11. İSRAİLOĞULLARI’NIN KALPLERİNİN TAŞTAN KATI OLMASI

12. TEVRAT’I DEĞİŞTİRENLERE VEYL OLSUN!



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyenleri ve Ak-Radyo dinleyicileri! Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Bu akşamki Kur’an-ı Kerim sohbetimizde, Bakara Sûre-i Şerifesi’nin 78. ayet-i kerimesinden 82. ayet-i kerimesine kadar beş ayet-i kerime üzerinde bilgiler sunacağız. Sohbetimi onlar üzerinde yapacağım. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu ayet-i kerimelerde buyuruyor ki, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


وَمِنْهُمْ أُمِّيـُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُـنُّونَ


(البقرة:٨٤)


(Ve minhüm ümmiyyûne lâ ya’lemûne’l-kitâbe illâ emâniyye ve in hüm illâ yezunnûn.) (Bakara, 2/78)


فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ


عِنْدِ اللهِ لِـيَشْـتَرُوا بِـهِ ثَمَـنًا قَلِـيلاً، فَوَيْلٌ لَـهُمْ مِمَّا كـَ ـتَـبَتْ


أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ (البقرة: ١٤)


(Feveylün li’llezîne yektübûne’l-kitâbe bi-eydîhim sümme yekùlûne hâzâ min indi’llâhi li-yeşterû bihî semenen kalîlâ, feveylün lehüm mimmâ ketebet eydîhim ve veylün lehüm mimmâ yeksibûn.) (Bakara, 2/79)


وَ قَالُوا لَنْ تَـمَسـَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّامًا مَـعْدُودَةً، قُ لْ أَتَّخَذْتُمْ

289

عِنْدَ اللهِ عَهْدًا فَلَنْيُخْلِـفَ اللهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلىَ اللهِ


مَا لاَ تَعْلَمُونَ (البقرة:٢٨)


(Ve kàlû len temessene’n-nâru illâ eyyâmen ma’dûdeh, kul ettehaztüm inda’llàhi ahden felen yuhlifa’llàhu ahdehû em tekùlûne ale’llàhi mâ lâ ta’lemûn.) (Bakara, 2/80)


بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَ أُولٰئِكَ أَصْحَابُ


النَّارِ، هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (البقرة:١٨)


(Belâ men kesebe seyyieten ve ehàtat bihî hatîetühû feülâike ashàbü’n-nâr, hüm fîhâ hàlidûn.) (Bakara, 2/81)


وَالَّذِينَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولٰئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ،


هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (البقرة:٢٨)


(Ve’llezîne âmenû ve amilu’s-sàlihàti ülâike ashàbü’l-cenneh, hüm fîhâ hàlidûn.) (Bakara, 2/82)


a. Yahudilerden Ümmîlerin Durumu


Bundan önceki haftalardaki sohbetlerimizi dinleyen sevgili dinleyicilerimiz, kardeşlerimiz bilirler ki, Bakara Sûresi’nin bu okuduğum ayetlerinden önceki ayetleri, hep yahudi kavmine hitab eden, yahudi kavmi imana gelsinler diye kendi tarihlerinden olayları hatırlatan, ibretli olaylardan ibret almalarına onları teşvik eden, imana gelmelerine onları teşvik eden ayetlerdi. Yahudilerden bahsediliyordu. Bu 78. ayet-i kerime de şöyle başlıyor:

(Ve minhüm ümmiyyûne) “Onların içinden bazıları, onların bir kısmı ümmîlerdir.” Onlar dediği, daha önceki ayetlerde

290

kendilerine hitab edilip, kendi tarihlerinden mâceraları hatırlatılan yahudi kavmi. O yahudilerden bazıları nasıl kimselerdir: (Ümmiyyûn) “Ümmîlerdir.”

Arapça’da ümm, anne demek; ümmî, anneye mensub demek. Lügat anlamı bu. Herkes anneye mensubdur, her çocuk annesinin çocuğudur ama, Araplar bu sözle neyi kasdederler?.. Yazmayı ve okumayı bilmeyen insanları kasdederler. Ümmî; annesinden doğmuş, ondan sonra ilâve eğitim, bilgi almamış, okuma yazma bilmeyen demek.

Peygamber SAS Efendimiz kendilerine gönderildiği zaman, Araplar da ümmîler idiler. Onlar da okuma yazma bilmiyorlardı ve cahiliye devri yaşıyorlardı. Onun için başka sûrelerdeki ayet-i kerimelerde gelecek ileride, sağ olursak, sohbetlerimiz devam ederse:


هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي اْلأُمِّيِّينَ رَسُولاً مِنْهُمْ (الجمعة:٢)


(Hüve’llezî bease fi’l-ümmiyyîne rasûlen minhüm) “Ümmîlerin arasından, kendileri gibi ümmî olan bir peygamberi gönderen o Allah’tır.” (Cuma, 62/2) deniliyor. Demek ki, Araplar da okuma yazma bilmediği için, ümmîler sayılıyorlar. Hattâ Peygamber SAS Efendimiz’in bu Ramazan’ın, bayramın hesabı nasıl olacak konusunda bir hadis-i şerifi var. Buyuruyor ki:46


إِنَّا أُمَّةٌ أُمِّيَّةٌ، لاَ نَكْتُبُ وَلاَ نَحْسُبُ (خ. م. د. ن. حم. ش. ق. عن ابن عمر)




46 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.675, no:1814; Müslim, Sahîh, c.II, s.759, no:1080; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.709, no:2319; Neseî, Sünen, c.IV, s.139, no:2140; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.43, no:5017; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.332, no:9604; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.250, no:7989; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.74, no:2451; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.232; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.173, no:2720; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

291

(İnnâ ümmetün ümmiyyetün, lâ nektübü ve lâ nahsebü) “Biz ümmî bir ümmetiz, okuma yazma [ve hesap] bilmeyiz.”

Bedevîler çölde yaşıyorlar, bilmiyorlar; şehirlerdekiler de bilmiyorlar.

Peygamber Efendimiz’in zamanında, Arapların meşhur kabile reislerinden birisi Peygamber Efendimiz’in huzuruna geliyor, müslüman oluyor. Peygamber Efendimiz de ona yazılı bir belge veriyor, imzalıyor altını... O şair aynı zamanda, edib bir kimse... Ama okuma yazma bilmeden, çarıklı erkân-ı harb dediğimiz, öyle bir şair ve edib... O zaman onlarda okuma yazma yaygın olmadığı için, hayatlarındaki bilgileri, sözleri hep hafızaya dayalı, hep kulaktan duymaya dayalı... Peygamber Efendimiz’in kendisine yazdığı belgenin ne demek olduğunu anlamak için, Medine çarşısında dolaşmış da, onu okuyup kendisine anlatacak, okuma yazma bilen bir kimse bulamamış. Yâni, okuma yazma bilenlerin sayısı parmakların sayısı kadar az...

292

Onlara komşu olarak, öbek öbek onların arasında yaşayan yahudi kabileleri de var. Medine-i Münevvere’de Arap kabileleri var, çevresinde yahudi kaleleri var. Hatta ben onların bir kısmını gördüm. Oradaki bir mimar-mühendis kardeşim beni arabasına aldı, hurma bahçeleri arasında gezdirdi, gösterdi. “İşte burası Benî Kureyza’nın yeridir, işe burası Benî Nadir denilen yahudilerin yeridir. Burası filânca olayın geçtiği yerdir.” diye, sağ olsun, güzelce bilgiler verdi.

O yahudiler de kalelerinde, obalarında oturuyorlar. İşte Hayber kalesi onların, Hazret-i Ali Efendimiz fethetmiş. Meşhur Hayber’in fethi olayını bilirsiniz. Edebiyatımıza girmiştir. Bu konuda destanımsı kitaplar, şiirler, hikâyeler vardır.

Araplar, okuma yazma bilmedikleri için ümmî... Onların komşuları olan, oralarda oturan ehl-i kitap, yâni hristiyanlar ve yahudiler... Hristiyanlar daha ziyade Yemen tarafında yerleşmişler, kiliseler filân kurmuşlar. Yahudiler Medine’de, Medine’nin kuzeyinde, Hayber’de, Vâdi-i Teymâ’da, yâni Filistin’e doğru bölgelerde oturuyorlar. Medine’de de kabileleri var.


Tabii bunlar, Arapların müşriklerine göre, az çok içlerinde tahsil görmüş din adamları var. Yâni, İbrânice bilen, okuma yazma bilen insanlar var içlerinde, alim olanlar var. Onun için ayet-i kerimede buyruluyor ki: (Ve minhüm ümmiyyûne) “Onlardan, yahudilerden bazıları okuma yazma bilmez, ümmîlerdir.”

İbn-i Kesir bütün Arap kaynaklarını incelemiş, “Araplar bu ümmî sözüyle, okuma yazma bilmeyeni kasdederler.” diyor. Eski lügatçiler, dil bilginleri bunu böyle beyan etmişler.

Onlardan bazıları ümmîlerdir. Yâni avam kısmı, ahali kısmı bilmiyor. Tevrat ne diyor, İbrânice okunan sözlerin anlamı nedir, bilmiyorlar.


b. Yahudi Alimi Abdullah ibn-i Selâm


Ama bilenleri de var. Haham dediğimiz yahudilerin alimleri var. Onlardan bir tanesi, bizim İslâm tarihinde önemli olan kişilerden bir zât-ı muhterem, Abdullah ibn-i Selâm RA’dır.

Abdullah ibn-i Selâm yahudi alimi idi, müslüman oldu.

293

Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’ye hicret edince, “Dur bakalım, böyle bir ilginç şahıs geldi, şunu bir göreyim!” diye meclisine gitmiş. Çok doğal bir davranış, düşünce, merak... “Dur bakalım, şehrimize birisi gelmiş, bu kim?..”

Yer yerinden oynuyor. Peygamber Efendimiz’i hicret yolunun başında bekliyorlar. Damların üstünden ilâhî diyebileceğimiz kasîdeler okuyorlar. Geldiğini görünce sevinçle bağrışıyorlar, defler çalıyorlar, bayram ediyorlar. Bu zat kim, neler söylüyor?.. Peygamber olduğunu da söylediğine göre, onlar da peygamberlik nedir, vahiy nedir biliyorlar; melekler nedir, biliyorlar. Çöl Arapları gibi, bedevîler gibi cahil değiller, tam cahiliye içinde değiller, onlar ehl-i kitap... Bilgililer.

Tabii, Abdullah ibn-i Selâm gitmiş. Diyor ki... Onun sözleri küçüklüğümden beri, okuduğum zamandan beri hatırımda:47


فَاِذَا وَجْهُهُ لَيْسَ بِوَجْهِ كَذَّابٍ (ت. ه. حم. ك. طس. ش. هب. ق. عن عبد الله بن سلام)


(Feizâ vechühû leyse bi-vechi kezzâb) “Bir de ne göreyim, yüzüne baktım ki, yüzü pırıl pırıl, mübarek, sevimli, tatlı... Hiç de yalandan bir iddia ortaya sürecek yalancı, aldatıcı bir insan görünümünde değil.” diyor. Abdullah ibn-i Selâm’da, Peygamber Efendimiz’i görünce hasıl olan ilk intibâ bu...

Ondan sonra da, Peygamber Efendimiz yahudilerin havralarına gitmiş. Onlara: “Bakın, ben sizin Tevrat’ta geleceği bildirilen ahir zaman peygamberiyim!” demiş. Tebliğ etmiş kendi vazifesini... “Gelin bu dine!” diye onları Allah’ın yeni emrine,



47 Lafız farkıyla: Tirmizî, Sünen, c.IV, s.652, no:2485; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.423, no:1334; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.451, no:23835; Dârimî, Sünen, c.I, s.405, no:1460; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.14, no:4283; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.313, no:5410; İbn-i Ebî Şeybe, c.V, s.248, no:25740; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.216, no:3361; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.502, no:4422; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.152; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.235; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.132, no:1339; Abdullah ibn-i Selâm RA’dan.

294

dinine davet etmiş. “Musâ’yı gönderen Allah, beni de ahir zaman peygamberi olarak göndereceğini Tevrat’ta bildirdi ya, işte o benim, gelin bana tâbî olun!” demiş.

O zaman, onlar ses çıkartmamışlar. Onlar hiç bir şey demeyince; tamam, Peygamber Efendimiz SAS tebliğ vazifesini yaptı. Yanındaki ashabıyla havradan çıkıp giderken, Abdullah ibn-i Selâm arkadan koşuyor, diyor ki:

“—Yâ Rasûlallah, haklısın, senin dediğin gibidir. Tevrat’ta senin geleceğin hakkında cümleler, bilgiler vardır. Bunlar bunu söyleyemediler. İnkâr da edemediler, evet de diyemediler. Ama ben ikrar ediyorum ki doğrudur, doğru söylüyorsun!” dedi, müslüman oldu.

Müslüman oluşu da böyle bir isbatlı tarzda cereyan etti. Abdullah ibn-i Selâm RA, ciddî bir yahudi alimi...


Alim olanlar var içlerinde... Böyle alim olup müslüman olanları da var, alim olup, bilgileri bilip de maalesef müslüman olmayanları da var. Bir de İbrânice’den anlamayan, okunan kutsal kitapların ne olduğunu anlamayan ümmîler var onların içinde... Onlarda da tahsil yok. Çünkü oralarda eğitim müesseseleri filân yerleşmiş değil, zor şartlarda yaşanılan mıntıkalar.

(Lâ ya’lemûne’l-kitâbe) “Bu ümmîler kitâbı bilmiyorlar; (illâ emâniyye) ancak ümniyyeler, birtakım ümitler, kuruntular halinde bazı bilgiler biliyorlar.” Bu emâniyye veya emâniye sözü, ümniye kelimesinin çoğulu; insanın temennî ettiği, umduğu, ah şöyle olsaydı, keşke böyle olsa diye hayalinde kurup temenni ettiği şey demek. Ancak hayaller biliyorlar, temennîler biliyorlar.

Bir de böyle hayal olduğu için, emânî sözü, (el-ehàdîsi’l-ekâzîb) deniliyor, yâni kişinin kendisinin uydurduğu yalan sözler mânâsına geliyor. Kitabı bilmiyorlar, ancak bazı hayaller ve yalanlar biliyorlar. Birtakım temennîler biliyorlar. Doğrudan doğruya kitabın kendi metnine vakıf olsalar, “Hayır, sen bunu doğru tercüme etmiyorsun, bize doğru söylemiyorsun!” diyecekler. Ama cahil olduklarından, ümmî olduklarından böyle diyemiyorlar. Birtakım temennîler, arzular halinde bir şeyler.

Onlara söylenilen bir kitabın kendisi değil, —kitaptan maksad, yahudilerin kitabı Tevrat— o kitabın ancak temennîlerini biliyorlar.

295

Bir de bu ümniye, telâ mânâsına fiilden gelir diyorlar. Telâ, okumak demek. Ancak okumalarını biliyorlar. Benim hatırıma geliyor ki, hani maalesef, bazı kimseler de Kur’an’ı okurlar, hattâ hafızlar okurlar ama, okumasını bilirler mânâsını bilmezler. “Bu ayette bir kelime geçiyor, bu ayet hangi konuda? Ne demek istiyor?” diye sorsan, birçok kimse bilmiyor. Halbuki çok iyi öğrenmesi lâzım!

Demek ki, bunlar birtakım hayaller halinde, temennîler

halinde dilekler, istekler halinde bir şeyler biliyorlar, kitabı bilmiyorlar. Kitabın aslını tam bilmiyorlar. Böyle ümmîler var bunların içerisinde.

(Ve in hüm illâ yezunnûn.) Buradaki in de, en-nâfiyedir. Lâ gibi, mâ gibi, hayır, değil mânâsını, olumsuzluk mânâsını veren bir in’dir. Çünkü in’in başka mânâlara gelenleri de var. Burada in’in bu mânâya geldiğini illâ gösteriyor. (Ve in hüm illâ yezunnûn.) “Onlar başka bir şey yapmıyorlar, ancak sadece zan besliyorlar. Zannetmekten başka bir şey yapmıyorlar.” Yâni kitabın içindeki, Tevrat’ın içindeki ayetleri, ahkâmını söylemiyorlar, bazı zanları söylüyorlar. Bazı temennîler ortada dolaşıyor. İşin aslı ortada yok...


c. Tevrat’ı Değiştirenlere Yazıklar Olsun!


فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ


عِنْدِ اللهِ لِـيَشْـتَرُوا بِـهِ ثَمَنًا قَلِـيلاً، فَوَيْلٌ لَـهُمْ مِمَّا كـَ ـتَـبَتْ


أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ (البقرة: ١٤)


(Feveylün li’llezîne yektübûne’l-kitâbe bi-eydîhim sümme yekùlûne hâzâ min indi’llâhi li-yeşterû bihî semenen kalîlâ, feveylün lehüm mimmâ ketebet eydîhim ve veylün lehüm mimmâ yeksibûn.) (Bakara, 2/79) (Feveylün li’llezîne) “Yazıklar olsun, veyl olsun o kimselere ki, (yektübûne’l-kitâbe) Tevrat’ı yazıyorlar...” Buradaki el-kitâb, belirli

296

kitap, Tevrat, onların kitabı. (Bi-eydîhim) “Kendi elleriyle kendileri yazıyorlar. (Sümme yekùlûne) Sonra diyorlar ki: (Hâzâ min indi'llâh) Kendilerinin yazdıkları o cümleleri, metinleri, ‘Bu Allah’ın kitabıdır, kelâmıdır.’ diyorlar.”

Ötekiler de bunu tenkit edecek kuvvette değil. “Hayır, o Allah’ın kelâmı değil, eski Tevrat metinlerinde böyle bir şey yok! Siz bunları kendiniz çıkarttınız.” diyemiyorlar.


Onlar niye peki, bu ümmî kavmi aldatıyorlar? Kendi elleri ile yazdıkları birtakım satırları, “İşte bunlar Allah’ın kelâmı!” diye yutturmağa çalışıyorlar?.. Halbuki kendilerinin yazdıkları bazı sözler. (Li-yeşterû bihî semenen kalîlâ) “Bu yazdıklarıyla az bir bedel satın almak için, yâni maddî menfaat sağlamak için bunu yapıyorlar.”

Bu semenen kalîla, az bir ücret nedir?.. Dünyanın hepsini alsalar azdır, yine azdır, yine azdır. Çünkü dünyanın Allah indinde, mânevî bakımdan sineğin kanadı kadar bir değeri yoktur. Dünya sıfır, değersiz bir şeydir. Yazıklar olsun, ahiret hayatını mahvetmek bahasına dünya peşinde koşanlara, dünyalık elde edeceğim diye ahiretini mahvedenlere, dinini satanlara, kitabını tahrif edenlere!..

Çok yanlış bir tercih... Çünkü bu dünya hayatı nihayet mahdut bir hayat... Elli sene, altmış sene, seksen sene yaşıyor insan; yarısı uyku ile geçiyor, yarısı çocuklukla geçiyor, yarısı ihtiyarlıkla geçiyor... Ayıklıyorsun, ayıklıyorsun, ortada bir şey kalmıyor. Keçiboynuzunun içindeki tad gibi, azıcık bir şey kalıyor.

O kalan azıcık şeyin de içinde, acı olaylar var, tatlı olaylar

var... Üzüntüler var, sevinçler var, heyecanlar var, kaprisler var, mücadele var, cinayetler var, hırsızlıklar var, her şey var... Şu dünya hayatını düşünerek, dünya menfaatini düşünerek, mevkî, makam, para, pul düşünülerek ne yapılırsa, değersiz bir şey için çok değerli bir şey elden çıkartılıyor demektir. Ahiret ebedî, cennet sonsuz güzelliklerin yurdu... Onu itiyor, dünyadaki küçük bir menfaati tercih ediyor. O menfaati alsa bile, yâni bu yanlış tercihi yapıp da, dünyalığı alsa bile, Allah onu da afiyetle yedirtmiyor, onu da boğazına tıkıyor, onu da sonunda burnundan fitil fitil getiriyor. Dünyada da rahat edemiyor aslında, şeytana kanmış oluyor.

297

Böyle kitabı, Tevrat’ı kendi elleri ile yazıp, olmayan cümleler ilâve edip, tahrif edip, fikirleri değiştirip, hükümleri değiştirenler, bunu dünya menfaati elde etmek için yapıyorlar. (Semenen kalîlen) Az bir para elde etmek için, yâni maaşları devam etsin, mevkîleri devam etsin, saltanatları devam etsin, halkı kandırmaları devam etsin diye yapıyorlar.

(Feveylün lehüm) “Veyl olsun onlara...” Veyl hakkında, Peygamber Efendimiz SAS’den gelmiş olan bazı rivayetler var:48


الْوَيْلُ وَادٍ فِي جَهَنَّمَ، لَوْ سُيِّرَتْ فِيهِ الْجِبَالُ لَمَاعَتْ مِنْ حَرِّهِ


(El-veylü vâdin fî cehennem, lev sîret fîhi’l-cibâlü lemâat min harrihî) Atâ ibn-i Yesâr Rh.A böyle buyurmuş. Yâni, “Veyl cehennemde bir vâdidir ki, eğer ona dağlar sevk edilse, içine atılsa, hararetinden dağlar erirdi. ” Öyle bir vâdi.

Sonra Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan Tirmizî’nin rivayet ettiğine göre, Efendimiz SAS buyurmuş ki:49


الْوَيْلُ وَادٍ فِي جَهَنَّمَ، يَهْوِي فِيهِ الْكَافِرُ أَرْبَعِينَ خَرِيفًا، قَبْلَ أَنْ


يَبْلُغَ قَعْرَهُ (ت. ك. عن أبي سعيد الخدرى)


(El-veylü vâdin fî cehenneme) “Veyl denilen şey, cehennemde bir derin vadinin adıdır ki, ( yehvî fîhi’l-kâfir) kâfir buraya atıldığı zaman, boşluğunda aşağıya doğru uçar, gider. (Erbaîne harîfen kable en yeblüğa ka’rahû) Dibine varıncaya kadar kırk sonbahar



48 İbn-i Ebî Hàtim, Tefsir, c.I, s.205, no:79; Atà’ ibn-i Yesar Rh.A’ten.


49Tirmizî, Sünen, c.V, s.320, no:3164; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.75, no:11730; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XVI, s.508, no:7467; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.551, no:3873; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.96, no:334; Begavî,

Şerhü’s-Sünneh, c.VIII, s.4; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.19, no:2937.

298

geçer.” Yılda bir tane sonbahar olduğu için, kırk yıl demek. Yâni bu cehennemlik herif, bu Veyl vadisinin dibine düşünceye kadar kırk yıl geçer. O kadar derin bir vâdidir.

Araplar veyl kelimesini yaygın bir şekilde kullanıyorlar. Bir kimse için, şerre, kötülüğe maruz olsun diye beddua mânâsına kullanıyorlar. Yazıklar olsundan daha ağır bir şey. “Kahrolsun, tüh, berbat etti, mahvetti...” filân gibi bir makamda.

Tabii, bunun yerine kullandıkları buna yakın başka kelimeler de var:


الويل شدة الشر.


(El-veylü şiddetü’ş-şer) “Veyl, şerrin çok kötü, şiddetli olmasıdır.” demişler.

İbn-i Abbas RA:


الويل المشقةمن العذاب .


(El-veylü el-meşakkatü mine’l-azâb) “Veyl, azabdan duyulan şiddetli meşakkattir.” buyurmuş. Gelen rivayetler böyle.

Araplar veyl’i böyle, çok şaşılacak kötü bir iş yapana, şiddetli bir ceza verilsin mânâsına temennî olarak kullanırlar:


الويل تفجع، والويح ترحم .


(El-veylü tefecciun, ve’l-veyhu terahhumün) Bazan da yazıklar olsun mânâsına, yazık oldu mânâsına kullanırlarmış. Burada tabii, çok şiddetli azaba uğrayacakları mânâsı var.


(Feveylün li’llezîne yektübûne’l-kitâbe bi-eydîhim) “Tevrat’ın bazı parçalarını yazıyoruz diye, kendi elleri ile bazı metinleri yazıp da, (sümme yekùlûne hâzâ min indi’llâh) sonra, ‘Bu Allah’tan gelmiş vahiydir, Tevrat’tır.’ diye halka sunanlara çok şiddetli azab var.” Yazıklar olsundan öteye bir şey, “Onların akıbetleri çok fena olacak!” demek.

299

Bunu neden yapıyorlar?.. Az bir para, az bir bedel karşılığı.


الثمن القليل، الدنيا.


(Semenün kalîl, ed-dünyâ) “Az bir bedel, bu dünya demek. Aldıkları üç dirhem, beş dirhem para mânâsı kasdedilmiyor da, dünyanın değersizliğinden dolayı, dünyaya (semenen kalîlâ) deniliyor.” diye müfessirler öyle izah eylemişler. Yâni değmez, bir pul etmez mânâsına geliyor.

Demek ki, bu tahrifatı yapanlara, bu yalanları ortaya atanlara çok şiddetli bir azab olacak. Belki, Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifinde bildirdiği cehennemdeki o daha şiddetli azabın görüleceği, dağların oraya sevk edildiği zaman eriyeceği yere atılacaklar, şiddetli azab görecekler.


(Feveylün lehüm mimmâ ketebet eydîhim) “Bu şiddetli azab, onların elleriyle yazdıklarından, kendi akıllarından yazıp da Allah’ın vahyi diye yalan söyledikleri şeylerden dolayı; veyl onlara... (Ve veylün lehüm mimmâ yeksibûn.) Ve bunu yaptıktan sonra elde ettikleri menfaatlerden dolayı da veyl olsun onlara!.. Tüh, yazıklar olsun onlara ve o cezalar gelsin onlara...”

Burada tabii bu ayet-i kerimeyi Peygamber Efendimiz’e bildiren, indiren Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğu için, onların çok şiddetli azab göreceğini; bu yazdıklarından, bu haram kazançlarından dolayı çok azab göreceklerini bildiriyor.


d. Cehennemde Sayılı Günler Kalacağız Demeleri


Bunu bildirildikten sonra, o zamanki yahudilerin bir durumu da açıklanıyor. Tabii, bunlar Medine’nin canlı olayları; Peygamber Efendimiz’in peygamberlik devrinde çevresindeki insanların davranışları ve onlara Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin indirdiği ayetler bunlar:


وَ قَالُوا لَنْ تَـمَسـَّنَا النَّارُإِلاَّ أَيَّامًا مَـعْدُودَةً، قُلْ أَتَّخَذْتُمْ

300

عِنْدَ اللهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِـفَ اللهُ عَهْدَهُأَمْ تَقُولُونَ عَلىَ اللهِ


مَا لاَ تَعْلَمُونَ (البقرة: ٢٨)


(Ve kàlû len temessene’n-nâru illâ eyyâmen ma’dûdeh, kul ettehaztüm inda’llàhi ahden felen yuhlifa’llàhu ahdehû em tekùlûne ale’llàhi mâ lâ ta’lemûn.) (Bakara, 2/80) O zamanki yahudiler dediler ki:

“—Bize cehennemin ateşi, ancak sayılı birkaç gün temas edecek. O azaba birkaç gün mâruz kalacağız.” dediler.

Bu onların sözü... Allah-u Teàlâ Hazretleri onların bu sözünün doğru olmadığını, yanlış olduğunu ve işin öyle olmadığını bildirmek için, Peygamber Efendimiz’e buyuruyor ki:

(Kul ettehaztüm inda’llàhi ahden felen yuhlifa’llàhu ahdeh) “‘Siz ey yahudiler, Allah’la bir anlaşma mı yaptınız da, Allah ahdinden dönmeyecek diye mi böyle söylüyorsunuz? (Em tekùlûne ale’llàhi mâ lâ ta’lemûn.) Bilmediğiniz bir konuda şöyle olacak, böyle olacak diye Allah’a bir yalan mı isnad ediyorsunuz?’ de onlara.”

Yâni, buradaki em tekùlûne, bel mânâsına. “Allah indinde, Allah’la bir anlaşma mı yaptınız da, Allah ahdinden dönmeyecek de siz azaba uğramayacaksınız? Böyle bir anlaşmanız mı var? Gösterin bakalım, imzalı bir belgeniz mi var?..” de onlara. Yâni, öyle bir belge yok, Allah’la öyle bir anlaşma yok, onların sözleri yanlış. Allah onları azablandıracak. Öyle birkaç gün cehennemde kalıp kurtulmak, onların yalanları... Bilmedikleri, salâhiyetleri olmayan, karar verme hakkına sahip olmadıkları şeyi, Allah böyle diyor gibi halka söylüyorlar, Allah’a yalan isnad ediyorlar. Allah böyle yapacak diye, olmadık şeyi söylüyorlar.


Bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlünü anlatırken, müfessirler İbn-i Abbas RA’dan şöyle rivayet ediyorlar:


إن الـيهود كان يقولون: إن هذه الدنيا سـبعة آلاف سنة،

و إنَّـمـا نــعذِّ ب بكل ألـف سـنـةٍ يومًا في النـار، وإنَّما هي

301

سبعةأيامٍ معدودة.


(Enne’l-yehùde kâne yekùlûn) Yahudiler diyorlardı ki: (İnne hâzihi’d-dünyâ seb’atü âlâfi seneh) “Bu dünya yedi bin senedir. (Ve innemâ nuazzebü li-külli elfi senetin yevmen) Biz, her bir bin sene karşılığında bir gün azablanacağız. (Ve innemâ hiye seb’ati eyyâmin ma’dûdeh) Böylece yedi gün azab göreceğiz.” diyorlardı.

Kendilerinin bir azab göreceği söylenince, böyle demişler. Yahudilerin sayılı azab göreceğiz sözleri, zanları böyle. Böylece yedi günlük sayılı bir azab göreceğiz diyorlar. Halbuki iş öyle değil. Sayılı günler azab göreceğiz sözü yanlış. (Hüm fîhâ hàlidûn) “Onlar orada ebedî kalacaklar.” Bu bilgi 81. ayetin sonunda gelecek.


Yine Dahhâk’in rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas RA buyurmuş ki:


زعمـت الــيـهـودأنــهـم وجدوا ف ي الـتـوراة مكـتوبًا: إن ما بين

طرفي جـهـنم مسيرة أربـعـين سـنـةً إلى أن يـنتـهوا إلى شــجرة الزقوم التي هي ثابتةٌ في أصل الجحيم، وقال أعداء الله إنما

نعذب حتى ننتهي إلى شجرة الزقوم فتذهب جهنم وتهلك .


(Zeameti’l-yehûde ennehüm vecedû fi’t-tevrâti mektûben) Yahudiler eski kitaplarında, Tevrat’ta yazılı bulduklarını sanmışlar ki, (inne mâ beyne tarafey cehennem mesîrete erbaîne seneh) cehennemin bir ucundan öteki ucu kırk yıllık yol. (İlâ en yentehû ilâ şecereti’z-zakkùmi’lleti hiye sâbitetün fî asli’l-cahîm) Cehennemin bir tarafından, cehennemin dibinde sabit duran zakkum ağacına kadar olan mesafe, kırk senelik yol diye yazılı görmüşler kitaplarında ve demişler ki:

(İnnemâ nüazzebü hattâ nentehî ilâ şecereti’z-zakkùm) “Zakkum ağacına varıncaya kadar, yâni kırk gün azablanacağız. Böylece cehennem bitmiş olacak. Biz de azabdan kurtulmuş olacağız.” demişler.

302

Bu kırk gün veya yedi gün, hep kendilerinin zanları. Öyle sayılı gün olmadığını, ebedî kalacaklarını, Allah-u Teàlâ Hazretleri bundan sonraki ayet-i kerimede bildiriyor.


Yahudilerin, neden sayılı günler cehennemde kalacağız diye düşündükleriyle ilgili bir rivayet de şöyle:


ايام التي عبدنا فيها العجل .


(El-eyyâme’lletî abednâ fîhe’l-icl) Sâmirî’nin yaptığı altından buzağıya taptıkları günler kadar, kendilerinin azab göreceklerini kabul ediyorlarmış. İkrime’nin rivayetine göre, kalkmışlar bir de bu hususta Peygamber Efendimiz’le münakaşa yapmışlar:


خاصمت اليهود رسول الله صلى الله عليه وسلم فقالوا: لن ندخل النار إلا أربعين ليلةً، وسيخلفنا فيها قوم آخرون.


(Hàsamati’l-yehûdü rasûlü’llàh SAS) “Yahudiler Peygamber SAS Efendimiz’le iddialaştılar. (Fekàlû: Len nedhule’n-nâre illâ erbaîne leyleh) ‘Biz kırk gece cehenneme gireceğiz. (Ve seyahlifünâ fîhâ kavmün âharûn) Sonra başkaları girecek cehenneme...’ dediler.” Tabii bunlar hiç aslı olmayan şeyler.

Peygamber SAS Efendimiz de demiş ki:

[İbn-i Hacer, Ravdatü’l-Muhaddisîn, c.V, s.420, no:2195.]


بَلْ أَنْتُمْ خَالِدُونَ مُخَلَّدُونَ، لا يَخْلِفُكُمْ فِيهَا أَحَدٌ.


(Bel entüm hàlidûne muhalledûn, lâ yahlifuküm fîhâ ehadün) “Öyle arkanızda halef bırakıp da, cehennemden çekip gitmeyeceksiniz. Siz orada ebediyyen kalacaksınız. Ebedî orada bırakılan kişilerden olacaksınız.” buyurdu.

Gelip de böyle kendisine diklenip iddialaşan, kendi kafalarından laflar söyleyen kimselere, Allah’ın peygamberi olarak, “Siz orada öyle sayılı günler kalmayacaksınız, ebedî

303

kalacaksınız!” deyince, bu ayet-i kerimeler bunun üzerine indi.


e. Peygamber SAS’in Yahudilerle Konuşması


Ebû Hüreyre RA’dan da şöyle rivayet ediliyor:50


لَمَّا فُتِحَتْ خَيْبَرُ، أُهْدِيَتْ لِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم شَاةٌ فِيهَا سُمٌّ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم: اجْمَعُوا لِي مَنْ كَانَ مِنَ الـْيَهُودِ هَاهُـنَا، فَـقَالَ لَـهُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى اللَّهُ عَـلَـيْهِ وَ سلم: مَنْ أَبُوكُمْ؟ َققَالُوا: فُلانٌ، قَالَ: كَذَبْتُمْ، بَلْ أَبُوكُمْ فُلانٌ، فَقَالُوا: صَدَقْتَ وَبَرَرْتَ.


(Lemmâ fütihat hayber) “Hayber kalesini Peygamber Efendimiz fethettiği zaman, (ühdiyet li-rasûli’llâh SAS şâten) Hayber ahalisinden bir kadın tarafından Peygamber Efendimiz’e bir koyun eti hediye edilmiş. (Fîhâ semmün) Halbuki bu hediye edilen etin içinde zehir varmış.”

Peygamber SAS Hazretleri fetihten sonra, (Ecmiù ileyye men kâne mine’l-yehûdü hâhünâ!) “Burada ne kadar Yahudi varsa, benim karşımda toplayın!” diye buyurmuş.

Yahudiler karşısına toplandığı zaman, Peygamber Efendimiz demiş ki:

(Men ebûküm?) “Sizin babanız kimdir?”



50 Buhàrî, Sahîh, c.III, s.1156, no:2998; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.451, no:9826; Dârimî, Sünen, c.1, s.47, no:69; İbn-i Ebî Şeybe, c.V, s.41, no:23520; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.413, no:11355; İbn-i Sa’d, Tabakàt, c.II, s.116; Ebû Hüreyre RA’dan.

304

(Kàlû: Fülânün) Onlar, “Filâncadır.” diye bir isim vermişler.

(Kàle: Kezebtüm) Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Yalan söylediniz. (Bel ebûküm fülânün) Sizin babalarınız, atalarınız filânca idi.”

(Fekàlû: Sadakte ve bererte) “Doğru söyledin ve dürüst söyledin.” demişler.


ثُم قَالَ لَهُمْ : هَلْ أَنـْتُمْ صَادِقُونِي عَنْ شَيْءٍ إِنْ سَأَلـْـتُكُمْ عَنْهُ؟ قَالُوا : نَعَمْ يَا أَبَا الْقَاسِمِ، وَإِنْ كَذَّبْنَاكَ عَرَفْتَ كِذْبـَنـَا كَمَا عَرَفْـتَهُ فِي أَبِينَا. فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْه و سـلم: مَنْ أَهْلُ النَّارِ؟ فَقَالُوا: نَكُونُ فِيهَا يَسِيرًا، ثُمَّ تَخْلُفُونَنَا فِيهَا، فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم: اخْسَئُوا، وَاللَّهِ لاَ نَخْلُفُكُمْ فِيهَا أَبَدًا.


(Sümme kàle lehüm) Sonra onlara demiş ki: (Hel entüm sàdıkî an şey’in in seeltüküm anhü?) “Ey Yahudiler, ben size bir şey soracak olsam, siz bana doğru cevap verecek misiniz?”

(Kàlû: Neam, yâ ebe’l-kàsım!) “Evet, vereceğiz yâ Ebe’l-Kàsım!” demişler. Peygamber Efendimiz’e “Ey Kàsım’ın babası!” diye söylüyorlar, “Yâ Rasûlallah!” demiyorlar. Araplarda asaletli kimselere, çocuğunun ismiyle hitab etmek adet olduğundan, “Ey Kàsım’ın babası, evet!” dediler.

(Ve in kezebnâke arafte kizbenâ, kemâ araftehû fî ebînâ) “Doğru söyleyeceğiz. Eğer yalan söylersek, bizim babamız, atamız hakkında yalan söylediğimizi anladığın gibi, onu da anlarsın!” demişler.

(Fekàle lehüm rasûlü’llàh SAS: Men ehlü’n-nâr) “Cehenneme kimler girecek, kimlerdir cehennem ehli?” diye sormuş. (Fekàlû) O

305

zaman o yahudiler demişler ki: (Nekûnü fîhâ yesîran sümme tahlifûnenâ fîhâ) “Biz orada az bir müddet kalacağız. Sonra bizim yerimize arkamızdan siz gireceksiniz.” demişler.

(Ve kàle lehüm rasûlü’llàh SAS) Peygamber SAS onlara buyurmuş ki: (İhseù) “Susun, kesin sesinizi! (Va’llàhu lâ nahlüfüküm fîhâ ebeden) Allah’a and olsun ki, biz cehenneme aslâ sizin arkanızdan girecek olanlar değiliz, girmeyeceğiz.”


ثُمَّ قَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : هَلْ أَنْتُمْ صَادِقِيَّ


عَنْ شَيْءٍ إِنْ سَأَلْتُكُمْ عَنْهُ؟ قَالُوا: نَعَمْ يَا أَبَا الْقَاسِمِ. قَالَ: هَلْ


جَعَلْتُمْ فِي هَذِهِ الشَّاةِ سُمًّا؟ فَقَالُوا: نَعَمْ . قَالَ : فَمَا حَمَلَكُمْ


عَلٰى ذَلِكَ؟ فَقَالُوا: أَرَدْنَا إِنْ كُنْتَ كَذَّابًا أَنْ نَسْتَرِيحَ مِنْكَ، وَإِنْ


كُنْتَ نَبِيًّا لَمْ يَضُرَّكَ (خ. حم. ن. عن أبي هريرة)


(Sümme kàle lehüm rasûlü’llàh SAS) Sonra onlara sormuş Rasûlüllah SAS: (Hel entüm sàdıkiyye an şey’in in seeltüküm anhü?) “Ben size başka bir şey daha sorsam, doğru cevap verecek misiniz? (Kàlû: Neam yâ ebe’l-kàsım) “Evet, doğru cevap vereceğiz ey Ebü’l-Kàsım!” demişler.

(Kàle: Hel cealtüm fî hâzihi’ş-şâti sümmen) Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz: “Söyleyin bakalım, yiyelim diye bize sunduğunuz bu koyun etinin içine zehir koydunuz mu, koymadınız mı?..”

Baktılar ki, ilk iki sorunun doğru cevabını Peygamber SAS Efendimiz veriyor, anladılar. (Kàlû: Neam) O zaman, dosdoğru: “Evet, zehir koyduk!” demişler. Saklı olarak koymuşlardı, ama Peygamber Efendimiz zehir konduğunu peygamberlik nûruyla, Allah’ın bildirmesiyle bildi.

O zaman, buyurmuş ki: (Femâ hameleküm alâ zâlike?) “Böyle yapmağa sizi ne sevk etti? Niye böyle zehirleme işine giriştiniz?”

306

(Fekàlû) Demişler ki: (Eradnâ in künte kâziben en nestarîha minke, ve in künte nebiyyen lem yedurruke) “Bunu şu sebepten yaptık: Eğer sen yalandan peygamberim diye ortaya çıkmış bir kimse isen; o zaman zehirlenecektin, senden kurtulmuş olacaktık... Eğer hakîkaten peygambersen, sana bir zarar vermeyecekti. Denemek için yaptık.” dediler. Böyle bir cevap verdiler.


Bu hadis-i şerif sahih bir hadis-i şerif. İmam Ahmed ibn-i Hanbel, İmam Buhàrî ve İmam Neseî rivayet etmişler.

Demek ki, Peygamber Efendimiz’in hak peygamber olduğunu böylece de anlamış oldular. Peygamber Efendimiz onların her yanlış söylediğini doğrulttu. “Siz şu hususta yanlış söylüyorsunuz, şurada yalan söylediniz!” diye söyledi.

Allah-u Teàlâ Hazretleri böylece, onların sözlerine karşı, yâni “Biz yahudiler cehennemde mahdut günler kalacağız.” demelerine karşı, “‘Allah’la ahid mi ettiniz; yoksa bilmediğiniz, olmadık şeyleri mi Allah’a isnad ediyorsunuz?’ de onlara!” diye Peygamber Efendimiz’e emrediyor Rabbü’l-àlemîn.


f. Küfür Günahının Karşılığı


Ondan sonra da, şimdiki 81. ayet-i kerimede buyuruyor ki:


بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَ أُولٰئِكَ أَصْحَابُ


النَّارِ، هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (البقرة: ١٨)


(Belâ men kesebe seyyieten ve ehàtat bihî hatîetühû feülâike ashàbü’n-nâr, hüm fîhâ hàlidûn.) (Bakara, 2/81) Belâ, bir sorunun öyle olmadığını belirten bir edattır. “Hayır, öyle değil!” mânâsına gelir. Yâni, “Sayılı günler cehennemde kalacak değilsiniz, iş öyle değil.

(Men kesebe seyyieten) “Kim küfür günahını irtikâb ederse...” Seyyieten, bir kötülük demek. “Kim bir kötülük iktisab ederse, (ve ehàtat bihî hatîetühû) ve bu büyük günahı, hatası onun her tarafını kuşatırsa...” İnsan küfre girince kalbi kararır, içi dışı

307

kasvetlenir, imanı gider, günahı onu çepe çevre kuşatır. “İşte öyle olduğu zaman, (feülâike ashàbü’n-nâr) böyle kimseler cehennemin ahalisidirler. (Hüm fîhâ hàlidûn) Onlar orada ebedî kalacaklardır.”


Şimdi tabii burada, onların sözlerine karşı bu cevap olarak geldiğinden, düzeltme cevabı olarak geldiğinden, onların cehennemde ebedî kalacakları, bu ayeti kerimede bildirilmiş oldu. Hem ayet-i kerimede bildirilmiş oldu, hem de Peygamber Efendimiz’in demin okuduğumuz hadis-i şerifinde, “Siz cehennemde hàliden, muhalliden, ebedî olarak kalacaksınız. Ebedî orada bırakılacaksınız.” demesinden, onların cehennemde ebedî kalacakları ayetle ve hadisle ortaya çıkmış oluyor.

Zâten bir noktayı burada açıkça beyan etmek lâzım. Bir kötülük işleyen sözünden, tek bir kötülük anlaşılmasın diye bu açıklamayı yapıyorum:


إِنَّ اللَّهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ

(النساء:٨٤)


(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ’) “Cenâb-ı Hak şirki, şirk koşulmasını hiç bir şekilde affetmiyor. Ondan başka günahlar olursa, onları affedebiliyor.” (Nisâ,4/48) Küfrü ve şirki affetmiyor.

Şimdi bunlar da, Peygamber Efendimiz’i kabul etmeyip, inkâr edip, tasdik etmeyip, yalan söyleyip, Allah’ın söylemediği sözleri Allah söyledi diye insanlara yutturup, kitabı, Tevrat’ı tahrif ettikleri için; elleriyle yazıp da, ondan sonra, “Bu bizim kelâmımız değil, Allah’ın kelâmı” dedikleri için; Tevrat’ın içindeki ahkâmı uygulamayıp, bilgileri değiştirdikleri için; Peygamber Efendimiz’in geleceğine dair Tevrat’taki müjdeleri silip, değiştirip, “O Peygamberin evsafı: İşte güleç yüzlüdür, saçları dalgalıdır, kirpikleri uzundur...” diye bilgileri, renkleri, vasıfları, her şeyi değiştirdikleri için, İslâm’la mücadele etmiş oluyorlar, İslâm’a girmemiş oluyorlar. “Lâ ilâhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh” dememiş oluyorlar. Onun için cehennemde ebediyyen kalacaklar.

308

g. İman Edenlerin Mükâfâtı


Arkasındaki 82. ayet-i kerime de meseleyi daha açık olarak, bizim söylediğimiz şekilde, müfessirlerin anlattığı şekilde beyan ediyor:


وَالَّذِينَآمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولٰئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ،


هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (البقرة:٢٨)


(Ve’llezîne âmenû ve amilu’s-sàlihàti ülâike ashàbü’l-cenneh, hüm fîhâ hàlidûn.) (Bakara, 2/82)

(Ve’llezîne âmenû) “İman edenlere gelince, o kimseler ki iman ettiler...” Bu ötekilere mütekàbilen, mütenâzıran söyleniyor: “Bir tarafta sizlersiniz, sizin ameliniz, icraatınız, davranışınız Peygambere karşı imansızlık ve küfür... Siz cehennemde ebedî kalacaksınız! Ama içinizden veyahut çevrenizdeki toplumlardan iman edenler, o kimseler ki iman ettiler; (ve amilu’s-sàlihàti) ve imanlarına göre de sàlih ameller işlediler. (Ülâike ashàbü’l- cenneh) Onlar da cennetin ahalisi olacaklar, cennetlikler olacaklar. (Hüm fîhâ hàlidûn) Onlar da cennette ebediyyen kalacaklar, sonsuz olarak kalacaklar.” diye, Cenâb-ı Hak o yanlışlığı, yâni yahudilerin cehennemde azab işini çeşitli te’villerle böyle saptırmağa, kaydırmağa çalışmasını cevaplandırıyor.

Şimdi burada esas mesele, tefsir kitaplarının beyan ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz’in mucizesini, Tevrat’taki Peygamber Efendimiz’le ilgili evsafı görünce, o zamanki din adamları, Tevrat’ın bu kısımlarını değiştirdiler. O cümleleri tahrif ettiler, o kelimeleri değiştirdiler. Baktılar, etrafındaki insanlar imana geliyor. Hepsi imana gelmesin diye, telaşa düştüler. Baktılar ki, küfürde kalınca ebediyyen cehennemde kalacaklar; cehennemde kalmak istemeyenler müslüman olurlar diye engellemek için, “Yahudiler yedi gün kalacak, veya kırk gün kalacak... Mahdut günlerde kalacaklar, ondan sonra geçip gidecekler, cehennem bitecek.” filân dediler.


Halbuki, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetlerinde göreceğiz ki,

309

cehennemlikler cehennemde ebedî kalacaklar; cennetlikler de cennette ebedî kalacaklar. Ancak, müslümanların kusurlu olanları, cezalarını çekmek için kusurları kadar cehennemde kalıp, sonra cennete girecekler. Ama, imansızların cennete girmesi bahis konusu değil; aslâ ve kat’à giremezler. Peygamber Efendimiz, sahih hadis-i şeriflerde kesin olarak

buyuruyor ki:51


لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِلاَّ مُؤْمِنٌ (خ. حم. حب. عن أبي هريرة)


(Lâ yedhulü’l-cennete illâ mü’minün) “Cennete ancak mü’min olan girecek.”

“Lâ ilâhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh” demeyen, mü’min olmayan girmeyecek. Tabii bu devirde... Eski devirlere gidecek olursak, “Lâ ilâhe illallah” demeyen ve zamanındaki peygamberi tasdik etmeyen, Allah’ın istediği vech ile iman etmeyenler, mü’min sıfatını kazanamayanlar cennete girmeyecekler.


51Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1540, no:3967; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.2, s.299, no:7964; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.128, no:3820; Hàkim, Müstedrek, c.II,

s.361, no:3275; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.356, no:3393; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.210, no:336; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.197, no:16611; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.408, no:3950; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.VIII, s.331; Ebû Hüreyre RA’dan.

Müslim, Sahîh, c.II, s.800, no:1142; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.460, no:15831; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.224, no:612, Ka’b ibn-i Mâlik RA’dan.

Tirmizî, Sünen, c.V, s.275, no:3091; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.53, no:4375; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.400, no:12128; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.284, no:928; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.224, no:18600; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VII, s.104, no:4994; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.415, no:15468; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.36, no:1209; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.298, no:8247; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.170, no:2896; Bişr ibn-i Suheym RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.349, no:14805; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

310

Olabilir ki, beni dinleyenlerden bir kısmı belki Boşnak asıllıdır, Pomak’tır, veyahut hidayete ermiş başka bir milletten bir kimsedir. Amerika’da dinleyenler var, Avustralya’da dinleyenler var... Yunanlı müslüman olmuş kardeşlerimiz var, tarikata intisab etmiş kardeşlerimiz var... Ermenilerden müslüman olmuş kardeşlerimiz var... Amerikalılardan, Fransızlardan, Almanlardan, Amerikalı senatörlerden müslüman olanlar var... İlim adamlarından, Japonlardan müslüman olanlar var... Çinlilerden nice müslüman olmuşlarla tanıştık, çeşitli uluslararası toplantılarda... Yâni, bir insan herhangi bir kavme mensub olabilir. Allah’ın gönderdiği peygamberine inanacak, Allah’ın kitabına tâbî olacak.

Ama Allah’ın kitabı tağyir edilmiş ise, tebdil edilmiş ise, tahrif edilmiş ise, bozulmuşsa, değiştirilmişse, çıkartılmışsa, eklenmişse; o zaman o Allah’ın kitabı olmuyor, onların elleriyle yazdığı oluyor. Elleriyle yazdıkları şeylere, bu Allah’ın kitabı demiş oluyorlar. Olmaz!

İncil’in ana diliyle aslı yok... Tevrat’ın, İncil’in aslının bazı nüshaları Kumran Mağaraları’nda ve bazı kazılarda bulunmuş. Onlar, müslümanların dediklerinin doğru olduğunu gösteriyor.


Demek ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri en son peygamber olarak, en son elçisi olarak, rasül olarak insanlara gönderdiği ahir zaman peygamberini göndermiş ve ona milletlerin iman etmesini beyan eylemiş. Eski milletlere de, “Ahir zaman peygamberi gelince ona uyacaksınız!” diye kitaplarında nasihat etmiş, tavsiye etmiş, emretmiş.

Binaen aleyh, en akıllıca iş, Allah’ın emrini tutmak, Rasûlüne bağlanmak, kitabının ahkâmına sarılmak, Allah’ın rızasını kazanacak şekilde sàlih ameller işleyip, yaşayıp, Allah’ın huzuruna sevdiği kul olarak varmağa, var gücüyle çalışmaktır. Yoksa öteki türlü oyunlar, dalavereler, dolaplar, hileler, yalanlar, yanlışlar, tahrikler bu dünyada bir miktar menfaat, tantana, debdebe, ziynet, süs, altın, gümüş, para kazandırsa bile, sonu hüsran olur. Hiç onlara aldanmamak lâzım!..

311

Peygamber SAS Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor:52


مَا لِي وَلِلدُّنْيَا، مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ، ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا ( حم. ت. ه. ك. ض. عن ابن مسعود)


(Mâ lî ve li’d-dünya) “Dünya ile benim bir ilişkim yok! (Mâ ene fi’d-dünyâ illâ kerâkibin’istezalle tahte şeceretin) Ben ancak bir yolcu gibiyim ki, yolun bir arasında, dinlenmek, gölgelenmek için, bir ağacın altında bir müddet inmiş, orada istirahat etmiş; (sümme râha ve terekehâ) sonra da bineğine binip hemen gidecek bir insan gibiyim.”

O istirahat yeri, asıl yer değil. İnsanın gideceği asıl yer, bu dünya değil ahiret yurdudur.

Ahireti kazanmağa çok dikkat etmek lâzım! Dünyanın hepsini verseler bile, yine semen-i kalîldir, az bir bahadır, az bir kazançtır. Hiç dünyaya aldanmamak lâzım! Allah’ın rızasından asla şaşmamak, sapmamak lâzım!

Rabbimiz bize vefa ve sadakat ve sebat nasib eylesin... İmtihanlar çoktur. İmtihanlar, musibetler, belâlar, sıkıntılar dünya hayatımızda olabilir. Onlardan dolayı imanı kaybetmemek lâzım! Sımsıkı sarılmak lâzım!



52 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.588, no:2377; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1376, no:4109; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.391, no:3709; Tayalisî, Müsned, c.I, s.36, no:277; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.162, no:10327; Bezzâr, Müsned, c.IV, s.337, no:1533; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.122, no:9307; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.75, no:34303; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.311, no:10415; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.II, s.102; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.290, no:1384; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.54, no:195; İbn-i Sa’d, Tabâkàt, c.I, s.467; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.238, no: Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.301, no:2744; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s.265, no:6352; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.327, no:11898; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.206, no:599; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.197, no:6142; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1738, no:2741; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIX, s.99, no:20292.

312

Allah’ın kelâmını okuyun! Bakın Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini okudukça, tefsirleri okudukça, her gün ilmimiz, irfanımız nasıl genişliyor. Kur’an’ı okursanız, hidayet bulursunuz.

Amerikalı okuyor, müslüman oluyor... Fransız okuyor, müslüman oluyor... Rus okuyor, müslüman oluyor... Yunanlı okuyor, müslüman oluyor... Ermeni papaz okuyor, müslüman oluyor... Siz de lütfen Kur’an-ı Kerim’i, şöyle güzel ana kaynaklarından okuyun, inceleyin!..

Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini okuyun, öğrenin! Güzellikleri görün, güzel olanı anlayın, farkı fark edin! Cenâb-ı Hakk’ın hidayet yoluna girin!

Rabbim hakkı hak olarak görmeyi nasib etsin... Bâtılı bâtıl olarak görmeyi nâsib etsin... Hakka uymayı, bâtıldan korunmayı nasîb etsin... Rızasını kazanmayı nasîb etsin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasib etsin... Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi taltif eylesin, müşerref eylesin... Selâmına erdirsin, rıdvân-ı ekberine vâsıl eylesin, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!...


13. 07. 1999 - AVUSTRALYA

313
13. İSRÂİLOĞULLARI’NA VERİLEN GÖREVLER