MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) HAZRETLERİ'NİN KISA TERCEME-İ HÂLİ
Müellif Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş. Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.
Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.
a. Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.
Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.
Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.
Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.
b. Tahsili, Askerliği
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.
Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medrese-lerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.
1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.
1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
d. Vefatı
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı'nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.
Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:
Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama, "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un,
Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.
e. Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.
Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...
Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
Halil Necâtioğlu
MEHMED ZÂHİD KOTKU
HAZRETLERİ'NİN ESERLERİ
1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild)
2. Cennet Yolları
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild)
4. Ehl-i Sünnet Akaidi
5. Ana Baba Hakları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild)
7. Nefsin Terbiyesi
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi
9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
10. Evrâd-ı Şerif
11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
12. Yemek Âdâbı
Konuşmalarından Hazırlanan Kitaplar
1. Zikrullahın Faydaları
2. Özel Sohbetler
3. Peygamber Efendimiz
4. Tenbihler
MUKADDİME
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi Rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Pek muhterem ve aziz kardeşlerim!
Racîm olan şeytanın şerlerinden Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne sığınır; Rahîm ve Rahmân olan Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin ism-i şerifini yâd ile bu eseri yazmağa başlarım. Sebebi şudur ki:
Bu aleme gelen her canlı, muayyen ve mukadder olan ömrünü bitirir ve mecbûren geldiği bu alemi terk edip, bir daha gelmemek üzere gider. Bu herkes tarafından görülmekte ve bilinmektedir. Ancak buradaki kalış müddetince yaptığı iyilik veya kötülüğü de kendisiyle beraber gitmektedir ki, artık bundan sonra yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız şu var ki, üç ameli onun hesabına, kıyâmete kadar yaşamakta devam edecektir:
Bunlardan birisi; sadaka-i câriye'sidir ki, bunlar sağlığında yaptırdığı cami, mekteb, medrese, hastane ve benzeri, insanlara faydalı te'sislerle çeşmeler, köprüler ve sâir hayırlardır. Diğer taraftan, günahı mûcib kötü adet ve an'aneler ve küfrü mûcib fenâ ameller işlerse [bırakırsa]; bütün bunlar da sadaka-i câriye gibi, defter-i a'mâline günah olarak yazılır durur.
İkincisi; ilm-i nâfi'dir ki, bırakılan ilmî eserler bu meyanda zikr olunabilir.
Üçüncüsü; arkasından kendisi için dua edecek ve başkalarının da hayır dua ile anmasına vesile olacak sàlih bir evlât bırakmaktır.
Bu fakîr-i pür-taksir kardeşiniz de, ihvân-ı müslimîne bir hediye kalmak ve ba'demâ hayırla yâdımıza vesile olmak ümidiyle, şu kitapçığı yazmağa cesaret ettim. "Her câhil cesur olur." fehvâsınca, vaki olacak hata ve kusurlarımın afvını ve erbâbı tarafından da tashîhini ayrıca rica ederim.
Hepimizin ma'lûmudur ki bu dünya muvakkat bir alemdir. Ahiret alemi ise bâkîdir. İnsanlar bu imtihan evinde ahiretini kazanması için çalışmalıdır. Nezü billâh, kazançların en güzeli olan ahiretini kaybedip imansız gitmek, felâketlerin en büyüğü ve en acısıdır.
Hadis-i şerif kitaplarında beyan buyrulduğu gibi, insan imanlı olarak yaşayıp imanlı olarak öldüğü takdirde, onun cennetteki makamı kendisine gösterilerek, "İşte senin yerin!" denir. O mevtâ da o güzel yerin hayranı olur, kendisini nimetler içinde bulur ve kabri nurla doldurulup genişletilerek, (ravdatün min riyâdıl-cenneh), yâni cennet bahçelerinden bir bahçe olur. İçinde zevk ü sefa ile yaşar. Her ne kadar cesedi çürümüş olsa dahi, ruhen o nîmetlere nâil olur.
Maazallah, bu dünyanın fitnelerine kapılıp da imansız olarak veya imanını zâyi ederek ahirete göçerse, ona da cehennemdeki yeri gösterilip, "işte senin de yerin burasıdır!" denir ve sabah akşam her gün o azab, belâ ve felâket yeri kendisine arz olunur. Bu suretle ta kıyâmete kadar bu hal devam eder. Bu gibilerin de kabirleri (hufratün min huferün-nîrân), yâni cehennem çukurlarından bir çukur olur. Envâ-ı çeşit azablarla rûhen muazzeb olur durur. (Et-Tergîb, 4/361-363)
Tabii bu kötü durumdan kurtulmak için, Cenâb-ı Hak'kın bizlere verdiği hayat, sağlık, afiyet, akıl, zekâ gibi sayılmakla bitmez nîmetlerinin kadrini bilmek lâzımdır. Bunlardan âzamî derecede istifade fırsatını kaçırmamak, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak, aynı zamanda sevgili Peygamberimiz Efendimiz SAS Hazretleri'nin sünnetlerine de uyarak, şu fâni dünyadan iman ile göçmek, ne büyük bir nîmettir.
TEVBE VE İSTİĞFAR
Değirmenin dönmesi, nasıl suyun veya cereyanın gelmesine vâbeste ise, insanların ve bilhassa erbâb-ı tarîkin, feyz-i ilâhîye nâil olabilmesi de, bir takım evrad ve ezkâra devam etmeğe bağlıdır. Bu hususta, şimdiye kadar yazılmış bir çok eser mevcuttur. Bu fakîr-i pür-taksir de, bunlardan ve hadis kitaplarından, zikir, tesbih, tahmid ve istiğfara müteallik ve faydalı olanlarından bir miktarını, sabah-akşam okumakta olduğumuz evrâdı toplayarak kardeşlerimizin istifadelerine sunuyorum. Bunlara devam ettikleri müddetçe, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri'nin sonsuz lütuflarına nâil olacakları ümidiyle ve bazı arkadaşlarımın isteklerine uyarak, bunların faydalarından bazılarını bu kitapçıkta zikretmeyi münâsib gördüm:
İnsan yeni bir çamaşır veya elbise giyinirken nasıl yıkanıp temizlenerek dışını temizlerse, okuyacağı evrad ve ezkâr için de abdest alıb günahlardan pâk olur. Ancak iç kısmının da günahlardan pâk olması için, güzel bir tevbe lâzımdır. İstiğfarlar pek güzel bir tevbedir. Efendimiz SAS Hazretleri de bütün günahlardan àrî olduğu halde, sırf ümmetine ve bizlere örnek ve nümûne olmak için, hem de terfî-i derecâta vesîle olacağından, günde yüz kere istiğfar buyururlardı. Onun için, bizim de her gün en aşağı yüz kere istiğfar etmemiz bir sünnet-i seniyye olmuş olur.
Sonra Allah Celle ve A'lâ Hazretleri, Kur'an-ı Keriminde istiğfar ile emir buyurmuştur. Binâen aleyh, başı sıkılan ve arzularına nâil olmak isteyen her mü'min ve muvahhid için istiğfardan daha iyi ne devâ olabilir? Bu sebeple büyüklerimiz, kendilerine iltica eden herkese, her dertliye ve her ihtiyaç sahiplerine istiğfarı tavsiye buyurmuşlardır.
Seyyidül-İstiğfar'a gelince:
(Allàhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî, ve ene abdük, ve ene alâ ahdike ve va'dike mesteta'tü, ezü bike min şerri mâ sana'tü ebûü leke binîmetike aleyye ve ebûü bizenbî, fağfirlî fe innehû lâ yağfiruz-zünûbe illâ ente.) (1)
(1) [Allahım, sen benim Rabbimsin, senden başka ilâh yoktur. sen beni yoktan yarattın. Ben senin kulunum, sana verdiğim sözde gücümün yettiği kadar duruyorum. Yaptığım günahların kötülüğünden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri ikrar ederim, kusur ve günahlarımı da itiraf ederim. Benim suçlarımı ört, bağışla; senden başka günahları bağışlayacak yoktur, ancak sen varsın.] (Zübdetül-Buhàrî, 1377; Şeddâd ibn-i Evs RA'den.)
Bunu iki cihan serveri, sevgili Peygamberimiz Efendimiz SAS Hazretleri, Buhàrî ve Zübdetü'l-Buhàrî ve sâir hadis kitaplarında da beyan buyrulduğu gibi, sabah-akşam üçer kere her kim okursa ve o gün emr-i Hak vâkî olur da ahirete göçecek olursa, cennetlik olacağını tebşir buyurmuşlardır.
İstiğfarları, her namaz sonunda dahi üç kere okumak bir emr-i mesnundur ve emr-i peygamberîdir. (Et-Tergîb, 2/403)
Bu istiğfarlar hakkındaki tergîb ve teşvikler pek çoktur; hattâ sokak, çarşı ve pazarlarda ve bâhusus mü'min kardeşler için yapılan istiğfarların ecir ve mükâfâtı hakkında, pek çok eser vârid olmuştur. Bilhassa cuma namazının arkasından, hem de yerinden kalkmadan yüz kere:
(Sübhànallàhi ve bihamdihî sübhànallàhil-azîm, ve bihamdihî estağfirullàh) (2) dese ve yatacağı vakit de üç kere:
(2) [Allah'ı hamd ile tesbih ve takdis ederim. Azametli Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlarıyla tavsif ederim. Allah'a hamd ve şükür ederek ondan mağfiret dilerim.]
(Estağfirullàhellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayyel-kayyûm, ve etûbü ileyh)'i okusa; (3) Cenâb-ı Feyyâz-ı mutlak Hazretleri'nin o kimseyi mağfûrîn zümresine ilhak buyuracağı gibi, ana ve babasının da bir çok günahlarının afv buyrulacağı beyan buyrulmuştur.
(3) [Kendisinden başka aslâ ilâh bulunmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan mağfiret taleb ederim, ona dönerim.]
Onun için, din kardeşlerimin bu büyük nîmetten âzamî derecede istifadede bulunmalarını ümid ederek sözü biraz uzatmış oldum. İstiğfarın fazîletleri hakkındaki rivayetler pek çoktur. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz.
İkinci tesbihata gelince:
(Vehdinî liahsenil-ahlâk, lâ yehdînî liahsenihâ illâ ente, vasrif annî seyyiehâ lâ yasrifü annî seyyiehâ illâ ente, lebbeyke ve sa'deyke vel-hayru küllühû fî yedeyke, veş-şerru leyse ileyke ene bike ve ileyke, tebârekte rabbenâ ve teàleyte nestağfiruke ve netûbü ileyk.)
Bu, bizim namaza başlarken okuduğumuz Sübhàneke'nin yerine diğer mezheblerden birinde okunan duadır. Bu dua, tevhid, tesbih, tahmid ve istiğfarı hâvî olmakla beraber, Cenâb-ı Hak'tan bizi, en iyi ahlâka ulaştırmasını ve kötü ahlâklardan koruyup, muhafaza etmesini, o kötü ahlâkları bizden uzak etmesini ve nasib etmemesini temenni ve niyaz ile, Hakkı öğmek ve istiğfar ile sona ermektedir.
Üçüncüsüne gelince:
(Allàhümmağsil annî hatàyâye bimâis-selci vel-bered, ve nakkı kalbî minel-hatàyâ kemâ yünakkas-sevbül-ebyadu mined-denes, Allàhümme bâid beynî ve beyne hatàyâye kemâ bâadte beynel-meşrikı vel-mağrib.)
Bu da bizim Sübhàneke'miz gibi diğer bir mezhebin namazda Fâtiha'dan evvel okunan bir duadır ki meali; kişinin günahlardan ve hatalardan temizlenmesini, beyaz elbiselerin kirlerden korunduğu gibi kendisinin de hatalardan böylece korunmasını ve hatalarla kendi arasının, şark ile garbın, yâni doğu ile batının arasının uzaklığı gibi uzak olmasını; bunların birleşmesi nasıl mümkün değilse, kendisiyle günahlarının arasının da böylece açık ve uzak olup, günahlardan mahfuz kalmasını Cenâb-ı Hak'tan tazarru ve niyaz etmesidir.
İstiğfar hakkında bir çok ayet-i celîle ve bir çok da ehàdis-i nebeviyye olduğu cümlenin ma'lûmu olmakla beraber, hassaten bir hadis-i şerifte beyan buyrulan darlık ve meşakkatlerden, gam ve kederlerden kurtulmaktır. Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın o müstağfire, yâni istiğfara devam eden kuluna, hiç ummadığı yerlerden rızıklar vereceği müjdelenmiştir. Binâen aleyh, insanın hem rahatı, hem de bol rızıklarla merzuk olabilmesi için, istiğfara çok devam etmesinin lüzûmu beyan buyrulmuştur. Gaflet edilmemesi tavsiye olunur.
Peygamber SAS Efendimiz'in de günde yüz kere istiğfara devam ettikleri kuvvetle mervîdir. (Riyâzus-Sàlihîn, 1/14)
Zikr-i ilâhîye evvelâ istiğfardan başlamak lâzımdır. Çünkü istiğfar sabun gibidir, mânevî kirleri giderir. Sonra zikr-i ilâhîye devam edilince çok faydalı ve te'sirli olacağı tabiîdir.
ALLAH'I ZİKRETMENİN LÜZUMU
Zikrullah hakkındaki ayet-i kerime ve ehàdis-i nebeviyelerin ne kadar çok olduğu erbâbına malumdur. Hazret-i Allah'ın (celle şânühû) kitab-ı azîzinde kullarına hitaben: "Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullàhe zikran kesîrâ!" buyurması ve ehl-i imana Hakk'ı çok zikretmeyi tavsiye ve emretmesi ve kulun Hàlik'ın zikri anında onunla beraber oluşu kadar acaba şâyân-ı iftihar bir şey olur mu?..
İşte bu sebepten kula yakışan en önemli vazife, dâimî sûrette gece, gündüz, her fırsatta Halikının zikriyle meşgul olub, gönül aynasını cilâlandırması ve böylece Hakk'ın rızasını kazanıp, çeşitli eltàf-ı sübhàniyyesine nâil olarak, dünya ve ahiret saadetlerini kazanmasıdır ve bu ne büyük bir devlettir.
Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'den, "Amellerin Allah-u Teàlâ'ya en ziyade sevgilisi veya efdal ve akrab olanı hangisidir?" diye sorulduğu vakitte:
"Ölürken bile, dilin zikrullah ile meşgul olarak Mevlâsına kavuşmasıdır." buyurmuşlardır. (Tergîb Trc. 3/331)
Hattâ diğer bir hadis-i şerifte; Mi'rac gecesinde Arş-ı A'lâ'nın nuru içinde garkolmuş bir kimse gördükleri zaman, Peygamber Efendimiz SAS, Cebrâil AS'a veya başka bir meleğe sormuşlar ki:
"--Bu büyük eltàf-ı sübhàniyyeye mazhar olan zat bir melek midir?"
"--Hayır, melek değildir." denilmiş.
"--Öyle ise, Peygamber midir?" diye tekrar sormuşlar; ona da:
"--Hayır!" diye cevap vermişler.
"--Öyle ise kimdir o?" deyince:
"--Bu bir kişidir ki, dünyada iken lisânıyla dâimâ Allah-u Teàlâ'yı zikreder ve gönlü de mescidlere yâni camilere bağlı bulunurdu. Yâni, kulakları ezân-ı Muhammedîde olmakla beraber, vaktinden evvel camiye gider, ibadetleriyle meşgul olurdu. Aynı zamanda kendisinin bu hayata kavuşmasına sebep olan ve gece gündüz büyütmek için her türlü meşakkatlere göğüs geren, nafakasının te'mini ve istikbalinin güzel olabilmesi için çalışan ana ve babasına karşı kat'iyyen isyan etmez ve onları zerre kadar incitmemeğe gayret ederdi. Üstelik ellerinden gelen her iyilik, ihsan ve atıyyelerle onları taltif etmeği vazife sayardı." diye cevap verildi. (Tergîb Trc. 3/331)
Bunu yapabilen öyle bahtiyar ve mes'ud bir insandır ki, ahiret gününde herkes kendi başının kurtulmasını isterken, o zâkirin her şeyden emin ve nurlara gark olmuş halde, o günkü dehşetli manzarayı makamından seyr etmekte olduğu beyan buyrulmuştur. Zîrâ yüzlerce köle azad etmenizden ve pek çok tasaddukta bulunmanızdan, hattâ altın, gümüş infak etmenizden ve düşmanla karşılaşıp dövüşmenizden ki, siz onların boyunlarını vurursunuz, onlar da sizin boyunlarınızı vururlar; işte bunların hepsinden en hayırlısının zikrullah olduğu bildirilmiştir. Ayrıca, insanları Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin azabından kurtaracak yegâne şeyin yine zikrullah olduğu belirtilmiştir.
İmam Tirmizî'nin beyan ettiği bir hadis-i nebevîde ise, kıyâmet gününde ind-i ilâhîde efdal-i ibâdın kim olacağı sualine karşı;
"--Allah-u Teàlâyı çok çok zikredenlerdir." buyrulmuştur. O zaman;
"--Fî sebîlillah muharib ve mücâhid olan gazilerden de mi hayırlı ve efdaldir?" sualine karşı:
"--Evet, o gazi eğer düşmanla döğüş esnasında kılıncı kırılıp kanlar içinde kalsa dahi, yine zikrullah üstündür. Yâni Allah-u Teàlâ'yı çok zikredenler, bunlardan derece itibarıyle efdal ve a'lâdır." buyurduğu gibi, yataklarında dahi Hakk'ın zikriyle meşgul olan zevât-ı muhteremenin bile yüksek derecelere nâil olacağını bildirmiştir.
Dört şey kimde bulunursa, ona dünya ve ahiretin bütün hayırları verilmiş sayılır:
1. Allah-u Teàlâ'nın verdiği nîmetlere şükür.
2. Allah Celle ve A'lâ Hazretleri'ni dâimâ zikir.
3. İbtilâlara sabır.
4. İffetine ve kocasının malına hıyanet etmeyip, emirlerine itaat eden kadın.
İşte bu esvafı hàiz olan bahtiyarlara, dünya ve ahiret nîmetleri verilmiş demektir. Hem de Allah-u Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ni zikr edenlerle etmeyenler, ölülerle dirilere benzetilmiştir. Burada Hakk'ı zikreden kimse hayat sahibine, zikirden gàfil olan zavallılar da ölülere teşbih olunmuştur. Hayat sahibinden her zaman faydalanmak nasıl mümkünse, zâkirden de aynı faydanın hasıl olacağı; ölülerden nasıl fayda hasıl olamazsa, zikrullahtan haberi olmayan gàfillerden de böylece bir fayda elde edilemeyeceği ve olamayacağı da pek âşikâr bir şeydir.
Binâen aleyh, insanların çok uyanık olması gerekir. Bu gibi Hak'tan gàfil olan kimselerden bir hayır beklenmesi, zehirden şifa beklemek kadar hatalı bir şeydir. Bu sebeptendir ki, gerek mücahidlerin cihadından, gerekse sàlihlerin namaz, oruç, zekât, hac ve sadakalarından ecirce daha büyük olanı;