13. CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ HZ. (9)

14. CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ HZ. (10)



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn... Emmâ ba’d:

Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Evliyâullahın, büyük sùfilerin hayatları ve mübarek kelamları, sözleriyle ilgili çok kıymetli bir kitabı, Sülemî Hazretleri’nin Tabakàtu’s-Sûfiyye’sini okuyoruz. Söz sırası tasavvuf yolunun en meşhur şahsiyetlerinden Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne gelmiş idi. Birkaç haftadır onun hayatını ve sözlerini okumaya devam ediyoruz.


Bunların okunmasına ve izahına geçmeden önce, başta Peygamber Efendimiz’in mübarek ruh-u pâkine hediye olsun diye ve sonra onun âlinin, ashâbının, etbâının, ahbâbının, ihvânının, hulefâsının, zürriyet-i tayyibesinin, ezvâcının, etbâının ruhlarına hediye olsun diye; hàssaten Ümmet-i Muhammed’in mürşidleri, Peygamber Efendimiz’in mânevî varisleri evliyâullah-ı mukarrebîn ve meşayih-i vâsılînimizin cümlesinin ruhları için; Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ’dan, şeyhimiz Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar turuk-u aliyyelerimizden güzerân eylemiş olan pîrân u sâdât u meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ruhları için; eserin müellifi ve eserde ismi geçen evliyaullahın, râvîlerin, alimlerin ruhları için;

Uzaktan yakından bu ders için buraya gelen siz kıymetli kardeşlerimizin de, ahirete göçmüş olan bütün müslüman geçmişlerinin, âbâ u ümmehât, ecdâd u ceddâd, akraba u taallûkàt, ihvân u ehavât, evlâd u zürriyâtlarının ruhları için;

Biz yaşamakta olan müslümanların da tevfîkàt-ı samedâniyeye mazhar olmamız için, Rabbimiz bize tevfîkini refîk etsin de, ömrümüzü rızasına uygun geçirelim, a’mâl-i sàlihâ,

398

ibâdât u taat, hayrât ü hasenât işleyip, Allah’ın sevdiği kulları zümresine biz de dâhil olalım; huzuruna sevdiği, râzı olduğu kullar olarak varalım diye, bir Fâtihâ, on bir İhlâs-ı Şerîf okuyup öyle başlayalım! Buyurun:

........................


a. Garibin Bağdat’ta Kalması


162. sayfadayız, 28. paragrafta kalmışız. Diyor ki müellif:


٨٠ - سـمـعــت أحمد بن نـصـر بن عـبد الله بن الـفـتح الذَّرَّاع، بالنهروان، قال: سمعت الجنيد، يقول: مقام الغريب ببغداد، بعد خمسة أيَّام، فضول.


TS. 168/28 (Semi’tü ahmede’bne nasri’bni abdi’llahi’bni’l- fethi’z-zerrâ’ bi’n-nehrevân) Ben Nehrevân şehrinde Ahmed ibn-i Nasr ibn-i Abdillahi’bni’l-Feth ez-Zerrâ’dan işittim. (Kàle: Semi’tü cüneyd, yekùl) O da Cüneyd-i Bağdâdî’den işitmiş, bana Cüneyd-i Bağdâdî’nin şöyle dediğini nakleydi.

Şimdi bu Ahmed ibn-i Nasr ez-Zerrâ kimmiş? Nehrevan’a yerleşmiş bir alim imiş, hadis rivâyet etmiş, Tarih-i Bağdat’ta hayatı hakkında bazı bilgiler mevcutmuş.

(Mukàmu’l-garîbi bi-bağdâde ba’de hamseti eyyâm fudùlün) buyurmuş. Garib; memleketini terk etmiş de seyahate çıkmış kimse, gurbette olan kimse. “Bir garibin Bağdat’ta beş günden sonra oturmağa devam etmesi (fudùlün) fazladır, lüzumsuzdur.” buyurmuş. Yâni demek ki; “Eh, o kadar kaldı, işi gücü neyse onu gördü; memleketine dönsün!” demiş oluyor, fazla kalmayı iyi karşılamamış oluyor.


Bu bana Hazret-i Ömer Efendimiz’i hatırlattı. Hazret-i Ömer Efendimiz de, elinde kamçısı gezermiş;

“—Haydi bakalım haccınız bitti, evlerinize dönün!” diye hacıları dönmeğe teşvik edermiş.

399

Yâni insan Bağdat’ı sevebilir, insan hacca gitmişse Mekke-i Mükerreme’yi, Medine-i Münevvere’yi sever. Her müslümanın kalbinde bu mübarek beldelerin, bu büyük beldelerin sevgisi vardır, yüksek mevkii vardır ama, tabii her şeyin de bir ölçüsü var… Herkes seviyor diye orada fazla kaldığı zaman, ailesi memleketinde onu özleyecek, diğer memleketlerdeki hayat dengeleri belki zarara uğrayacak... Çeşitli sebepler var.

Tabii, Mekke ve Medine için başka bir sebep daha var: Oralarda ibadetlerin sevabı yüksektir ama, günah işlendiği zaman da cezası daha büyüktür. Meselâ, Mekke-i Mükerreme’de bir insanın, Mescid-i Haram dediğimiz Kabe-i Müşerrefe’nin etrafındaki mescidde, Kâbe’nin etrafında duvarları çevrilmiş olup da yapılmış olan mescidde, bir namaz kılması yüz bin misli sevaptır. Sevaptır ama, o adam Mekke’de otururken Mekke’nin hukukuna riâyet edemezse, lâubali olursa, saygısız olursa, takvâsız olursa, hatalı işler yaparsa, günahlar işlerse, günahı da çok yazılır. Çünkü;

“—Bre insafsız! Bu kadar mübarek yerde de mi nefsine hakim

400

olamadın, hiç olmazsa burada da mı edebini takınamadın be adam, ne kadar fena imişsin!” diye cezası büyük oluyor.


Tabii Bağdat da önemli bir İslâm beldesi, Abbâsîlerin pâyitahtı. Koskoca bir büyük devletin asırlar boyu başşehri olmuş çok muhteşem bir şehir. Hatta bizim Türkçe’ye atasözü girmiş:

“—Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyâr olmaz.” derler.

Yâni, sevilen insanlara yâr diyoruz. İnsanın annesi kadar sevgili bir başka insan düşünülemez, anne gibi yâr olmaz. Çünkü en vefâlıdır, en fedâkârdır, insanın iyiliğini en çok isteyendir. Anneler icabında hayatını fedâ eder evlatları için... Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyâr olmaz. Çok güzel bir şehirmiş demek ki. Medeniyetin merkezi, irfânın merkezi, her şey var... Ama, Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz, garibin orada fuzùlî olarak eğlenmesini doğru görmemiş. İşin varsa geldin, işini gör, git!

Bu, alimler için değildir, ilim öğrenecekler için değildir. İlim öğrenmek büyük şehirlerde olur, çok büyük merkezlerde olur. Onun için oralara gitmek, oralarda kalmak, oralarda ilim öğrenmek çok sevaptır. Onun tahdidi yok.

401

Sebepsiz orada kalmak... “Hah, burası hoşmuş, aman burada eğlence varmış, keyif varmış, zevk varmış...” diye kalmak doğru değil, diye düşündüğünü tahmin ediyorum. Güzelliğine aldanıp, gönül verip, memleketini unutmasını uygun görmüyor gàliba Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz.

Bu bana radyodan kulağıma takıldı da, beni de duygulandırdı doğrusu, hüzünlendirdi. Bir türkü var, diyor ki... Türkü demeyiz biz bunlara, yakma diyoruz, ağıt diyoruz. Yâni insanın içini yakan bir türkü böyle; zevkle, keyiften söylenmiş değil de, üzüntüden söylenmiş, acıdan söylenmiş bir şey:


Yârim, İstanbul’u mesken mi tuttun?

Gördün güzelleri, beni unuttun.

Sılaya dönmeye yemin mi ettin? Gayri dayanacak özüm kalmadı,

Mektuba yazacak sözüm kalmadı.


Böyle bir ağıt, yakma kulağıma geldi. Düşündüm, sahne gözümün önüne geliverdi. İstanbul’a, tabii büyük şehir diye geliyorlar Anadolu’dan; çalışıyorlar, kazanıyorlar, memleketlerine dönüyorlar. Anlaşılan Kayseri’den birisi gelmiş, sonra da dönmemiş. E karısı var, çoluk çocuğu var, bekliyorlar... Mektup yazmış kadıncağız:

“—İstanbul’u mesken mi tuttun? Oradaki güzellikleri, güzelleri gördün, bu tarafı unuttun. Yemin mi ettin buraya gelmemeğe,

niye gelmiyorsun? Artık mektuba yazacak başka sözüm kalmadı, dayanacak da halim kalmadı.” filân diye böyle söylemiş.


Yâni, gurbetteki insanın kendisinin bir gurbetin acılarını çekmesi vardır, bir de sıladaki, asıl memleketteki insanların, onu bekleyen insanların özlemi vardır; onları da düşünmek lâzım! İşini görüp dönmesi lâzım! Herkesin hissiyâtına, arzularına, bilhassa hukukuna riâyet etmek lâzım!.. Hukukuna riâyet etmek bütün insanlar için gereklidir. Hissiyâtına riâyet etmek, kalbini yıkmamak, kırmamak, gönlünü yapmak, neşelendirmek, sevindirecek bir şeyler yapmak da mutasavvıfın işidir. Gönül yapmak, gönlü hoş etmek, birisinin hayır duasını almak, birisine “Allah râzı olsun!” dedirtmek...

402

Hadis-i şerîf var: “Gönül yıkmak Kâbe’yi yıkmak gibi fenadır.

Gönül yapmak da, birisini sevindirmek de Kâbe’yi bina etmek gibi, tamir etmek gibi, yenileştirmek gibi sevaptır.” Onun için mutasavvıflar, sòfîler, tarikat erbâbı, tasavvuf erbâbı, insan sevindirmeye çok dikkat etmişlerdir.

Şimdi şurada namaz kılıyoruz, gözümün önünde: Yaşlı amca yanındaki genci herhalde sevdi. Çünkü, “Aferin, bak camiye gençler dolmuş. Eskiden yaşlılar gelirdi, gençleri hiç göremezdik, bu cami böyle delikanlılarla dolu...” diye hoşuna gitti. Tesbihini ona verdi. Yâni kendi tesbihi, kendisi çekecekti, ona verdi. O da:

“—E beraber çekelim; sen şurasından, ben burasından...” filan demek istedi.

Sonunda amca tesbihi ona verdi. İyi bir şey...


Tasavvufta iyilik yapmak fikri vardır. Kendisi hakkından vazgeçip, ötekisinin gönlünü yapmak, küçük bir şeyle de olsa, yarım elmayla bile olsa gönül almak vardır, fedâkârlık vardır. Buna tasavvufî ahlâk içinde îsâr derler. İ harfi uzun, se harfi de peltek se; îsâr. Ne demek? Karşısındakini kendisine tercih etmek… Yememek, yedirmek... Giymemek, giydirmek... Sabretmek, sevindirmek... Tasavvuf budur.

Hukuka riâyet etmek adalettir, şeriattir, tamam. Herkese hakkını vereceksin, hak yemeyeceksin, mecburi. Ama îsâr mecburî değil, fazilet mecbûrî değil... Yaparsa, karşı tarafın duasını alırsa, sevap kazanır; Allah da ona mükâfat verir.

“Kim bu dünyada birisinin gönlünü alırsa, Allah da ahirette onun gönlünü hoş eder. Kim bu dünyada bir müslüman kardeşinin hacetini görürse, işini görürse; Allah da ahirette onun hacetini görür, işini görür. Kim bu dünyada, bir kardeşinin sıkıntısının atlatılmasında ona yardımcı olursa; Allah da mahşer yerinde, ahirette onun sıkıntılarının giderilmesine emir buyurur, giderilmesini nasib eder.” diye hadis-i şerifler var.


Onun için, her şeye dikkat etmek lâzım! İnsan Bağdat’a geldi, tamam. Peygamber Efendimiz’in torunlarının türbelerinin altından kubbeleri var. Biz karayoluyla Bağdat’a doğru, Dicle kenarından otomobille giderken hayretler içinde kaldık: İstanbul’da camilerin kubbeleri kurşun kaplıdır; orada muhteşem

403

camilerin, mübarek şahısların yattığı türbelerin kubbeleri kurşun yerine altın kaplı... Böyle sapsarı uzaktan... Tabii hiç de paslanmıyor altın, sararmıyor, solmuyor, soy maden deniliyor, pırıl pırıl...

Eh tabii oranın güzellikleri var, imkânları var, her türlü gönlü hoş eden şeyleri var... Öyle ama, öbür tarafta da kendisine karşı sorumluluğumuz olan kimseler var memlekette, köyümüzde, kendi ikàmet ettiğimiz yerde. Onların da hatırını kollamak lâzım, işini görüp dönmek lâzım, Allah rızası için...

Kocalar, hanımlarının gönlünü yapmağa riâyet edecek. Hanımlar, efendilerinin gönlünü kırmamağa, gönlünü yapmağa dikkat edecek. Evlatlar ana-babalarına hürmet edecek; anneler- babalar evlatlarına şefkat edecek. Böyle olacak. İslâm toplumunun yapısı bu. Herkes herkese iyilik yapmağa çalışacak. Herkes, “Önce ben, Rabbenâ, hep bana!” demeyecek; aksine, “Hakkımı bile kardeşime vereyim de, sevap kazanayım!” diyecek diye yorumluyorum bu sözünü Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz’in.


Sebebini yazmıyor. “Beş günden fazla kalması fazladır.” diyor.

Gitsin garip, gurbeti terk etsin, kendi memleketine gitsin diyor. Vardır bir tecrübesi... Herhalde bu sebepten söylenmiş olsa gerek.

Ama ilim için gelmişse, buyursun, yıllarca kalsın. Otursun, öğrensin, yetişsin... Büyük alimlerin çoğu muhtelif yerlerden gelip Bağdat’ta yetişmişlerdir. Bağdat ilim merkezi... Garip diyor, talebe-i ilim demiyor. Talebe-i ilim kalır. Talebe-i ilim, ilim öğrenmeye tàlib olan kimse baş tâcıdır. Allah’ın da çok sevdiği kimsedir, bizim de başımızın tâcıdır tabii, o sebepten.


b. Evliyâya Hürmetin Karşılığı


٩٠ - وسمعت أحمد، يقول: سمعت الجنيد، يقول: من نظر

إلى ولى من أولياء الله تعالى، فقبله و أكرمه، أكرمه الله على

رءوس الأشهاد.


TS. 162/29 (Ve semi’tü ahmed, yekùlü: Semi’tü’l-cüneyd) Aynı

404

râviden duymuş işte bu yazan şahıs. O da Cüneyd-i Bağdâdî’den duymuş:

(Men nazara ilâ veliyyin min evliyâi’llâhi teàlâ, fekabilehû ve ekremehû, ekremehu’llàhu alâ ruûsü’l-eşhâd.) “Kim Allah-u Teàlâ’ın evliyâsından bir velî kuluna nazar ederse, yâni cemâline bakarsa; (fekabilehû) ona hüsn-ü kabul gösterirse, onu gönülden kabul ederse, sıcak duygularla onu karşılarsa; (ve ekremehû) ona hürmet ve ikram ederse, (ekremehu’llàhu alâ ruûsü’l-eşhâd) Allah da şahidlerin başları üzerinde, onlara ahirette ikram eder.”

Bu ruûsü’l-eşhâd, tabii biliyorsunuz bu dünya var, bitecek, fani. Ondan sonra ahiret var, ahiretin ilk merhalesi, ilk istasyonu kabirdir. Hani Haydarpaşa’dan sonra ilk istasyon Söğütlüçeşme, şu arkamızda… Ahiretin ilk istasyonu, Haydarpaşa’sı kabirdir. Kabre giriyor insan, birinci merhalesi ahiretin budur.

Ondan sonra çeşit çeşit çeşit çeşit merhalelerden geçecek ahirete göçen insan. Çok önemli olan bir safhası var ahiretin; mahkeme-i kübrâya çıkacak insanlar. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacak ve Allah-u Teàlâ Hazretleri kulu hakkında hükmederken: “Seni cehenneme atacağım!” veya “Seni cennetime lütfedip sokacağım!” diye hüküm verirken, şahitli olacak o mahkemede her şey…


Kim şahitlik yapacak?.. Önce insanın gözü, kulağı, dili, eli, ayağı, âzâlârı şahitlik edecek aleyhine:

“—Evet, elini o haram mala uzattı yâ Rabbi, aldı. Ben şahidim, aldı.” diye, kendi âzâsı şahitlik edecek.

Veyahut da diyelim ki, müsbet tarafından:

“—Evet yâ Rabbi, geceleyin kalktı, şıpır şıpır gözyaşı döktü, sana tevbe etti, ağladı yâ Rabbi!” diye, göz şahitlik edecek.

Parmaklar diyecek ki:

“—Evet yâ Rabbi, aldı eline tesbihi, şıkır şıkır şıkır ‘Allah Allah Allah...’ dedi, ‘Estağfiru’llàh’ dedi, ‘Aman yâ Rabbi!’ dedi, ‘Affet!’ dedi, mağfiret istedi...”

Şahit işte... İlk şahit, insanın âzâları…

Sonra?.. Melekler… Her insanın yaptıkları, mânevî bir kayıtla kayda geçiyor.

Kur’an-ı Kerim’de ayetler var bu hususta:

405

كِرَامًا كَاتِبِينَ . يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ (الإنفطار:٠٠-٠٠)


(Kirâmen kâtibîn. Ya’lemûne mâ tef’alûn) [Üzerinizde değerli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilir.] (İnfitâr, 84/11-12)


إِنَّا كُنَّا نَسْتَنسِخُ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ(الجاثية: ٩٠)


(İnnâ künnâ nestensihu mâ küntüm ta’melûn) [Çünkü biz yaptıklarınızı kaydediyorduk.] (Câsiye, 45/29)

Bunlar hep bunun delilleri. Yazılıyor... Sizin Söğütlüçeşme Camii’ne gelişiniz yazılıyor, bu sözleri dinleyişiniz yazılıyor. Namazınız yazılıyor, zahmetiniz yazılıyor, mükâfâtı yazılıyor... Melekler yazıyor. Melekler sevapları, günahları, amelleri yazıyor. Onlar şahit... Vücutta daha başka bir sürü melekler var, çevremizde melekler var, onlar şahit…

Mekânlar, yerler şahit… Söğütlüçeşme Câmii, şu halılar, şu balkonlar şahitlik yapacak.

406

Bir ağacın altında oturmuş, namaz kılmışsa, ağaç diyecek ki:

“—Yâ Rabbi, benim altımda seccadesini yaydı, namaz kıldı.”

Toprak diyecek ki:

“—Evet, benim üstüme seccadesini yaydı, namaz kıldı.”

İşte şahitler... Meleklerden, mahlûkàttan, eşyalardan, âzâlardan, hasımlardan, hısımlardan, dostlardan, düşmanlardan, şahitli, isbatlı, itiraza mecal olmayan bir mahkeme olacak.

Şahitlerin en başına da, Allah Rasûlüllah SAS Efendimiz’i getirecek. En büyük şahit de o…

“—Ey Rasûlüm ben sana emirlerimi öğretmedim mi, vahyetmedim mi?”

“—Ettin yâ Rabbi!..”

“—Sen bu kullara bu emirleri nakletmedin mi, bildirmedin mi?” “—Bildirdim yâ Rabbi!..”

“—Tamam. Ey kullar! Peygamberim size vazifeleri, emirleri, yasakları bildirmişti; niye tutmadınız? Bak bildirdi, şahit bu.”

Peygamber Efendimiz şahit. En büyük şâhit kim?.. Allah...


وَكَفٰى بِاللَّهِ شَهِيدًا (النساء:٩٥)


(Ve kefâ bi’llâhi şehîdâ) [Şahit olarak Allah yeter.] (Nisâ, 4/79) En büyük şahit Allah. O her şeyi görüyor, biliyor.


أَكْبَرُ شَهَادَةً(الأنعام: ٩٠)


(Ekberü şehâdeh) “Şahitlikçe en büyük olan Allah-u Teàlâ Hazretleri.” (En’am, 6/19) Onun için, Peygamber Efendimiz veda hutbesinde insanlara konuşmasını yaptı yaptı, söyledi söyledi:

“—Şâhit ol yâ Rabbi!.. Şâhit ol yâ Rabbi! Bak tebliğ ediyorum, şâhit ol yâ Rabbi!” dedi.

İşte (alâ ruûsü’l-eşhâd) demek bu. Şâhitlerin başı üzerinde, şahitler ortadayken, Allah-u Teàlâ Hazretleri o mahkeme-i kübrâda, ahirette evliyasından bir evliyasına nazar edene, kabul edene, hürmet edene, ikram edene ikram edecek. Neden?.. Allah’ın

407

sevgilisine hürmet etti de ondan.


Muhterem kardeşlerim! Allah’ı sevmek, bizim tabiatımızın icabıdır; mecburuz. Sevmemek mümkün mü? Yaratmış, nimetleri vermiş, kâinâtı donatmış, kâinâtın bütün varlıklarını bizim istifademize tahsis etmiş, seveceğiz tabii. Sevmek mecburi. Mecburi ve ısdırârî. Yâni zaruri olarak böyle olacak, elbette sevecek.

Allah’ın sevdiklerini de seveceğiz, Allah için de seveceğiz. Allah’ın sevdiği kim? Rasûlüllah... Rasûlüllah’ı da hem şahsının mükemmelliği için seveceğiz, hem de Allah sevdi diye seveceğiz.

Allah’ın kitabı... Allah’ın kelâmı olduğu için seveceğiz. Allah’ın emri olduğu için seveceğiz. Allah’ın yasağı olduğu için seveceğiz. Yasak ama, olsun; Allahım, Rabbim yasak etmiş, ne güzel... Seveceğiz her şeyi. Her şeyini seveceğiz, tabii bu arada evliyâsını sevmek çok güzel.!


“—Pekiyi bir insan Allah’ın evliyasını sevmezse ne olur?..

Yâni, Allah’ın hakikaten evliyâ bir kulu, ötekiler de bununla uğraşıyorlar. Üzüyorlar adamcağızı… Adam melek, meleklerden üstün evliyası, öteki insanlara da saldırıyorlar, kötülüyorlar, üzüyorlar filan... Ne olur o zaman?..

Allah-u Teàlâ Hazretleri hadis-i kudsîyle bize bildirtiyor ki:19



19 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2384, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.58, no:347; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.219, no:20769; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.4; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVI, s.96; Zehebî, Tezkiretü’l-Huffâz, c.IV, s.1463, no:1158; Ebû Hüreyre RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.256, no:26236; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IX, s.139, no:9352; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.327, no:1457; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ’, c.I, s.23, no:45; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.277, no:7490; Hz. Aişe RA’dan.

Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.520, no:7087; Hz. Meymûne RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.145, no:12719; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.168, no:4445; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.513, no:3498; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.403, no:1157; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.62, no:137; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.72, no:15003.

408

مَنْآذٰى لِي وَلِيًّا فَقَدِ اسْتَحَلَّ مُحَارَبَتِي (حم. ع. طس. كر. ق. والحكيم عن عائشة)


(Men âzâ lî veliyyen) “Kim benim bir velîmi, sevgili kulumu, dost kulumu ezâlandırırsa; (fekad istehalle muhàrabetî) benimle harbi helâl hale getirmiş olur, benimle harb etmeyi başlatmış olur. Benim onunla harb etmemi meşru ve gerekli hale getirmiş olur.”

Kim Allah’ın bir evliyasını ezâlandırırsa, Allah o edepsize harp ilan eder. Allah onu kendisine düşman yerine koyar. Harpte bir taraf öbür tarafa saldırdığı gibi, o Allah’ın gazabına uğrayacak, Allah ona gazabıyla muamele edecek demektir yâni.

Onun için, aziz ve sevgili kardeşlerim, Allah’ın kullarına iyi gözle bakmalı, kalp kırmamağa çalışmalı, mübarek kullarına da izzet ve ikram etmeliyiz. Bazen mübarek kulları bilinmiyor. Yâni mübarek olduğunu bilsek, elini öperiz, ayağını öperiz vs. filan... Büyüklerimiz bu işin kolayını bize söylemişler:

“—Her geceni Kadir bil, her gördüğünü Hızır bil!” demişler, bitmiş.

Her gece Kadir gecesi gibi ibadet edersin; her gördüğün insana da, “Acaba bu Hızır AS da, tebdil-i kıyafet etmiş, karşıma eski püskü kıyafetle mi çıkmış?” diye hürmet edersin, herkesi seversin olur biter. Niçin sevdin?.. Allah için.


“—Yaradılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü...”

Allah’ın kulunu Allah için sev!..

“—E kusuru var...”

Kusurlarını, severek düzeltmeğe çalışırsın. İnsanın kendi oğlunun kusuru olmuyor mu? Kendi çocuğunun kusuru olmuyor mu?.. Bebek altına çiş yapmıyor mu? Bebek bardağı devirip,

masadaki şeyleri kırmıyor mu? Kırıyor. Ne oluyor?.. Evlâdım diye idare ediyorsun filan...

Yâni, severek kusur düzeltilebilir. Sabretmek lâzım, hüsn-ü zan da etmek lâzım. Kötü kula da...

“—Gerçekten kötü olduğunu ispatladım hocam, bu kötü kul!..”

Tamam, kötü kulu da kötülükten kurtarmağa çalışmak lâzım!

409

“—Kardeşim, sen yanlış yapıyorsun, bu gidişin doğru bir gidiş değil! Bundan hem dünyada, hem ahirette zarar görürsün.” diye onu sevmek lâzım, kötülükten kurtarmağa çalışmak lâzım!

Zâtını seveceksin, kötü insan olmaktan iyi insan olmağa döndürmeğe çalışacaksın.


c. Kadere Rıza


٢٧ - قال، وقال الجنيد: الرضا ثانى درجات المعرفة؛ فمن رضى صحت معرفته بالله، بدوام رضاه عنه.


TS. 162/30 (Kàle, ve kàle’l-cüneydü) Aynı râvîler demiş ki, Cüneyd-i Bağdâdî şöyle buyurmuş:

(Er-rıdâ sânî derecâti’l-ma’rifeh, femen radıye sahhat ma’rifetühû bi’llâh, bi-devâmi rıdàhu anhu) “Rıdà, yâni hoşnut olmak, memnun olmak, râzı olmak, gönlünün hoş olması, (sânî derecâti’l-ma’rifeh) àrif kul olma derecelerinin ikincisidir.”

Kulların dereceleri vardır; àbidler vardır, zâhidler vardır, àrifler vardır, aşıklar vardır. Çeşit çeşittir. Müslümanlara sen şöyle bir bak, tart, çeşit çeşittir müslümanlar. Àriflik ne demek?.. Ma’rifetullaha sahip olmuş, uyanık müslüman demek. Allah’ı bilen müslüman demek.

Ma’rifetullah çok yüksek bir meziyettir. Allah’ı bilmek, tanımak, àrif olmak çok yüksek bir makamdır. İnsan àrif oldu mu, çok güzel bir insan olur. İşte buna ma’rifetullah diyoruz, ma’rifet diyoruz kısaca... Tabii ma’rifet başka mânâlara da gelir ama... Meselâ, hüner mânâsına gelir.

“—Senin ne marifetin var? Onun beş parmağında beş marifet var?” filan deriz, o hüner mânâsına, o ayrı. Bazı yerde de burada olduğu gibi ma’rifet kısaca söylenmiş oluyor. Uzunu ne?.. Ma’rifetullah, Allah’ı bilme. Allah’ı bilen, tanıyan, Allah’la tanışık ve bilişik olan kimse. Allah’la aşinâ, dost, ahbab olan kimse demek yâni. Ma’rifet bu...


Şimdi bu ma’rifet mertebesinin ikinci derecesi, Allah’ın kazasına, kaderine, hükmüne hoşnut olmak, râzı olmak. Rızâ

410

makamı demek, bu demek... Yâni bir kul, Allah’ın kaderine râzı olacak, başına gelen şeylerden dolayı mukadderâtı yazan Allah’a kızmayacak.

İnsanın başına neler geliyor?.. Saymakla bitmeyecek kadar hadiseler geliyor hayatında. Her şey geliyor başına.

“—Oooh hocam, bir anlatsam hayatımı, destan olur, kocaman ciltler olur. Feleğin çemberinden geçtim, ne günler gördüm...”


Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz.

Biz neşâtın da, gamın da rûzigârın görmüşüz.


Çok da mağrur olma kim, meyhâne-i ikbâlde,

Biz hezârân mest ü mahmûrun humârın görmüşüz.


dediği gibi şairin, birçok şeyi görür insanlar, görmüştür tamam.

Başından birçok hadise geçer de, bu hadiseler ikiye ayrılır: Bazısı tatlı olaylardır, bazısı acı olaylardır. Bazısı üzücüdür, acıdır. İnsan —Allah saklasın— kaza olur, bir yeri acır, ağrır, sızlar, hasta olur, hastaneye düşer, ameliyat olur vs... Karadeniz’de gemileri batar, haksız iftiraya uğrar, hapse atılır, çıkar. Masumluğu sonra geç anlaşılır, yıllar sonra adlî hata olduğu anlaşılır filan... Çeşit çeşit acı-tatlı olaylar var.

Pekiyi, tatlı olaylarda Allah’a şükredeceğiz:

“—Yâ Rabbi çok şükür, bu akşam bize kaymaklı kadayıf gönderdin, baklava gönderdin, kızartma, döner kebap yedik, tatlı yedik, çok şükür, çok şükür...”

Tabii herkes, böyle güzel şeyler olunca çok şükür demesini biliyor. Ama, her halde çok şükür diyebiliyor musun?


َالْحَمْدُ للهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ.


(El-hamdü li’llâhi alâ külli hàl) “Her halde Allah’a hamd ü senâlar olsun...” diyebiliyor musun? Hasta olduğun zaman da, üzücü olayla karşılaştığın zaman da, Allah’a olan bağlılığın, kulluğun, edebin aynen devam ediyor mu?..

Edecek normal olarak ama, bazısının sigortası atar. Bazısı başına acı olay geldi mi, maalesef edepsizlik yapar, edepsizce

411

konuşur, isyan eder, raydan çıkar, yoldan çıkar, küstahça konuşur, dil uzatır. Aman yâ Rabbi, söylemeğe korkarsınız, dinlemeğe korkarsınız, açar ağzını, yumar gözünü. Neden?.. Başına bir üzücü olay gelmiş, sabırsız, dayanamıyor, Allah’ın kaderine tahammülü yok. Olmadı. Bu adamda iş yok... Bu adam değersiz…

Değerli adam kimdir?.. Allah’ın mukadderât olarak alnına yazdığı alın yazılarında, hayatın cilvesi olarak karşısına gelen şeylerde; zenginlik, fakirlik, hastalık, sağlık, iyilik, hoşluk, üzüntü, sevinç vs. vs... Hepsinde Allah’a olan sevgisi, saygısı, bağlılığı, kulluğu aynen devam ediyorsa, razıysa; işte bu, ma’rifetullah makamının derecelerinin ikincisidir.

Ma’rifetullah makamının birincisi nedir, ilk derecesi nedir, onu söylemiyor.

(Femen radiye sahhat ma’rifetühû bi’llâh) “Kim mukadderâta râzı olur, hayatında başına gelen olaylardan dolayı sarsılmaz, müslümanlığı sapasağlam durur, tebessümü eksilmez, hak yolda dümdüz devam ederse; (sahhat ma’rifetühû bi’llah) Allah’a olan àrifliği, Allah bilgisi, demek ki sahih demektir. (Bi-devâmi rıdâhu anhu) Allah’tan hoşnutluğu, razılığının devamıyla, ma’rifetullahı sahih olmuş olur.”


Bilmem anlatabildim mi?.. Hastanız vardır hastanede, işiniz vardır, borcunuz, alacağınız vardır. Komşunuz vardır edeplidir, edepsizdir... Gazi Mahallesi’nde oturuyor idiyseniz meselâ; iki gün önce, üç gün önce arabanızı birisi devirdiyse, yaktıysa gösteride, camlarınız filan kırıldıysa... Tabii meselâ bunlar tatsız olaylar değil mi?..

Tatlısında, tatsızında mü’min insan, sağlam insan, àrif insan hep Allah’a olan bağlılığını değiştirmez, aynı kalır. O zaman bu rızası devam ediyorsa, àrifliği de sahih demektir. Bozuluyorsa àrif değil, sağlam müslüman değil, iyi bir mutasavvıf değil, evliya değil, Allah’ın iyi kulu değil demek oluyor.


Bunu bir misalle anlatayım. Çok anlattığım bir misaldir, çok sevdiğim bir misaldir: Eski devrin bu meseleleri bilen, uyanık dervişlerinden birisi, —çok eski devirlerde— bir şehirden bir şehire gidince, kapıda bunu yakalamışlar, ellerini bağlamışlar:

412

“—Sen casussun! İçeride fitne fesat yapmak için, öbür taraftan bize geldin, değil mi?.. Senin kafanı keseceğiz.” demişler.

Almışlar, kafasını kesmeğe götürecekler. Taşa koyacaklar kafasını, baltayı kaldıracaklar, balta aşağıya indi mi, gövde bir tarafta, kelle bir tarafta... Süleymâniye Camii’nin önüne gittiniz mi bilmiyorum, orada böyle dört köşe bir mermerden taş var. Fetvâsı alındıktan sonra, orada icrâ olunurmuş had cezaları. Suud’da da, Mekke’de minibüsle bir yerden geçiyorduk, “Bu cezalar burada verilir!” diye gösterdiler yerini.


Adamı kesecekler... Kendinizi şöyle bir tefekküre salıverin. Elleri bağlanmış, öldürülmeğe götürülen insan neler hisseder, nasıl üzülür, nasıl korkar onu düşünün...

Şimdi bunu kesmeğe götürürlerken, bu düşünmüş, kendi kendine sormuş:

“—Ey nefsim, sen şimdiye kadar Allah’a râzı olmak lâzım, hoşnut olmak lâzım, rızâ makamında olmak lâzım diyordun. Söyle bakalım şimdi bir haksız yolda öldürülmeğe götürülüyorsun, gene râzı mısın Allah’tan?” diye, kendi kendine bunu sormuş.

İçerisine de bakmış, kendini dinlemiş; bakalım ne gibi duygular kaynayıp gelecek?.. İçeriden de kötü bir duygu gelmemiş:

“—E ne yapalım bir gün ölmeyecek miyiz? Demek ki, benim ömrüm bu kadarmış. Demek ki, burada yanlışlıkla kafamı kesecekler, öleceğim demek ki… İnnâ lillâh, ve innâ ileyhi râciûn, ne yapalım?.. Demek ki, benim ömrüm bu kadarmış.” demiş.

Hiç itiraz yok içinde. Yâni iyi yetişmiş, alim bir adam, àrif bir adam. Öldürülmeğe götürülürken bile içinde duygular kaynamıyor, teslim ve râzı…


Tam idam edileceği yere getirildiği zaman, bağırmışlar, demişler ki:

“—Yanlışlık var, bu adam casus değil, tanıyoruz onu, salıverin!” salıvermişler.

Ölümden dönmüş. Kafası kesilecekken dönmüş ama, o adamın sözü çok hoşuma gidiyor. Diyor ki:

“—Allah’a yemin ederim ki, ölümden halâsıma değil, o andaki ihlâsıma seviniyorum hâlâ...”

Ya isyan etseydi, ya içinden ters duygular coşsaydı, ağzına

413

küfür gelseydi, abuk sabuk konuşmaya başlasaydı? Yanlış olacaktı, imtihanı kaybetmiş olacaktı. “Vallahi ölümden kurtulduğuma değil, o andaki duygularımın doğru olduğuna seviniyorum.” diyor. “Ölümden halâsıma değil, o andaki ihlâsıma seviniyorum.” diyor.

İşte rızâ bu… Allah’ın kaderine, mukadderâtına râzı olmak. Bunu medhediyor Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri. İşte bunları düşünmüş evliyâullah... Eski sòfîler, eski mutasavvıflar, eski tarikat erbâbı böyle şeyleri düşünerek hareket etmişler.


d. Peygamberlerin Sözleri


٠٧- سمعت جـعفرًا الـخلدىَّ، يقول: رأيت الجـنيد في المنام، فقلت له: أليس كلام الأنبياء اشاراتٍ عن مشاهدات؟ فتبسم، وقال: كلام الأنبياء نبأ عن حضور، و كلام الصديقين اشاراتٌ عن مشاهدات.


TS. 162/31 (Semi’tü ca’fereni’l-huldiyye, yekùl: Raeytü’l -

cüneyde fi’l-menâm, fekultü lehû) Câfer-i Huldî isimli bir râvî var, daha ötelerde ismi geçmişti, bilgi vermiştik. Oradan işitmiş müellif. Diyor ki Câfer-i Huldî: (Raeytü’l-cüneyde fi’l-menâm) “Uykuda Cüneyd-i Bağdâdî’yi gördüm.” Vefatından sonra Cüneyd- i Bağdâdî’yi rüyasında görmüş.

(Fekultü lehû: E leyse kelâmü’l-enbiyâi işârâtin an müşâhedât) “Ona dedim ki: ‘Peygamberlerin söyledikleri sözler, müşahedelerinin, gözleriyle gördüklerinin işaretleri değil midir?’ dedim. ‘Hani Allah gözlerinden perdeleri kaldırıyor enbiyâullahın... Yâni peygamberlerden gözlerinden perdeleri kaldırıyor, gerçekleri görüyor, onların söyledikleri müşahedelerinin işaretleri, gördüklerini söylüyorlar değil mi?’ dedim.” diyor.

(Fetebesseme) “Cüneyd-i Bağdâdî rüyada bana güldü.” diyor. (Ve kàle) “Dedi ki:

(Kelâmü’l-enbiyâi nebeün an hudùr, ve kelâmü’s-sıddîkîne

414

işârâtün an müşâhedât) ‘Hayır!’” Öyle değil demek istemiş yâni. “Peygamberlerin sözleri, huzurda olmaktan verilen haberlerdir. Allah’la beraberdir, huzurdadır, onların haberidir enbiyâullahın söylediği sözler. Ancak sıddîklerin, ileri derecedeki evliyânın sözleri müşâhedelerinin işaretleridir, gözlemlerinin işaretleridir.”

Yâni demek istiyor ki: “Peygamberler tamamen Allah’ın huzurundadır, onlar o huzurdan haber verirler. Sıddîklar ise, müşahedelerinin işaretleri olarak sözler söylerler. Yâni, peygamberler daha yüksektir.” demek istiyor. “Onların hali daha ötede bir haldir, daha canlı bir haldir.” demek istiyor.


e. Allah’tan Başkasına Bağlanmanın Kötülüğü


٠٧ - سمعت أبا الحسن، يقول: سمعت جعفرًا، يقول: كتب الجنيد إلى بعض إخوانه يقول: من أشار إلى الله، وسكن إلى غيره، ابتلاه الله تعالى، وحجب ذكره عن قلـبه، وأجراه على لسانه. فإن انتـبه وانقطع ممن سكن إلـيه، كـشـف الله ما بـه من المحن و البلوى؛ وإن دام على سكونـه، نزع الله تعالى من قلوب الخلق الرحمة عليه، و ألبس لباس الطمع؛ فتزداد مطالـبـتـه منهم، مع فـقدان الرحمة من قلوبهم؛ فتصـير حياتـه عجزًا، و موتـه كـمدًا، و معاده أسـفًا. و نـحن نــعوذ بالله من السكون إلى غير الله.


TS. 162/32 (Semi’tü ebe’l-hasen, yekùlü: Semi’tü ca’feren, yekùlü: Ketebe’l-cüneydü ilâ ba’di ihvânihî, yekùl) Ebü’l-Hasen’den ben işittim, o da Câfer-i Huldî’den —Câfer diyor, herhalde Câfer-i Huldî— işittiğini söyledi. Câfer-i Huldî de dedi ki: “Cüneyd, ihvânından birisine şöyle yazdı...” İhvan, arkadaş demek biliyorsunuz, kardeş demek. Şöyle yazdı:

(Men eşâre ila’llàhi, ve sekene ilâ gayrihî, ibtelâhu’llàhu teàlâ, ve hacebe zikrehû an kalbihî, ve ecrâhu alâ lisânihî. Fein intebehe

415

ve’nkataa mimmen sekene ileyhi, keşefa’llàhu mâ bihî mine’l- miheni ve’l-belvâ; ve in dâme alâ sükûnihî, nezea’llahu teàlâ min kulûbi’l-halki’r-rahmete aleyhi, ve ülbise libâsü’t-tamai; fetezdâdü mutâlebetühû minhüm, mea fukdâni’r-rahmeti min kulûbihim; fetasîrü hayâtühû aczen, ve mevtühû kemeden, ve meâdühû esefâ. Ve nahnü neûzü bi’llâhi mine’s-sükûni ilâ gayri’llâh.)

Uzunca bir paragraf. Sonuna kadar okudum, şimdi cümle cümle söyleyeyim. Şöyle yazmış Cüneyd-i Bağdâdî mektubunda kardeşlerinden birisine...

Vardır yazmasının bir sebebi, bir şey duymuştur veya bir şeyine muttali olmuştur kalbinden, ona nasihat olsun diye mektup yazmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı yok mu? Evliyâullahın böyle mektûbâtı yok mu? Yazıyorlar. Okuyoruz, neler yazıyorlar? O mektup gönderdikleri şahısla ilgili bir bilgi, onun bir konuda bir sorusuna cevap olsun, bir müşkilini halletsin, bir kusurunu düzeltsin diye yazılmış oluyor. Bir kardeşine, ihvânına şöyle yazmış:


(Men eşâre ila’llàh, ve sekene ilâ gayrihî) “Kim Allah’a işaret eder de, Allah’tan gayrısıyla sâkin olursa; yâni hem Allah’a tergib ediyor, teşvik ediyor, Allah’tan bahsediyor, ‘Allah’ı sevin, Allah’a kul olun!’ vs. diye başkalarını, halkı teşvik ediyor; hem de kendisi masivallah, Allah’tan gayrı bir şeyle memnun ve mutmain olarak vakit geçiriyor. Özü sözüne uygun değil... Halkı Allah’a teşvik ediyor, kendisi masivallahla takılmış, onunla meşgul...

Bu tabii kötü bir şey… Neden? Güzeller güzeli Allah’tır, sevilecek Allah’tır, bağlanılacak sadece Allah’tır. Sözü doğru, öyle diyor ama, kendisi bağlanamamış. Demek ki bir kusuru var, yanlış iş yapıyor.


O zaman ne yapar Allah? (İbtelâhu’llàhu teàlâ) “Allah onu o zaman, belâlara maruz bırakır.” Neden belâya maruz bırakır?

Uyansın diye, kendisine dönsün diye, Allah’a iyi kulluk yapmağa başlasın diye, gafletini bıraksın diye, yanlışlığını düzeltsin diye.

(Ve hacebe zikrehû an kalbihî) “Onun gönlünden zikrini perdeler, araya perde koyar, esirger.” Yâni, o masivallaha takılan kimsenin gönlü zikrullahı sevmez, Allah’ı hatırlamaz, gönlü perdeli olur. Kalbini perdeler. (Ve ecrâhu alâ lisânihî) “Ve onu dili

416

üzere devam ettirir. Yâni sözü var, kalbi ölü... Sözünde bir şeyler var, kalbinde perde var... O halde bırakır Allah ceza olarak.

Bu bir belâdır. Yâni Allah’ın zikrinden kalbinin perdelenmesi, Allah’ın zikrini sevememesi, yapamaması, Allah’ı zikretmemesi, Allah’ın zikri gönlünde canlı olmaması bir belâdır demek istiyor. Bununla Allah onu mübtelâ kılar. Yâni Allah’ın sevgisi, zikri kalbinde tesir olarak azalıyor. Eyvah! Mum sönmeğe başladı. Lamba pır pır yapmağa başladı. Fena bir şey yâni.


(Fein intebehe) “Uyanırsa bu işaretten... “Vay benim kalbim ne oluyor perdelendi, halim nice oluyor?” filan diye bu ibtilâdan, bu imtihandan, başına gelen bu durumdan uyanırsa; (keşefa’llàhu mâ bihî mine’l-miheni ve’l-belvâ) Allah mânevî mihnetleri, imtihanları, belâları alır. Uyandı çünkü. Uyandığı için ondan o belâları çeker, alır.

(Ve in dâme alâ sükûnihî) Sükûtihî yazmış burada, sanıyorum sükûnihî olacak; başka kitabı olan varsa düzeltsin. “Allah’tan gayriye bağlılık ve meyil yine aynen devam ederse, uyanmazsa yâni bu ikaza rağmen; bu ışığın titremesine, sönmek üzere olma işareti vermesine, kırmızı ışık yanmasına rağmen hâlâ eski haline devam ederse; (nezea’llàhu teàlâ min kulûbi’l-halki’r-rahmete aleyhi) Allah öteki insanların kalbinden ona acımayı çeker, alır. Etrafındaki arkadaşları, dostları, hemşerileri ve sâirelerinin ona olan sevgisi, muhabbeti, acımasını, merhametini çeker alır.”

(Ve ülbise libâsü’t-tama’) “Ve bu adama tama’ duygusu elbise gibi giydirilir. Tamahkâr bir insan olur bu sefer.” Daha fena bir durum... (Fetezdâdü mutâlebetühû minhüm) “Hem halk onu sevmiyor, hem de onun tamahı arttı. Onun halktan bir şeyler beklemesi; cebim dolsun, oradan bana bir şeyler gelsin diye isteği artar; (mea fukdâni’r-rahmeti min kulûbihim) halbuki halkın gönlünde ona karşı bir sevgi yok artık, Allah boşalttı, o sevgiyi aldı.” O zaman ne olur?.. Halk da sevmiyor yâni.

(Fetasîrü hayâtühû aczen) “Hayatı acizlik olur, (ve mevtühû kemeden) ölümü bir çırpınış olur.” Kemed, çamaşırcının elbiseyi çırpması demek, şiddetli üzülmek demek filan... “Hayatı àcizlik olur, ölümü bir çırpınış olur, bir renk atması olur; (ve meâdühû esefen) ahireti de, varıp gittiği ahireti de, teessüf edilecek bir durum olur.”

417

(Ve nahnü neûzü bi’llâhi mine’s-sükûni ilâ gayri’llâh) “Onun için, biz Allah’tan gayriye meyletmekten, Allah’tan gayriye bağlanmaktan Allah’a sığınırız. Aman Allah! Allah’tan gayrı bir şeyi sevip, ona bağlanmaktan Allah’a sığınırız.” diyor Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri Efendimiz.

Bizim halimiz ne olacak muhterem kardeşlerim? Şimdi Cüneyd-i Bağdâdî’nin geçen hafta hayatını okuduk: Evinde bir testisi varmış, başka bir şeyi yokmuş. Bizim halimiz ne olacak?

Bizim kalbimizdeki duygularımız, sevgilerimiz, hırslarımız, isteklerimiz, 20. Yüzyıl’daki şu emellerimiz, arzularımız, ihtiraslarımız, hedeflerimiz, gayelerimiz... Bunlar ne ya?.. Bir sürü hevâ, heves... Ne bunlar?..

Sen asıl Allah’a kulluk etmeğe bak! Asıl, Allah’ın rızasını, sevgisini kazanmağa çalış! Asıl, Allah’a bel bağla, Allah’a gönül bağla, Allah’a kul olmağa çalış! Ötekilerin hepsi gelip geçici şeyler. Mevkî, makam, para, pul, ev, bark vs... Bizim halimiz ne olacak?.. Allah bizlere rahmeylesin... Allah bizi gaflet uykusundan uyandırsın... Yanlış işler yaptırmasın... Çok zayıfız.

Bak Peygamber SAS Efendimiz’in bize öğrettiği bir dua var muhterem kardeşlerim, şöyle... Ne diyeceğimizi nasıl öğretiyor Peygamber Efendimiz:20


اللهُم إنّي ضَعِيفٌ، فَقَوِّ في رِضاكَ ضَعْفِي، وخُذْ إلى الخَيْرِ


بِناصِيَتِي، واجْعَلِ الإِسلامَ مُنْتَهَى رِضائِي (طب. عن ابن



20 Hàkim, Müstedrek, c.I, s.708, no:1931; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.346, no:6585; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.268, no:29965; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.465, no:1891; Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.187, no:158; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.292, no:17424; Büreyde el-Eslemî RA’dan.

İbn-i Sa’d, Tabâkat, c.III, s.275; Hz. Ömer RA’dan.

Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.285, no:17399; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.I, s.77, no:172; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLIII, s.340, no:5149; Berâ ibn-i Âzib RA’dan. Abdürrezzak, Musannef, c.X, s.444, no:19651; Hakem ibn-i Uteybe RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.194, no:3712; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.482, no:4532.

418

عمرو؛ ع. ك. عن بريدة)


(Allàhümme innî daîfün) “Yâ Rabbi ben zayıf bir kulum.” İtiraf ediyoruz yâni. (İnnî daîfün) “Ben zayıfım yâ Rabbi! (Fekavvi fî rıdâke da’fî) Senin rızan yolunda şu benim zayıflığımı gider, beni kuvvetli eyle... Zayıf olmaktan kurtar, zayıfım yâ Rabbi!”

(Ve huz ile’l-hayri bi-nâsiyetî) “Şu benim saçımdan şöyle beni tut...” Nâsıye, alındaki saç demek, alna düşen saç demek. Keçiyi filan bazen öyle çekerler. Bazen boynuzundan, bazen kulağından, bazen de o alnına dökülen saçlardan çekerler. (Ve huz ile’l-hayri bi-nâsiyetî) “Yâ Rabbi, benim alnımın perçeminden beni hayra çek! Yâni istesem de, istemesem de bana hayır işlet, beni hayır tarafına çek! Ben zayıfım, beni kuvvetlendir, beni hayra çek!.. (Ve’c’ali’l-islâme müntehâ rıdâî) İslâm’ı bana sevdir, hoşnutluğum, râzılığım İslâm’dan olsun. İslâm’ın her hükmünü seveyim, ona gönül vereyim, onu isteyeyim. İslâm’ı sevdir bana, hayatımın gayesi olsun.” diye dua etmeyi tavsiye ediyorum.


Allah-u Teàlâ Hazretleri, biz zayıf kullarına rahmeylesin... Böyle Allah’tan gayriye bağlanan insanlara verilen cezaları okumuş olduk. Gönlü mühürleniyor, kararıyor, perdeleniyor, Allah’ın zikrini sevmez oluyor, ibadeti sevmez oluyor; halkın ona sevgisi kalmıyor, onun halka ihtiyacı, halka tamahı artıyor. Derken hayatı berbat oluyor, ölümü berbat oluyor, ahireti perişan oluyor.

Allah bizi, imtihanı kaybedenlerden etmesin... Allah bizi hakkı görüp, hakkı sevip hakkı işleyenlerden eylesin... Doğru gayeler tutunanlardan eylesin... Kötülerden, yanlışlardan çeksin, sıyırsın bizi. Lüzumsuz, boş, fânî lezzetlerle bizi oyalamasın... Ahirette bize fayda verecek hayırlı işleri yapmayı nasib eylesin...

Çok korkup çok sığınmak lâzım Allah’a... Kendi kendimizi de çok tenkit etmemiz lâzım! Kendimiz, kendimizi kontrol edip tenkit etmeliyiz, düzeltmek için...


f. Keramet Önemli Değil

419

٧٧ - قال، وقال الجنيد: قد مشى رجال باليقين على الماء؛ ومن مات على العطش أفضل منهم يقينًا.


TS. 163/33 (Kàle, ve kàle’l-cüneyd) Aynı râvî dedi ki, Cüneyd-i Bağdâdî bir de şöyle söylemiş: (Kad meşâ ricâlün bi’l-yakîni ale’l- mâi, ve men mâte ale’l-ataşi efdalü minhüm yakînâ.) (Kad meşâ ricâlün) “Birtakım eski insanlar (bi’l-yakîni) kuvvetli imanıyla, şeksiz şüphesiz yakîn derecesindeki sağlam imanı dolayısıyla (meşâ ale’l-mâi) su üstünde yürüdüler.” Yâni insan sağlam imanlı olunca, Allah keramet nasib ediyor, su üstünde yürüdüler. Tamam, eski insanlardan bazıları kuvvetli iman sayesinde su üstünde yürüdüler. “Ama susuzluktan ölmek, kuvvetli iman bakımından ondan daha üstündür.” diyor Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri.

Ataş demek, ayın-tı-şın ile, susuzluk demek. (Ve men mâte ale’l-ataş) Yâni su yok da dudakları kurumuş, susuzluktan ölüyor. “Susuzluktan ölen kimse (efdal) daha üstündür, (minhüm) onlardan (yakînen) iman bakımından daha üstündür.”


Şimdi tabii, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ne demek istedi bu sözüyle?.. Bazı insanlar suda yürüdüğü halde keramet üzere, kerametle suda yürüdüğü halde, pek onları şey yapmadı, ötekiler daha üstündür dedi. Sanıyorum, Allahu a’lem bi-murâdihî, yâni Cüneyd-i Bağdâdî’nin neyi kastettiğini Allah bilir ama, ben tahmin ediyorum ki muhterem kardeşlerim: Kerametler haktır, evliyaullahın kerameti haktır. Fakat keramet bazı insanları güvendirir, kibirlendirir, kendini beğendirir. Bak ben keramet sahibiyim diye.

Bir de insanlar onun kerametini görünce, ona rağbet ederler, iltifat ederler, teveccüh ederler, el üstünde tutarlar, baş üstünde tutarlar filan... Bunlar tehlikelidir. Şöhret âfettir. Başkalarının iltifatı öldürücü zehir gibidir. Mühim olan Allah’ın sevmesidir. İnsanlar ister sevsin, ister sevmesin... Hâsıl keramet tehlikeli bir iştir. Hazmedebilecek bir terbiye lâzım. Hazmedebilecek bir terbiyesi yoksa insanın, kerametin arkasından gelen dalgalara tahammül edecek bir sağlam terbiyesi yoksa, keramet başına iş

420

aşabilir.

Onun için, hiç öyle bir şeyler başına gelmeden şöyle normal bir insan gibi yaşayıp da aç kalıp, susuz kalıp, işte normal bir şekilde ölüp de ahirete gitmek, daha garantilidir demek istiyor gibi.


Evet, kerametleri eski evliyaullah büyülerimiz pek uygun

görmemişler. Hele kerametin halka satılmasını hiç uygun görmemişler:

“—Ben keramet sahibiyim bak, şimdi halıyı havaya atayım, üstünde namaz kılayım da görün! Havada şöyle bir tur atayım da görün!” filan...

E ne oluyorsun sen?.. Ne olacak yâni, sirk mi burası, panayır yeri mi?.. Ne olacak havada gezeceksin de?.. Bunlar seni sevecekler, alkışlayacaklar da ne olacak?.. Allah sevmezse ne olacak yâni. Keramet satmak daha fena… Hani kerametfuruşluk diyoruz, keramet satmak.

Bir de hiç kerameti olmadığı halde, keramet varmış gibi bir sahtekârlık var, o daha da fena... Adam bomboş, hiç bir şeyi yok ama, keramet ehliymiş gibi tavırlar, edalar, rol yapıyor. Hiç öyle bir şey yok. O daha fena tabii.


Bunların hepsi tehlikelidir. İnsan susuz öldü mü hiç olmazsa suya hasret ölmüştür, Allah acır, “Bu gariban, zavallıcık su bile içmeden öldü.” filan diye. Belki onun mertebesi daha yüksek olur. Ötekisi kerametleri gördü, kerametlere mazhar oldu, sularda yürüdü, başkaları duydu. E bunda şöhret var, nefsin hazzı var, hoşlanması var bu işten...

Onun için uygun görmemişler, sakınmışlar, kerametlerini saklamışlar. Hatta daha ötesini söyleyeyim; kendilerini kötü gösterecek, aslında kötü değiller ama mahsustan kötü gösterecek bazı tavırlar takınmışlar ki, halk kendisini bir şey sanmasın diye. Ona da ne deniliyor? Melâmet deniliyor. Yâni halkın nazarında teveccühleri kalmasın diye öyle bir şeyler yapıyor ki, halk da diyor ki:

“—Aman yâ, beş para etmez bu adam...”

O da memnun oluyor:

“—Tamam, halkı atlattık. El-hamdü lillâh şöhret filan bahis konusu değil, halk bizi sevmiyor, yakayı, paçayı kurtardık.” diyor.

421

Böyle yapanları da var. Keramet sahibi ama, kerametini saklıyor. Bir de iyi insan ama, kendisini kötü gösteriyor. Neden?.. Halktan korkuyor, halkın teveccühünden korkuyor. Kerametle gelen arkadaki işlerden, başına bir şey gelmesinden korkuyor. Bilmem anlatabildim mi bu meseleleri...


g. Allah’ı Bilen Kimse


٤٧ - قال، وقال الجنيد: من عرف الله، لا يسر إلا به.


TS. 163/34 (Kàle, ve kàle’l-cüneyd) Aynı râvî dedi ki, Cüneyd-i Bağdâdî şöyle buyurmuş: (Men arafa’llahe, lâ yüserrü illâ bihî)

Bak bu çok kısa bir söz, ama bu çok önemli bir söz. Bir hattat arkadaşım bana, kısa kısa sözler yazın demişti, yazıp göndersin diye rica etmiş, bunu gönderelim:

(Men arafa’llàh, lâ yüserrü illâ bihî) Çok büyük bir söz. Çok muhteşem bir söz. Ne diyor: “Kim àrif olur, Allah’ı bilirse, ma’rifetullahı yakalarsa, ma’rifettullaha sahip olursa; Allah’ı bilen, tanıyan, Allah’la dost olan bir kimse haline gelirse, ma’rifetullaha ermişse; (lâ yüserrü illâ bihî) o ancak Allah’la memnun olur, hoşnut olur. Başka bir şeyle gönlü hoş olmaz.”

Tanıdı çünkü. En güzeli gördü, ötekiler sönük kalır artık, sıfır kalır, karanlık kalır. Allah’ı bilen, Allah’tan gayriyle gönlü hoş olmaz, sevinç duymaz, sürûr duymaz. Çok yüksek bir söz…


İşte onun için, bir testiyle ömür geçiriyor mübarekler. Tanıdı ya Allah’ı, o Allah’ı tanımanın zevki, safâsı, lezzeti, sürûru, başka bir sürûr bırakmıyor gönüllerinde, siliniyor hepsi; mal, mülk, saray, para, altın, gümüş...

“—Sizin taptığınız ayağımın altında.” demiş ya büyüklerden birisi.

Kızmışlar sözüne. “Sizin taptığınız benim ayağımın altında.” demiş. Kazmışlar orayı, bir küp altın çıkmış. Altına tapıyor millet. Dinar ve dirheme tapıyor, altın ve gümüşe tapıyor. Ama Allah’ı bilen, tanıyan, Allah’tan gayriden sevinç duymaz. Ancak onunla sevinç duyar, onunla mesrûr olur. Çok muhteşem bir söz...

422

h. Muhabbet Nedir?


٥٧- سمعت أبا على، محمد بن إبرهيم البزَّاز، يقول: سـمعـت أبا عمرو الزُّجاجى، يـقـول: سألـت الـجـنـيد عن المحـبـة، فـقـال: تريد الإشارة؟ قلت: لا! قال: تريد الدعوى؟ قلت: لا! قال: فأيش تريد؟ قلت: عين المحـبـة. فقال: أن تحـب ما يحب الله تعالى فى عباده، وتكره ما يكره الله تعالى فى عباده.


TS. 163/35 (Semi’tü ebâ aliyyin, muhammede’bni ibrâhîme’l -

bezzâze, yekùl: Semi’tü ebâ amrini’z-züccâciyye, yekùl: Seeltü’l- cüneyde ani’l-muhabbeti, fekàl)

“Ebû Ali Muhammed ibn-i İbrâhim el-Bezzâz’dan ben işittim.” diyor müellif. Bezzâz, bezci demek. Meslek sahibi adam… Alim, meslek sahibi. Acaba meslek sahibi olması mı daha önde geliyor, alimliği mi? Alim adam aslında. Bezzâzlığı başkasına muhtaç olmadan geçinmek için, kimseye muhtaç olmamak için, bir lokma para kazanayım diye. Yoksa esas mesleği alimlik, esas duygusu o... Mesleği, öteki bez satmak vs. neden yapıyorlar? Helâl lokma kazanayım, kimseye yük olmayayım diye.

O ne demiş? Ebû Amr ez-Zücâcî’den işittim demiş o da bu aşağıdaki rivayeti. O da Zücâcî, yâni cam eşya, tabak vs. satan demek yâni. O da meslek. Onun da hayatı mesleği gayesi değil. Geçimini sağlamak için çalışıyor. Oradan para kazanacak, hayır ve hasenat yapacak. Meslekleri bunlar onun için edinirler. Kimseye muhtaç olmamak için, helâl lokma yemek için tutunurlar.


(Seeltü’l-cüneyde ani’l-muhabbeti) “Cüneyd-i Bağdâdî’ye muhabbeti sordum.” Muhabbet ne demek?.. Sevmek demek. E neyini soruyorlar, sevmenin nesini soruyorlar? Allah’ı sevmek burada da... Hani ma’rifet deyince, Allah’ı bilmek ya; muhabbet deyince de, muhabbetullah kasdediliyor burada, Allah’ı sevmek.

(Fekàle) Cüneyd-i Bağdâdî bu soruyu sorana demiş ki:

423

(Türîdü’l-işâreh) “Sen şöyle bir nükte, işaret mi istiyorsun? Bu muhabbetle ilgili bir cümle mi söyleyeyim, bir tarif mi söyleyeyim?” (Kultü lâ) “Hayır!”

(Kàle: Türîdü’d-da’vâ) “Koca koca laflar, boş boş laflar mı söylememi istiyorsun, tarifler?..” (Kultü: Lâ) “Hayır! O da değil.”

(Kàle: Feeiş türîdü) “O zaman ne istiyorsun sen yâ?”

(Kultü: Ayne’l-muhabbeh) “Ben muhabbetin ta kendisi neyse, muhabbetin aynının ta kendisini, onu istiyorum. Yâni lafını değil, sözünü değil, işaretini değil, muhabbet nedir, ta kendisini istiyorum.”

(Fekàle) O zaman şöyle dedi Cüneyd-i Bağdâdî: (En tühibbe mâ yuhibbu’llàhu teàlâ fî ibâdihî, ve tekrahû mâ yekrahu’llàhu teàlâ fî ibâdihî) “Allah’ın kulları içinde sevdiklerini sevmen, Allah’ın kulları içinde sevmediklerini sevmemendir. Muhabbet budur. İşin aslı, ta kendisi budur.” dedi.


Niye böyle tarif etti Allah’ı sevmeyi?.. Allah’ı sevmenin sonucu olan şeyleri tarif etti, kendisini tarif etmedi dikkat ederseniz. Allah’ı sevmek, Allah’ı sevmektir. Yâ Rabbi sen beni yaratmışsın, seni seviyorum. Yâ Rabbi sen bana bu rızkı verdin, seni seviyorum. Allah’ın zâtını sevmektir. Ama bu nasıl görünür? Tezahürünü söyledi. Böyle olan, Allah’ı seven bir insan kulları içinde Allah’ın sevdiği kulları sever, onlara itibar eder; sevmediklerini sevmez.

Muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin en sevdiği davranışlardan birisi, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir. Allah için sevmeyi Allah çok sever. Yâni bir müslümanı sen Allah için seviyorsun. Buna el-hubbu fi’llâh derler. Allah için sevmek.

Allah için sevmeyi çok sever, Allah için buğz etmeyi de çok sever. Sevmek de var, buğz etmek de var... Allah için sevilecekleri seveceksin; Allah için sevilmeyecekleri de sevmeyeceksin. Sevmemek tarafı da var. Tamamen böyle pelte gibi gevşemek değil. Bir taraftan kaya gibi olacasın; judo, karate, kara kuşak bilmem ne vs. filan... mücahid. Ama bir taraftan da Allah’ın sevdiğini seveceksin. Hani:


أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ(الفتح:٩٠)

424

(Eşiddâu ale’l-küffâri ruhamâu beynehüm) [Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler.] (Fetih, 48/29) dediği gibi.


i. Allah’ı Seven Kimsenin Üzüntüsü


Nihayet sonuncu satıra geldik:


٢٧- سـمـعـت مـنـصـور بن عبد الله، يـقـول: سـمـعـت أبا عمـرو الأنماطىَّ، يقول: قال رجل للجنيد: على ماذا يتأسف المحبُّ من أوقاته؟ قال: على زمان بسط أورث قبضًا، أو زمان أنس

أورث وحشة. ثم أنشأ يقول :

قد كان لى مشرب يصفو برؤيتكم فكدَّرته يد الأيَّام حين صفا


TS. 163/36 (Semi’tü mansûre’bne abdi’llâhi, yekùl) Mansûr ibn-i Abdullah’tan işittim ben diyor müellif. (Semi’tü ebâ amrini’l -

enmâtiyye, yekùl) O da Ebû Amr-i Enmâtî’den işitmiş. (Yekùl) diyor ki: (Kàle racülün li’l-cüneydi) Adamın birisi Cüneyd-i Bağdâdî’ye dedi ki:

(Alâ mâzâ yeteessefü’l-muhibbü min evkàtihi) “Allah’ı seven, muhib, aşık kul, vakitlerinden, zamanından neye teessüf eder, zamanı içinde neye teessüf eder? Hangi zamanına üzülür aşık?” diye sordu Cüneyd’e.

(Kàle: Alâ zamâni bastin evrese kabdan, ev zamâni ünsin evrese vahşeten.) O da dedi ki: “Bir, Allah’ın kendisine verdiği haller dolayısıyla, ferahlık halinin arkasından tutulma hali, kabz haline üzülür. Veyahut da ünsiyet, el-ünsü bi’llâh dediğimiz ünsiyet, Allah’la üns halinden sonra ortaya çıkan, vahşet haline, yâni yalnızlık duygusu haline üzülür. Yâni Allah’la ünsiyet halindeyken, kopup da böyle mahrum olma haline üzülür. Allah’ın ikramlarıyla şöyle bir hoş haldeyken, tutulma, daralma haline

425

üzülür.” diyor.

Çünkü birinciler ikramdır, bast hali ikramdır, üns hali ikramdır, safâdır, güzeldir. Onun arkasından o gelince çok üzülürler ona. Yâni hani benzetmek gibi olmasın; attan inip hani bir şeye binmek dedikleri gibi, düşme olduğu için ulûvv-i himmetten, üzülürler.


Bir de şiir var, onu söylemiş. (Sümme enşee yekùl) Sonra şöyle söylemeğe başladı:


قدكان لى مَشربٌ يصفُو برُؤيتكُم فكدَّرته يدُ الأيَّامِ حينَ صَفا


Kad kâne lî meşrebün yesfû bi-rü’yetiküm,

Fekedderethü yedü’l-eyyâmi hîne safâ.


Beytin mânâsı şu: “Âh, seni görmekle, sizi görmekle, şöyle benim bir hoş zamanım vardı, dupduruydu her şey... Billur gibi pırıl pırıldı su içtiğim yer. Ama günlerin eli o dupduru, pırıl pırıl, billur gibi olan o şeyi karıştırdı, tozlandırdı, bulandırdı.” mânâsına bir şiir.

Yâni, böyle gittim bir su kaynağının başına, pırıl pırıl, dibi görünüyor, buz gibi su, içeceksin, çok güzel!.. Ama birisi geldi, bir tas daldırdı, karıştırdı, toz toprak, çamur kalktı... Hay Allah! Şimdi çamurlu su durulacak diye bekleyeceksin, içemiyorsun filan... Bu mânâdan bu şiiri söylüyor.

Yâni eskiden tabii böyle çeşmeler, musluklar, İSKİ’ler ve sâireler yoktu, ilaçlamalar, süzmeler vs. dinlendirmeler yoktu. İşte köylerde filan belki hatırlarsınız, dağın kenarından su çıkmış, işte o bir haznede toplanıyor. Oradan da bir-iki yerden akıyor. Bazen bir dut yaprağını koyarlar, üstüne bir sopa şey yaparlar, buradan akar. Bazen işte buna benzer odun parçası yalak olur filan... Eh, etrafı çamurdur. Pek oraları kurcalamağa gelmez. Kurcalarsan çamur bir kalktı mı artık onu içemezsiniz.


“İşte benim şöyle sizi görmekten, duru su içecek gibi bir su

426

içme yerim varken, zamanın eli o dupduru olan şeyi karmakarış karıştırdı ve tozlandırdı, çamurlandırdı.” diyor, onu anlatıyor. Yâni àrif, muhib, aşık neye üzülürmüş?.. O güzel halden sonra, o mahrumiyete üzülürmüş.

Cüneyd-i Bağdâdî ile ilgili sözler burada sona erdi. Önümüzdeki hafta sağ sâlim olursak, inşâallah evliyâdan daha başka bir mübarek zâtın hayatına ve sözlerine geçeceğiz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bu sevgili kullarının himmetlerine, teveccühlerine, şefaatlerine bizleri, sizleri nail eylesin... Sevdiği, râzı olduğu kul olmayı cümlemize, cümlenize nasîb ü müyesser eylesin...

Fâtihâ-i Şerîfe mea’l-besmele!..


20. 07. 1996 - İstanbul

427
15. EBÜ’L-HÜSEYN-İ NÛRÎ HZ. (1)