5. İSRÂİLOĞULLARI’NIN “ALLAH’I GÖRMEDİKÇE İNANMAYIZ!” DEMELERİ
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz Ak-Televizyon izleyicileri ve Ak-Radyo dinleyenleri!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikramı üzerinize olsun... Dünya ve ahiret saadetine, Mevlâm cümlenizi sevdiklerinizle beraber erdirsin...
Bu akşamki tefsir sohbetimde, Bakara Sûre-i Şerifesi’nin 55, 56 ve 57. ayet-i kerimeleri üzerinde sohbetimi yapabileceğimi sanıyorum. Bu ayet-i kerimeler, daha önceki ayet-i kerimelerin akışı içinde geliyor.
Daha önceki haftalardaki sohbetlerimizi dinleyen kardeşlerimiz hatırlayacaklar, Cenâb-ı Mevlâmız bu ayet-i kerimelerde, “Peygamber SAS Efendimiz’in zamanındaki ehl-i kitap, yahudiler insafa gelsinler; dinlerinin mâzilerindeki, peygamberleri zamanındaki olayların cereyanından ibret alsınlar, örnek alsınlar, hataya düşmesinler; ahir zaman peygamberini kabul etsinler, ona ilk küfür eden insanlar, ilk inkâr eden topluluklar olmasınlar; Cenâb-ı Mevlâ’nın daha önce kendilerine bahşetmiş olduğu nimetleri hatırlayıp, Cenâb-ı Mevlâ’ya itaat etsinler, bu Peygamber’e iman etsinler, tâbî olsunlar.” diye yapmış olduğu lütuflarını sıralamağa, bu ayet-i kerimeler devam ediyor.
Şimdi bu hatırlatılan çeşitli nimetler, ki bunların her birisi büyük nimet… Yâni Firavun’dan kurtulmak, Firavun yakalayacakken denizi geçmek; ondan sonra hatalar yaptıktan sonra gene Cenâb-ı Mevlâ’nın hatalarını affetmesi, tevbe nasib etmesi...
Burada 55. ayet-i kerimede buyruluyor ki, bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm:
وَإِذْ قُلْـتُمْ يَامُوسٰ ى لَنْ نُـؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ
الصَّاعِقَةُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (البقرة: ٤٤)
(Ve iz kultüm yâ mûsâ len nü’mine leke hattâ nera’llàhe cehreten feehazetkümü’s-sàikatü ve entüm tenzurûn.) (Bakara, 2/55)
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ منْ بَعْدِ مَوْتِكُ مْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (البقرة:٤٤)
(Sümme beasnâküm min ba’di mevtiküm lealleküm teşkürûn.) (Bakara, 2/56) Bu 56. ayet-i kerime oldu. 57’yi de okuyalım:
وَظَللْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَ أَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى، كُلـوُا مِنْ
طَـيِّـبَاتِ مَا رَزَقَـنَاكُمْ، وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
(البقرة:٤٤)
(Ve zallelnâ aleykümü’l-gamâme ve enzelnâ aleykümü’l-menne ve’s-selvâ, külû min tayyibâti mâ razeknâküm, ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn.) (Bakara, 2/57) Sadaka’llàhü’l- azîm.
Ne buyuruyor Rabbimiz:
(Ve iz kultüm) “Hani mâzide neydi o zamanlar, bir zamanlar hatırlayın ki...” İz böyle bu mânâya gelen bir edat. “Hani, (kultüm) demiştiniz ki...” Peygamberiniz Mûsâ AS’a, onun zamanında yaşayan, iman eden yahudiler ne demişlerdi?..
(Yâ mûsâ len nü’mine) “‘Biz sana inanmayacağız, (hattâ nera’llàhe cehraten) Allah’ı cehreten, âşikâre, ayânen görmeyince, görmedikçe sana inanmayacağız! Görelim, ondan sonra inanacağız.’ demiştiniz, (Feehazetkümü’s-sàikatü) Sonra sizi yıldırım yakalamıştı, (ve entüm tenzurûn) bakıp duruyordunuz. Bakıp durur bir haldeyken yıldırım sizi yakalamıştı.” (Bakara, 2/55) (Sümme beasnâküm min ba’di mevtiküm) “Sonra sizi
ölmenizden, ölümünüzden sonra ba’setmiştik, tekrar diriltmiştik, (lealleküm teşkürûn) tâ ki şükrediciler olabilseydiniz; belki şükrediciler olabilirsiniz diye.” (Bakara, 2/56)
Bu bir nimet, büyük bir nimet... Bunun hakkındaki rivayetleri okuyacağım.
Sonra, (Ve zallelnâ aleykümü’l-gamâme) “Ve sizin üzerinize bulutu gölge yapmıştık. Sizi bulutla örterek gölgelendirmiştik. (Ve enzelnâ aleykümü’l-menne ve’s-selvâ) Yiyeceklerin olmadığı sahrada, sizin üzerinize men ve selvâ denilen şeyleri, yâni kudret helvası ve bıldırcın ihsan etmiştik ve demiştik ki: (Külû min tayyibâti mâ razeknâküm) ‘Size ihsan ettiğim, rızk olarak verdiğim nesnelerin hoşlarından, güzellerinden yiyiniz!’ demiştik. Hatırlayın bunları!..”
Burada hatırlatmadan sonra, hitabı değiştirerek ayet-i kerime buyuruyor ki, yâni dönüyor gibi: (Ve mâ zalemûnâ) “Onlar bize zulmetmediler, (ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn) aksine kendi kendilerine zulmettiler.” buyruluyor. (Bakara, 2/57)
a. Yahudilerin Allah’ı Açıkça Görmek İstemeleri
Şimdi, Mûsâ AS’a şart koşan insanlar kimlerdi?.. “Allah’ı ille biz gözlerimizle, âşikâre görmeliyiz; görmezsek sana inanmayız, inanmayacağız!” diye diretenler kimlerdi?..
Buradaki, (len nü’mine leke) “İnanmayacağız.” demek. Len istikbâle götürüyor muzàrîyi. “İnanmayacağız, ancak şöyle yaparsan inanabiliriz. (Hattâ nera’llàhe cehraten) Cehraten, cehrî olarak, yâni alâniyeten, yâni âşikâre olarak, ayan beyan, şöyle gözümüzle Allah’ı görmek istiyoruz; görmedikçe sana inanmayacağız!” demişlerdi.
Bu ne zaman olmuştu? İbn-i İshak’ın rivayetine göre, Mûsâ AS Tur Dağı’nda kırk gün Cenâb-ı Mevlâsıyla bulunduktan sonra, kavmine döndüğünde ve onların böyle buzağıya tapma hatasını işlediğini gördükten sonra... Kardeşi Hârun AS’a, yakasını paçasını, sakalını tutup neler söylediğini; Sâmirî isimli, o buzağıyı yapan ustaya neler söylediğini; o yapılan altından buzağıyı da yakıp denize attığını, geçtiğimiz haftalarda kısaca işaret etmiştik, söylemiştik.
Bütün bunlardan sonra;
اختار موسى منهم سبعين رجلاً الخير فالخير وقال: انطلقوا
إلى الله، و توبوا إلى الله مما صنعتم، واسألوه التوبة على من
تركتم وراءكم من قومكم، صوموا وتطهروا وطهروا ثيابكم.
(İhtâra mûsâ minhüm seb’îne racülen) “Mûsâ AS, bu kavminin içinden yetmiş kişi seçti. (El-hayyire fe’l-hayyir) Yâni en hayırlı, en önde gelen yetmiş kişiyi seçti (ve kàle) ve onlara dedi ki:
(İntalikù ila’llàh) ‘Gidiniz Mevlânıza, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin divanına, huzuruna; (ve tûbû ila’llàhi mimmâ sana’tüm) işlediğiniz bu fezâhatlerden, günahlardan dolayı Cenâb- ı Mevlâ’ya kendiniz ve kavminiz adına tevbe ediniz. (Ve’s’elûhü’t- tevbete alâ men terektüm verâeküm min kavmiküm) Arkada bırakmış olduğunuz kavminiz için de tevbe dileyiniz.’ dedi.” Çünkü kavminin önde gelenlerini, itibarlılarını, sözü dinlenenlerini seçti.
(Sùmû ve tetahherû) “Oruç tutunuz, temizleniniz. Tertemiz, aşırı, mübalağalı, tertemiz temizleniniz. (Ve tahhirû siyâbeküm) Ve elbiselerinizi tertemiz temizleyiniz. Her şeyiniz temiz olsun, böyle oruçlu dua edin!” diye onlara emretmişti. Bu emredilen
şeylerin hepsini yaptılar.
فخرج بهمإلى طور سيناء، فقال له السبعون: يا موسى ، اطلب لنا إلى ربك، نسمع كلام ربنا. فقال: افعل .
(Feharace bihim ilâ tùri sînâ’) “Ve bu seçkin yetmiş kişiyi, seçme, eşrâfı, âyânı, gözde, önde olan kişileri Mevlâsının huzuruna, divanına, Tur Dağı’na alıp götürdü. (Fekàle lehü’s- seb’ùn) Bu oruçlu, temiz, abdestli, gusüllü, emredilen şeyleri yapmış yetmiş kişi dediler ki: (Yâ mûsâ, utlüb lenâ ilâ rabbike nesmeu kelâme rabbinâ) “Mevlândan dua ediver, taleb ediver bizim için; sana vahiy gelirken, Rabbin seninle konuşurken, bu kelâmı biz de duyalım!” dediler.
(Fekàle: Ef’alü) Bu taleb üzerine Mûsâ AS: “Pekiyi, ben bu duayı, bu talebi yaparım Rabbime.” dedi.
فلما دنا موسى من الجبل، وقـع عليه الغمام حتى ت ـغشى الجـبل كله، ودنا موسى فدخل فـيه، وقال للـقوم: ادنوا! وكان موسى إذا كلمه الله، وقع على جبهته نور ساطع لا يسـتـطـيع أحد من بـني آدم أن يـنظـر إلــيـه، فـضـرب دونــه بالحجاب .
(Felemmâ denâ mûsâ mine’l-cebel) “Mûsâ AS, Tur Dağı’na yaklaşınca, (vekaa aleyhi’l-gamâmü hattâ tağşe’l-cebel) dağın üzerine, dağı tamamen örtecek şekilde bir bulut sardı. (Küllehû) Bütün dağı saracak şekilde bir bulut kapladı Tur Dağı’nı... (Ve
denâ mûsâ fedehale fîhî) Mûsâ AS, o bulutun içine yaklaştı ve o bulutun içine girdi. (Ve kàle li’l-kavm) Ve kavmine de, o gelmiş olan kimselere de, (Üdnû) ‘Yaklaşın!’ dedi.”
(Ve kâne mûsâ izâ kellemehu’llàhu vekaa alâ cebhetihî nûrun sâtıun) “Cenâb-ı Mevlâ Mûsâ AS’a vahyederken, Mûsâ AS’ın alnında öyle bir nûrâniyet, öyle bir parıltı peydah olur, düşerdi ki, ışıkları etrafa yayılan bir parıltı; (lâ yestatîu ehadün min benî âdeme en yenzura ileyhi) o parıltıya Benî Adem’den hiç bir insanın bakmağa tâkati olmazdı. (Feduribe dûnehû bi’l-hicâb) Onun için, herkes bakamadığı için perdelenmişti.”
ودنا الـقـوم حـتىإذا دخلـو ا في الــغـمام، وقـــعـوا سجودًا، فسمعوه وهو يتكلم موسى يأمره وينهاه: افعل ولاتفعل . فلما فرغ إليه من أمره انكشف عن موسى الغمام ف أقبل إليهم، فقالوا لموسى: لن نؤمن لك حتى نرى الله جهرةً !
فاخذتـهم الرجفـة وهي الصاعقة، فماتوا جميعًا.
(Dene’l-kavmi hattâ izâ dehalû fi’l-gamâm) “Kavim yaklaştı, onlar da o bulutun içine girdiler, (vekaù sücûden) ve hepsi secdeye kapandılar. (Fesemiùhü ve hüve yetekellemü mûsâ) Mevlâ, Cenâb-ı Hak Mûsâ AS’a söylerken, hitab ederken hepsi duydular. (Ye’müruhû ve yenhâhu) Emrediyor, yasaklıyor, ‘Şunları yapacaksınız, şunlar sevap, emirlerim; şunları yapmayacaksınız, bunlar günah, yasaklarım!’ diye (İf’al ve lâ tef’al) ‘Şunu yap, bunu yapma!’ diye.
(Felemmâ ferağa ileyhi min emrihî) Bu vahiy tamam olunca, emirleri tamam olunca (inkeşefe an mûse’l-gamâm) o bulut kalktı.” Tabii bu bulutun ne olduğu hakkında, aşağıda izahlar da veriliyor.
(Feakbele ileyhim) Onlara yöneldi Mûsâ AS. (Fekàlû li-mûsâ) Mûsâ AS’a bu sefer bu yetmiş kişi, işte bu ayette belirtilen sözü söylemişler: (Len nü’mine leke) “Biz sana gene inanmayız, (hattâ nera’llàhe cehraten) Allah’ı âşikâre görmedikçe.” demişler. (Feehazethümü’r-racfetü) Bir sarsıntı, recfe, zelzele bunları tuttu. (Ve hiye’s-sàikatü) bu yıldırımdı...”
Sàika, biliyorsunuz yıldırım demek. Hattâ yıldırım zarar vermesin diye binanın çatısına yapılan, yıldırımı çeken, paratoner
diye batılıların söylediği şeye de, bizim eskiler ne derlerdi: Siper-i sàika derlerdi. Yıldırımın kalkanı, siperi; ona gelir, oradan binayı korur, zarar vermez. Minareye zarar vermez, çatıya zarar vermez.
İşte bu şey tuttu. (Femâtû cemîan) “Hepsi mahvoldular, yerlere serildiler, öldüler.
وقام موسى يناشد ربه ويدعوه، ويرغبإليـه، و يقـول: رب لو
شئت اهلكتهم من قبل وإيَّاى أتهلكنا بما فعل السفهاء منا؟
إن هذا لـهم هـلاكٌ. واخـترت منه م سبعـين رجلاً، وارجع إليهم وليس معي منهم رجلٌ واحد فما الذي يصدقوني به ويأمنوني عليه بعد هذا. إنا هدنا إليك.
(Ve kàme mûsâ yünâşidü rabbehû) Mûsâ AS Cenâb-ı Mevlâ’dan tazarru ve niyaz etmeye başladı. (Ve yed’ùhu ve yergabü ileyhi ve yekùl) Böyle çeşitli niyazlar, münâcaat ve dualarla, ki bunların bazısını ilerideki Kur’an-ı Kerim ayetlerinde yine okuyacağız, Allah ömür verir, nasib ederse… Dedi ki:
(Rabbi lev şi’te ehlektehüm min kabli ve iyyâye) “Yâ Rabbi sen eğer dileseydin beni de, bu adamları da bundan önce helâk edebilirdin. İşte bunlar bir cahillik ettiler ve böylece kendilerine de, kavimlerine de zarar verecekler. (E tühlikünâ bimâ feale’s- süfehâü minnâ) İçimizdeki böyle aklı ermeyen birilerinin taşkınlıklarından dolayı, bizim hepimizi helâk mi edeceksin yâ Rabbi!
Çünkü bunlar kavmin eşrâfı, âyânı, idarecileri oldukları için, (inne hâzâ lehüm helâkün) bu onlar için de helâktir. (Va’htartü minhüm seb’îne racülen) Bunların en hayırlılarından yetmiş tanesini seçtim. (Ve’rciu ileyhim ve leyse maî minhüm racülün vâhid) Geri döndüğümde bunlardan hiç birisi olmazsa, (feme’llezî yüsaddikùni bihî) artık beni dinlemezler, tasdik etmezler. (Ve ye’menûnî aleyhi ba’de hâzâ) Bundan sonra bana hiç bir şeylerinde itimad etmezler yâ Rabbi! (İnnâ hüdnâ ileyke) Biz sana geldik,
teveccüh ettik...” diye böyle, Allah’a tazarru ve niyaz ettikçe, Cenâb-ı Hak, onlara verdiği o mahv u helâk ve ölüm, veya ölüm gibi durumu kaldırdı.
(Sümme beasnâküm) “Sonra biz sizi ba’setmiştik. Mûsâ AS’a o sözleri söyleyip de cezâya uğrayan grubun seçkinlerini ba’s etmiştik; (ba’de mevtiküm) öldükten sonra, ba’sü ba’de’l-mevt gibi, ölümünüzden sonra... Tâ ki buna şükredesiniz. Çünkü, onların helâki sizin de helâkiniz, kavmin toptan bir felâkete uğraması demek olacaktı.” diye, bu olayın buzağıya tapmadan sonra, özür dilemek için Tur dağına gittikleri şeklinde bir rivayet var.
Bir başka rivayette de şöyle, Süddî rivayet etmiş:
“Benî İsrâil’in o zamanki yaşayanları, Mûsâ AS’ın ashabı olan kimseler, buzağıya ibadetten dolayı kavmin yaptığından tevbe edince, o buzağıya tapanları öldürüp cezalandırdıklarından sonra, Allah da geride kalanların tevbesini kabul etti. Sonra, Allah-u Teàlâ Mûsâ AS’a, Benî İsrâil’den her gruptan özür dilemek için birilerinin gelmesini emretti. Onun üzerine, Mûsâ AS da yetmiş kişiyi seçti ve özür dilesinler diye götürdü.” Böyle bir rivayet var.
Bir başka rivayette de:
لهم موسى لما رجع من عند ربه بالألواح، قدكتب فيها التوراة، فوجدهـم يـعـبدون الــعجل، فأمـرهم بقتل أنفسهم، ففعـلوا فتاب
الله علـيهم، فـقال: إن هٰـذه الألواح فـيها كـتاب الله، فيه أمـركم
الـذي أمركم به، ونـهيكم الذ ي نـهاكم عنه.
(Lehüm mûsâ lemmâ racea min indi rabbihî bi’l-elvâh) “Mûsâ AS Tur Dağı’ndan döndüğü zaman, elinde Tevrât’ın yazılı olduğu levhalar olduğu halde, (kad ketebe fîhe’t-tevrât, fevecedehüm ya’büdûne’l-icl) Tevrat bu levhalara yazılmış. Kavim halbuki sapıtmış, buzağıya tapınma durumuna düşmüş. (Feemerehüm bi- katli enfüsihim) Bu birbirlerinden suçlu olanlarını öldürmelerini emretti. (Fef’alû) Bunu yapınca, (fetâba’llàhu aleyhim) Cenâb-ı Hak tevbelerini kabul etti.
(Fekàle) Ve Mûsâ AS dedi ki: (İnne hâzihi’l-elvâhu fîhâ kitâbu’llàh) “Bu levhalar Allah’ın kitabıdır, emirleri var Allah’ın burada. (Fihî emrukümü’llezî emeraküm bihî ve nehyükümü’llezî nehâküm anhu) yapmanız gereken işler var burada, emirler var, yasakladıkları şeyler var.” deyince;
فـقالــوا: ومن يأخذ بـقـولك أنـت؟ لا والله حتى نرى ا جهرةً، حتى يطـلـع الله علـيـنا ويقـول هذا كتابي فخذوه فما له لايكلمنا كما يكلمك أنت يا موسى؟ وقرأ قول الله: لن نؤمن لك حتى نرى الله جهرةً .
(Fekàlu: Ve men ye’huzühû bi-kavlike ente?) “Senin bu sözünle kim bunlara kulak asar, kim dinler bunu?” dedi onlar. (Lâ, va’llàhi hattâ nera’llàhe cehreten) “Biz de kabul etmeyiz; ancak Allah’ı doğrudan doğruya görürsek kabul ederiz.” dediler. (Hattâ yatlea’llàhu aleynâ) “Allah-u Teàlâ bize görününce inanırız; (ve yekùle hâzâ kitâbî) ve ‘Bu işte bu benim kitabımdır, emrimdir!’ derse inanırız. (Fehuzûhu) ‘Bunları tutun, bunlar benim kitabımdır!’ derse inanırız.” Böyle âşikâre istiyorlar.
(Ve mâ lehû lâ yükellimnâ kemâ yükellimüke ente yâ mûsâ) “Seninle konuşuyor da, bizimle niçin konuşmasın Mevlâ?” diye bir söz söylediler. (Ve len nü’mine leke hattâ nera’llàhe cehreten) İşte bundan dolayı, bu ayet-i kerime bunu kasdediyor diye izah ediliyor.
فجاءت غضبةٌ من افجاءتهم صاعقة بعد التوبة،
فـصعـقـتـهم فماتوا أجمع ـون . ثـم أحياهم الله من بعد
موتهم . و قرأ قـول الله: ثمَّ ب ـعثناكم من بعد موت ـكم لعلكم تشكرون.
(Fecâet gadbetün mina’llàh, fecâethüm sâikatün ba’det-tevbeti)
Yâni, tevbeden sonra bu lafları söyledikleri için, yâni buzağıya tapmanın tevbesinden sonra, bunları söyledikten sonra Allah’ın gazabı olarak, ikàbı olarak, cezası olarak bu sâika geldi, yıldırım geldi. (Femâtû) Bayağı öldüler, (ecmaùn) hepsi birden. (Sümme ahyâhümu’llàhu ba’de mevtihim) Sonra da, Allah onları öldürdükten sonra diriltti. Bu ayet-i kerimede de: (Sümme beasnâküm min ba’di mevtiküm lealleküm teşkürûn) buyruluyor.
Yâni, ya bu ölüm hakiki bir şekilde oldu, sonra Allah diriltti; ya da ölü gibi yere serildiler, derin bir baygınlık, felâket... Ondan sonra diriltildiler.
فقال لهم موسى:خذوا كتاب الله! فقالوا: لا. فقـالأي شئ أصابكم؟ قالـوا: أصـابـنا إنا مـتنـا ثم أحيـينـا. قال : خذوا كـتاب الله! فقالـوا: لا. فبـعث الله ملائكة فنتـفـت الجبل فوقهم.
(Fekàle lehüm mûsâ: Huzû kitâba’llàh) “Allah’ın emirlerini, kitâbını alın, uygulayın!” deyince; (Kàlû: Lâ) “Hayır!” dediler.
(Fekàle: Eyyü şey’in esàbeküm?) “Başınıza ne geldi?” deyince; (Kàlû: Esàbenâ ennâ mütnâ sümme uhyînâ) “Öldük, sonra diriltildik.” dediler. (Kàle: Huzû kitâba’llàh) “Allah’ın kitabını o halde uygulayın!” diye tekrar söyledi, yine (Lâ) “Hayır!” dediler.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, meleklerini gönderdi, dağı üstlerine devrilecek bir hâle getirdi. Ondan sonra kavmin akılları başlarına geldi. “İşte bunlara şükretmeniz lâzım değil mi?.. Yâni o hatalarınıza rağmen, Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi şükredesiniz diye, nimetin kadrini bilip de Allah’a mutî olasınız diye böyle tekrar cezalandırmaktan, gazabından kurtardı.
Bunları hatırlayın! Bak söz dinlemeyince böyle oluyorsunuz. Dinleyince, tevbe edince şöyle oluyorsunuz. Binâen aleyh, Bu mazideki olaylardan ibret alın, kendinizi toparlayın!” diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri eski olayları hatırlatarak yeni kavimlere, nesillere Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ SAS’e; Tevrat’ta geleceği bildirilmiş olan, ahir zaman peygamberine iman
etmeyi onların tarihlerinden, onların peygamberlerinin siyerinden, başından geçen dinî olaylardan ibretli sahneleri hatırlatarak teklif ediyor.
b. İsrâiloğulları'nın Bulutla Gölgelendirilmesi
Sonra, 57. ayet-i kerimede buyuruyor ki Rabbimiz:
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى، كُلـوُا مِنْ
طَـيِّـبَاتِ مَا رَزَقَـنَاكُمْ، وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
(البقرة:٤٤)
(Ve zallelnâ aleykümü’l-gamâme ve enzelnâ aleykümü’l-menne ve’s-selvâ, külû min tayyibâti mâ razeknâküm, ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn.) (Bakara, 2/57)
(Ve zallelnâ aleykümü’l-gamâme) Zallâ-yüzallî-tazille;
gölgelendirmek demek. Zıl biliyorsunuz gölge demek. Hattâ Karagöz oyununda perde vardır da, arka tarafında ışıkla perdenin arasına şekiller, Karagöz, Hacivat, ev, bark, Beberûhî, Kabadayı bilmem vs. bunlar gelir. Buna da zıl ve hayal oyunu deniliyor. Zıl gölge demek, zallele de gölgelendirmek demek Arapça’da.
Bildiklerinizle bağlantılı olsun ve hatırınızda daha iyi kalsın diye.
(Ve zallelnâ) “Biz gölgelendirdik (aleyküm) sizin üzerinize (el- gamâme) bulutu sizin üzerinize gerdik, gölgelendirdik.” diye bir başka lütfunu Cenâb-ı Hak bu 57. ayet-i kerimede bildiriyor. Bu bir nimet.
Ne zaman olmuştu, bu gölgelendirme?.. Benî İsrâil Firavun’dan kurtulduktan sonra, Mısır ile Filistin arasındaki mevkîdeki Tîh sahrasında... Tîh sahrasına geldikleri zaman, alt, üst, yan, sağ, sol, ön, arka her taraf kum... Muazzam bir çöl, muazzam bir sıcak ve güneş; aşağıda kum... Meskûn mıntıka değil, susuz bir çöl... Oraya geldikleri zaman oldu.
Tabii orası öyle bir yer ki, Mısır’ı asırlarca birçok yabancıların
hücumundan, istilâsından korudu. Orayı geçip de Mısır’a saldıramadılar. Münbit Mısır arazisine doğudan gelen istilacılar, tarihin eski devirlerinden beri bu sahrayı geçemediler. Çünkü büyük bir sahra, geçilemiyor, büyük orduların geçmesi mümkün değil; konaklayacak yer yok, su yok... Onu geçmek için, günlerce yürümeleri lâzım!
Oradan geçmeleri de çok büyük bir lütuf, çok büyük bir olağanüstü ikram. Çünkü oradan başka türlü geçmeleri mümkün olmazdı. Cenâb-ı Hak onların üzerine bir bulut getirdi.
Biliyorsunuz, Peygamber SAS’in de üzerinde dâimâ bir bulut gölge ederdi, güneş yakmazdı. Peygamber Efendimiz’in gölgesi yere düşmezdi. Çünkü, güneşte durması lâzım gölge olması için... Peygamber SAS Efendimiz’i Cenâb-ı Hak bir bulutla gölgelendirdiği gibi, tarihte de bu Mûsâ AS’ın hürmetine etrafındaki ashabı, kavmi de gölgelendirmiş. “Hani sizi...” diye hitap ediyor yahudilere bu ayet-i kerimede Mevlâmız:
“—Hani sizi biz Azîmü’ş-şan, ben Rabbü’l-àlemîn bulutla gölgelendirmiştim ya... Bunu da hatırlayın, bu da büyük bir nimet...” diyor.
Çünkü, o güneş cayır cayır yandığı zaman, helâk olurlar. Arkaya geri gidemezler, çünkü Mısır artık kaçtıkları bir yer. Öbür tarafa ulaşamazlar, çünkü mesafe uzak... Orada, çölde hepsi helâk olabilirlerdi. Ama Cenâb-ı Hak gölge gönderdi, bulutları gölge yaptırdı.
Bu gamâm kelimesi, bir bulut diye rivayet edilmiş. “Tîh sahrasında, Cenâb-ı Hak böyle bir beyaz bulutu onların üstüne göndermiş.” diye buyrulduğu gibi; bu bulutun bilinen bir bulut olmadığı, son derece serin olduğu, son derece lâtif olduğu bildiriliyor. (Ebredü min hâzâ ve atyeb) Bizim bildiğimiz bulutlardan daha soğuk, daha hoş, tayyib bir bulut olduğunu kaydediyorlar. Yâni, ilâhî bir ikram olduğu için tabii, özel bir durumu da olduğu muhakkak, değişik özellikleri olduğu da muhakkak.
Bazıları da —İbn-i Abbas RA da bunların arasında— buyurmuşlar ki:
غمامٌ أبرد من هذا وأطيب، وهو الذي يأتي الله فيه في قوله: هل ينظرون إلا أن يأتيهم الله في ظللٍ من الغمام والملائكة.
(Gamâmun ebredü min hâzâ) “Şu bilinen, bizim bulutlardan daha serin tutucu, (ve atyab) ve daha tayyib bir buluttur. (Ve hüve’llezî ye’tillâhu fîhi) Cenâb-ı Mevlâ’nın geldiği zamanki bulut görüntüsüdür.” Bir ayet-i kerimede, Cenâb-ı Mevlâ’nın bulutlar içinde geleceği belirtilmiş. Okuyalım, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
هَلْ يَنظُرُونَ إِ أَنْ يَأْتِيَهُمُ اللَّهُ فِي ظُلَلٍ مِنْ الْغَمَامِ وَالْمَلاَ ئِكَةُ
وَقُضِيَ اْلأَمْرُ (بقرة:٢١٢)
(Hel yenzurûne illâ en ye’tiyehümu’llàhu fî zulelin mine’l- gamâmi ve’l-melâiketü ve kudiye’l-emr) İlerideki ayet-i kerimelerden birisi bu. Yâni, “Bu insanlar şu durumu mu
gözlüyorlar, bekliyorlar ki: Cenâb-ı Mevlâ bulutlardan bir gölge içinde gelsin, ve melekler gelsin ve haklarında hüküm verilsin de, ne olacaksa olsun... Bunu mu bekliyorlar?” (Bakara, 2/210)
denildiği gibi, Cenâb-ı Mevlâ’nın geldiği zamanki bulut görüntüsüdür.
Bir de müslümanların bileceği bir şey olarak:
وهو الذي جاءت فيه الملائكة يوم بدر.
(Ve hüve’llezî câet fîhi’l-melâiketi yevme bedr) “Bedir Harbi sırasında, Kur’an-ı Kerim’de Bedir Harbi’ni anlatan ayetlerde de belirtildiği gibi, meleklerin içinde geldikleri bulut...” Yâni sıradan bir bulut değil, böyle özel bir bulut... Cenâb-ı Mevlâ’nın müstesnâ bir bulutu, müstesnâ değeri, mübarekliği olan bir bulut.
Bu tamam, bu gölgeleme böyle.
c. Men, Kudret Helvası
Sonra: (Ve enzelnâ aleykümü’l-menne ve’s-selvâ) “Biz sizin üzerinize ey yahudi kavmi, o zamanki insanlar, hatırlayın, bir de men ve selvâ indirmiştik!” buyuruyor Cenâb-ı Mevlâ.
Bu men nedir? Men konusunda müfessirler değişik şeyler söylemişler. Meselâ İbn-i Abbas’ın izahını okuyalım:
كان المنُّ ينزل عليهم على اشجار، في غدون إليه فيأكلون
منه ما شاؤا.
(Kâne’l-mennu yenzilü aleyhim ale’l-eşcâr) “Bu men denilen şey ağaçların, çalıların üstüne inerdi, (feyağdûne ileyhi feye’külûne minhu mâ şâû) ve onlar çalıların üstündeki bu men denilen şeyi yerlerdi, yiyecekleri kadar.”
Mücâhid isimli tâbiînden alim bir zât, Rh.A. demiş ki:
المنُّ صمغةٌ.
(El-mennü samgatün) Samga, zamk, köpük demek. “Men, bir ağaç çizildiği zaman çıkan köpük gibi, zamk gibi ağaç suyu demektir.” diyor.
İkrime isimli alim, Rh.A:
المنُّ شئأنزله الله علي هم مثل الظل شبه الرب الغليظ.
(El-mennü şey’un enzelehu’llàhu aleyhim misle'z-zılli şübihe’r- rubbi’l-galîz.) “Allah onların üzerine bulutu indirdiği gibi indirdiği, şıradan biraz daha koyu renkli bir şeydi.” diye böyle tarif ediyor.
Bunun izahında Süddî Rh.A diyor ki: “Çöle çıktıkları zaman düşmandan kurtuldular, mucizeleri gördüler. Mûsâ AS’la yolculuk Filistin’e doğru devam ediyor:
قالوا: يا موسى، كيف لنا بما هٰهنا، أين الطعام؟ ف أنزل الله علـيهم المن، فكان يسـقـط على شجرة الزنجبيل.
(Kàlû: Yâ mûsâ, keyfe lenâ bimâ hâhünâ eyne't-taàm?) ‘Buradaki bu feci yokluk, mahrumiyette bizim halimiz ne olacak bu çölde? Nerede yiyecek?’ dediler. (Feenzele’llàhu aleyhimü’l- mennü) Allah-u Teàlâ Hazretleri bunun üzerine, onlara men gıdasını ihsan etti, çalıların üzerine. (Fekâne yeskutu alâ şecereti’z- zencebîl) İşte zencefil ağacı gibi çalıların üstüne düşerdi, bu men denilen şey.”
Katâde de diyor ki:
كان المنُّ ينزل عليهم في محلهم سقوط الثلـج، أشد بـياضًا من اللبن، وأحلى من العسل، يسقط عليهم من طلوع الفجر إلى طلـوع الشم س، يأخذ الرجل منهم قدر ما يكفيه يومه
ذلك، فإذا تعدى ذلك فسد ولـم يبق .
(Kâne’l-mennü yenzilü aleyhim fî mahallihim sukùta’s-selc) “Oldukları yerde bu men, üzerlerine karın yağdığı gibi düşerdi. (Eşeddü beyâdan mine’l-leben) Sütten beyazlıkça daha beyaz, (ve ahlâ mine’l-asel) baldan daha tatlı idi. (Ve yeskutu aleyhim min tulûi’l-fecri ilâ tulûi’ş-şems) İmsak kesildikten, gece bitip sabah vakti girdikten güneşin doğuşuna kadarki vakitte olurdu. (Ye’huzü’r-racülü minhüm kadre mâ yekfîhi yevmehû zâlike) Onlardan bir kişi bundan, o gün kendisine yetecek kadar alırdı. (Feizâ teaddâ zâlike fesede) Daha fazla alıp depo etmek istediği zaman, bozulurdu. Yâni, durmazdı, tahammül etmezdi. (Ve lem yebka) Bir şeycik kalmazdı yanında.” Böyle bir şey.
Yalnız yine ilâhi bir şey: Cumartesi günü onlara ibadet vakti, bayram vakti kılındığından, çalışmamaları gerektiğinden, cuma günü cumartesi gününün gıdasını alırlardı, o zaman bozulmazdı. Yâni bozulma, işin tabiatında değil; Cenâb-ı Hak, “Biriktirmeyin, günü gününe, o kadar alın!” buyurmuş oluyor. Cuma günü iki günlük aldıkları zaman, o iki günlüğün bozulmadığını kaydediyor kaynaklar.
Bazıları da demiş ki: “Bu içecek bir şeydir, sıvıdır. Bal gibi tatlıdır. Onu suyla karıştırırlardı, içerlerdi.” diye söylemiş.
Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu, yeyince gıdalandıkları bir şey. Katı bir şekilde de yenilebiliyor, suyla da karıştırılabiliyor. Başka şeyle de karıştırılabiliyor.
Şimdi tabii bu, Yirminci Yüzyıl’da bu dersi dinleyen, bu sohbeti dinleyen bir insan için olur mu?.. Evet oluyor. Görenler, bilenler var 20. Yüzyıl’da da. Çölde böyle şeyler oluyor sabahleyin. Türkçe’de kudret helvası diyorlar. Yâni kudretten oluştuğu için... Orada böyle ağaçlar filân olsa, kökten geldi filân diyecekler. Böyle gevşek bir şey, köpük gibi, oluşuyor. Onu yedikleri zaman gıdalanıyorlar.
Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerifini, bu konuyla biraz ilgili olduğu için, rahmetli İbn-i Kesir Rh.A, tefsirinde hep hadislerden faydalandığından, kaynak gösterdiğinden, her sözün delilini vermeye çalıştığından, en doğruyu anlatmaya
çalıştığından, Saîd ibn-i Zeyd RA’dan rivayet ediyor. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:26
الْكَمْأَةُ مِنَ الْمَنِّ، وَمَاؤُهَا شِفَاءٌ لِلْعَيْنِ (خ. عن سعيد بن زيد)
(El-kem’etü mine’l-menni ve mâühâ şifâun li’l-ayn.) Birçok hadis kitaplarında kaydedilmiş. Bir sayfadan fazla kaynak göstermiş, râvilerini sıralamış. Hoşuma gidiyor. Bir taraftan teferruat tabii gözünün önünde insanın ama, bir taraftan da hoşuna gidiyor. Yâni, en doğru mâlumâtı vermek bakımından.
El-kem’eh, mantar dediğimiz şey. Yenilen mantar var ya, marketlerde satılıyor, işte yemeklere konuluyor; “Mantarlı çorba, mantarlı pilav... vs.” şimdi bildiğimiz mantar, öyle. (El-kem’etü mine’l-menni) “Bu mantar men gurubundan, zümresinden,
cinsinden bir şeydir.” Demek ki, buradan neyi anlıyoruz, bu hadis- i şeriften? Men de mantar gibi bir şey. Onu anlıyoruz. Çünkü, “Mantar, men cinsinden bir şeydir, (ve mâühâ) ve sıkıldığı zaman, suyu da (şifâun li’l-ayn.) göz hastalıklarına şifa olur.” diye buyrulmuş.
26 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1727, no:4208; Müslim, Sahîh, c.III, s.1619, no:2049; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.401, no:2067; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1143, no:3454; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.187, no:1625; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.324, no:6530; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.254, no:961; Bezzâr, Müsned, c.IV, s.82, no:1250; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.60, no:23693; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IX, s.345; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.156, no:6667; Şeybânî, el-Âhàd ve’l-Mesânî, c.I, s.162, no:227; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.473; Ebû Avâne, Müsned, c.V, s.191, no:8347, 8348; Hamîdî, Müsned, c.I, s.43, no:81; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.311, no:4935; Saîd ibn-i Zeyd RA’dan.
Tirmizî, Sünen, c.IV, s.400, no:2066; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1143, no:3455; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.301, no:7989; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.354, no:3388; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.292, no:6407; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.60, no;23695; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.157, no:6670; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.63, no:12481; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.362, no:3406; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.156, no:6669; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.453, no:15929.
Göz hastalıkları Arabistan’da çok olurdu. Arabistan’da biliyorsunuz güneş fazla, kumlardan yansıması fazla. Gözün ak kısımlarını bozuyor; içindeki damarları, hassas sinirleri tahrip ediyor. Körlük çok oluyor, göz ağrıları çok oluyor; remed, göz çapaklanması çok oluyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
“—Bu mantarın suyu da göze şifadır.”
Kem’eh, kem kelimesinin çoğuludur. “Mantarlar men zümresindendir, suları da göz için şifadır.” demiş Efendimiz SAS. Lügata baktığımız zaman bu kem nedir diye, mantar demiş. Bir de domalan diye, Anadolu’da bu tabirle bilinen, bir çeşit böyle yerden topladıkları, yedikleri şey vardır. O mânâya geliyor. Bir de yer elması, patates gibi yerden çıkan, ona da kem diyorlarmış.
Bunlar işte Cenâb-ı Mevlâ’nın çeşitliği şekillerde yarattığı, insanlara rızık olarak bahşettiği ibretli, hikmetli şeyler. Cenâb-ı Mevlâ, kullarını yarattıktan sonra, onları yerin, göğün çeşitli şekillerdeki faaliyetleriyle besliyor. El-hamdü lillâh, sonsuz hamd ü senâlar olsun...
Daha geniş bir rivayetini almış Ebû Hüreyre RA’dan, metnini okuyalım:27
أَنَّ نَاسًا مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَـلَّمَ، قَالُوا: الـْكَمْأَةُ
مِنْ جُدَريِّ اْلأَرْضِ . فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: اَلـْكَمْأَةُ
مِنَ الْمَنِّ، وَمَاؤُهَا شِفَاءٌ لِلْعَيْنِ؛ وَالْعَجْوَةُ مِنْ الْجَنَّةِ، وَهِيَ شِفَاءٌ
مِنَ السُّمِّ (ت . ن . عن أبي هريرة)
(Enne nâsen min ashàbi’n-nebiy, SAS kàlû: El-kem’etü min cüderiyyi’l-ardı) Peygamber Efendimiz’in ashabından bir zümre oturmuş, kendi aralarında konuşurken demişler ki:
“—Mantarlar yeryüzünün çiçek hastalığı gibi, urları gibi bir şeyidir.” demişler.
Cüderi, çiçek hastalığı diye geçiyor. Nasıl bu hastalık olduğu zaman, hasta olan insanın derisinde böyle kabarcık kabarcık, kabuklu kabuklu benekler, yaralar oluyor; çiçek hastalığı deniliyor, suçiçeği deniliyor. Bir de gerçek çiçek hastalığı var. O geçtiği zaman, yüzünde filân olmuşsa, insanın derisi çukur çukur, inişli çıkışlı oluyor; çopur diyorlar.
“—Çiçek hastalığı geçirmiş, yüzü çopur kalmış.” diyorlar.
Yâni düz değil de, derisi çukurlu çukurlu oluyor. Hatta gözünde olursa, gözünü de kör edebiliyor. İşte böyle demişler.
(Kàle’n-nebiyyü SAS) Onun üzerine Peygamber SAS buyurmuş ki, biraz mantarı savunmuş gibi yâni:
(El-kem’etü mine’l-menni) “Mantar men cinsindendir; (ve
27 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.401, no:2068; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1143 no:3455; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.325, no:8290; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IV, s.157, no:6670; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.474; Ebû Hüreyre RA’dan.
mâühâ şifâun li’l-ayn) suyu da göze şifa olur.” buyurmuş.
Devamında da: (Ve’l-acvetü mine’l-cenneh) Medine’de bir makbul bir hurma var, acve hurması deniliyor, Peygamber Efendimiz çok severdi. Biraz tıknazca, kısa boylu, dolgunca, bayağı koyu bir rengi var, öyle koyu morluğa doğru bir rengi var. Onu çok severdi Peygamber Efendimiz. “Acve de cennettendir, (ve hiye şifâun mine’s-sümmi) ve zehirlenmeye karşı şifadır.” buyurmuş. Pek çok kaynaklardan, bu sözün sıhhatini uzun uzun açıklamış.
Men indirmiş. Demek ki, nasıl yerden birden bitiveriyor mantarlar, hani mantar gibi bitti diyoruz. Mantar üretenler bilirler, bir gün toplarsınız, ertesi gün gene çıkar. Çok çabuk büyür mantar.
Cenâb-ı Mevlâ, böyle bir men denilen şeyle beslemiş. Bu çölde bakkal, kasap, fırıncı vs. olmayan yerde, o peygamberi Mûsâ AS’ın hürmetine, o kavmi böyle men ile beslemiş. Bunu yiyor, karınları doyuyor.
d. Selvâ, Bıldırcın
Bir de, “Selvâ ile besledik.” deniliyor. Selvâ ne demek?.. İbn-i Abbas RA’dan nakledildiğine göre:
السلوى طائر يشبه بالسماني .
(Es-selvâ tàirün yüşbihu bi’s-sümânî) “Selvâ sümânîye benzeyen bir kuştur.” diyor.
Bu sümânî de, bizim bıldırcın dediğimiz bir kuş. Bir de yelve kuşu diyorlar. Tabii, bizim köyde kullanılmazdı bu yelve kuşu adı; biz bıldırcın adını kullanırız. Bıldırcını biliyorum ama, yelve kuşu nasıldır bilmiyorum. Aynı şey midir, biraz farklı mıdır?.. İşte bu selvâ, öyle bir kuştur diyor.
Biliyorsunuz, bıldırcın eti yenilir. Belli zamanda çok semiz olur ve bıldırcın eti çok tatlı bir et olduğundan, bıldırcın çiftlikleri var şimdi. Duyuyorum, “Bursa’dan Yalova’ya giderken falanca yerde, filânca yerde gittik yedik.” diyorlar. Sırf bıldırcın yetiştiriliyor ve
bıldırcın lokantası var. —Aşsaray diyelim, lokanta demeyelim.— Orada bıldırcın kebabı, dolması, vs.si yiyenler oluyor. Böyle bir kuş...
Demek ki Cenâb-ı Hak, kudret helvası denilen, mantar gibi, bitkilerin üzerinde oluşan, köpük gibi tatlı bir şeyle bunları gıdalandırıyor. Bir de bıldırcın gibi bir kuş gönderiyor.
Katâde de diyor ki:
السلوى كان من طيرٍ إلى الحمرة، تحشرها عليهم الريح الجنوب،
وكان الرجل يذبـح منها قدر ما يكفيه يومه ذلك.
(Es-selvâ kâne min tayrin) “Kuşlardan bir cinsti, (ile’l-humreti) kırmızıya çalardı. (Tahşüruhâ aleyhimü’r-rîh) Rüzgar bu kuşları sevk ediyordu. (Er-rîhü’l-cenûb) Cenûb rüzgarı dediğimiz rüzgar bunları, onların üzerine sevk ediyordu.” Cenûb rüzgarı artık, bizim lodos gibi, poyraz gibi oraların mâruf bir rüzgarı. Bu rüzgar önüne katıyor bu kuşları, onların üstüne sevk ediyordu.
(Ve kâne’r-racülü yezbehu minhâ kadre mâ yekfîhî) “Ve onlardan da kişi yiyeceği kadarını alıp, kesip, o günkü gıdasını sağlıyordu.”
Yâni bıldırcın etiyle, kudret helvası denilen mantar gibi bir şeyle; köpük gibi, bitki köpüğü gibi, sıvısı gibi bir şeyle Cenâb-ı Hak onları beslemiş, bu çöle geldikleri zaman. Bunların şöyle biraz daha derli toplu bir anlatımını Süddî Rh.A şöyle anlatıyor:
لما دخل بنوإسرائيل الـتـيه، قالوا لموسى علـي ـه السلام:كيف
لنا بما هٰهنا، أين الطعام؟ ف أنزل الله عليهم المن والس لوى.
(Lemmâ dehale benû isrâîle’t-tîh) “Tih çölüne benî İsrâil girince, (kàlû li-mûsâ AS) Mûsâ AS’a dediler ki: (Keyfe lenâ bimâ hâhünâ, eyne’t-taàm?) ‘Nerede bu yiyecek?’ dediler. ‘Burada, bu çölde helâk olacağız, bizim bu şartlar altında hâlimiz nice olur, nerede yiyecek?’ dediler. (Ve enzele’llàhu aleyhimü’l-men) O zaman Allah onlara men ikram etti.”
Sonra dediler ki —ben atlıyorum biraz, rivayeti kısa kesiyorum:
فقالوا: هذا الطعام، فأين الشراب؟ فأمر موسى فضرب بعصاه الحجر، فانفجرت منه اثنتا عشرة عينًا، فشرب
كل صبطٍ من عينٍ.
(Fekàlû: Hâze’t-taàm, feeyne’ş-şerâb?) “Eh tamam, bu yediğimiz taam, yiyoruz. Ama meşrubat nerde? İçecek bir şey yok çöl burası...” dediler. (Feümire mûsâ fedarabe bi-asàhi’l-hacer) “Mûsâ AS’a Allah-u Teàlâ Hazretleri emretti veyahut Mûsâ AS’a emrolundu. Asasıyla o taşa vurdu. Yâni, kuru taşa asasıyla vurdu Mûsâ AS, meşhur asasıyla —baston demeyeyim, deynek diyeyim— deyneğiyle vurdu. O sihirbazların hünerlerini mahveden mucizevî deyneğiyle vurdu.
(Fe’nfeceret minhü’snetâ aşrete aynâ) Ve o taşlardan on iki tane pınar peydah oldu. Taşların aralıklarından, yarıklarından, on iki
tane pınardan sular akmaya başladı. Onlar da on iki kabile idi. Benî İsrâil, on iki kabile idi. Her kabileye yâni bir pınar... (Feşeribe külli sıbtın min aynin) Her birisi bir pınardan su içtiler.”
Ondan sonra da demişler ki:
فقالوا: هذا الشراب، فاين الظل؟ فظلل عليهم الغمام.
(Fekàlû: Hâze’ş-şerâb, feeyne’z-zıl?) “Tamam yedik, bunlar gıdalarımız. Su da oldu, onu da içiyoruz, bu da tamam. E, bu güneşten halimiz ne olacak? Gölge yok...” filân dediler.
Hakikaten, şemsiye olmayınca, gölgelenecek bir şey olmayınca güneş çok zordur. Hicaz’a gidenler bilirler. Vurur, güneş çarpar ve ölür insan yâni. Öldürücüdür, oraların güneşi çok sert. (Fezallele aleyhimü’l-gamâm) “Cenâb-ı Hak o zaman, işte bulutla gölgelendirdi.”
فقالوا: هذا الظل، فاين اللباس؟ فكانت ثيابهم تطول معهم كما يطول الصبيان، ولا يتخرق لهم ثوبٌ .
(Fekàlû) “Bitmemiş istekleri, dediler ki: (Hâze’z-zıl, feeyne’l- libâs) ‘Bu tamam, gölge; giyeceğimiz nerede?’ (Fekânet siyâbehüm tetùlu meahüm kemâ yetùlü’s-sibyân, ve lâ yeteharraku lehüm sevbün) Allah da üstlerindeki elbiseleri büyüttü. Çocuğun büyüdüğü gibi onların bedenine göre büyürdü, yıpranmazdı.” diye, rivayetlerde böyle anlatılıyor.
O dualarını da kabul eylemiş. Ve böylece, bu kadar lütuflara ermiş Benî İsrâil.
Şimdi, selvâ müfreddir, tekildir; cem’i geliyor, selvâlar demek yâni. Bunu da anlatalım. Ayet-i kerimede nasıldı?.. (Külû min tayyibâti mâ razaknâküm)
Bunları anlatıyor Cenâb-ı Mevlâ. Hakikaten bunların her birisi müstesnâ nimetler, büyük ikramlar o kavme. İşte zulümden kurtuldular. Her günleri mucize, olağanüstü şeylerle karşılaşıyorlar. Yine de böyle, inanmalarında çeşit çeşit
direnmeler var. Cenâb-ı Mevlâ: (Külû min tayyibâti mâ razaknâküm) “Size rızık olarak verdiklerimizden, bizim size rızık olarak verdiklerimizin tayyiblerinden, en güzellerinden yeyin!” buyuruyor.
İşte hakikaten bunlar en güzel yiyecek... Men bal gibi tatlı. Ötekisi de et, o da bıldırcın eti. Para verip de lokantalara gidip
zengin insanların yediği şey. Avcıların yakalasak diye peşinde koştukları bir şey... “Bu güzel şeyleri yiyin, yiyin şükredin!” (Külû veşrebû) Tabii fazla da alamıyorlardı. İsraf etmek de yok, depo etmek de yok. Cenâb-ı Hakk’a tevekkülü öğretiyor Cenâb-ı Mevlâ.
Böyle şükretmeleri gerekiyordu; ama öyle yapmadılar. Hem o eski kavim öyle yapmadı. Yâni, onların o nimetleri zikrediliyor, bir de yapmadıkları zikrediliyor. Yapmadıklarından sonra, o kavmin başına gelen felaketler hatırlatılıyor: “Bak siz de Allah’ın nimetlerinin kadrini bilin, siz de eğer yola gelmezseniz, hizaya gelmezseniz, siz de o felaketlere uğrarsınız!” mânâsına.
Ayet-i kerimenin sonunda siyaktaki hitap değişiyor. “Hep size gölgeler ihsan ettik, bıldırcın etleri ihsan ettik biz. Bizim size verdiklerimizden yeyin, için dedik.” derken, sanki, “Siz de dinlemeyince, ben de sizden teveccühümü kaldırırım!” mânâsına.
e. Onlar Kendilerine Zulmettiler
(Ve mâ zalemûnâ) Onlardan artık, üçüncü şahıs sigasıyla bahsediyor ayet-i kerimenin devamı. (Ve mâ zalemûnâ) “Bize, yâni bana onlar zulmetmediler.” Çünkü hiç bir varlığın, hiç bir yaratılmışın, hiç bir kulun, hiç bir şekilde Cenâb-ı Mevlâ’ya zulüm yapmaya kudreti, takati, imkânı yoktur, mümkün değildir. Çünkü yaratan Rabbü’l-àlemîn, her türlü gücün, kudretin sahibi. Allàhu ekber, ve a’zâm, ve ecel, ve a’lâ... Yâni, ne yapabilir kullar?..
Tabii Cenâb-ı Mevlâ’yla harb etmek isteyen, Cenâb-ı Hakk’a âsi gelen, Allah’ın dinine karşı çıkan zalimler, firavunlar, nemrutlar her zaman olmuş. Tabii çeşit çeşit inkârcılar var. Bu 20. Yüzyıl’da da, okumuşların içinde:
“—Sakın ha, öldükten sonra benim namazımı kılmayın! Sakın ha camiye götürmeyin, yakın benim cesedimi!” filan diye, böyle diretenler var, böyle azılılar var.
Tabii Cenâb-ı Mevlâ’ya, kulların ibadetlerinin de bir faydası dokunmaz; isyanlarının da bir zararı olmaz. Çok kesin... Yâni cümle varlıklar, bütün kâinat, yerde, gökte, fezâda bütün varlıklar farz edelim ki âsi olsa; şânına noksan gelmez. Farz edelim ki hiç kâfir, müşrik, münafık, zalim, günahkâr kalmasa, hepsi muhlisâne ibadet etse; Cenâb-Mevlâ’nın kudretine bir şey eklenmez. Çünkü yaratan o, ibadeti, kuvveti veren o... Kulların her şeyiyle beraber hem kendilerini, hem de amellerini her an yaratmakta...
Binâen aleyh ibadet ve taatin faydası, ibadeti, tàati yapan kimseye. İbadet edene ne mutlu ki Cenâb-ı Hakk’a ibadet ediyor. Âsi olana ne yazık ki, kendisine yazık ediyor.
(Ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn) “Onlar ben Azîmü’ş-şân’a bir zarar verebilmiş, zulmedebilmiş olmadılar; kendi kendilerine zulmetmiş oldular.” Yâni isyan edince, söz dinlemeyince, kendisine zulmeder.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Ben lisenin fen bölümünde okudum. Çevremde hep mühendisler, teknik üniversite
profesörleri vardı. Üniversitede profesör oldum. Teknik müesseselerde, akademilerde hocalık yaptım. Hep 20. Yüzyıl’ın çağdaş ilimleri, matematik, fizik, kimya; bunların içinde yetiştim. Yâni bunlardan da notlarım çok iyiydi her zaman. Sınıfın en gözdeleri arasındaydık bazı arkadaşlarla beraber, el-hamdü lillâh. Yâni öyle hurafe veya akla mantığa aykırı herhangi bir şeyi kesinlikle söylemem.
Matematik kesinlikle, yâni ikiyle ikinin dört ettiği gibi kesin bir şey var ki: Bir insan Cenâb-ı Hakk’a iyi kulluk ederse, dünyada ahirette kendisi faydasını görür; dünyada ahirette mutlu olur, aziz olur, bahtiyar olur. Allah’a âsi olursa; hem dünyada, hem ahirette Allah onu kahreder, mahveder. Yâni Firavun gibi, Nemrut gibi devlet başkanı olsa bile, sonunda hor ve zelil eder. Bir de tabii ahirette mahv u perişân eder.
Onun için, Cenâb-ı Hak bunları, bu ayetleri Benî İsrâil’e hatırlatıyor ama, bize de bunlar ihtar... Biz de bunlardan kendimize çıkan dersleri almalıyız. Allah’ın emrettiğini tutarsak, biz de Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna ereriz. Biz de tutmazsak, eski Allah’ın emrini tutmayan kavimlerin başına ne gelirse, bizim de başımıza o gelebilir demek bu ayet-i kerimeler.
Bir taraftan bunlar bizler için de bir ikaz oluyor. Hatta, aşırı gidenler için tehdit oluyor. Bu ayet-i kerimelerin hepsi birer tehdit oluyor. “Sakın ha ayağınızı denk alın, İslâm yolundan sapmayın!” mânâsına.
20. Yüzyıl’da kendilerinin ilim durumlarını bildiğim ve bir çok bilmediği şeylerin olmasına rağmen, bir çok şeyleri bilmedikleri halde, her şeyi biliyorum sanan insanları tanıyorum. Bunların bir kısmı, sanki dünyada sadece kendileri her şeyi en iyi biliyorlarmış gibi, böyle çok yüksekten geziyorlar, çok yüksekten atıp tutuyorlar, çok yanlış işler yapıyorlar. Kendilerine inanan, kulak veren, kendilerini dinleyen, okuyan, yazanları da mahvediyorlar.
Bir çok kimse, pek çok kimse geldi geçti. Hukemâdan, ulemâdan, ümerâdan, süfehâdan pek çok kimse geldi geçti. Böyle basit bir korku ile değil, veyahut bir böyle dinî taassub ile değil, bilimsel bir gerçek olarak söylüyorum: Cenâb-ı Hakk’a iyi kulluk eden halis, muhlis, àrifâne kulluk eden, iki cihanda aziz olmuştur; Yunus gibi, Mevlânâ gibi, evliyâullah büyüklerimiz gibi, tarihteki
mübarek dindar yöneticilerimiz gibi...
Aksine davrananlar, aksi hareket edenler de, eninde sonunda mahv u perişan olmuşlardır.
Allah cahillikten korusun... Gaflete düşenleri gafletten kurtarsın... Doğru yolda yürüyenlere de gayret kuvvet versin de etraflarına gerçekleri güzel güzel anlatsınlar, yanlış yoldan onları döndürmeye çalışsınlar. Kavimler, milletler, dünya, insanlık felâketlere uğramasın...
Görüyorsunuz, yanlış yol göstericiler yüzünden ne kadar insanların canı yanıyor. Şu Balkanlar’daki en yeni, en son durumu görün. Bu Sırplara bu akılları kim veriyor?.. Hangi yöneticiler, hangi ahlâk adamları, hangi din adamları, hangi filozoflar, hangi zayıf insanlar veriyor?.. Bu ne biçim akıl! Yâni bunun beğenilecek, tutulacak neresi var?.. Ne kadar yanlış düşünceler, idealler, ülküler, hedefler gösteriliyor milletlere. Dünyayı zehir ediyorlar. Ne kadar yanlış işler yapıyorlar.
Allah iyileri hakim kılsın... Kötülere haddini bildirsin... Her şey dünya ve ahirette gönlünüzce olsun, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
25. 05. 1999 - AVUSTRALYA