1. EBÛ TURÂB EN-NAHŞEBÎ HZ. (1)
Eùzü bi’llâhi mine'ş-şeytàni'r-racîm.
Bi’smi'llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızası, rahmeti, bereketi, selâmı, ihsânı, ikramı üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın saadetine cümlenizi nâil eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Evliyâullahın, büyük sùfilerin, pirlerimizin, mürşidlerimizin hayatları ve mübarek kelamları, sözleriyle ilgili çok kıymetli bir kitabı, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin Tabakàtu’s-Sûfiyye isimli eserini okumaya devam ediyoruz.
Okumaya başlamadan önce, Peygamber SAS Efendimiz’in ruh- u pâkine bizlerden birer hediyye-i Kur’âniyye olsun diye ve diğer enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah u mukarrabînin ve hâssaten Peygamber Efendimiz’in âlinin, ashâbının, ezvâc-ı tâhirâtının, evlâdının, zürriyet-i tayyibesinin, hulefâsının; ve mânevî makamının varisleri evliyaullah ve sâlihînin, mürşidîn-i kâmilînin, sâdât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ruhlarına;
Uzaktan yakından buraya gelmiş olan, siz değerli kardeşlerimin ahirete göçmüş olan müslüman ecdâdının, ceddâtının, akrabasının, evlâdının, yakınlarının, dostlarının ruhlarına bizlerden hediye olsun diye; onların kabirleri nur dolsun, ruhları şâd olsun, makamları yüksek olsun diye;
Bizleri de Allah CC sevdiği kullarından eylesin; ömrümüzü rızasına uygun, sevdiği işleri yaparak geçirmemizi cümlemize nasib eylesin; bu büyüklerin halleri, sözleri bizlere tesir etsin, bizi de Allah’ın sevdiği kullarının yoluna çeksin diye; okuduk- larımızdan istifade edelim, faydalanalım, feyz alalım da, Allah’ın sevdiği işleri yapalım, sevdiği huylara sahip olarak yolumuzda
öyle yürüyelim diye; sonunda Rabbimizin rızasına vâsıl olup cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım diye, buyurun bir Fâtiha, on bir İhlâs-ı Şerîf okuyalım, öyle başlayalım:
......................
Dersimizin ilk kısmında Abdullah ibn-i Hubeybini’l-Antâkî Hazretleri’nin menâkibi, hayatı, sözleri bitti. Şimdi bu kıymetli kaynak kitaptaki 20. terceme-i hale, biyografiye geldik. Ebû Turâb en-Nahşebî, Nahşebli Ebû Türâb künyeli büyük alime geldi sıra… Şimdi ona başlıyoruz
a. Ebû Turâb-ı Nahşebî Hakkında Bilgi
٢٠- أبو ترابٍ النَّخشبىُّ ومنهم أبو ترابٍ النَّخشبىُّ، واسمه عسكر بن حصين؛ ويقال:
عسكر بن محمد بن حصين.
(Ve minhüm ebû turâbini’n-nahşebiyyü, ve’smühû askeri’bnü husayn, ve yukàlü askeri’bni muhammedi’bni husayn) “Bu kitapta ismi anılan evliyaullah, sàlihlerden bir tanesi de, Ebû Türâb-ı Nahşebî’dir. Ebû Türâb en-Nahşebî...” İsmi Asker ibn-i Husayn idi. Asker... Bu kelimeyi biliyorsunuz. Husayn... Hüseyin değil. Hüseyin sin’lidir, Husayn sad’ladır. Husayn, korunmuş mânâsına geliyor. Hısın, kale demek, etrafı çevrili yere hısın derler, kale demek yâni. Mahfûz, surla çevrili belde demek. Onun için meselâ Hısn-ı Kehfâ, Hısn-ı Mansûr... Anadolu’da birtakım böyle beldeler vardır, ismi böyle... Ne demek?.. Kale varmış demek ki etrafında, bölge, düşmanlardan korunmak için kaleymiş eskiden.
Sahabeden de biliyorsunuz İmrân ibnü’l-Husayn diye bir zat var. Bu zâtın da ismi Asker ibn-i Husayn imiş, Husayn oğlu Asker.
(Ve yukàlü) Deniliyor ki: (Askerü’bnü muhammedi’bi husayn) Husayn oğlu Muhammed ibn-i Asker. Yâni babasının adı Husayn değil, dedesinin adı Husayn, babasının adı Muhammed demek
yâni. İki rivâyet de var.
Evet, bazen öyle baba meşhurken, kişinin adını doğrudan doğruya dedeye izafe ederler, dede adıyla söylerler. Baba adını atlayabilirler yâni. Öyle olmuş olabilir.
صحب أبا حاتم العطار البصرىَّ، و حاتمًا الأصمَّ البلخى.
(Sahibe ebâ hàtemini’l-attàre’l-basriyye, ve hà§temeni’l- esamme’l-belhiyye, ve hüve min cilleti meşâyihi hurâsân, ve’l- mezkûrîne bi’l-ilm, ve’l-fütüvveti, ve’t-tevekküli, ve’z-zühdü, ve’l- vera’,)
(Sahibe) “Ahbaplık etti, arkadaşlık etti, onunla dost idi, onunla beraber bulundu.” mânâlarına geliyor. Sohbet etmek, birisiyle biraz karşılıklı konuşmak demek... O mânâya değil. Onun ahbaplarından, arkadaşlarından idi demek yâni. Ahbaplarını sayıyor şimdi:
(Ebâ hâtemini’l-attâre’l-basrî) Ebû Hâtem isimli, Basralı, attarlık mesleğinden bir kimse ahbâbı imiş, onunla arkadaşlığı varmış. Kimmiş bu şahıs?.. (Semia’bne sîrîn) İbn-i Sîrîn’den nakleden bir kimseymiş. (Ve revâ anhu vekî’) Vekî’ de ondan rivâyet etmiş bir kimse. Yâni onunla da Ebû Turâb’ın ahbaplığı, dostluğu varmış bir.
İkincisi: (Ve hàtemeni’l-esamm) Bir de, Belh şehrinden Hâtem-i Esam Hazretleri ile de dostluğu varmış, ahbaplığı varmış.
Hâtem-i Esam, biliyorsunuz, çok meşhur evliyaullahtan. Kerametleri zahir. Doğru dürüst, dobra dobra konuşan, ahlâkı çok güzel olan bir kimse… Esam, sağır demek. Sağır değilmiş kendisi ama, bir sebepten bir müddet sağırlık taklidi yapmış; bir kadıncağız mahcup olmasın, gönlü kırılmasın, üzülmesin diye. Anlatmıştık o hikâyeyi. Evet bu Hâtem-i Esam’la, Ebû Türâb’ın ahbaplıkları varmış, bir arada bulunmuşlar.
وهو من جلَّة مشايخ خراسان، والمذكورين بالعلم، والفتوَّة،
والتوكُّك، والزُّهد، والورع.
(Ve hüve min cilleti meşâyihi hurâsân) “O, yâni Ebû Türâb-ı Nahşebî, Horasan şeyhlerinin en büyüklerindendi.” Cille, celâl
kökünden geliyor. Allah CC diyoruz... Allah-u Ecel ve A’lâ diyoruz. Cille ve ecille en büyük demek yâni. Horasan şeyhlerinin en büyüklerindendi diyor.
(Ve’l-mezkûrîne bi’l-ilm, ve’l-fütüvveti, ve’t-tevekküli, ve’z- zühdü, ve’l-vera’) Nesiyle anılmış bir meşhurmuş?.. İlmiyle. Ebû Türâb alimmiş bir kere bir. İlmiyle zikredilen bir kimse…
(Ve’l-fütüvveti) Fütüvetiyle de meşhurmuş. Bu fütüvvet de, tasavvufî sıfatlardan bir sıfat. Bir insanın yiğit olması, cömert olması, arkadaşlarına fedâkâr olması filan mânâsına.
Hattâ biliyorsunuz, fütüvvet teşkilatları kuruldu sonradan. Bunlar meslek teşkilatları haline dönüştü Anadolu’da. Her mesleğin pîri var, şeyhi var; ona bağlı ustalar, çıraklar var... Meslek organizasyonu haline dönüştü sonradan biliyorsunuz, fütüvvet.
(Ve’t-tevekkül) Tevekküldeki şöhretiyle de anılan bir kimseymiş bu. Yâni, tevekkül bakımından iyi bir alimmiş. Bu konuda kuvvetli, tevekkül ahlâkı yüksek seviyedeymiş.
(Ve’z-zühd) Zühd bakımından da zikredilen bir kimse. Yâni dünyaya değer vermemek, ahirete rağbet etmek, dünyaya karşı müstağnîlik.
(Ve’l-vera’) Haramlardan, şüphelilerden kaçınma. Güzel sıfatlar bunlar. Bunlarla anılıyormuş bu Ebû Türâb.
Yâni ne demek?.. Alim demek, yiğit demek, mütevekkil demek, zâhid demek, verâ sahibi demek. Evet, Ebû Turâb-ı Nahşebî Hazretleri bu...
Her zaman Nahşeb’în nerede olduğunu filan yazardı, burada bu sefer yazmadı. İşte Horasan’da bir yer adı.
سمعت ابا الحسن القزوينىَّ، يقول: سمعت علىَّ بن عبدك، يقول: سمعت أبا عمران الطَّبرستانىَّ، يقول: سمعت ابن الفرجىِّ، يقول: رأيت حول أبى ترابٍ -من اصحابه - عشرين ومائة صحب ركوة،
قــعـودٌ حول الاسـاطـين؛ ما مـات منهم على الـفـقـر إلا أبو عـبـيد البسرى، و ابن جلاَّء.
(Semi’tü ebe’l-haseni’l-kazvîniyye, yekùlü: Semi’tü aliyye’bne abdek, yekùlü: Semi’tü ebâ imrâne’t-taberistâniyye, yekùlü: Semi’tü’bnü’l-ferciyye, yekùlü: Raeytü havle ebî türâbin —min ashàbihî— ışrîne ve miete sàhibi rekveh, kuùdün havle’l-esâtîn; mâ mâte minhüm ale’l-fakri illâ ebû ubeydini’l-busriyyü, ve’bnü’l- cellâ’.)
Bu Ebü’l-Hasen-i Kazvînî’den işittim diyor müellif. O da Ali ibn-i Abdek’ten işitmiş. O da Ebû İmrân et-Taberistânî’den işitmiş. O da İbnü’l-Fercî’den işitmiş.
O en son râvi Samerralıymış, çok zengin bir kimseymiş. Bu zenginliğinin hepsini ortaya koymuş ve ilim talebine harcamış. Fakirlere sarf etmiş, dervişlere, sòfilere vermiş. Böyle parasını onların hizmetine saçmış bir kimseymiş. Fıkıhta, ilimde, hadis bilgisinde kuvvetliymiş. Ebû Türâb’ın arkadaşıymış. Zünnûn-u Mısrî ile ahbaplığı varmış. Haris-i Muhâsibî ile arkadaşlığı varmış. Remle’ye yerleşmiş ve oranın camisinde vaaz verirmiş. Belli günlerde vaazı varmış. Remle’de vefat etmiş, 290 senesinden sonra. Kitâbü’l-Vera’ ve Sıfatü’l-Mürîdîn isimli ve daha başka tasavvufî eserler yazmış olan bir kimse bu İbni’l-Fercî.
Diyor ki: (Raeytü havle ebî türâbin) “Bu Ebû Turâb-ı Nahşebî’nin etrafında gördüm (min ashâbihî) onunla ahbaplık eden insanlardan (ışrîne ve miete sàhibi rekvetin, kuûdün havle’l- esâtîn) 120 kimse gördüm.” diyor.
Rekve veya rikve, küçük kova, deriden küçük su kabı mânâsına. Cezve gibi küçük bir kaba benziyormuş bu. Matara gibi. İşte böyle tevâzu alâmeti olarak, tasavvuf erbabının yanlarında gezdirdikleri bir şey gàlibâ. İşte böyle rekve sahibi 120 kişi gördüm.
(Mâ mâte minhüm ale’l-fakri illâ ebû ubeydini’l-busriyyü) Onlardan sadece Ebû Ubeyd el-Busrî’yi fakir üzere vefat etmiş gördüm, (ve’bnü’l-cellâ’) bir de İbn-i Cellâ’yı gördüm.”
Bunun mânâsını düşünüyorum, ne demek istedi bu cümleyle... Yâni tasavvuf yoluna girmiş yanında bir de matarayla gezen, mütevazı tasavvuf kıyafetine bürünmüş 120 kimse gördüm, bu Ebû Türâb-ı Nahşebî’nin yanında. Hepsi kenar mahallelerde otururlardı. Onlardan sadece Ubeyd el-Busrî ve İbn-i Cellâ fakirlik üzere öldü diyor.
Bunun bir mânâsı şu: Tasavvufta sebat edip o hal üzere halini bozmadan devam eden bu ikisi. Yâni Ebû Ubeyd el-Busrî ve İbn-i Cellâ... Ötekiler o yolda devam etmediler mânâsına.
Bir de, fakirliği tasavvuf mânâsına değil de, normal manasına alırsak; yâni ötekilerin hepsi sonradan mal mülk, zenginlik, varlık sahibi oldular gibi bir mânâ da olabilir. Hangisini kasdettiğini buradan çıkartamadım.
Etrafındaki 120 insanın iki tanesi salih kaldı, 118 tanesi imtihanı kaybetti, tasavvufu bıraktı da ehl-i dünya mı oldu demek istiyor?.. Galiba bu mânâya... Yâni biraz daha kuvvetli olarak bu mânâ var gibi. Yoksa; işte hepsi fakir diyarlardan geldiler, okudular, âlim fazıl oldular da hepsi zenginledi, sonra bir yere bir şey oldu mânâsına mı?..
(Kuùdün havle’l-esâtîn) derken, üstüvane’nin çoğuluymuş esâtin; yâni direkler demek. “Direklerin etrafına oturan böyle mataralı, yüz yirmi insan onun arkadaşından gördüm. Onlardan iki tanesi tasavvufta sebat etti; işte İbn-i Cellâ ile Ubeyd el- Busrî...” diye. Bu mânâ daha kuvvetli. Tabii ötekiler zengin olduysa, bunların fakir kalması biraz güzel bir mânâ olmuyor. Çünkü bu İbn-i Cellâ filân zâten meşhur kimseler.
Evet tabii kolay değil. Tasavvuf yoluna insanlar hep giriyor da, bazen girmek bir şey değil de yükselmek mühim. Giriyor, fakat mezun olamıyor, başarı sağlayamıyor.
Allah kendi yolunda cümlemizi sağlamca yürüyen, yolu şaşırmayan, sebat eden, vefalı, sebatkâr, azimli, dürüst, sağlam, tam ve yolunda daim, zikrinde kàim, ibadetine müdâvim, sevdiği kullardan eylesin...
“Düşmez, kalkmaz bir Allah’tır.” derler. İnsanlar düşebilir, kalkabilir, maddî ve mânevî bakımdan mümkün. Yâni zengin insan fakir olur, fakir insan zengin olur. Tasavvufa iyi girmiş,
hızlı girmiş insan, bakarsın bir zaman sonra gelmiş, gevşetmiş işi, başka tarafa kaymış olabilir. Ticarete kaymış, zevke kaymış, keyfe kaymış, eski yolunu devam ettirememiş, sebat gösterememiş olabilir.
Mümkün... Çünkü zordur. Eskiden tasavvufa intisab etmek isteyenlere büyükler derlermiş ki:
“—Evladım bu iş biraz zordur, sen namazını kıl, orucunu tut... Bu böyle demirden leblebi çiğnemek nasıl zorsa, öyle zor bir iştir.” derlermiş.
Allah saklasın, korusun, hıfz u himâye eylesin... Şaşırtmasın, yanıltmasın, müslümanın ayağını doğru yoldan kaydırtmasın... İzzetten sonra zillete uğratmasın, kabulden sonra redde düşürmesin...
سمعت عـبد الله بن على الــطُّـوسىَّ، يقـول: سـمـعـت محمد بن داود
الدُّقـِّـىَّ الدِّينورىَّ، يقـول: سـمـعت أبا عبد الله الجلاَّء، يقول: لقيت
ستمائة شيخٍ، ما لقيت فيهم مثل أربعة: أولهم أبو ترابٍ النخشبىُّ.
(Semi’tü abda’llàhi’bne aliyyini’t-tûsiyye, yekùlü: Semi’tü muhammede’bne dâvude’d-dükkıyye ed-dîneveriyye, yekùlü: Semi’tü ebâ abdi’llâhi’bne’l-cellâ’, yekùlü: Lakîtü sittemieti şeyhin, mâ lakìtü fîhim misle erbaatin: evvlühüm ebû türâbini’n- nahşebiyye)
Şimdi Abdullah ibn-i Ali et-Tûsî, müellif Ebû Abdurrahmân es- Sülemî’ye söylemiş. O da Muhammed ibn-i Dâvud ed-Dukkî ed- Dîneverî’den duymuş o da Ebû Abdullah ibni’l-Cellâ’dan... İşte o hani arkadaşlarının içinde iki tanesi sağlam çıktı diye demin söylediğimiz şahıs, oradan duymuş. Ne demiş o İbn-i Cellâ...
Muhammed ibn-i Dâvud ed-Dukkî ed-Dîneverî’nin hayatıyla ilgili bilgi:
محمد بن داود، أبو بكر الصوفى، يعرف بالدقِّى. وهو دينورى
الأصل، أقام ببغداد مدة، ثم اتنقل الى دمشق فسكنها. و كان
من كبار شيوخ الصوفيَّة، له عندهم قدر كبير، ومحل خطر. و كان أحد حفظة القراۤن. مات أبو بكرٍ بدمشق، لسبع خلوان
من جمادى الأولى، سنة ستين وثلثمائة.
Sòfi diyor, Dükkî diye tanınmıştır diyor, Dînever’dendir, oralıdır aslında diyor. Sonra Bağdad’a geldi, orada oturdu. Sonra Dımaşk, yâni Şam’a göç etti, oraya yerleşti diyor. Sòfilerin şeyhlerinin en meşhur, en büyüklerinden idi diyor. (Lehû indehüm kadrun kebîr) Ve onların yanında, yâni tasavvuf erbabının yanında çok kıymetli, makbul, muteber bir şahıstı. (Ve mahalle hatîr) Ve güzel bir mevkii vardı.
(Ve kâne ehade hafazati’l-kur’ân) Kur’an hafızlarından bir tanesiydi, Kur’an’ı iyi bilendi. (Mâte ebû bekrin bi-dımeşk) Yâni bu Ebû Bekir künyeli, ed-Dineverî nisbeli şahıs Şam’da vefat etti. (Li- seb’in halevne min cumâde’l-ûlâ) Cemâziye’l-evvel diyoruz biz, cumâde’l-ûlâdır aslı. Onun bitmesine yedi gün kala, son haftasında öldü. (Senete sittîne ve selâsemieh) 360 senesinde.
Evet, böyle bir zat rivâyet etmiş, rivâyet Sülemî’ye kadar gelmiş. Bu şahıs ibn-i Cellâ’dan duymuş. İbn-i Cellâ ne diyor: (Lakìtü sittemieti şeyhin) “600 şeyhle karşılaştım; (mâ lakîtü fîhim misle erbaa) dört tanesi gibi büyüğünü görmedim. Yâni onlar kadar görmedim. 600’ün içinden dört tane:
(Evvelühüm ebû türâbini’n-nahşebiyye) Birincisi Ebû Türâb-ı Nahşebî’dir.” Yâni şu tercüme-i hâlini okuduğumuz Ebû Türâb-ı Nahşebî birincisi. 600 kişiden birinci.. Onlardan dört tanesini çok yüksek bulmuş bu zât, İbn-i Cellâ; onların da birincisi Ebû Türâb’mış. Yâni kimin hayatını okuyoruz? Çok mühim bir alimin hayatını okuyoruz şu anda...
توفى في البادية - قيل نهشته السباع- سنة خمسٍ وأربعين ومائتين.
(Tüvüffiye fi’l-bâdiyeh) Çölde vefat etmiş. Ebû Türâb-ı Nahşebî çölde vefat etmiş. (Kìle neheşethu’s-sibâ’) Çakal mıdır sibâ’, kurt mudur?.. Zi’b kurttur, bu sibâ’ yaban köpeği, yâni çakal demek.
Rivayete göre çakallar saldırmışlar, onlar parçalamışlar. Çölde öldüğü zaman bedenini onlar parçaladı. (Senete hamsin ve erbaîne ve mieteyn) 245 senesinde. Vefatı böyle, çakallar parçalamış, yaban köpekleri parçalamış çölde...
واسند الحديث.
(Ve esnede’l-hadîs) Hadis rivayetçiliği var, hadis de rivâyet etmiş.
b. Hastalarınızı Yemeye, İçmeye Zorlamayın!
٤- أخبرنا محمد بن أحمد بن فارسٍ، الحافظ البغدادىُّ بها، قال: حدثنا عبد الله بن محمد بن جعفر الأصبهانىُّ، قال: حدثنا محمد بن عبد الله بن مصـــعــبٍ؛ حدثــنــا أبـو تراب، عسـكـر بن حـصـــيـن، حدثنا محمد بن نمير؛ حدثنا محمد بن ثابت؛ حدثنا شريك؛ عن الأعمش؛ عن أبى سفيان؛ عن جابر، قال: قال رسول الله صلى الله
عليه و سلَّم: لاَ تُكْرِهُوا مَرْضَاكُمْ عَلَى الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ، فَإِنَّ ربَّهُمْ
يُطْعِمُهُمْ وَيَسْقِيهِمْ.
TS. 147/4 (Ahberenâ muhammedü’bnü ahmede’bni fâris, el -
hàfizu’l-bâğdâdiyye bihâ) Bu Hafız Muhammed ibn-i Ahmed ibni’l- Fâris... Hafız, hadis hafızı demek... (El-bağdâdiyye) Bağdatlı. O bize haber verdi diyor kitabın yazarı. (Bihâ) ne demek burada? Bağdat’ta demek. Bağdat’ta o şahısla karşılaştım, o şahıs bana Bağdat’ta anlattı. Bakın düşünün, Nişapurlu bir müellif, bu
bilgileri nasıl adım adım yazarak yudum yudum, böyle paragraf paragraf yazarak toplamış. Yâni Ebû Türâb-ı Nahşebî’den gelen bu rivâyeti bu şahıstan Bağdat’ta kaydediyor.
(Kàle) O şahıs dedi ki bana: (Haddesenâ abdu’llàhi’bni
muhammedi’bni ca’ferini’l-isfahâniyye) İsfahanlı Abdullah ibn-i Muhammed ibn-i Ca’fer bana şöyle dedi: (Kàle: Haddesenâ muhammedü’bnü abdi’llahi’bni mus’ab) O da bana: Muhammed ibn-i Abdullah ibn-i Mus’ab söyledi dedi. (Haddesenâ ebû turâb) Ona da Ebû Turâb-ı Nahşebî söylemiş. Üç dört raviyi sıralıyor. Kimden kendisine haberin geldiğini, kitabın yazarı böylece bildiriyor. İşte bu ilmî usul… Bu kitap o usulle yazılmış.
(Haddesenâ ebû turâb, askerü’bnü husayn) İsmini de söylüyor. Tabii, bir hadis rivayetçisi ya, hadisi Ebû Turâb, Sülemî’ye doğru rivâyet etmiş, onları okuduk.
Bir de Ebû Türâb’a kadar Peygamber Efendimiz’den gelen kısmı var hadis zincirinin. (Haddesenâ muhammedü’bnü nümeyr) Muhammed ibn-i Numeyr Ebû Türâb-ı Nahşebî’ye söylemiş.
Kim bu ibn-i Nümeyr?..
محمد بن عبد الله بن نمير الخارفى الـهمدانى، أبو عبد الـرحمن
الكوفى الحافظ. أحد الأعلام. كان ثقةً معظمًا مأمونًا. مات سنة أربع وثلاثين ومائتين.
(Muhammedü’bnü abdi’llâhi’bni nümeyr, el-hàrifî el-hemedânî) Hemedanlıymış. (Ebû abdi’r-rahmân el-kûfî el-hâfız) Hadis hafızıymış, Kûfeliymiş. (Ehadü’l-a’lâm) Çok büyük alimlerden birisiydi. (Kâne sikaten) Güvenilen bir insandı. (Muazzamen me’mûnen) Herkesin hürmet ettiği güvenilir bir insandı, emniyetli kimseydi. (Mâte senete erbain ve selâsîne ve mieteyn) 234 senesinde vefat etti. Allah rahmet eylesin... Demek ki iyi bir alimmiş. Ondan öğrenmiş Asker ibn-i Husayn Ebû Türâb.
(Haddesenâ muhammedü’bnü sâbit) Ona da Muhammed ibn-i Sâbit söylemiş. (Haddesenâ şüreyk) Ona da Şüreyk söylemiş.
Şüreyk kim?..
شـريك بن عـبد الله بن الحـارثبن أوس بن الحـارث بن ذهـل
بن وهبيل بن سعد بن مالك بن النخع بن مذحج، أبو عبدالله
النخـعى الكوفى القاضى. ولد ببخارى، سـنة حمس وتسـعين، وكان ثقةً حسن الحديث. مات سنة سبع وسبعين ومائة.
(Şüreykü’bnü abdi’llahi’bni’l-harisi’bni evsi’bni’l-harisi’bni züheli’bni vehbîli’bni sa’di’bni mâliki’bni nehai’bni müzhic, ebû abdi’llah en-nehaî el-kûfî el-kàdî.) Kûfeli kadı imiş. (Vülide bi- buhârâ) Buhara’da doğmuş. (Senete hamsin ve tis’în) 95 senesinde Buhârâ’da doğmuş. (Ve kâne sikaten hasene’l-hadîs) Güvenilen, hadisine itimat edilen güvençli bir insanmış. (Mâte senete seb’in ve seb’îne ve mieh) 177 senesinde ölmüş. Bakın Buhara’da ne zaman doğmuş? 95 senesinde. Evet, Buhârâ’da hicretten 95 sene geçince tam İslâmlaşmış ve nice hadis alimleri yetişmiş orada, Arap asıllı.
(Ani’l-a’meş) O da İmâm A’meş’den duymuş. A’meş de çok meşhur bir âlim. Onu biz geçtiğimiz zamanlarda söylemiştik. (An ebî süfyân) o da Ebû Süfyân’dan duymuş.
Bu da Ebû Süfyân: (Sahri’bni harbi’bni ümeyyeti’bni abdişemsi’l-emevî) Bu meşhur Ebû Süfyân. Hani uzun zaman Mekke’nin reisliğini yaptı. Ebû Süfyân komutasındaki kervanı vurmak için Peygamber Efendimiz Bedir harbine çıkmıştı. Sonra Mekke’nin fethinde müslüman oldu.
Ebû Süfyân ona rivâyet etti, (an câbirin) Câbir RA’dan. (Kàle: Kàle rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem) O da buyurdu ki:
Rasûlüllah SAS şöyle buyurmuş:1
1 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.353, no:1963; İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.245, no:3435; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.501, no:1296; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.293, no:807; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.544, no:9229; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.347, no:19367; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.281, no:1741; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.I, s.250; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.31; Ukbetü’bnü Âmir RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.183, no:1010; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.141, no:8290; Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.66, no:7476; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XL, s.341; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.221; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
لاَ تُكْرِهُوا مَرْضَاكُمْ عَلَى الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ فَإِنربَّهُمْ يُطْعِمُهُمْ وَيَسْقِيهِمْ (ت. ه. ك. عن عقبة بن عامر؛ الديلمي عن جابر )
(Lâ tükrihû merdàküm ale’t-taàmi ve’ş-şerâbi, feinne rabbehüm yut’imühüm ve yeskîhim)
Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz, rivâyet edilen hadis ne:
“Hastalarınızı yemek yedirmeğe, su içmeğe zorlamayınız, baskı yapmayınız onlara. Ye, iç, ye iç diye tazyik etmeyiniz. Çünkü onların Rableri onları doyurur ve susuzluğunu giderir. Hastaya mânevî bakımdan Allah ikramda bulunur, yedirir, içirir.”
Bu hadis-i şerif, Ebû Türâb’ın naklettiği hadislerden birisidir. Hadisciliği var, işte bir hadis diye misal veriyor.
هذا حديثٌ صحيحٌ. رواه الترمذي، وابن ماجة، والحاكم وفي نصه
اختلافٍ يسير، وإليك النص : لاَ تُكْرِهُوا مَرْضَاكُمْ عَلَى الطَّعَامِ وَ
الشَّرَابِ، فَإِنَّ الله يُطْعِمُهُمْ وَيَسْقِيهِمْ (الجامع الصغير:٠٤٢)
(Hâzâ hadîsün sahîhün) Evet, bu hadis-i şerif, sahih bir hadistir. (Ravâhu’t-tirmiziyyü) Tirmizî rivâyet etmiştir. (Ve’bn-i mâce) İbn-i Mâce rivayet etmiştir. (Ve’l-hâkim) Hâkim rivayet etmiştir. (Ve fî nassihi’htilâfin yesîrin ve ileyke’n-nas) Kitaplarda hadisin metninde biraz farklılık vardır:
لاَ تُكْرِهُوا مَرْضَاكُمْ عَلَى الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ، فَإِنَّ الله يُطْعِمُهُمْ وَيَسْقِيهِمْ
(ت. ه. طب. ك. ق. عن عقبة؛ حل. كر. عن جابر)
RE. 479/1 (Lâ tükrihû merdàküm ale’t-taàmi ve’ş-şerâb,
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.51, no:28315; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.359, no:3040; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.322, no:16885.
feinne’llàhe yut’imühüm ve yeskîhim) [Hastalarınızı yemek için, içmek için zorlamayın! Çünkü Allah onları yedirir, içirir.] El- Câmiu’s-Sağîr’de böyle geçiyor.
Demek ki, Ebû Türâb-ı Nahşebî Hazretleri alimdi, çeşitli ilimleri var, takvâ ehliydi. Hadisçiliği de varmış. Hadis duymuş, hadis rivâyet etmiş. Allah şefaatine erdirsin...
c. Sevdiğiniz Üç Şey
٥- أخبرانا عبد الله بن محمد بن جعفر الأصبهانىُّ، اجازةً
بذلك، قال: سـمـعـت منصـور بن عبد الله الأصـبهانى، يقـول: سمعت أبا جعفر بن تركان، يقول: سمعت يعقوب بن الوليد يقول: سمعت أبا ترابٍ، يقول: يا أيها الناس! انتم تحـبُُّّون ثـلاثـةً، و ليست هى لكم: تحـبُُّّون النفـس، وهى لله؛ وتحـبُّون
الرُّوح، والروح لله؛ و تحبُّون المال، و المال للورثة. وتطلـبون اثنين، ولا تجدونهما الفرج والرحمة؛ وهما فى الجنة.
TS. 148/5 (Ahberanâ abdu’llàhi’bni muhammedi’bni ca’ferini’l -
isbehânî) Demin geçen şahıs bu.
عبد الله بن محمد بن جعفر بن حبان الأنصارى، حافظ
اسبهان، و مسند زمانه، الإمام أبو محمد، و يعرف بأبى
الشيخ، صاحب المصنفات السائرة. ولد سنة أربع وسبعين و مائتين. وسمع فى سنة اربع وثمانين. وكان مع سعة علمه،
وغزارة حفظه، صالحًا خيرًا، قانتًا لله صدوقًا. توفى فى
المحرم سنة تسع وستين وثلثمائة .
(Abdu’llàhi’bni muhammedi’bni ca’ferini’l-isbehânî) İsfehanlı. Zamanının güvenilir insanı. İmâm Ebû Muhammed. (Ve yu’rafü bi-ebi’ş-şeyh) Şeyh babası diye tanınırdı. (Sâhibü’l-musnefâti’s- sâireh) Birçok kitabın sahibi. (Vülide senete erbain ve seb’îne ve mieteyn) 274 senesinde doğdu. (Ve semia fî seneti erbain ve semânîn) 84 senesinde, (ve kâne mea sıhhati ilmihî) ilminin genişliğine (ve gazârati hıfzihî) hıfzının kuvvetine rağmen (sâlihan hayran) salih ve hayırlı bir insandı. (Kàniten lillâhi) Allah’a ibadet edici bir kimseydi, (sadûkan) çok doğru sözlü bir kimseydi. (Tüvüffiye fi’l-muharrem seneh tıs’in ve sittîne ve selâsemieh) 369 Muharreminde vefat etti.”
Biz de şimdi Arabî aylardan hangisindeyiz?.. Muharrem ayındayız. Böyle bir Muharrem ayında, 369 senesinde vefat etmiş bu Abdullah ibn-i Muhammed ibn-i Ca’fer el-İsfehânî.
(İcâzeten bi-zâlike) Bu konuda icazet vererek. (Kàle semi’tü mansûre’bne abdi’llahi’l-isbehânî) Mansûr ibn-i Abdillah adlı sahabiden işittim demiş. (Ve kîle: Semi’tü ebâ ca’ferini’bni türkân)
Ebû Ca’fer ibn-i Türkân’dan işittim demiş o da. Bu kimmiş:
سـعـيد بن تركان، أبو جـعفـر الصـوفى. قال عنه و عن أخـيه أبو عبد الرحمن السلمى: سـعـيد وعلى ابنا تركان، كانا من مشايخ البغداديين، استوطنا الرملة وماتا بها. وسعيد كنيته أبو جعفر،
وعلى كــنيته ابو الحسن. صحـبا الجـنـيد، فلما مات صحبا بعده يعقوب بن وليد.
(Saîdi’bni türkân ebû ca’fer es-sùfî.) Bu da sùfilerden birisiymiş. (Kàle anhu ve an ehîhi ebû abdi’r-rahmân es-sülemî) Onun hakkında ve kardeşi hakkında, kitabı yazan Ebû Abdurrahmân es-Sülemî diyor ki: (Saîdün ve aliyyün ibnâ türkân) Türkân’ın iki oğludur Saîd ve Ali. (Kânâ min meşâyihi’l- bağdâdiyyîn) Bağdadlı şeyhlerden idiler. (İstevtana’r-remle) Remle’de vatan tuttular, yerleştiler; (ve mâtâ bihâ) ve orada vefat ettiler.
(Ve saîdin künyetühû ebû ca’fer) Saîdin künyesi Ebû Ca’fer idi. (Ve aliyyün künyetühû ebu’l-hasen) Ali’nin künyesi de Ebü’l- Hasen’di. (Sahibe’l-cüneyd) Cüneyd-i Bağdâdî ile ahbaplıkları, dostlukları, görüşmeleri olmuş. (Felemmâ mâte) Cüneyd vefat edince, (sahibâ ba’dehû ya’kûbe’bne’l-velîd) Cüneyd’den sonra, Ya’kub ibn-i Velîd’le ahbablık etmişler, onun meclisine devam etmişler.
Evet, Türkân’ı öğrendik. (Yekùlü: Semi’tü ya’kube’bne’l-velîd) O da Ya’kub ibn-i Velîd’den duymuş Kimmiş bu Ya’kub ibn-i Velîd:
يـعقـوب بن وليد، أبو يوسف الأزدى المدنى؛ وقـيل أبو هلال. قال
عنه أحمد بن حنبل: يعقوب بن وليد، أبو يوسف الأزدى المدنى؛ كـتبت عنه وخرقـت حدثـه. منذ دهـر، وكان من الكذابين، وكان يضع الحديث.
(Ya’kube’bne’l-velîd, ebû yusuf el-ezdî el-medînî, ve kìle ebû hilâl) Künyesi Ebû Hilâl veya Ebû Yusuf olan bir kişiymiş. (Kàle anhu ahmedi’bni hanbel) Ahmed ibn-i Hanbel onun hakkında şu bilgiyi veriyor... Meşhur, Hanbelî mezhebinin kurucusu ve Müsned isimli büyük hadis mecmuasını yazan şahıs onun hakkında şu bilgiyi veriyor:
(Ya’kûbi’bni’l-velîd ebû yusuf el-medînî ketebte anhu ve harrakte hadîsehû münzü dehrin ve kâne mine’l-kezzâbîn, ve kâne yedau’l-hadîs) Ahmed ibn-i Hanbel onun aleyhinde diyor ki: “Ben ondan hadis yazmıştım, (ketebte anhu ve harrakte hadîsehû) sonra yazdığım hadislerin kağıtlarını yırttım, parçaladım. (Münzü dehrin ve kâne mine’l-kezzâbîn) Bir zamandan beri yalancılardan idi. (Ve kâne yedau’l-hadîs) Hadis uydururdu adam. Ben onu bir şey sandım da, birkaç hadis yazmıştım; onu cart cart yırttım, attım hadislerini diyor.”
Bunun gibi, “Şu adam âlim!” diyorlar, “Şu adam yalancı!” diyorlar; söylüyorlar alimler kanaatlerini.
Ravi şimdi o. (Yekùlü: Semi’tü ebâ türâbin, yekùlü) Ebû Türâb şöyle buyuruyor demiş bu ravi:
يا أيها الناس! انتم تحـبُُّّون ثـلاثـةً، و ليست هى لكم: تحـبُُّّون
النفـس، وهى لله؛ وتحـبُّون الرُّوح، والروح لله؛ و تحبُّون المال، والمال للورثة. وتطلـبون اثنين، ولا تجدونهما الفرج والرحمة؛ وهما فى الجنة.
(Yâ eyyühe’n-nâs!) “Ey insanlar!” demiş. (Entüm tühibbûne selâseten ve leyset hiye leküm) “Siz üç şeyi seviyorsunuz ama, onlar sizin olmayacak, sizin değil:
(Tühibbûne’n-nefs) Nefsi seviyorsunuz, bir. (Ve hiye li’llâh) Nefis Allah’ın… Senin değil, gidecek.
(Ve tühibbûne’r-rûh) Ruhu seviyorsunuz; (ve’r-rûhu li’llâh) ruh da Allah’ındır.
(Ve tühibbûne’l-mâl) Malı seviyorsunuz; (ve’l-mâlü li’l-vereseti)
mal da varislerin… Kendinizi seviyorsunuz, nefsinizi seviyorsunuz; o Allah’ın… Malı seviyorsunuz, onlar da varislerin. Üç şeyi seviyorsunuz, ama sizin olmayan şeyleri seviyorsunuz.
(Ve tatlubûne isneyn) İki şey istiyorsunuz, (ve lâ tecidûnehümâ) o iki şeyi de bulamayacaksınız, bulamıyorsunuz:
(El-ferecü) Sıkıntılardan kurtulup neşelenmek, ferahlamak istiyorsunuz; bir.
(Ve’r-râhatü) İkincisi; rahatlık istiyorsunuz.
“Bir; eğlence istiyorsunuz, hoşluk istiyorsunuz. İki, rahatlık istiyorsunuz. Onları da bulamayacaksınız. (Ve hümâ fi’l-cenneh)
Onlar da cennette...” Dünyada rahat yok, sevinç yok, hoşluk yok!
Onları arıyorsunuz, onlar cennette… Üç şeyi seviyorsunuz, onlar da sizin değil.
Böyle bir söz söylemiş. Evet bu kadarla iktifâ edelim! Epeyce vakit oldu.
Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!..
03. 06. 1995 - İstanbul