7. KÂBE’NİN ŞEREFİ
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak nimetlerini üzerinizde dâim eylesin...
a. Beytullah’ın Mesâbe Kılınması
Bakara Sûre-i Şerifesi’nin 125. ayet-i kerimesini size okumak istiyorum. 124’ü okumuştuk, 125’i okuyacağız. İnşâallah, belki biraz daha devam ederiz.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَإِذْ جَعَلْنَا الْـبَ ـيْتَ مَثَابَةً لِلـنَّاسِ وَ أَمْنًا، وَ اتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ
إِبرٰهِيمَ مُصَلىًّ، وَعَهِدْنَا إِلٰى إِبْرٰهِيمَ وَإِسْمٰعِيلَ أَنْ طَهِّرَ بَيْتِيَ
لِلـطَّـائِـفـِـيـنَ وَالْـعَاكِفِــينَ وَالرُّكـَّعِ الـسُّـجُـودِ (البقرة:١٨١)
(Ve iz cealne’l-beyte mesâbeten li’n-nâsi ve emnâ, ve’ttahizû min makàmi ibrâhîme musallâ, ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâìle en tahhira beytiye li’t-tàifîne ve’l-àkifîne ve’r-rukkei’s-sücûd.) (Bakara, 2/125) Bu ayet-i kerime (iz) edatıyla başlıyor. Daha önceki ayet-i kerimede de aynı edat vardı. Bundan sonraki ayet-i kerimelerde de yine devam edecek bu edat... “Hani hatırla, bir zamanlar şöyle olmuştu, o olayı hatırlatıyorum, hatırla!” mânâsına gelen bir edat. Yine onunla başlıyor bu 125. ayet-i kerime:
(Ve iz cealne’l-beyte mesâbeten li’n-nâsi ve emnâ) “Hani biz kılmıştık, ben Azîmü’ş-şân, alemlerin Rabbi, Mevlânız, yaratıcınız, Rabbiniz kılmıştım...” Azamet sîgasıyla, biz kılmıştık diye buyuruyor. Vâhidü ehadü ferdü samed olduğunu biliyoruz.
(El-beyte) Bu el-beyt, elif-lâm’lı, yâni ma’rife olarak, “O mâlûm ev” demek. O mâlûm evden kasıt, yâni Beytu’llah, bizim el-
Kâ’betü’l-Müşerrefe diye isimlendirdiğimiz kıblegâhımız. Üstüne altın yaldızlarla ayetler ve diğer ilgili ibâreler yazılıp, Kâbe-i Müşerrefe’nin taş binası üstüne örtülüyor. Kapısı altından bugün... Köşesinde Hacer-i Esved var, dört köşeli bir yapı. Bir tarafında da, şöyle yarım daire bir Hatîm veya Hicr-i İsmâil
denilen kısım var. Bu yarım daire, Kâbe’nin binasına, köşelerine bitişik değil. Aralarında şöyle bir kulaç kadar bir mesafe var. Bir tarafından, öbür tarafından şöyle girilip çıkılabiliyor o iç kısma... O Hatîm kısmı Kâbe’nin içinden sayılıyor. Bu el-beyt denilince, veyahut Beytu’llah denilince, bu bina, yâni bu dört köşe, bir köşesinde Hacerü’l-Esved olan bina anlaşılıyor.
Bu Beytu’llah, Allah’ın evi mânâsına... İzâfetsiz olarak kullanılınca, yâni “Allah’ın evi” denmeyip de o mâlum ev mânâsına, el-beyt deniliyor. Yâni bilinen, mâlum, meşhur mânâsına. Arapça’da böyle bu el, bilinen şeyler söylendiği zaman başına getirilen harf-i ta’riftir. Yâni bilinmişliği gösteren edat demek.
“Biz Kâbe-i Müşerrefe’yi kılmıştık.” Yâni “Ben, Rabbiniz kılmıştım...” Bu biz ifadesinin de niye geldiğini, anlatmıştık çeşitli zamanlarda. Ne kılmıştık Kâbe-i Müşerrefe’yi?..
(Mesâbeten li’n-nâs) “İnsanlar için bir mesâbe kılmıştık.” Peltek se ile. O mesâbenin ne mânâya geldiği üzerindeki rivayetleri size nakledeceğim. Sâbe-yesûbu masdarından mesâbeten. Sevap kelimesi de aynı kökten, peltek se ile. İki ana mânâsı var, onu söyleyeceğim. “İnsanların mesâbe yeri yapmıştık Kâbe’yi; (ve emnâ) ve güvenilir bir mekân yapmıştık. (Ve’ttahizû min makàmi ibrâhîme musallâ) Ve sizler de İbrâhim’in makàmını namazgâh edinin!”
Ayet-i kerimenin ortası burası, yâni daha henüz sonuna gelmedik. Ama biz ilk önce ayet-i kerimeyi tamamlayalım, ondan sonra kelimeleri daha geniş izah edeceğiz:
(Ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle) “İbrâhim ve İsmâil’e te’kiden, tekrar tekrar bir ahd ü mîsak olarak, ‘Böyle yapacaksınız, tamam mı?’ diye böyle ahdetmiştik: (En tahhira) ‘Siz ikiniz temizleyiniz (beytiye) bu benim beytimi, evimi, yâni Kâbe’mi; (li’t-tàifîn) tavaf edenler için, (ve’l-àkifîn) orada i’tikâf
edenler için, (ve’r-rükkei’s-sücûd) rükû secde edenler için burayı temizleyin!’ demiştik. Ey Ümmet-i Muhammed, bunu hatırlayın, bu olayı bilin! Oranın benim tarafımdan böyle şerefli bir mekân kılındığını bilin!..”
Şimdi, mesâbeten kelimesinin bir anlamı, (yesûbûne ileyhi) yâni “ona giderler” mânâsına. Her yönden dönüp ona gidiyorlar, sevabın böyle bir dönme mânâsı var. İnsanın işlediği bir ibadetten dolayı da sevap alması ne demek? Onun menfaatinin, zahmetinden hâsıl olan, ihlâsından hâsıl olan menfaatinin, kişiye dönmesi dolayısıyla sevabı diyoruz. Yâni “Bu yapıldı, oldu, bitti. Bunun bize faydası ne, bize geleni ne?” mânâsına.
(Mesâbeten li’n-nâs) “İnsanlar için bir mesâbe kıldık burayı... Yâni, insanlar için böyle dönüp dönüp geldikleri bir yer, her yerden yönelip geldikleri bir yer kıldık.”
يثوبون إليه من البلدان كلها ، ويأتونه .
(Yesûbûne ileyhi mine’l-büldâni küllehâ, ve ye’tûnehû) diye Arapça’sını böyle söylemişler: “Çeşitli beldelerden ona gidiyorlar, her yerden oraya yöneliyorlar, oraya dönüyorlar, oraya geliyorlar. Her yerden, her yerde yaşayan müslüman kişilerin, dönüp geldiği bir yer kıldık.” mânâsına. Bir mânâ bu.
Bir mânâsı da, “İnsanlar için bir mesâbe kıldık; yâni tatmin olmuyorlar, doymuyorlar, doyumsuz bir zevk, lezzet, güzellik var... Bir daha gidiyorlar, doyamadan veda ediyorlar. Tekrar gidiyorlar, tekrar gidiyorlar, tekrar gidiyorlar...
لا يقضون منه وطرًا يأتونه، ثم يرجون إلٰى أهليهم، ثم يعودون إليه .
(Lâ yakdùne minhü vetaran ye’tûnehû, sümme yercûne ilâ ehlîhim, sümme yeùdûne ileyhi) “Hac bitiyor, umre bitiyor, daha doyamadan evlerine dönüyorlar. Ondan sonra gene arzu duyuyorlar, gene gidiyorlar. Yâni, İnsanların aşk ile, şevk ile gittikleri bir yer, tekrar tekrar ziyaret ettikleri bir yer kıldık.” mânâsına geliyor.
Bir de, sevap mânâsıyla alacak olursak, ism-i mekân sîgası olarak, “Sevap kazanma yeri kıldık.” demek. Cenâb-ı Hak, orası ziyaret edildiği zaman, Kâbe-i Müşerrefe’yi, bu Beytu’llah-ı Muazzama’yı ziyaret edenlere büyük sevaplar veriyor, çok büyük ecirler veriyor. Haccın çok büyük sevabı var. İşte bir sevap kazanma yeri mânâsına da olabilir.
Yâni, sevap mânâsına alınırsa, ism-i mekân sîgası olarak, “Sevap kazanma yeri kıldık.” demek olur. Dönüp dönüp gelinen bir yer mânâsına olursa, “İnsanların doyamayıp, bir ziyaretten sonra tekrar ziyaret ettiği, tekrar ziyaret ettiği, ziyaretine doyulamayan bir yer kıldık.” mânâsı gibi bir anlam çıkıyor. Bir de, “Her beldeden insanların yönlerini ona çevirip, her beldeden gelip toplandıkları bir yer kıldık.” mânâsı var.
Hàsılı, Cenâb-ı Hak o yeri mübarek kılmış, şerefli kılmış. Yeryüzünün en mübarek, şerefli yeri kılmış. Her yerden insanlar aşk ile, şevk ile geliyorlar; doyamıyorlar tekrar geliyorlar, doyamıyorlar tekrar geliyorlar ve büyük sevaplar alıyorlar. Bütün mânâların hepsi uygun düşer bu makàma, bu mekâna... Böyle bir yer.
“İşte buranın böyle yapılması, Allah’ın bir lütfu o belde ahâlisine; bunu hatırlayın! Bak, Cenâb-ı Hak size bu beldenizi böyle şerefli bir belde kılmış, şükrünü edin, itaat edin, onun emrini tutun!” diye hatırlatılıyor. Bu hatırlatma neden oluyor? Hatırlatmalar niçin olur?.. Hatırlatılan kişiler, hitab edilen kişiler, hatırlanılan şeyin önemini anlasınlar, ona göre hareket etsinler diye.
(Ve emnâ) “Bir de emniyet yeri kıldık.” Evet, Kâbe-i Müşerrefe bir emniyet yeriydi. Yâni, Kâbe-i Müşerrefe’ye sığınan insanlar, dokunulmaz oluyordu. Alacağı olsa, kan davası olsa, daha başka bir hıncı, kini bile olsa, kimse onlara dokunamazdı. Orası bir emniyet yeri oluyordu. İnsanlar Kâbe’ye, hacca ziyarete geldikleri zaman, yolları kesilip yağmalanamıyordu, esir alınamıyordu. Halbuki başka zamanlarda, başka aylarda, hac olmayan zamanlarda böyle bir emniyet yoktu. Her kabile hangi kabileyi zayıf görüyorsa, ona saldırabiliyor ve ahalisini esir alıp satabiliyor, mallarını yağmalayabiliyordu. Hiç kimse orayı ziyaret edene saldırmıyordu. Yâni, Kâbe-i Müşerrefe’nin kadrini, kıymetini, hürmetini, şerefini biliyorlar, oraya gidene dokunamıyorlardı.
Tabii bu da tecrübeyle kazandıkları bir durum idi. Çünkü aksine hareket ettikleri zaman, başlarına bir cezânın, bir belânın, bir te’dibin geldiğini çok defa tattıkları için, öyle yapmıyorlardı. Yâni etrafında, Harem mıntıkasında edepsizlik yapmıyorlardı.
b. Makàm-ı İbrâhim’de Namaz Kılın!
وَ اتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبرٰهِيمَ مُصَلىًّ (البقرة:١٨١)
(Ve’ttahizû min makàmi ibrâhîme musallâ) “İşte bu güzel yeri siz de bir musallâ kılın, edinin! Makàm-ı İbrâhim’den bir musallâ edinin!”(Bakara, 2/125)
Şimdi bu ve’ttahizû, bir şeyi bir şey edinmek mânâsına iki mef’ul alan bir fiil. Bir bizim okuduğumuz Kur’an-ı Kerim’deki harekesi (ve’ttahizû) diye, hı harfinin harekesi esre. Emir demek
bu. Yâni, “Mâdem ki Cenâb-ı Hak burayı sevap kazanma yeri, tekrar tekrar ziyaret edilen, bütün ahalinin, müslümanların dünyanın neresinde olursa olsun yönelip geldiği ziyaretgâh kılmış, siz de orayı bir namazgâh edinin!” mânâsına, mü’minlere hitab.
Bu ayet-i kerimenin bu kelimesini, (ve’ttahazû) okuyan kıraat alimleri de var. Yâni, “Cenâb-ı Hak bu binayı mübarek, müşerref bir bina kılınca, insanlar da orayı Makàm-ı İbrâhim’i musalla ettiler, namazgâh edindiler.” mânâsına, mâzî sigasıyla. Bu rivayet de var, bunu da bilelim.
Şimdi tabii, Makàm-ı İbrâhim nedir? “Makàm-ı İbrâhim’i namazgâh edindiler.” diyoruz biz ama, tabii namazgâhı da beni dinleyen yeni nesillerin içindeki gençler bilmezler, onu açıklayalım. Yâni, “İbrâhim’in bu yerini, makàmını namaz kılınan bir yer edinin!” diye Allah emretmiş; veya o devirden itibaren insanlar edinmişler, emir değil de mâzi sigasıyla olursa... Şimdi Makàm-ı İbrâhim nedir? Bunun üzerinde çeşitli yorumlar var:
En kuvvetli yorum: Makàm-ı İbrâhim, Kâbe-i Müşerrefe’nin yakınında bulunan; bugünlerde, yâni bizim bu çağımızda, devrimizde ziyaret edenlerin, Hacer-i Esved’i geçtikten sonra, Kâbe sollarında tavaf ederken sağ tarafta, camekândan, bir şeffaf kalın camdan, çok kalın camdan, altından bir yapı, iskelet üzerinde camlar konulmuş, içi görünsün diye. Orada öyle bir ayak izli bir taş var. Bunun adı Makàm-ı İbrâhim... Onun arkasında da namaz kılmak çok sevap oluyor. İşte bu ayet-i kerimeden dolayı. Bir orasıdır deniliyor. Bir rivayet bu, yâni o mekân...
O mekân da daha önceden, İbrâhim AS bıraktığı zaman, Kâbe- i Müşerrefe’nin duvarına bitişik imiş. Yâni, şimdi arada yan yana duran 10-15 insanın geçeceği kadar bir genişlik var. İnsanlar arasından geçiyor, tavaf ediyor. O zaman öyle değil. Kâbe’nin duvarında, ona bitişik imiş. Bunu da kitaplar kaydediyorlar. Bu bitişik duvarı Ömer ibnü’l-Hattâb RA, emirü’l-mü’minîn olduğu zaman, Kâbe’nin o kenarından bu kenara kaldırmış. Yâni, arada bir mesâfe o zaman meydana gelmiş. Bu hususta başka bilgiler de var.
Şimdi, bir o deniliyor. Bir de İbn-i Abbas’tan (RA) yapılan rivayete göre, “Makàm-ı İbrâhim’i ibadetgâh edinin, namaz kılma yeri, ibadet etme yeri edinin!” sözünden kasdedilen, sadece o İbrâhim AS’ın ayak izlerinin olduğu yer değil, bütün Harem-i Şerif’tir. Yâni, bütün Harem-i Şerif’in Makàm-ı İbrâhim olduğunu, yâni İbrâhim AS’ın mekânı mânâsına olduğunu rivayet etmişler. Öyle bir rivayet de var.
Bundan şu çıkar ki, “İbrâhim’in makàmını ibadet yeri edinin!” denilince, sadece o daracık yer değil, Kâbe-i Müşerrefe’nin etrafındaki bütün Harem-i Şerif mıntıkasının öyle olduğunu ve oraların da namaz kılınan yer olabileceğini göstermesi bakımından önemli.
Hazret-i Ömer’in kenara çektirdiği bu taş; İbrâhim AS ile İsmâil AS, Kâbe-i Müşerrefe’yi bina ederlerken, duvar yükseldikçe, İbrâhim AS bu Makàm-ı İbrâhim denilen taşın üzerine çıkardı. Aşağıdan da İsmâil AS, Kâbe’nin binası için getirdiği yeni taşı, babası İbrâhim AS’a verirdi. O da o yukarıda, Makàm-ı İbrâhim denilen taşın üzerinden, onu yerine yerleştirir.
Böylece duvarı örerek, ondan sonra biraz daha öteye, biraz daha öteye kaydırıp, döne döne Kâbe’nin duvarını böyle yaptıkları taştır deniliyor.
Bu cahiliye devrinde de, yâni İslâm gelmeden önceki devirde de öyle bilinen bir taştı. Tabii şimdi, onun üzerine insanlar elini sürüp yıpratmasınlar diye, çok kalın bir billur, yâni cam tabaka kaplanmış. Sadece görüyorsunuz, ama elinizi süremiyorsunuz. Eskiden görünüyordu. İnsanlar ona böyle ellerini sürerlerdi, öperlerdi. O yüzden bir hayli de üzerindeki belirgin izler görünmez bir hâle gelmiş, yıpranmış bir duruma gelmişti. Şimdi, o yıpranma daha fazla devam etmesin diye üzeri cam kaplanmış oluyor.
“Bu ümmetin yaptığı aşırılıklardan birisi de, oraya ellerini sürmeleridir.” diyor İbn-i Kesir tefsirinde. “Burayı namazgâh edinin!” dedi halbuki, “Elinizi sürün!” denmedi. Bu el sürme, sonradan insanların kendilerinin çıkarttığı bir şey olmuş oluyor, tekellüf olmuş oluyor. Yâni, emr olunmayan bir şeyi yapmak mânâsına geldiğini söylüyorlar.
Bu ayet-i kerime ne zaman inmiş?.. Peygamber SAS, Veda Haccını yaptığı zaman, Kâbe-i Müşerrefe’ye gelip tavaf edecekleri zaman, bu Makàm-ı İbrâhim’in yanına gelince, bahis konusu olan bu İbrâhim AS’ın ayağıyla bastığı taşa gelince, Hazret-i Ömer RA demiş ki:27
يَا رَسُولَ الله، أَهٰذَا مقَامُ خَلِيلِ رَبــِّنـَا؟ قَالَ: بَلٰى. قَالَ: أَفَلاَ
نَتَّخِذْهُ مُصَلَّى؟
(Yâ rasûla’llàh, e hâzâ makàmu halîli rabbinâ?) “Yâ Rasûlallah, bu Rabbimizin halîli olan, Halîlü’r-Rahmân olan dedemizin, Atamız İbrâhim AS’ın makàmı mı, yâni üzerine çıkıp
27 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.145; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.370, No:2544; Ahmed ibn-i Hanbel, Fadàilü’s-Sahàbe, c.I, s.437, no:696.
da durduğu yer mi?” Peygamber Efendimiz de: (Belâ) “Evet.” buyurdu.
Makàm ne demek? Üzerine çıkıp durma yeri demek. İsm-i mekân oluyor. Kàme-yekùmu ayağa doğrulmak, ayakta durmak demek, makàm da ism-i mekân, yâni ayakta durma yeri.
Çeşitli rivayetler var. İbarelerde biraz değişik üç dört rivayet buraya alınmış. (E felâ nettahizühû musallâ?) “Mâdem böyle bir aziz kıymetli, değeri olan bir şeymiş, anlamı olan bir taşmış. Biz de burayı o zaman, namaz kılma yeri edinmeyelim mi?” demiş. Biraz sonra, (Ve’ttahizû min makàmi ibrâhîme musallâ) “İbrâhim AS’ın ayakta durma mahalli olan o şeyi, namazgâh edinin!” diye ayet-i kerime inmiş.
c. Hazret-i Ömer’in Temennîsi
Tefsir kitapları beyan ediyorlar, ben de size nakledeyim. Hazret-i Ömer RA, tabii halis, muhlis, zeki, çok akıllı bir insan. Peygamber Efendimiz’den sonra Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz, ondan sonra da Ömerü’l-Fâruk Efendimiz emîrü’l-mü’minîn oldu ve koca büyüyen devleti çok güzel yönetti.
Şimdi, Hazret-i Ömer RA diyor ki:28
“—Üç şeyi diledim hayatımda, üç şeyi Cenâb-ı Hak dileğime uygun olarak emretti, ihsân eyledi, inzâl eyledi.” buyuruyor.
Nedir o üç şey?.. Birisi bu. İbrâhim AS’ın makàmına geldikleri zaman oradaki duygulanmadan: “—Mâdem burası bu kadar güzel bir yer, burada namaz kılsak, namaz kılma yeri edinsek...” deyince; Cenâb-ı Hak’tan biraz sonra Rasûl-ü Edîbine vahiy hâli geldi. Orada, o haccı yaparken, (ve’ttahizû min makàmi ibrâhîme musallâ) ayet-i kerimesi indi. Yâni, Hazret-i Ömer RA’ın temennisi, Cenâb-ı Hak tarafından ayet-i kerime olarak Peygamber Efendimiz’e emredilmiş oldu. Bu tabii, dileğine Cenâb-ı Hakk’ın muvafık bir emir vermesi, bir
28 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.157, no:393; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.23, no:157; Dârimî, Sünen, c.II, s.67, no:1849; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XV, s.319, no:6896; Bezzâr, Müsned, c.I, s.339, no:220; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.87, no:13282; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.780, no:35745.
muvâfakat bu…
İkincisi... Demiş ki:
“—Yâ Rasûlallah, bu sizi ziyaret eden insanların içinde mü’min-i kâmili var, halis, muhlis mü’min olanı var; daha böyle bu olgunluğa erişememiş olanları var. Bu eşleriniz, mü’minlerin anneleri... Onların kadrini kıymetini bilen olur, bilmeyen olur. Siz emretseniz de, onlar perde arkasında olsalar. Yâni bir perde olsa, herkesin gözü önüne çıkmasalar...” deyince; o zaman Cenâb-ı Hak ayet-i kerime indirmiş. Hicab, yâni onların gelenlerle perde arkasında konuşmaları emredilmiş.
وَإِذَا سَأَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَاسْأَلُوهُنَّ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ ذ لِكُمْ أَطْهَرُ
لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ (الأحزاب:٢١)
(Ve izâ seeltümûhünne metâan fe’s’elûhünne min verâi hicâbin zâliküm atharu li-kulûbiküm ve kulûbihinne) [Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin! Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.] (Ahzâb, 33/53)
Burada da yine Hazret-i Ömer’in istediğini emretmiş oluyor Cenâb-ı Hak. Bu iki.
Üçüncüsü, Rasûlüllah Efendimiz’in hanımlarından bir kısmının onu üzdüğünü, rahatsız ettiğini duymuş. Bunun üzerine —kızı Hz. Hafsa da onlardan birisi olduğu için— onların yanına vararak:
“—Ya bu davranışınıza son verirsiniz, ya da Allah Peygamberine sizden daha iyilerini gönderir.” demiş.
Hattâ hanımlardan bazıları da:
“—Rasûlüllah bize vaaz edemez mi?.. Sen niye kalkıp bize böyle vaaz vermeye geliyorsun?” filân deyince, o zaman ayet-i kerime inmiş:
عَسٰى رَبُّهُ إِنْ طَلَّقَكُنَّ أَنْ يُبْدِلَهُ أَزْوَاجًا خَيْرًا مِنْكُنَّ مُسْلِمَاتٍ
مُؤْمِنَاتٍ قَـانِـتَـاتٍ تَائِبَاتٍ عَابِدَاتٍ سَائِـحَاتٍ ثَيِّبَاتٍ وَ أَبْكَارًا
(التحريم:١)
(Asâ rabbühû in tallekakünne en yübdilehû ezvâcen hayran minkünne müslimâtin... ilâ âhiri’l-âyeh) [Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona sizden daha hayırlı, kendini Allah’a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir.] (Tahrim, 66/5)
Böyle, bu ayet-i kerime inmiş. Yâni, o talebine uygun olarak, “Hanımların, emrini tutmazlarsa, Cenâb-ı Hak daha hayırlı zevceler verir.” mânâsına ayet-i kerime inmiş.
Başka bir rivayette, üçüncü olarak şu hadise zikrediliyor:
[Müslim, Sahîh, c.IV, s.1865, no:2399; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.] Münafıkların reisi Abdullah ibn-i Übey ölünce, Peygamber SAS Efendimiz onun namazını kılmak istedi. Hz. Ömer RA:
“—Bu münâfık kâfirin namazını mı kılacaksın?” diye onu istemeyince, Peygamber SAS Efendimiz biraz üzülmüş. Ama ayet- i kerime inmiş; böyle kimselerin namazını kılmamasını Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamber Efendimiz’e emir buyurmuş:
وَلاَ تُصَلِّ عَلٰى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلٰى قَبْرِهِ (التوبة:١٢)
(Ve lâ tüsalli alâ ehadin minhüm mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrihî) “O münafıklardan, müslüman görünüp de içi inanmamış olanlardan birisi ölürse, onun cenaze namazını asla kılma, kabrinin başında da durma!” (Tevbe, 9/84) mânâsına.
Böylece üç konuda, Hazret-i Ömer Efendimiz’in temennîsine uygun ayet-i kerimeler nâzil olmuş. Bu duruma seviniyor Hazret-i Ömer, “Ben böyle temenni etmiştim de böyle oldu.” diye.
Demek ki, buradaki Makàm-ı İbrâhim’in mânâsı o mâlûm mekân. Ve orası da namaz kılma yeri olmuş oluyor. Şimdi, musallâ ne demek? Sallâ-yüsallî-tasliye fiilinden, ism-i mekân olmuş oluyor bu kelime. O ne demektir? Yâni namazgâh, namaz kılma yeri, ibadet etme yeri mânâsına geliyor.
Salât kelimesi namaz mânâsına geldiği gibi, bir de, dua etmek mânâsına geliyor. Zaten, namaz da en mükemmel dua hüviyetinde ama, duadan daha özel bir ibadet... El pençe divan durmak var, belli sûreleri, belli ibareleri okumak ve rükûsu, secdesi var, selâmları var, rekâtları var... Yâni düz bir dua etmekten çok geniş, daha geniş, çok daha muazzam bir ibadet. Çok büyük bir zikir...
Ama, salât kelimesinin iki mânâsı var Arapça’da: Bir, dua demek. Yâni, “Sen bana bir dua et!” filân dediğimiz zaman, birbirimize yaptığımız kısa, uzun her dua. Musallâ, dua edilen yer. Yâni, insanların Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyaz ettikleri yer, bu mânâsıyla. Veyahut da ma’ruf, işte namaz. Tavaf ediyorsun, tavafı bitirince, kenarda, Makàm-ı İbrâhim’in orada iki rekât namaz kılıyorsun. Ya namaz kılma yeri mânâsına, ya da dua yeri mânâsına... Ama ikisi de birbirine yakın tabii. İnce mânâları biz söylüyoruz. “İbrâhim AS’ın o yerini namaz kılma yeri yapınız, orada namaz kılınız demek, yâni, Makàm-ı İbrâhim denilen şeyin olduğu yerde...” Yahut, “Orada dua ediniz!” demek.
Gerçekten de şimdi, tavaf ettikten sonra öyle yapıyoruz. Peygamber Efendimiz de haccını yaparken üç dönüşünde hızlı hızlı döndü. Remel eyledi, yâni hızlı koşar gibi tavaf etti.
Dördünde sakin tavaf eyledi. Tamamladığı sırada ayet-i kerime inince, orada namaz kıldı. Hazret-i Ömer Efendimiz’in temennisine muvâfık ayet-i kerime nâzil oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri onun arzusuna uygun emretmiş oldu.
Şimdi orada hem namaz kılınıyor, hem de tabii el açılıyor. Yana yakıla, gözyaşlarıyla dualar ediliyor. Çünkü güzel bir ibadet yapılmış oluyor. Mekân güzel, zaman güzel, şartlar elverişli, dua yeri... Onun için, biz de şimdi bu ayet-i kerimeye uygun olarak, tavafı yaptıktan sonra, mümkünse oralarda namazı kılıp, duamızı yapıyoruz.
Ama ilk mânâ da, Makàm-ı İbrâhim bütün Harem-i Şerif’tir
mânâsı da doğru... Yâni orada yer yoksa, kalabalıksa, izdihamdan tavaf oralara kadar geliyor da, oralarda insanlar dönüyorsa, orada namaz kılamadıysa ne olur?.. Öbür tarafta kılar. Harem-i Şerif’in neresinde kılsa, orası Makàm-ı İbrâhim sayılır. Yâni o zaman, o Makàm-ı İbrâhim’in ne olduğu meselesinde birinci söz olmuş oluyor. Yâni, bütün Harem-i Şerif, Makàm-ı İbrâhim olmuş oluyor. “Orada nerede kılsa olur.” derler.
Fıkıh kitapları da aynen öyle söylüyorlar. Yâni tavafı bitirdiği zaman, iki rekât vacib tavaf namazını kılacak; nerede olsa kılar.
d. İbrâhim ve İsmâil AS’dan Ahd Alınması
Ayet-i kerime burada bitmedi, ayet-i kerimenin ortası:
وَعَهِدْنَا إِلٰى إِبْرٰهِيمَ وَإِسْمٰعِيلَ أَنْ طَهِّرَ بَيْتِيَ لِلـطَّـائِـفـِـيـنَ وَالْـعَاكِفِــينَ
وَالرُّكـَّعِ الـسُّـجُـودِ (البقرة:١٨١)
(Ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâìle) “İbrâhim’e ve İsmail’e ahdettik, yâni kuvvetli bir taahhüd altına girmelerini emrettik.” Ne emrettik? (En) “Emrettik ki (tahhira) siz ikiniz temizleyin, beytimi, Beytullah’ımı temizleyin diye emrettik.”
Şimdi bu tahhira, yâni bunun çeşitli anlamları var. Neden temizleyecek? Yâni putlardan temizleyin, (tahhira beytiye li't- tàifîne ve’l-àkifîn) bu Beytullah’ın içinde böyle putlar vs. olmasın!” Veyahut “Burayı temizleyin; yâni pisliklerden, yalan sözlerden, orayı kirleten mülevves şeylerden temizleyin!” mânâsına.
Veyahut (tahhira beytiye) “Evimi temizleyin!”in mânâsı nedir? “Lâ ilâhe illa’llah’la şirkten temizleyin, yâni müşriklik emâresi kalmasın, manevî bakımdan tertemiz olsun!” mânâsına... Namaz kılarak, böyle Allah’a ibadet ederek orayı temiz eyleyin.
Çünkü bu insanlar, peygamber gittikten sonra, ahirete göçtükten sonra, onların emirlerini tam anlayıp, tam uygulayamıyorlar ve yanlış işler yapabiliyorlar. Her peygamber sıkı sıkı öğrettiği halde, asırlar, yıllar geçtikçe o öğretilenler ağızdan ağıza değişiyor, kulaktan kulağa değişiyor, yanlışlıklar ortaya çıkabiliyor. Yâni işin aslı bir Allah’a ibadet etmek iken,
sonradan nice nice bozuk inançlar çıkıyor, puta tapmalar çıkıyor, insanları aya, güneşe, yıldıza, dağlara, taşlara, ağaçlara, çeşitli varlıklara, yaratıklara, Allah’ın yarattığı şeylere tapınma çıkabiliyor. İşte onlardan temizleyin mânâsına… (Li’t-tàifîn) Kimler için o Beytullah hazır hâle getirilecek? Yâni binayı yaptılar, Kâbe’yi yaptılar, bu bir hazırlık, kimler için? (Li’t- tàifîn) Tàif, tavaf eden kimse demek. Tàifîn de onun çoğulu. “Tavaf edenler için.”
Evet, bu mübarek Beytullah’ı yaptığı zaman İbrâhim AS, oğlu İsmail’le ana temellerinde, tâ eski kalıntılarına uygun şekilde bina ettiği zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri: “Cümle cihana ilân eyle ki, seslen, ezan oku ki, burayı ziyaret etsinler! Burası Allah’ın evidir, buraya haccı Allah size emretmiştir, buraya ziyarete gelin!” diye, söylemesini emretti:
وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ
مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ (الحج:١٨)
(Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l-hacci ye’tûke ricâlen ve alâ külli dàmirin ye’tîne min külli feccin amîk.) [İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde sana (Kâbe’ye) gelsinler.] (Hac, 22/27)
Başka, İbrâhim Sûresi’nde ayet-i kerimede bu konular gene gelecek. Konuyu daha geniş başka ibareler ile öğreneceğiz.
İbrâhim AS’a bu evin, Beytullah’ın yapılmasını tamamlattıktan sonra Cenâb-ı Hak:
“—İnsanlara seslen, hadi bakalım buraya, hacca gelsinler” buyurdu, emretti.
“—Yâ Rabbi, ben onlara sesimi nasıl duyurayım?” dediği rivayet ediliyor kitaplarda. Yâni, “Benim sesim nereye kadar duyulur?” demiş.
“—Sen seslen, onun duyurulması bizden!” buyurmuş Cenâb-ı Hak.
Hakikaten de İbrâhim AS, o tenha, ekin bitmez yerde evlâdını bıraktı, orası bir güzel ma’mur yer oldu. Binayı yaptı, Allah ziyareti, haccı emretti. Ondan sonra asırlarca hep orası ziyaret olundu. Cenâb-ı Hak dileyince, olmayacak gibi görünen şeyler oluyor.
Tabii bu mübarek Beytullah’a gelenler gelince, burada yapacakları ibadetin şekli ne olacak?.. Gelenler, Kâbe-i Müşerrefe’nin etrafında dönecekler. Bu dönmenin adı tavaf... Yedi defa dönülecek, her bir dönüşüne bir şavt deniliyor. Yedi şavt, yedi dönüş tamam olunca, bir tavaf işlemi tamamlanmış oluyor. Yedi defa dönünce Kâbe’nin bir tavafı, yâni yedi paket halinde, bir bütün halinde, yedisi birden bir tavaf oluyor. Yedi tane dönüş bir tavaf ediyor. O zaman Kâbe tavaf edilmiş oluyor. Bu Beytullah’a hürmetin şekli, hürmeti izhar etmenin şekli bu.
Tavaf ederken dualar edilecek, Cenâb-ı Hakk’ın zikr ü tesbihi yapılacak. Her türlü dualar yapılabiliyor. Hadis-i şeriflerde ve hac ziyaret kitaplarında bunlar yazılı... Dua ederek, ihramlı hâliyle baş açık, ayak çıplak bir vaziyette tavaf ediliyor. Veya başka zamanlar, ihramın dışında ziyaret edilebiliyor. Yâni orası mübarek bir yer olduğu için, dualar edilerek tavaf ediliyor. (Li't- tàifîn) “Böyle tavaf edenler için orayı hazırlayın! Sen ve oğlun,
ikiniz hazırlayın!” diye emretmiş.
Başka kimler için?.. (Ve’l-àkifîn) Àkifîn iki mânâya gelir: Bir; orada ikàmet edenler için. Yâni tavaf edenler ve orada oturanlar (mukìmîne fîhi). Bir de, i’tikâf edenler... İ’tikâf da, ibadet için bir yere girip bir müddet kalmak mânâsına. Meselâ Ramazan’ın son on gününde i’tikâf var. Camiye geliniyor, eve gidilmiyor artık, camiden çıkılmıyor. On gün geceli, gündüzlü ibadet ediliyor, i’tikâf deniliyor bu kökten gene. Meselâ, Mehmet Akif Ersoy, àkif ne demek? İbadet eden, i’tikâf eden mânâsına.
(Àkifîne) “Àkifler için; yâni oraya gelip, orada kalıp ibadeti böyle devam ettirmek isteyenler için. Böyle tavaf edip gidenler, kalıp orda i’tikâf edenler, veyahut o çevrede mukim olanlar için...” Yâni, mücâvir mânâsı gibi mânâ da var, mu’tekif mânâsı gibi bir mânâ da var.
Başka kimler için burası hazırlanacak, kimler gelebilir başka?.. Bir tavaf edenler gelebilir, bir i’tikâf edenler gelebilir, veyahut orada mukim olanlar gelebilir; başka?..
(Rükka’) Rükka’ da, fu’al vezninde. İsm-i fâilin çoğulu bazen bu sîgada gelir, yâni bu kalıpta gelir. Rükû’ masdarında ism-i fâil, râki’ gelir. Rükka’ da râki’ler, yâni rükû edenler demek.
(Sücûd) da yine aynı şekilde, secde edenler mânâsına geliyor. Sâcid tekili, sücûd çoğulu geliyor. Yâni sücûdun bir buradaki gibi anlamı, secde edenler demek. Bir de sücûd kendi fuùl vezninde, bu secede fiilinden masdar da olabilir, yâni secde etmek mânâsına gelebilir. Ama burada ism-i fâilin çoğulu olduğu kesin.
Yâni, namazın içinde bir eğiliyoruz dizlerimize doğru, şöyle bir belimizi doğrultuyoruz, yatık bir hâle getiriyoruz; buna rükû
deniliyor. “Sübhàne rabbiye’l-azîm... Sübhàne rabbiye’l-azîm... Sübhàne rabbiye’l-azîm...” diyoruz, sonra kalkıyoruz. “Semia’llàhu li-men hamideh... Rabbenâ ve leke’l-hamd... A’llàhu ekber...” diyoruz, secdeye gidiyoruz. O duruşa rükû etmek deniliyor. “Öyle rükû edenler için...”
“Bu rükû etmek, secde etmek, daha öncekilerin bildiği bir şey değildi.” diyor kitaplarımız. Peygamber Efendimiz’in emrettiği namazda var bu rükû etmek, secde etmek. Daha önceki ümmetler
bu rükûlu, sücudlu namazı kılmakla emrolunmuş değillerdi, bilmiyorlardı o şekli. Peygamber Efendimiz Mi’rac’a çıktı, meleklerin böyle kimisinin rükûda, kimisinin secde hâlinde Cenâb-ı Hakk’a ibadet ettiğini gördü. Ondan sonra bu rükûlu, sücudu ibadet olan namaz emrolundu.
Şimdi bu ayet-i kerimede, İbrâhim AS’a, İsmâil AS’a, “Buraları tertemiz, hazır hâle getirin!” diye emr olunuyor. Kimler için?.. Tavaf edenler için, buraya gelip i’tikâf edenler için, rükû, secde edenler için... O zaman olan bir şey değil bunlar. Demek ki, İstikbâli de bildiriyor Cenâb-ı Hak, bu iki peygamberine... Yâni, “Siz burayı hazırlayın, tertemiz bir hâle getirin, güzel bir ibadethâne hâline getirin! Buraya tavaf eden insanlar gelecek; burada kalıp, yana yakıla, aşk ile, şevk ile kendini ibadete veren insanlar gelecek... Burada işte ahir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ’nın ümmeti gelecek. Onların, işte o güzel şekilde, Allàhu ekber diyerek, rükûlu, secdeli namaz kılanları olacak. İşte onlar için bu beyti böylece hazır hâle getirin!” diye, Cenâb-ı Hak emretmiş oluyor.
Buranın şirkten temizlenmesini, daha başka maddî kirlerden temizlenmesini, ezâ cefâ verecek, insanları tiksindirecek pisliklerden temizlenmesini, putlardan temizlenmesini emretmiş oluyor.
Rasû’l-ü Edîb’ine vahyettiği bu 125. ayet-i kerimeyle, insanlara bunları böyle hatırlattı. Bundan sonraki ayet-i kerimelerde de, yine hatırlatmaya devam ediyor. 126. ayet-i kerime yine (iz) edatıyla, “Hani şunu da hatırla...” diye başlıyor. Ondan sonra 127. ayet-i kerime yine (iz) ile başlıyor... Onları da inşâallah, sağlık afiyet verirse Cenâb-ı Hak, önümüzdeki derslerimizde, konuşmalarımızda anlatacağız.
Bunlar böyle çok önemli konuları bize hatırlatan ayet-i kerimeler olduğu için, ancak bir sohbette bir tanesinin izahı ve o bir tanesi ile ilgili alimlerimizin sözleri, rivayetleri söylenecek kadar vakit oluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in zevkine hepimizi erdirsin... Yâni Kur’an-ı Kerim okumaktan, dinlemekten, öğrenmekten, derinliklerini, mânâlarının inceliklerini anlamayı sevmekten yana hissemizi, kısmetimizi çoğaltsın Cenâb-ı Hak...
Onu severek okuyalım! Aşk ile, şevk ile anlayıp, öğrenmeye gayret edelim! Derinliklerini, inceliklerini öğrenelim! Kulluğumuzu da öğrendiğimize göre güzel yapalım, Rabbimizin rızasını kazanalım... İbadetlerimiz, taatlerimiz, her şeyimiz Efendimiz’in tarifine ve Kur’an-ı Kerim’in ahkâmına, Allah’ın rızasını kazanacak şekle uygun olsun...
Rabbimiz tevfikini refik eylesin... Hakkı hak olarak görüp, uymayı nasib eylesin... Ahir zamanın, Deccal’ın fitnelerine kanıp, aldanıp, İslâm’ın güzelliklerinin farkına varmayıp, gafletle yanlış yollara adım atmaktan, karanlık yerlere kaymaktan korusun... İmandan ayırmasın, şekke, şüpheye, şirke, küfre kaydırmasın... Evlâtlarımızla, yakınlarımızla, sevdiklerimizle, mü’min-i kâmiller olarak yaşayıp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı; cennetiyle, cemâliyle müşerref olmayı cümlemize nasib eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
11. 01. 2000 - AVUSTRALYA