.” buyruluyor. Yedi
yüzün yüz katı, yetmiş bin; demek ki zikrullahın sevabı yetmiş
bindir.
Gizli yapılan zikrin sevabı, —her zaman, her vesileyle, şevk olsun, kıymetini bilsinler de icrâ etsinler diye kardeşlerimize söylüyorum— içten, kalbden yapılan zikrin sevabı bunun yetmiş katıdır. Yâni yetmiş binin yetmiş katı, dört milyon dokuz yüz bin oluyor.
(İnnemâ yüveffe’s-sàbirûne ecrâhüm bi-gayri hisâb) Ama, sadece sabredenlerin mükâfâtları bi-gayri hisab verilir. Cenâb-ı Mevlâ sabredenleri sevdiğinden, onlara sevabı artık sayıya
69 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.440, no:15685; Muaz ibn-i Enes el- Cühenî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.431, no:1861.
sığmayacak şekilde, çok çok verdiğini beyan ediyor.
Ali ibn-i Hüseyin Zeyne’l-Àbidîn’den, yâni Hazret-i Hüseyin’in oğlu Ali’den (Rh.A) rivayet olunuyor ki:70
إِذَا جَمَعَ اللهُ الأَوَّلِينَ وَالآخِرِينَ، يُنَادِي مُنَادٍ: أَيْنَ الصَّابِرُونَ؟
لِيَدْخُلُوا الْجَـنَّـةَ قَبْلَ الْحِسَابِ . قَالَ : فَيَقُومُ عُـنُقٌ مِنَ النَّاسِ،
فَيَتَلَقَّاهُمُ الْمَلائِكَةُ، فَيَقُولُونَ : إِلَى أَيْنَ يَا بَنِي آدَمَ؟ فَيَقُولُونَ:
إِلَى الْجَنَّةِ. فَيَقُولُونَ: وَقَبْلَ الْحِسَابِ؟ قَالُوا: نَعَمْ . قَالُوا: وَمَنْ
أَنْتُمْ؟ قَالُوا: نُحْنُ الصَّابِرُونَ . قَالُوا: وَمَا كَانَ صَبْرُكُمْ؟ قَالُوا:
صَبَرْنَا عَلَى طَاعَةِ اللَّهِ، وَصَبَرْنَا عَنْ مَعْصِيَةِ اللَّهِ، حَتَّى تَوَفَّانَا
اللهُ، قَالُوا: أَنْتُمْ كَمَا قُلْتُمُ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ فَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ".
(İzâ cemea’llàhu’l-evvelîne ve’l-âhîrîn) “Allah-u Teàlâ Hazretleri evvelki insanları ve sonraki insanları, yâni bütün insanları topladığı zaman...” Nerede toplayacak?.. Ba’sü ba’de’l- mevt, sûra üfürüldükten sonra mahşer yerinde toplayacak. (Yünâdî münâdin) “O zaman bir münâdi, yâni seslenici, çağırıcı, tellal, bağıran kişi nidâ edecek: (Eyne’s-sàbirûne) ‘Nerede sabreden Allah’ın sabırlı kulları, hangileri?’ diye seslenecek mahşer halkına; (li-yedhulü’l-cennete kable’l-hisâb) ‘Cennete hesapsız girsinler!’ diye seslenir.” (Li-yedhulü’l-cennete kable’l- hisâb) veya (li-yüdhilü’l-cennete kable’l-hisâb) olabilir. Ama birincisi daha uygun...
“—Hesapsız cennete girsinler diye sesleniyoruz, nerede Allah’ın sabırlı kulları?” diye bir münâdi seslenir.
70 İbn-i Ebî Hàtim, Tefsir, c.I, s.392, no:1402; Ali ibn-i Hüseyin RA’dan.
(Kàle feyekùmü unukun mine’n-nâs) “İnsanlardan bazıları boyunlarını uzatırlar, (feyetelakkà hümü’l-melâikeh) melekler onları karşılarlar.” Sabırlılar çıksın denildiği için, bunlar çıkıyor meydana. “Melekler onları karşılarlar, karşılarına dikilirler, (feyekùlûn) derler ki: (İlâ eyne yâ beni âdem) “Ey Ademoğulları, nereye gidiyorsunuz?”
(Feyekùlûn) Sabırlı oldukları için topluluktan ayrılan bu kişiler derler ki: (İle’l-cenneti) “Cennete gidiyoruz.” (Feyekùlûn: Ve kable’l-hisâb) “Hesap görmeden evvel mi gideceksiniz cennete?” (Kàlû: Neam) “Evet.” derler.
(Kàlû: Ve men entüm) “Peki siz kimlersiniz? (Kàlû: Nahnu’s- sàbirûn) “Biz Allah’ın belâlarına, musibetlerine rıza gösterip, sabretmiş kullarız.”
(Kàlû: Ve mâ kâne sabruküm) “Neydi sizin sabrınız, hangi konudaydı?” diye melekler sorarlar. (Kàlû: Sabernâ alâ tàati’llâh) “Allah’a taat ve ibadetleri yapmak konusunda sabrettik, sebat ettik; gevşeklik göstermedik, nefsimizin tembelliğine fırsat vermedik... Allah’a kulluğu, ibadetleri, emirleri yapmakta vazifemizi yerine getirdik. (Ve sabernâ an ma’sıyeti'llâh) Allah’ın günahlarına karşı da sabrettik. Zevkli de olsa, câzibedar da olsa, çekici de olsa, tahrikkâr da olsa, biz günahlara kaymadık, onlara karşı kendimizi tuttuk; tövbe tövbe dedik, başımızı çevirdik, bakmadık, gitmedik, yapmadık, sabrettik. (Hattâ teveffâna’llàh)
Allah bizim ruhumuzu kabz edip vefâtımız gelinceye kadar, Allah bizi dünya hayatından ayırıncaya kadar, ölümümüz mukadder olduğu zamana kadar sabrettik.”
(Kàlû: Entüm kemâ kultüm) Melekler derler ki: “Evet siz söylediğiniz gibisiniz, söylediğiniz haktır. (Üdhulü’l-cennete) Haydi girin cennete! (Feni’me ecrü’l-àmilîn) İlmiyle amel eden, Allah’ın emirlerini tutan, İslâm’ı lafta bırakmayıp icraatı da yapan kullara ne mutlu!” derler.
Yâni, onlara gıbta ediyorlar, onları methediyorlar. İşte bu sebeplerden dolayı, sabrın mükâfatı çok olduğundan, müslümanın sabretmeye kendisini alıştırması lâzım! İbadetleri yapmakta sabretmesi, günahlardan kaçınmakta sabretmesi, bir de Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir buyurduğu olaylar, vukuat karşısında; hayatında hastalık geliyor, daha başka şeyler geliyor, onlara karşı
da, “Cenâb-ı Hakk’ın takdiridir.” diye sabretmesi lâzım!..
e. Şehidlere Ölüler Denilmemesi
Bundan sonraki, 154. ayet-i kerimede de buyruluyor ki:
وَلاَ تَقُولُوا لمَِنْ يُقْـتَلُ فِي سَبيِلِ اللهِ اَمْوَاتٌ، بَلْ اَحْـيَاءٌ وَلٰـكِن
لاَ تَشْعُرُونَ (البقرة:١١١)
(Ve lâ tekùlû li-men yuktelü fi sebîli’llâhi emvât) “Allah yolunda, fî sebîlillâh, katlolunan, savaşta öldürülen, şehid edilen kimselere siz, ‘Bunlar ölülerdir, ölmüşlerdir!’ demeyiniz. (Bel ahyâün) Aksine, bilakis onlar ölü değil, dirilerdir. (Ve lâkin lâ teş’urûn.) Siz onların o hayatını, ölü olmadıklarını, diri olduklarını anlayamıyorsunuz.” (Bakara, 2/154) Bu ayet-i kerimenin sebebi nüzûlünün, Bedir Harbi’nde şehid olanlar hakkında olduğu belirtilmiş. Bedir Harbi’nde bazıları hayatını kaybedince, Medine’deki veyahut başka yerlerdeki kâfirler, münafıklar bunlar hakkında ileri geri laflar etmeye başlamışlar.
Bedir’de kaç kişi öldürülmüş?.. On dört müslüman öldürülmüş; altı tanesi muhacirlerden, sekiz tanesi de Medine-i Münevvere’nin ensarından. Bunların isimleri tefsir kitaplarında kaydedilmiş. Bunlar hakkında demişler ki, kâfirler ve münafıklar:
“—Kendilerine zulmederek bu insanlar kendilerini öldürüyorlar. Muhammed’in gönlünü yapmak için, emrini tutmak için, kendilerine zulmederek, kendilerini öldürüyorlar. Hiç bir faydası yok bunun!” gibi kâfirce bir söz söylediler.
Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak Teàlâ Hazretleri bunların aleyhinde, bunların sözlerinin kâfirce bir söz olduğunu, yanlış ve haksız olduğunu belirtmek için, bu ayet-i kerimeyi indirdi.
Daha başka ayetlerde, meselâ Âl-i İmran Sûresi’nde de, bu Allah yolunda öldürülenlerin Cenâb-ı Hakk’ın indinde mânevî rızıklarla rızıklandırıldıkları, onların ölmedikleri, şühedâ hayatı denilen bir hayatla berhayat oldukları, hayatta oldukları
bildiriliyor.
İşte kâfirler öyle dediler diye Cenâb-ı Hak Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Ve lâ tekùlü) “Siz demeyiniz ey mü’minler, siz öyle sanmayınız, (li-men yuktelu fi sebili’llâhi) Allah yolunda yapılan cihadda öldürülenler için, şu sözü söylemeyiniz; (emvâtün) ‘Onlar ölmüşlerdir demeyiniz. Yâni onlar ölmediler, onlar Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda ikrâm-ı ilâhiyyeye mazhardırlar.”
Tabii, bu Âl-i İmran’da da bildiriliyor:
وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللهِ أَمْوَاتًا، بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ
رَبِّهِمْ يُرْزَقُـونَ . فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِـهِ وَ يَسْتَبْشِرُونَ
بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَـقُـوا بِــهِمْ مِنْ خَلْـفِـهِمْ أَلاَّ خَـوْفٌ عَـلـَيْهِمْ وَلاَ هُمْ
يَحْزَنُون (آل عمران: ١١١-٣١١)
(Ve lâ tahsebenne’llezîne kutilû fi sebîilillâhi emvâtâ, bel ahyâun inde rabbihim yurzekùn. Ferihîne bimâ âtâhümu’llàhu min fadlihi ve yestebşirûne bi’llezîne lem yelhakù bihim min halfihim ellâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn.) [Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde, Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine şehid olarak katılmamış olanlara da, hiç bir keder ve korku bulunmadığını müjdelemek isterler.] (Âl-i İmrân, 3/169-170)
Âl-i İmrân Sûresi’ndeki bu ayet-i kerimelerde, Allah yolunda öldürülenlerin nice nimetlere mazhar oldukları bildiriliyor. Bir de onların memnun ve mesrur oldukları Cenâb-ı Hakk’ın nimetleriyle ferahnâk oldukları, sevinçli oldukları belirtiliyor. Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı çok çok sevinçli oldukları belirtiliyor.
Ve ölmemiş olan, gazi olmuş olan, hayatta kalmış olan mü’minleri de müjdelemek istedikleri; “Ey mü’minler! Bakın biz
şehid olduk, biz çok memnunuz, bu tarafta çok büyük nimetlere nail olduk. Siz de bu hususta fedâ-yı can etmekten çekinmeyin! Çok büyük faydası var, çok büyük sevabı, ecri, mükâfatı var.” diye böyle müjdelemek istedikleri, Âl-i İmran’daki bu ayet-i kerimelerde belirtiliyor.
Tabii bu insanlar, bu dünyadaki her şeyi bile şu gözleriyle tam göremiyorlar, şu kulaklarıyla tam duyamıyorlar. Havâss-ı hamsenin, yâni beş duyunun zaafları var, eksiklikleri var, hududu var, tahdidi var. Yâni sınırlı bir görüş, sınırlı bir duyuş, sınırlı bir duygu...
Hatta bazı umursamadığımız, küçümsediğimiz, aşağı gördüğümüz hayvanlar, bizden daha iyi duyar, daha iyi görür. Meselâ bir baykuş, gecenin karanlığında çok daha iyi görür. Meselâ bir at, bizim duyamayacağımız sesleri, çok daha uzaklardan gelen sesleri duyar.
İnsanoğlunun dünyadaki şeyleri hissetmesi bile, hislerin sınırlı olması dolayısıyla tam değil, belli bir noktaya kadardır. Bazı şeyleri de hiç göremiyor, hissedemiyor; ama zararına uğruyor. Radyasyon gibi, şu ışınlar, bu ışınlar gibi veyahut daha başka şeyler. Zararı kendisine geliyor, öldürecek duruma ulaştırıyor, hâlâ orada o zararın olduğunu anlayamıyor insanlar.
Sonra, birtakım var olan şeyleri, fiziğin, kimyanın var dediği şeyleri göremiyor. Çünkü gözleri, kulakları onları algılayacak kadar hassas yaratılmamış; ama var.
İşte, Allah yolunda öldürülenlerin de hayatta olduğunu anlamamaları, insanların zaafındandır. Demek ki, bedenen bunlar toprağa düştüler, kanları aktı, gömüldüler filan diye, bunlar hayatlarını kaybetmiş değiller. İnsanların bir bedeni var, bir de ruhu var. Ruhun başlı başına kàim ve bedenden ayrı bir varlığı olduğu, bu ayet-i kerimeden çok güzel anlaşılıyor. Ölümden sonra da, ruhun lezzetleri alarak, nimetlere mazhar olarak bir çeşit hayatla devam ettiği, gayet güzel ifade edilmiş olduğundan, ruhun bekàsı ve müstakilen varlığı da anlaşılmış oluyor.
Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri, bizi bu dünyaya bir zaman için gönderdi. Yâni, şehid olan da ölecek, savaştan kaçan da ölecek... Nasıl olsa hayatın sahibi olan insanlar, bir zaman gelecek kim
bilir nerede, nasıl, kaç yaşında, genç veya yaşlı hayatını yitirecek. Bu hayatın sonu olacak; bu kesin... Binâen aleyh, böyle dedikodu etmeye ancak kâfirler kalkışıyorlar. Yâni İslâm’a söz ulaştırmak, dil uzatmak, müslümanları caydırmak veya kendilerine bir bakıma taraftar kazanmak, haklı göstermek için böyle şeyleri yapıyorlar.
İnsanların hayatları zaten belirli; yaratıldığı zamandan, doğduğu zamandan belirli... Yâni kâfir, öyle ölüme gidenleri tenkit ediyor; haydi bakalım, kendisinin üzerinden ölümü defetsin bakalım, ölmesin, elindeyse kendisini korusun! Kendi hayatını sonsuza dek sürdürebiliyorsa, sürdürsün!.. Nasıl olsa kendisi de ölüyor. Binâen aleyh, o tenkitlerin hiç aslı yok! İnsanlar şu veya bu sebeple ölecekler. Ne mutlu güzel bir sebeple, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda, Cenâb-ı Hakk’ın istediği bir şekilde, hayatı böyle şehid olarak son bulanlara!..
Cevat Rıfat Atilhan71 (Rh.A)’i, bir bayramda ziyarete gitmiştik
71 Cevat Rıfat Atilhan (1892-1967) İstanbul’da doğdu. Babası Rifat Paşa Şam mutasarrıfıydı. Çocukluğunun ilk yılları Şam'da geçti. Daha sonra İstanbul'a gelerek burada ilkokula başladı. İlkokulu bitirmesinin ardından Kuleli Askeri Lisesi'ne girdi. Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte Mersinli Cemal Paşa'nın emrine verilen Atilhan, Sina ve Filistin Cephelerinde bulundu. Türk Kurtuluş Savaşı'nda Zonguldak-Bartın ve Havalisi Cepheleri kumandanlığına tayin edildi. Türk Kurtuluş Savaşı'nın ardından ordudan ayrılarak yazı hayatına başladı. 1942 yılında dönemin hükümeti, bir darbenin hazırlandığı düşüncesindeydi. Atilhan'da tutuklandı ve 11 ay hapsedildi. Fevzi Çakmak'ın yaptırdığı inceleme sonucunda Atilhan serbest bırakıldı. Ancak 1952 yılında Malatya'da Ahmet Emin Yalman'a yapılan suikastin ardından tekrar tutuklandı ve 11 ay 15 gün tutuklu kaldı.
Tek parti döneminde Türkçülük ideolojisine yakın olan Atilhan, 1946 yılından itibaren İslami düşüncenin en önemli iki fikir dergisi olan Sebilürreşad ve Büyük Doğu'da yazılar yazdı. Gerek yazıları gerekse siyasal etkinliğiyle o dönemde güç kazanmakta olan İslami hareketi büyük oranda etkiledi. 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi, daha sonra 1947'de kurulan Türk Muhafazakar Partisi ve de İslam Demokrat Partisi'nin kurucuları arasındaydı.
1964 yılı Ağustos ayında Somali'de toplanan İslam Devletleri Kongresi'ne davet edildi. Kongrenin İcra Komitesi Başkanlığı'na seçildi. Bu görev onun son göreviydi. Atilhan, 4 Şubat 1967 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu.
Kızıltoprak’taki evine... O zaman üniversite öğrencisiydik. Baktık ki, bir alt katta oturuyor, alt katta camların hiç teli yok, demiri yok. Yâni bir kırılsa, içeri hemen girecekler.
Orada arkadaşlardan birisi dedi ki:
“—Üstad! Böyle hiç tedbir yok, camlar kırılabilir. Demir yok, alt katta duruyorsunuz. Yâni, tehlikeli değil mi?” gibi bir soru sordu.
O da imanlı bir cevap verdi, yâni imanının kuvvetini gösteren güzel bir cevap verdi, dedi ki:
“—Çocuklar, ben harbde bulundum. Filistin cephesinde kıtalar arasında haber götürmek için postacı idim. Bu kıtadaki haberi öbür kıtaya götürmek için. Alırdım haberi çantama koyardım ve bir taraftan öbür tarafa giderken, her tarafımdan kurşunlar vızır vızır, vızır vızır, cızırdayarak, cıvıldayarak, vızıldayarak geçerdi ama, görüyorsunuz Cenâb-ı Hak öldürmeyince ölmüyor insan... Bu vakte kadar yaşadım, işte karşınızdayım!” diye söylemişti.
İllâ harbe giren herkes ölecek diye bir kural yok! İşte Bedir savaşında, 313 kişi kadar müslümanlardan 14 kişi vefat etmiş;
yâni çok az bir sayı. Bir savaş oluyor, vefat edenler çok az; geriye kalanlar, muzaffer olarak dönenler çok daha fazla... Kâfirlerden öldürülenler çok daha fazla...
Bazen insan durduğu yerde vefat ediyor. Bazen bir kaza oluyor, zelzele oluyor, vefat ediyor. Binâen aleyh bütün bunlar gösteriyor ki, kâfirlerin o dedikodularının hiçbir aslı, esası yok! Ne mutlu Cenâb-ı Hakk’ın yolunda cihad edenlere ve bu uğurda şehidlik mertebesine erip canını verenlere, o ilâhi makamlara, ikramlara nâil olanlara!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri, böyle bozguncu dedikodulardan yılmayan, onlara aldanmayan, kapılmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın yolunda emirlerini tutmak hususunda gayretini eksiltmeyen, fütur getirmeyen, fetrete düşmeyen, gevşemeyen has, hakîkî, hàlis muhlis kullardan eylesin...
Çünkü mü’min kulun başına —önümüzdeki hafta inşâallah okuyacağız— Cenâb-ı Hak çeşitli imtihanlar gönderir. Onlardan, başına gelen olaylardan dolayı fütur getirmemek lâzım! “Allah-u Teàlâ Hazretleri, imtihan için bunları gönderiyor.” deyip, Allah yolunda malıyla, canıyla gayret gösterip cihad etmek lâzım!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle ömür geçirip, rızasını kazananlardan eylesin cümlemizi... Allah hepinizden razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..
25. 04. 2000 - AVUSTRALYA