4. YAHYÂ İBN-İ MUAZ ER-RÂZÎ (4)
Eùzü bi'llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi'llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evveline ve’l-âhirîn... Senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l-haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihi ve sahbihi ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdki ve’l-vefâ’... Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri ibadetlerimizi kabul eylesin...
Rızasına cümlemizi vâsıl eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî isimli büyük sòfi ve alimin Tabakàtü’s-Sùfiyye isimli, Türkçe’ye tercümesi olmayan kaynak kitabını okuyoruz. 111. sayfaya ulaştık. Yahye’bni Muàz er-Râzî isimli büyük sòfînin hayatıyla ilgili bölümü okumaktayız ve onun sözleriyle ilgili kısımlara geldik.
Dersimizi okuyup izahına başlamazdan önce, evvelâ ve hàssaten Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’ne saygımızın, bağlılığımızın, nâçizâne, àcizâne sevgimizin, ümmetliğimizin bir nişânesi olmak üzere, rûh-u pâkine hediye olsun diye; ve onun mübarek âlinin, ezvâcının, evlâdının, ashâbının —rıdvânu’llàhi teàlâ aleyhim ecmaîn— ruhlarına ayrı ayrı hediye olsun diye; ve hàssaten Peygamber Efendimiz’in varisleri, ümmetin mürşidleri sâdât ve meşayih turuk-u aliyyemiz, evliyaullah büyüklerimizin, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’den şeyhimiz Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar güzerân eylemiş olan cümle turuk-u aliyye silsilesi mensubları, sâdât u meşayih-ı turuk-u aliyyenin ve hulefâsının ve mürîdânının ruhlarına hediye olsun diye;
Kitabı yazan Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri’nin ruhuna hediye olsun diye; beldemizin medâr-ı iftihârı Yûşâ AS’ın, Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri’nin ve sair sahabe-i kirâm ve evliyâullahın ve İstanbul’u fetheden fatihlerin, şehidlerin,
gazilerin, mücahidlerin ruhlarına hediye olsun diye; cümle ashàb-ı hayrât ü hasenâtın ve şu caminin yapılmasında büyük küçük emeği geçmiş olanların geçmişlerinin ruhlarına hediye olsun diye;
Uzaktan yakından bu dersi takip etmeğe gelmiş olan, siz kardeşlerimizin ahirete göçmüş bütün müslüman sevdiklerinin, geçmişlerinin, ecdâd u ceddâd, akraba-u taallukàtının ruhlarına hediye olsun diye;
Rabbimizin tevfîkı bizlere refîk olsun, ömrümüzü rızasına uygun geçirelim, bizler de ahirete sevdiği, râzı olduğu kullar olarak varalım; cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım diye, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyup öyle başlayalım dersimize:
.............................
a. Allah Rızası Gàye Olursa...
Kitabın tek baskısı var. Mısırlı büyük âlim Nureddin ibn-i Şüreybe hazırlamış. Çok güzel bir tahkîkli baskı... Bu baskının 111. sayfasında 15. paragrafta kalmıştık, okuyoruz.
٣٤- سمعتُ عبدَ اللهِ بنَ علىِّ السرَّاجَ، يقول سمعتُ جعفراً
الخُلديَّ، يقول:سمعتُ محمدَ الفَضْلِ العَدَوِىَّ، قال: حدثنا
أحمدُ بن خلفٍ البُرْسانِىَّحدثنا أحمدُ بنُ محمد بن شاهَوَيْه
البَلْخِيُّ، قالسمعتُ يحيي بنَ مُعاذ، يقول: على قَدْر حُبِّك الله
تعالى يُحبُّك الخَلْق؛ وبِقَدْر خَوْفِك من الله تعالى يَها فُك الخلقُ؛
وعلى قَدْر شُغْلِك باللهِ يشتَغِلُ في أَمْرِك الخلق .
TS. 111/15 (Semi’tü abda’llàhi’bne aliyyini’s-serrâc, yekùlü: Semi’tü ca’fereni’l-huldiyye, yekùlü: Semi’tü muhammede’bne’l -
fadli’l-adeviyye, kàle: Haddesenâ ahmedü’bnü halefini’l- bursâniyye, haddesenâ ahmedü’bnü muhammedi’bni şâheveyhi el- belhiyyü, kàle: Semi’tü yahye’bne’l-muàz, yekùl) Bu isimleri geçen rivâyet zincirinden, o şahıslardan naklen, Sülemî Hazretleri’ne geldiğine göre tercüme-i hâli anlatılan Yahye’bni Muàz er-Râzî
şöyle buyuruyormuş. Kendisi meşhur bir vaiz, büyük bir alim, çok güzel sözleri var:
(Alâ kadri hubbike’llàhe teàlâ yuhibbuke’l-halk, ve bi-kadri havfike mina’llàhi teàlâ yehàfüke’l-halku, ve alâ kadri şuglike bi’llâhi yeştagılü fî emrike’l-halku.)
Tecrübesine dayalı, irfânına dayalı, ilim ve müktesebâtına dayalı olarak diyor ki kendisi:
(Alâ kadri hubbike’llàhe teàlâ yuhibbuke’l-halk) “Senin Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni sevmenin miktarı kadar, halk seni sever.” Halk, yâni insanlar. Münferit insanlardan başka öteki insanlar. Yardım talep eden bütün mahlûkat demek. Sen Allah’ı ne kadar seviyorsan, o miktarda kullar da seni sever.
(Ve bi-kadri havfike mina’llàhi teàlâ) Senin Allah’tan korkmanın miktarı kadar, (yehâfüke’l-halku) halk, mahlûkât, insanlar ve diğer varlıklar senden korkarak sana karşı saygı duyar. (Ve alâ kadri şuglike bi’llâhi yeştagilü fî emrike’l-halku) Senin Allah ile meşguliyetinin miktarı kadar halk senin emrinde, senin işinde, senin nisbetinde meşgul olur.
Demek ki, üç cümle söylüyor: Sen Allah’ı ne kadar seviyorsan, halk da seni, mahlûkat da seni o miktarda sever. Onunla ölçülü olarak, orantılı olarak sever. Sen Allah’tan ne kadar korkuyorsan, halk sana o kadar hürmet eder, sevgi gösterir, senden o kadar çekinir. Sen Allah’la ne kadar meşgul oluyorsan, halk da senin işinle, emrinle o kadar meşgul olur.
Bu doğrudur. Bu söz hadis-i şeriflerin mealine de uygundur. Çünkü Peygamber SAS Hazretleri bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
“—Senin Allah indinde makamının, mevkiinin, durumunun, derecenin ne olduğunu merak ediyorsan, senin yanında Allah’ın ne durumda olduğunu bir düşün! Yâni, senin Allah’a karşı kulluğun ve Allah’a karşı tavrın ve senin Allah’ı sevmen; senin Allah’ın emrini tutman, senin Allah’tan korkman; senin Allah’la ilgili vazifelerini, zikirlerini yapman derecesinde, senin onun yanında kıymetin olduğu anlaşılır.” diye, zaten Peygamber SAS Efendimiz de bir hadis-i şerifinde buyurduğuna göre, demek ki iş doğrudur.
Bizim her işimizi Allah rızası için yapmamız lâzım! Allah’ın kulluğuyla meşgul olmamız lâzım! Allah’ı sevmemiz lâzım, Allah’tan korkmamız lâzım, Allah’ın zikriyle meşgul olmamız lâzım! Yoksa, halk beni sevsin diye ne kadar uğraşsan, halk yine sevmez. Halk bana saygı duysun, benden korksun diye ne kadar uğraşsan, halk seni yine saymaz, senden korkmaz. Halk benim sözümü tutsun veya benimle meşgul olsun, bana hizmet etsin diye ne kadar uğraşsan, gene halk o uğraşmayı yapmaz, sana kulak asmaz, dinlemez.
Demek ki, Cenâb-ı Hak’tan gayrı şeylerle meşgul olmanın sonu hüsran oluyor. Ama insan mahlûkatı bir tarafa bırakıp da hàlikı düşününce ve ona kulluk etmeyi düşününce, bu sefer bütün mahlûkat onun karşısında dize geliyor, onun hizmetine giriyor, onun etrafında dönüyor.
Bu mânâları takviye eden başka hadis-i şerifler de var. Yâni, yerdeki gökteki kuşların, böceklerin, hatta denizin içindeki
balıkların dahi böyle alimlere dua ettiğini, istiğfâr eylediğini bildiren hadis-i şerîfler var.
Tabii bizim gayemiz nedir? Büyüklerimizin bize öğrettiği bir kelime var, diyoruz ki:
إِلٰـهِي أَنْتَ مَقْصُودِي، وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي!
(İlâhî ente maksùdî ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi! Benim maksùdum sensin, hedefim sensin, kasdım sensin, teveccühüm sanadır ve ben senin rızasını istiyorum, başkasının değil. Senin beni sevmeni, benden râzı olmanı, benden hoşnut olmanı istiyorum!” diyoruz.
Zaten bu sevgiye, bu kulluğa, bu teveccühe başka bir şey karıştı mı, o zaman bir bakıma niyetine böyle şeyler karıştığı zaman, insan ihlâsını kaybetmiş oluyor; bir çeşit şirkin içine düşmüş oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri de, o zaman o kulu sevmiyor.
Hedefimizin Allah olması lâzım, gönlümüze Allah’ın sevgisini yerleştirmeğe çalışmamız lâzım! Allah’ın korkusunu; “Eğer Allah’a itaat etmezsem, Allah’ın gazabına uğrarım. Allah’ın yolunda gitmezsem, Allah’ın rızası kaybederim.” korkusunu yerleştirmemiz lâzım! Ve Allah’la meşgul olmak lâzım! Yâni Allah’ın zikriyle, ibadetiyle, rızası yolunda, hizmetinde olmak lâzım!
Böyle olduğu zaman, bunun bir yan ürünü olarak; bizim gayemiz olarak değil, bizim gayemiz Allah’ın rızası ama, bunun bir sonucu olarak, insanlar, mahlûkat bizi sever; mahlûkat bize hürmet eder, mahlûkat bizim sözümüzü dinler, mahlûkat bizim işimizle meşgul olur, hizmetimizde bulunur. Bu, o şahsın istediğinden değildir, istemesi doğru olmaz ama, Allah’a kulluk etmesinin sonucudur.
Allah’ın hiç bir velî kulu teveccüh toplamak istememiştir, rey toplamak istememiştir, halkın sevgisini özlememiştir, özenmemiştir ona... O tarafa meyletmemiştir. Halkı gözünden, gönlünden silmeğe, çıkarmağa çalışmıştır, halktan kaçmağa çalışmıştır, Hakk'a yönelmeğe çalışmıştır. Allah da onun mükâfatı
olarak ona hem dünyayı, hem ahireti vermiştir.
Nitekim, bir başka hadis-i şerifi daha hatırlattı son cümlelerim bana… Diyor ki o hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz:8
مَنْ كَانَتْ نيَّتَهُ اْلآخِرَةَ، جَمَعَ اللهُ شَمْلَهُ، وَ جَعَلَ غِنَاهُ فِي قَلْبِهِ،
وَأَتَتْهُ الدُّنْيَا وَهِيَ رَاغِمَةٌ؛ وَمَنْ كَانَتْ نِيَّتُهُ الدُّنْيَا، فَرَّقَ اللهُ عَلَيْهِ
اَمـْرَهُ، وَجَعَلَ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ، وَلَمْ يَأْتِهِ مِنَ الدُّنْيَا إِلاَّ مَا كُتِبَ
لَهُ (ه . حم . حب . طب. هب. عن زيد بن ثابت)
(Men kânet niyyetehü’l-âhireh) “Bir kimsenin arzusu, hevesi, niyeti ahiret olursa, (cemea’llàhu şemlehû) Allah onun iki yakasını bir araya getirir, yardımcısı olur, işlerini düzeltir, rast getirir. (Ve ceale gınâhu fî kalbihî) Gönlüne bir zenginlik verir, gönül zenginliği ihsân eder. İşleri de rast gider, gönlü de hoş olur. (Ve etethü’d-dünyâ ve hiye râğimetün) Dünyalıktan nasibi, parası, pulu, maaşı, rızkı da yine —Allah yazdığı için— burnunu sürte, sürte onun arkasından gelir.” Buna mukabil, (Men kânet niyyetehü’d-dünyâ) “Bir insanın gayesi, amacı dünya olursa; (farraka’llàhu aleyhi emrahû) Allah onun işlerini dağıtır, yayar, perişan eder, toparlayamaz hale getirir. (Ve lem ye’tihî mine’d-dünyâ illâ mâ kütibe lehû) Bütün çırpınmalarına rağmen, dünyalıktan eline Allah’ın yazdığından fazlası da geçmez; kısmetinde, kaderinde ne varsa o geçer. (Ve ceale fakrahû beyne ayneyhi) Allah fakirlik korkusunu iki gözünün
8 İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.128, no:4095; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.183, no:21630; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.455, no:680; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.V, s.143, no:4891; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.288, no:10338; Zeyd ibn-i Sâbit RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.206, no:6187: Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.341, no:23681.
arasına diker, sallandırır. ‘Aman fakir olacağım, aman mahvolacağım, aman kendi başıma kalacağım!’ diye böyle bir fakirlik korkusu içindedir.”
Ben buna misal olarak, ecdadımızın hayatlarını düşünüyorum: Orta Asya’dan kalkmışlar, büyük ekseriyeti bu Anadolu’daki halkın ecdadı olan kişiler, bu diyarlara cihad etmeğe gelmişler. Malazgirt Savaşı olmuş, daha başka savaşlar olmuş, üç-dört asır Anadolu’nun fethi için müslümanlar uğraşmışlar. Diyarbakır taraflarından başlamış, Adıyaman, Hısn-ı Mansûr denilen yerden, Meyanfârikîn denilen Silvan'lardan Kafkasya’ya doğru genişlemiş. Adana’dan Tarsus’a doğru, Anamur’a doğru genişlemiş, Gordion denilen Eskişehir’e doğru ulaşmış... Akıncılar gelmişler, gitmişler, uğraşmışlar, didinmişler, asırlarca bu mücadele sürmüş.
Ölmek için gelmişler buraya... Helâlleşmişler yakınlarıyla, kefeni yanlarına almışlar, ölürsek yolda kefenlesinler bizi diye. Allah yolunda can vermeğe gelmişler. Allah-u Teàlâ Hazretleri de onların bu fedâkârlıklarını sevmiş, bu diyârları mükâfaat olarak onlara ihsân eylemiş. Biz de onların torunları olarak huzur içinde
yaşıyoruz.
Ama onlar cihangirlik sevdasıyla, "Zengin olalım!" diye gelmiş değiller. Hepsinin hayatlarını biliyoruz, eserlerini biliyoruz, ideolojilerini biliyoruz, menâkıbını okuyoruz; hepsinin buralara geliş sebebi Allah’ın rızasını kazanmak... İstanbul’u fetih için gelen orduların hepsinin amacı, Rasûlüllah SAS Efendimiz’in hadis-i şerîfindeki müjdeye mazhar olmak...
İslâm hudutlarında murabıtlık yapmanın, düşmana karşı cihad etmenin sevabının büyüklüğünden dolayı murabıt olarak, mücahid olarak gelmişler, buralara yerleşmişler. Canlarından vazgeçmişler, mallarından vazgeçmişler, evlâd ü iyâlinden ve rahat ve huzurlarından, kendi memleketlerinden vazgeçmişler, göç edip buralara gelmişler. Allah nice nice diyarları vermiş. Bu böyle olmuştur daimâ...
Allah bize de amellerimizde ihlas nasib eylesin... Şu fani dünyayı değil de, bâkî olan ahireti ve Allah’ın rızasını düşünmeyi nasib eylesin... Allah’ı sevmeyi, muhabbetullahı ihsân eylesin, ma’rifetullahı ihsan eylesin... Allah ile, Allah’ın zikri ile meşgul
olmayı, Allah’ın sevdiği, râzı olduğu hizmetlerle meşgul olmayı cümlemize Mevlâmız nasib eylesin...
b. Ma’rifetullah’ın Kıymeti
١٤ -سمعتُ أبا الفَضْل، نَصْر بن أبى نصرٍ، يقولُ: سمعتُ ابن
الفضلِ القاضي البَلْخِىِّ، يقول:سمعتُ محمدَ بنَ اسماعيلَ بنِ
موسى، يقول:سمعتُ يحيى بنَ معاذٍ يقول: ليس مَن تاه فيه
كَمَنْ تاه بِعَجائِب ما وَرَد عليه مِنْه.
TS. 111/16 (Semi’tü ebe’l-fadl nasre’bne ebî nasr, yekùlü: Semi’tü’bne’l-fadl el-kàdı’l-belhiyye, yekùlü: Semi’tü muhammede’bne ismâile’bni mûsâ, yekùlü: Semi’tü yahye’bne muàzin, yekùl) Bu rivâyet zinciriyle Yahyâ b. Muàz’dan şu söz de geliyor: (Leyse men tâhe fîhi kemen tâhe bi-acâibi mâ verede aleyhi minhu.) Buradaki zamirler Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne râcîdir.
(Leyse men tâhe fîhi) “Allah’ta, Allah’ı düşünmekte, Allah’ın ma’rifetullahında hayran olan, sergerdân olan kimse; (leyse men tâhe fîhi kemen tâhe bi-acâibi mâ verede aleyhi minhu) Allah’tan kendisine gelen vâridât ve ikrâmât ve birtakım hâlâttan hayran olan kimse gibi olmaz.” Yâni, “Ma’rifetullahın insana verdiği neş’e, ikramullahın insana verdiği neş’eden daha üstün, çok daha zengindir, çok daha derindir, çok daha tatlıdır demek istiyor. Allahu a’lem...
Tabii onun için biz diyoruz ki: (İlâhî ente maksûdî) “Sensin maksudum yâ Rabbi.” Yâni Allah’ın rızasını kazanalım da ceplerimizi dolduralım; dünyada, ahirette rahat edelim, cennete girelim! Dünyada da huzur içinde yaşayalım!
Tabii bu da bir duygudur. Cenneti istemek var. Çünkü cenneti istemeyi tavsiye ediyor Kur’an-ı Kerim. Elbette insan cehennemden kurtulmak ister, elbette insan cenneti elde etmeğe şevklenir, arzu duyar. Ama insanlar bu konuda grup gruptur. Öyle aşık-ı sàdıklar var ki, onlar için cehennem duygusu, korkusu
da bahis konusu olmuyor, cennet arzusu ve şevki de bahis konusu olmuyor; sırf Allah’ın rızası için kulluk etmek önemli oluyor.
Kur’an-ı Kerim’de de bunlarla ilgili işaretler vardır.
مِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ اْ لآخِرَةَ (اۤل عمران:١٣٤)
(Minküm men yürîdü’d-dünyâ ve minküm men yürîdü’l-âhireh) “Sizden bir kısmınız dünyayı istiyordu, bir kısmı da ahireti istiyordu.” (Âl-i İmrân, 3/152) deniliyor.
İnsanoğulları, tabii sadece Bedir Harbi’nde, Uhud Harbi’nde değil, her zaman kimisi dünyayı istemiştir, kimisi ahireti istemiştir. Kimisi bir maddî hesap yapmıştır, kimisi de mânevî bir hesap yapıp ahireti istemiştir.
Ama bir de bazı ayet-i kerimelerde şöyle ifadeler geçiyor. Meselâ, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ (الكهف: ٨١)
(Va'sbir nefseke mea’llezîne yed’ùne rabbehüm bi’l-gadâti ve’l- aşiyyi yürîdûne vechehû) [Sabah akşam Rablerine, onun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et!] (Kehf, 18/28) Bir de Allah’ın zât-ı pâkini, vech-i pâkini murâd eden insanlar olduğu da, bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ve Peygamber Efendimiz’e Allah-u Teàlâ Hazretleri onların yanında yer almayı tavsiye ediyor.
Demek ki, bir dünyayı isteyenler var, bir ahireti isteyenler var; ve bir zümre daha var ki, Allah onları medhediyor. Peygamber Efendimiz’e, “Onları kırma, onları üzme, onların yanında yer al!” diye tavsiyede bulunuyor. Yâni, Allah’ın zât-ı pâkini, vech-i pâkini arzu eden insanlar da var. Demek ki ona da işaret var Kur’an-ı Kerim’de. Yâni aşık-ı sàdıklara da işaret var. Yâni bir menfaat kaygısıyla, bir mükâfat arzusuyla kulluk etmeyip, sırf aşk ile, şevk ile hàlisâne kulluk duygusuyla, Allah sevgisiyle hareket eden insanlar da olduğu anlaşılıyor.
Tabii, Allah’ın derece derece kullarına ikramları vardır. Yaptıkları amellere göre, işledikleri hayrât ü hasenât ve ibadet ve taata göre kullarına mükâfatları vardır. Ve bu mükâfatlar büyüdükçe, lezzet artar tabii. İnsan bir güzel rüya görse, rüyada Rasûlüllah SAS’i görse, mânevî bir iltifata erse, bir ikram-ı ilâhîye mazhar olsa, günlerce sevinir.
Evet, bunlara sevinir, hayran olur, kendinden geçer, mest olur ama, bu ikramlarla mest olmak, Allah’ı düşünüp ma’rifetullahla mest olmak gibi değildir. Ma’rifetullahla mest olmanın zevkine doyum olmaz demek istiyor yâni. Allah’ı bilmenin ve Allah’a ermenin zevki, Allah’ın ikramlarına kavuşmanın zevki gibi değildir, çok daha yüksektir diyor.
Tabii tadan bilir ve bilen böyle kesin konuşur. Bu zevkleri tatmayı, yaşamayı Allah cümlemize, hepimize nasib eylesin...
c. Mânevî Makamları Elden Kaçırmak
٧٤- قال وسمعت يحيى، يقول: الفوت أشدُّ من الموت، لأن الفوت انقطاعٌ عن الحقِّ، والموت انقطاعٌ عن الخلق.
TS. 112/17 (Kàle ve semi’tü yahyâ, yekùl) Aynı râvîler dediler ki, Yahye’bni Muàz şöyle söylemiş:
(El-fevtü eşeddü mine’l-mevt) “Elden kaçırmak ölümden beterdir. Fevt etmek, (el-fevtü) bir şeyi elden kaçırmak, (eşeddü mine’l-mevt) ölümden daha beterdir. (Lienne’l-fevte inkıtàun ani’l -
hak) Çünkü elden kaçırmak, mânevî bakımdan, tasavvufî yönden makamı, mevkii, Allah’ın rızasını, iltifatı kaçırmak, mânevî bakımdan fevt, (inkıtàun ani’l-hak) Hak’tan kesilmektir. Halbuki, (ve’l-mevte inkıtâun ani’l-halk) ölüm halktan kesilmektir. Ölünce insan mahlûkattan ayrılıyor. Ama ahirette Allah’ın huzuruna gidiyor.”
Demek ki fevt daha fena... Fevt ölümden daha fena, mânevî makamları elden kaçırmak çok daha kötü. Çünkü fevt, Allah’ı kaybetmek demek oluyor, Allah’la olan ilişkisini kaybetmek oluyor. Allah’tan kesilmek oluyor, elden kaçırmak oluyor ama; mevt halktan kesilmek oluyor, halkla alakası kesiliyor, ölüyor
ahirete gidiyor. Olsun, bir şey değil. Yâni Allah’ın sevgili kulu olarak ahirete giderse, bir şey değil. Ama fevt daha fena… Yâni mânevî makamını, Allah’ın iltifatını, Allah’ın rızasını kaçırmak ölümden de beter. Ölüm bir şey değil, ötekisi ölümden de beter.
d. Yalnızlığı Sevebilmek
٨٤- سمعت محمد بن علىِّ النهاوندىَّ، يقـول: سـمـعـت موسى بن محمد، يقول: سمعت يحيى بن معاذ، يقول: الوحدة منية الصديقين، والأنس بالناس وحشتهم.
TS. 112/18 (Semi’tü muhammede’bne aliyyini’n-nehâvendiyye, yekùlü: Semi’tü mûse’bne muhammedin, yekùl: Semi’tü yahye’bne muàz, yekùl) Bu ravilerden rivâyet edildiğine göre, dedi ki Yahye’bni Muàz er-Râzî: (El-vihdetü münyetü’s-sıddîkîn, ve’l-ünsü bi’n-nâsi vahşetühüm.) Biliyorsunuz insanlar derece derece. Basit insanlar var, takvâ ehli insanlar var, àrif insanlar var, ihlâslı insanlar var, bir de insanların sıddîkları var. Yâni Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz gibi. O sıfatı almış olan bir kişi Ebû Bekir Efendimiz ki ümmetin efdali oluyor. Sıddîk ne demek? Sadâkatte son derece ileri mertebede olan demek. Doğrulukta ve doğru arkadaşlıkta, bağlılıkta son derece ileri mertebede olan demek… Tasdikte en ileri mertebede olan demek…
Biliyorsunuz, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e müşrikler geldiler, dediler ki:
“—Gördün mü şimdi, senin inandığın Hazret-i Muhammed’i, bu sefer ne söyledi?”
“—Ne söyledi? Ne olmuş yâni, ne telaşlanıyorsunuz?” dedi.
“—Güya dün Mi’râca çıkmış, güya yedi kat semâvâtı geçmiş, güya eski peygamberleri görmüş, güya Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkmış... Gördün mü işte böyle şeyleri söyledi.” diyorlar.
“—Öyle şeyleri söyledi mi?” dedi o müşriklere. “Söyledi mi
bunları, duydunuz mu, gerçekten mi söyledi, siz mi uyduruyorsunuz?”
“—Yok, biz uydurmuyoruz, gerçekten o söyledi.”
“—O söylediyse, doğrudur.” dedi. “O söylediyse, onun ağzından çıkanları aynen söylüyorsanız, o söylemişse doğrudur.” dedi.
Hiç tereddüt etmedi. “İnsan yedi kat gökleri geçer mi? Eski peygamberleri görür mü? Meleklerle konuşur mu?..” filan demedi, tasdik etti. Yâni tasdikte, sıdk u sadâkâtte, bağlılıkta, doğrulukta en yüksek mertebe oluyor sıddîklık.
Sıddîklık makamına çıkmış olan bir kimse için, (El-vihdetü) “Tek başına olmak, yanında kimse olmaması...” Arkadaş yok, kimse yok, tek başına kalmış bir yerde, çölde, dağda, ovada, mağarada, evde, köyde... Tek başına kalmak, vihdeh; biz vahdet diyoruz, o vihdeh diyor, bir çeşit tek başına kalmak yâni. (Münyetü’s-sıddîkîn) “Sıddîkların temennîsidir, arzusudur, istediği bir şeydir.”
Yâni millet, cahiller, gàfiller, àrif olmayan kimseler biraz yalnız kaldılar mı, canları sıkılır. Çünkü àrif değil, Allah’ı bilmiyor, Allah’la ünsiyeti bilmiyor, Allah’a kulluk etmeyi bilmiyor, Allah’ı zikretmeyi bilmiyor, yalnız kaldı mı canı sıkılıyor.
“—Çıkıyorum ben...”
“—Nereye gidiyorsun efendi?” “—Kahveye gidiyorum. Canım sıkıldı, patladım yâ! Bu tatil gününde, pazar gününde, ne bu yâ, hiç kimse yok!”
Yallah, kalabalığın içine... Yâni, yalnız durmayı hazmedemiyor ve yalnız durmayı değerlendiremiyor.
“Yalnızlık, tek başına olmak sıddîklerin arzusudur, emelidir, temennî ettiği bir şeydir. (Ve’l-ünsü bi’n-nâs) “İnsanlarla düşüp kalkmaksa, (vahşetühüm) işte o asıl yalnızlıktır onlar için.”
Neden?.. İnsanlarla konuşuyor, o bir laf söylüyor, ötekisi bir laf söylüyor. Kendisinin Allah’la meşguliyetini inkıta ediyor onlar.
Yâni, “Üf, nedir bu insanlardan çektiğim yâ? Biraz yalnız kalsam da Allah’la başbaşa kalsam!” diye onlar onu arzu ederler. İnsanlarla beraber oldukları zaman, onların yalnızlığı başlıyor, kopukluğu başlıyor. Yalnız oldukları zaman, muradlarına ermiş oluyorlar, sevdikleriyle baş başa kalmış oluyorlar.
Yâni, bir insan eğer yalnızlığı hazmedemiyorsa, sevemiyorsa derecesi eksik demektir. Yalnızlıktan rahatsız oluyorsa, ham demektir. Bu bir eksikliktir. Yalnızlığı sevecek insan...
Peygamber SAS Efendimiz’e peygamberlik gelmeden önce, ilk önce yalnızlık sevdirildi. Hıra Dağı’nın çok zor çıkılan, bir saatte çıkılan bir yerine çıkıp, bir mağarada günlerce kalmak ne demek? Yalnızlığı sevmek demek...
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:
“—Bana ilk önce yalnızlık sevdirildi.”
Çünkü yalnızlık olunca, insanlardan kesilme ama, Allah’la buluşma oluyor. İnsanlarla buluştuğun zaman Allah’la kulluğu ve ünsiyeti kesiliyor bu sefer. Yalnızlığı sevebilmek ve değerlen- direbilmek lâzım! Bu da tasavvufla oluyor, zikirle oluyor, zikrin tadına varmakla oluyor, tefekkürle oluyor.
e. Zâhid ve Àrifin Vasıfları
٤٤- قال، وسمعت يحيى يقول: الزاهد صافى الظاهر، مختلط
الباطن؛ والعارف صافى الباطن مختلط الظاهر.
TS. 112/19 (Kàle semi’tü yahyâ, yekùl) Aynı râvi Yahye’bni Muàz’ın şöyle dediğini de duymuş, naklediyor: (Ez-zâhidü sâfi’z- zàhir muhtelitü’l-bâtın, ve’l-àrifü sàfi’l-bâtın muhtelitü’z-zàhir)
Biliyorsunuz, dindar insanların genel sınıflandırılmasında bir grup zâhidler zümresidir; zühd sahibi insanlar. Bir grup da àrifler zümresidir; irfan sahibi, ma’rifetullaha ermiş insanlar.
Zâhidin ana vasfı nedir? Dünyaya önem vermemek, metelik vermemek, dünya sevgisini gönlünden çıkarmış olmak. Ana vasfı budur. Rağbeti ahiretedir, dünyalığa değildir. Arzusu mevkî, makam, para, pul değildir.
Tabii bu bir merhaledir. Dünya sevgisini pek çok kimse kalbinden atamıyor, çıkartamıyor. Dünya sevgisi kalbinde olduğu zaman da, çeşitli hatalara düşüyor. Hırslar, dünya sevgileri, insana çeşitli kusurlar işlettiriyor. Bundan vazgeçebilmek, zâhid olabilmek güzel bir şey!
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:9
إِزْهَدْ فِي الدُّنْيَا (ه. طب. ك. هب. عن سهل بن سعد)
(İzhed fi’d-dünyâ) “Dünyaya karşı müstağnî ol, dünyaya aldırmama durumuna gel!”
Tavsiye ediyor bunu, zâhidlik güzel bir sıfat yâni.
(Ez-zâhidü sàfi’z-zâhir) Evet, bu mertebeye ulaşmış bir kimsenin dışı, zahiri sâfîdir, pırıl pırıldır, saftır, temizdir. Ama, (muhtelitü’l-bâtın) içi karışıktır. Çünkü zahidlikten yüksek
9 İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1373, no:4102; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.348, no:7873; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.193, no:5972; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.344, no:10522; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.136; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.373, no:643; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.346, no:6091 ve s.1266, no:8577, 8580; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.126, no:323.
makamlar da var. Dünyayı terk edebilmiş ama, dışı sâfî ama, içi karmaşıktır. Henüz daha terk ettiği dünya ile alâkalarını koparamamıştır, içindeki fırtınalar dinmemiştir. Acı çekmektedir, dünyayı terk etmekten, yokluktan, sıkıntılardan, imtihanlardan filan...
Ama, (ve’l-àrifü sâfi’l-bâtın) Arif’in içi adamakıllı durulmuştur, sâfileşmiştir, (muhtelitü’z-zâhir) dışı karışıktır. Dış görünüşü böyle karmaşık görünür ama, içi durulmuştur, sâfileşmiştir.
Bazı büyüklere göre, müslümanın üç mertebesi vardır:
Birincisi: Âbid sıfatına sahip olduğu mertebe. Yâni, ibadet ve taatini yapıyor.
İkinci mertebe: Zâhid. Yâni, dünyadan meylini çekmiş, dünyaya aldırmıyor, ahirete yönelmiş, ahiret ehli olmuş.
Üçüncüsü: Ârif. Yâni, Allah’ın ma’rifetullahına mazhar olmuş, Allah bilgisine ermiş, irfâna sahip olmuş kimse.
Dördüncüsü de, àşık. Çünkü insan bildi mi aşık olur, aşık oldu mu da muhibb-i sàdık olur. En yüksek makam, bazı büyüklere göre aşk makamıdır, aşıklık makamıdır, àşık-ı sàdıklık makamıdır.
Onun için, Mevlânâ’nın bütün Mesnevî’si aşk konusunu işler. Yunus Emre’nin bütün şiirleri aşk konusunu işler. Osmanlı àriflerinin, mutasavvıflarının çoğu aşk konusunu işler.
Eşrefoğlu Rûmî:
Ey Allah’ım beni senden ayırma,
Beni senin cemâlinden ayırma,
Balığın cânı su içre dirüdür;
İlâhî balığı gölden ayırma.
diyor. Yâni o aşk deryâsında gark olmayı arzu ediyor. Bir başka şair de:
Işk imiş her ne var àlemde,
İlm bir kìl ü kàl imiş ancak.
diye bu düşünceyi terennüm ediyor. Fuzûlî’nin bütün şiirlerinde aşkı işlemesi de aynı ekole bağlı olmasındandır.
f. Zâhidler ve Àrifler
٥١- قال، وسمعت يحيى يقول: أهل المعرفة وحش الله فى الأرض، لايأنسون إلى أحدٍ؛ والزاهدون غرباء فى الدنيا،
والعارفون غرباء فى الآخرة.
TS. 112/20 (Kàle, ve semi’tü yahyâ yekùl) Yine aynı râvî şöyle dediğini de naklediyor: (Ehlü’l-ma’rifeti vahşu’llàhi fi’l-ard, lâ ye’nesûne ilâ ehadin; ve’z-zâhidûne gurabâu fi’d-dünyâ, ve’l -
àrifûne gurabâu fi’l-âhireh)
Buyurmuş ki:
(Ehlü’l-ma’rifeti) “Ma’rifet sahibi olan insanlar, ma’rifet ehli, (vahşu’llàhi fi’l-ard) Allah’ın vahşî mahlûklarıdır, ehli olmayan varlıklarıdır. Ehlullah, yeryüzünde vahşilerdir. Yâni, Allah yanında ehli, insanlar yanında vahşî.,, Yâni, bir hayvanı terbiye
edersen ehlîleştiriyorsun, ehlîleştirmezsen vahşî kalıyor. O mânâyı düşünün. Ma’rifet ehli, yeryüzünde Allah’ın vahşî varlıklarıdır, (lâ ye’nesûne ilâ ehad) hiç kimseyle ünsiyet edemezler. Hiç kimseyle düşüp kalkıp, ona gönül bağlayıp, dost olamazlar. Çünkü Allah’la dostlar...
(Ve’z-zâhidûne gurabâu fi’d-dünyâ) “Zâhidler dünyada gariplerdir, (ve’l-àrifûne gurabâu fi’l-âhireh) àrifler de ahirette gariplerdir.” Şunu demek istiyor Allahu a’lem: Zâhidler dünyayı terk etmişlerdir, dünya gözlerinde yok. Àriflerin ise, hem dünya gözlerinde yok, hem ahiret gözlerinde yok... Yâni Allah’ın asıl rızasını, sevgisini düşünüyorlar mânâsına.
g. Ele Geçene Sevinmemek
٤١- قال، وسمعت يحيى يقول: ابن اۤدم! ما لك تأسف على مفقودٍ، لايردُّ عليك الفوت؟ وما لك تفرح بموجود، لايتركه
فى يدك الموت؟
TS. 112/21 (Kàle, semi’tü yahyâ yekûl) Aynı râvî bir başka sözünde buyurmuş ki: (İbne âdem, mâ leke te’sefü alâ mefkùd lâ yerüddühû aleyke’l-fevt ve mâ leke tefrahu bi-mevcûd lâ yetrükühû fî yedike’l-mevt)
Cümlelerin şi’riyetini, estetik kıymetini Arapça bilenler anlar. Güzel bir cümle, yâni müsecca’ bir nesir. Sanatkârâne bir söz söylemiş Yahye’bni Muàz. Diyor ki:
(İbne âdem) “Ey Ademoğlu!” Hepimiz Hazret-i Adem’in evlatlarıyız ya, insanoğluna böyle hitap ediliyor onun için. “Ey Ademoğlu!” yâni ey insan demek. “Ey Ademoğlu! (Mâ leke) Ne oluyor sana, (te’sefü alâ mefkùd) elinden kaçırdığına esef ediyorsun, üzülüyorsun?”
“—Tüh, parayı kazanamadım; tüh, şu evi alamadım! Tüh şunu kaçırdım, fırsat gitti; alsaydım şöyle olacaktı filan...”
Elden kaçana teessüf ediyorsun, ne oluyor sana, niye teessüf ediyorsun ey Ademoğlu? (Lâ yeruddühû aleyke’l-fevt) Artık o fevt
sana onu geri getirmeyecek ki, niye esef ediyorsun? Yâni esefin onu geri getirmeyecek ki esef etmene ne lüzum var?
(Ve mâ leke tefrahu bi-mevcûd) “Ne oluyor ki, elinde mevcut olan şeye seviniyorsun? ‘Köşküm var, bahçem var, param var, pulum var, zenginim...’ diye mevcuduna ne diye seviniyorsun ki; (lâ yetrükühû fî yedike’l-mevt) ölüm onu senin elinde tutmayacak ki, bırakmayacak ki... Ölüm onu elinden çekip alacak. Mevcuda ne seviniyorsun, mefkùda ne üzülüyorsun, elinden kaçana ne üzülüyorsun; üzülmenin onu sana geri getirmeyeceğini bile bile. Mevcuda ne seviniyorsun, ölümün onu senin elinden aldığını bildiğin halde?” demek istiyor, sözün mânâsı bu.
Yâni şunu demek istiyor ki: Bir sùfî, bir mutasavvıf, bir Allah ehli insan, elde ettiği şeye sevinmez; elde etmediği şeye üzülmez. Ne olacak yâni, üzülünce bir şey olmuyor ki.
“—Hay Allah, bir apartmanım yok! Hay Allah bir gemim yok...”
Üzül üzülebildiğin kadar. Böyle bir şeyi gönüllerine koymazlar onlar. Üzülmeye lüzum yok, mevcuda sevinmeye de lüzum yok; nasıl olsa bir gün elden gidecek. Elden gidecek olan bir şeye sevinmezler, ele gelmeyen bir şeye de üzülmezler. Yâni sağlam insanlardır, gönlü şen insanlardır, rahat insanlardır. Ele girmemişe üzülmezler, ele girmişe de sevinmezler.
Dervişlerin hali biraz böyle enteresandır, değişiktir ama huzurludurlar, rahattırlar, hiç bir olay onları sarsıp, üzüp mahzun edemez.
h. Allah Hakkında Bilgi
١١ - سمعت عبد الواحد بن بكرٍ الورثانى، يقول: حدثنى أحمد بن محمد ابـن على الــبـرذعىَّ، قـال: حدثـنـا طـاهــر بن اسماعـيل
الرازى، قـال: قـيل لــيـحـيى ابـن مـعـاذ: أخـبـرنـا عن الله، ما هــو؟
قال: اله واحد. قيل: كيف هو؟ قال: ملكٌ قادر. قيل: أين هو؟
قـال: بالمـرصـاد. قــيـل عن هـذا أســألك! قال يـحيى: فذاك صـفـة
المخلوق؛ فأما صفة الخالق، فما أخبرتك به.
TS. 112/22 (Semi’tü abde’l-vâhidi’bni bekrini’l-versâniyye, yekùlü: Haddesenî ahmedü’bnü muhammedi’bni aliyyini’l- berzaiyye, kàle: Haddesenâ tàhirü’bnü ismâîle’r-râziyyü, kàle: Kìle li-yahye’bni muàz) Bu rivâyet zincirinden geldiğine göre Yahye’bni Muàz’a birisi demiş ki, demişler ki:
(Ahbirnâ ani’llâh, mâ hüve?) “Allah hakkında bize bilgi ver, nedir o, kim, nasıl bir şeydir Allah..? Allah’ın ne olduğu hakkında bize bir mâlumat ver.”
(Kàle: İlâhün vâhidün) “Eşsiz, tek olan ilahtır. Şerîki, nazîri olmayan ilâhtır.” Allah’ı soruyorlar, (ilâhün vâhidün) diyor. Yâni tek ilahtır, şeriki naziri olmayan tek ilahtır.
(Kìle: Keyfe hüve?) “Nasıldır yâni Allah?” denildi.
(Kàle: Melikün kàdir) “Kudretli bir hükümdârdır. Yâni her şeye gücü yeten kàdir-i mutlaktır.” dedi.
(Kìle: Eyne hüve?) “Nerededir Allah?”
Nasıldır diye soruyorlar, nedir diye soruyorlar, nerededir diye soruyorlar. “Nerededir?” (Kàle: Bi’l-mirsâd) “Seni gözlemektedir, mirsâddadır, seni gözetleme mevkiindedir.”
(Kìle: Leyse an hâzâ es’elüke) “Yâ, ben sana bunu sormuyorum.” diyor.
Dikkat ederseniz, adam Allah hakkında, onun ağzından bir takım tarifler almak istiyor, kendisinin kafasına göre. “Nedir Allah, nerededir Allah, nasıldır Allah?” filan diye bir şeyler soruyor. O da hem doğru cevap veriyor, hem de onun istemediği tarzda bir cevap veriyor. Yâni:
“—Nedir Allah?..”
“—Tek ilahtır.”
“—Yâni nasıldır o?..”
“—Kàdir-i mutlaktır, her şeye gücü yeter.”
“—Nerededir o?..”
“—Seni gözlemektedir.”
Yâni dağın tepesindedir, şuradadır, buradadır, bulutun arkasındadır filan gibi bir şey istiyor o, öyle bir şey demiyor yâni.
Güzel cevap veriyor, nükteli cevap veriyor.”
“—Yâ biz bunu sormuyoruz.” diyorlar
(Kàle yahyâ) Bunun üzerine, diyor ki Yahye’bni Muàz:
(Fezâke sıfatü’l-mahlûk) “Mahlûkun sıfatı budur. (Feemmâ sıfatü’l-hàlık femâ ahbertüke bihî) Hàlıkın sıfatını ben sana haber vermedim, söylemedim.”
Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri öyle sorularla, tariflerle anlatılabilecek gibi değildir ki. Çünkü;
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ(الشورى: ٤٤)
(Leyse kemislihî şey’un) “Onun gibi hiç bir varlık yoktur, eşsizdir. Hiç bir varlık ona benzemez.” (Şûrâ, 42/11)
Onun için, öyle mahlûkàtı tarif eder gibi, Hàlıkın sıfatı tarif edilemez.
“—Bu caminin kubbesi şu kadar yüksektir, içi şu kadar insan alır, duvarları çinidendir, altı şöyledir, üstü böyledir.” diye maddî
şeyleri tarif edersin.
“—Nedir Allah?”
“—Yegâne ilâhtır.”
“—Nasıldır o?”
“—Her şeye kàdirdir.”
“—Nerededir o?”
“—Seni görüp gözetmektedir. Her yerde hàzır ve nàzırdır.” diye cevap veriyor. Yâni, Allah hakkında mahlukàtın tarifi gibi şeylerin söylenemeyeceğini anlatmış oluyor. Nüktedân bir insan, böyle cevap veriyor.
i. Allah’a Hizmetten Sevinç Duymak
٥١- حدثنا محمد بن يـعـقـوب، قـال: حدثــنى أحمد بن محمد بن على؛ حدثنا علىُّ الرازى؛ قال: قال يحيى بن معاذ: من سرَّ بخدمة الله، سرَّت الأشياء كلها بخدمـته؛ ومن قـرَّت عينه بالله، قـرت عيون
كل شئ بالنظر إليه.
TS. 113/23 (Haddesenâ ahmedü’bnü muhammedi’bni ya’kùb, kàle: Haddesenî ahmedü’bnü muhammedi’bni alî; haddesenâ aliyyüni’r-râziyyü, kàle: Kàle yahye’bni muàz) Bu râvîlerden rivâyet edildiğine göre Yahye’bni Muàz demiş ki:
(Men sürre bi-hidmeti’llâh, sürreti’l-eşyâu küllehâ bi-hidmetih; ve men karret aynühû bi’llâh, karrat uyûnü külli şey’in bi’n-nazari ileyh)
(Men sürre bi-hidmeti’llâh) “Allah’a hizmetten sevinç duyan insan, Allah’a kulluk etmek, Allah’ın yoluna hizmet etmekten
sevinç duyan insan, (sürreti’l-eşyâu küllehâ bi-hizmetih) o insana bütün varlıklar hizmet etmekten sevinç duyar. Allah’a hizmetten sevinç duyan insana bütün mahlûkàt, bütün her şey hizmet etmekten sevinç duyar.”
Peygamber Efendimiz’e ağaçların, taşların “Esselâmü aleyke yâ rasûla’llah!” dediği gibi, her şeyin onun sevgisini kazanmak için çırpındığı gibi, minberinin üzerinde hutbe okumayınca inlediği gibi... Yâni Allah’ın hizmetinden sevinç duyan kişinin hizmetini herkes seve seve yapar, herkes onun hizmetinden sevinç duyar. (Ve men karret aynühû bi’llâh) “Gözü Allah’la şenlenen insanın, (karrat uyûnü külli şey’in bi’n-nazari ileyh) yüzüne bakmaktan herkesin gözü, gönlü şenlenir.”
Bu söz, tabii daha önce geçen sözlere de benziyor. Yâni insan Allah’la meşgul oldu mu, herkesin iltifatına mazhar oluyor, herkes onu seviyor, herkes onun hizmetine koşuyor, herkes ona seve seve hizmet ediyor.
j. Zühd Üç Şeydir
١١ - سمـعـت ابا الـحسـين الـفـارسىَّ، يقول: سمـعـت الحـسـن بن علَّويه، يقول: سمعت يحيى بن معاذ، يقول: الزهد ثلاثة أشياء : القلَّة، والخلوة، واجوع.
TS. 113/24 (Semi’tü ebe’l-hüseyni’l-fârisiyye, yekùlü: Semi’tü hasene’l-alleveyh, yekùlü: Semi’tü yahye’bne muàz, yekùl) Bu
râvîlerden rivâyet edildiğine göre, Yahye’bni Muàz zühdü tarif etmiş, şöyle buyurmuş:
(Ez-zühdü selâsetü eşyâ’) “Zühd üç şeydir.” Hani deminden beri anlatıyoruz ya zâhidlik, zâhid olmak, dünyaya kıymet vermemek... (Ez-zühdü selâsetü eşyâ’) “Zühd üç şeydir: (El-kılletü, ve’l-halvetü, ve’l-cûu) Kıllet, halvet, cû’...” Kıllet ne demek? Azlık. Yâni malı mülkü, varlığı az olmak. Halvet; yalnızlık, herkesin yanında olmamak, tenha bir yerde olmak... Cû’, açlık demek… “Zühd; azlıktır, yalnızlıktır ve açlıktır.”
Tabii Tasavvufî çalışmalarda, biliyorsunuz, okumuşsunuzdur kitaplardan, hocalardan duymuşsunuzdur, dervişin, nefsinin terbiyesi için yapılan çalışmalarda ne gerekiyor? Bir: Kıllet-i taâm; yâni yemek az olacak. İşte burada cû’ dedi zaten. Karnı çok tok oldu mu insanın, kalbi çalışmıyor; nefsi kuvvetleniyor, şehevânî tarafı kuvvetleniyor. Karnı aç olduğu zaman, oruç tuttuğu zaman, irfânı pırıldamağa başlıyor, kalbi nurlanmağa başlıyor. O bakımdan oruç tavsiye edilmiş, açlık tavsiye edilmiş. Kıllet-i taâm.
Sonra, kıllet-i menâm; az uyuyacak. Yâni gece ibadet edecek, teheccüde kalkacak, uykuya düşkün olmayacak.
Sonra, kıllet-i kelâm; az konuşacak. Sükût da ibadet olduğundan ve çok konuştuğu zaman yalan söyleyebilir, mâlâyânî konuşabilir, gıybet edebilir vs... Konuşmanın birçok tehlikeleri, afetleri olduğundan az konuşacak; zikirle meşgul olacak, tefekkürle meşgul olacak.
Ve uzlet-i enâm; yâni kılletü istiğnâsi’n-nâs diyelim buna da... Yâni. insanlarla düşüp kalkmayı da azaltacak. Şöyle tenha yeri isteyecek.
Burada tabii üç şeyi söyledi zâhid için: Kıllet dedi, azlık. Neyin azlığı olduğunu söylemedi. Yemenin azlığı, uykunun azlığı vs. hepsi giriyor. Halvet dedi, yalnızlık. Bir büyük ne diyor:
“—Yalnızlık büyük ruhların gıdasıdır.” diyor.
Tefekkür oluyor, büyük şeyler, arifâne haller o zaman zuhûra geliyor. Kıllet, halvet, cû’, açlık.
k. Sabrın ve Rızanın Hakîkati
٣١ - قال، وقال يحيى: عند نزول البلاء، تظهر حقائق الصبر؛
وعند مكاشفة المقدور، تظهر حقائق الرضا.
TS. 113/25 (Kàle, ve kàle yahyâ) Aynı raviler dediler ki, Yahye’bni Muàz şöyle söylemiş: (İnde nüzûlü’l-belâi, tazharü hakàikü’s-sabr; ve inde mükâşefeti’l-makdûr, tazharü hakàikü’r- rıdâ.)
Dervişlerin birtakım güzel huylara sahip olması lâzım! Yâni derviş, Allah’ın rızasını arayan insan demek. Allah’ın sevgili kulu olma yoluna azmetmiş, ayak basmış, o yolda yürüyen, seyr-i sülük isteyen mürid, derviş. Bunun birtakım güzel huyları olması lâzım.
Gerekli olan huyların başında sabır geliyor. Sabretmesi gerekiyor. Sabrı olmayan insanın bu yolda ilerlemesi mümkün olmaz, kazanması mümkün olmaz, Allah’ın sevgili kulu olması kolay olmaz. Sabrettiği zaman büyük mükâfaatlara nâil oluyor insan…
إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ(الزمر:٥٤)
(İnnemâ yüveffe’s-sâbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb) [Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenir.] (Zümer, 39/10) Allah onları seviyor ve onlara büyük mükâfatlar veriyor.
Onun için, Ramazan’da oruç tutuyoruz, yemeğe sabrediyoruz, arzularımızı dizginliyoruz. Bize gelen, çatan insanlara karşı sabrediyoruz... Sabır egzersizi yapıyoruz yâni. Tamam.
(İnde nüzûlü’l-belâ’) “Belânın başına gelip çattığı zaman insanın, başına belâ indiği zaman, (tazharü hakàikü’s-sabr) o zaman sabrın hakikatleri ortaya çıkar. O zaman belli olur. Yâni derviş hakikaten sabırlı mı, değil mi bakalım bir belâ gelsin de görelim, sabırlı mı? Şimdi sarık sarıyor, cübbe giyiyor, şalvar giyiyor, tesbih çekiyor, karnı tok, sırtı pek, güzel hali, tamam, kaloriferli camide ibadet etmek kolay... Hele bir belâ gelsin de bir görelim bakalım. Sabrın hakikati o zaman ortaya çıkar.
Bir bu mânâya anlaşılabilir bu söz, yâni belâ geldiği zaman
gerçekten sabredici mi, değil mi anlaşılır mânâsına. Bir de, belâ gelmeden sabır eğitimi tam olmaz. Belâ gelecek ki, derviş ona sabrede sabrede, sabırlı bir insan olacak. Yoksa sabredilecek bir konu, bir mevzû yokken uygulamasız olur, nazarî kalır.
Hani sizin okuduğunuz birçok okullar var, fakülteler var, nazari bilgiler var ama bir de laboratuarları var, tatbikat yerleri var. Teorinin yanında pratik de var. Yâni nazarî olarak sabır, tamam, iyi, güzel ama, belâ geldiği zaman derviş yetişir asıl. Belâlarla yetişir.
Onun için eskiden şeyh efendiler, müridleri biraz böyle belâlara uğrasınlar da sabır bakımından, dervişlik bakımından yetişsinler diye, seyahate gönderirlermiş.
“—Hadi bakalım, yallah, çık bakalım, dolaş, gez, gel.”
Gezerlermiş gezginci seyyahlar. Niye geziyor? Yâni meşakkat çekiyor, yolculuğun ızdırabını duyuyor. Tanınmayan insanların arasında yaşıyor, yatacak yer bulamıyor, yiyecek gıda bulamıyor filan... Hayatın acılarını tadıyor, böylece sabrı öğrenmiş oluyor, sabır eğitimini tamamlamış oluyor.
Onun için, Yunus Emre diyor ki:
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Urum dediği, Anadolu. Anadolu’yu dolaşmış, Şam’ı dolaşmış hani İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi, Ürdün’ü, Mısır’ı, Hicaz’ı dolaşmış yâni. Gezmiş de hani, bilgisiz değil, epeyce her tarafı gören bir insan. Yukarı iller de Kırım vs... Kırım, Kafkasya, Kazan... O taraflar. Oraları da gezmiş, yukarı illeri de dolaşmış. Yâni böyle bir gezme vardır.
Nakşîlikte de “sefer der vatan” vardır. Yâni yolculuğa çıkmadan, vatanda, yâni İstanbul’da dururken, herhangi bir yolculuk yapmadan yetişmek. O hâlet-i rûhiyyeyi kazanmak olduğu yerden. Sefer der vatan vardır.
Belâ geldiği zaman, sabrın hakikatleri ortaya çıkar. Yâni, adam sabırlı mı, değil mi, belâ geldiği zaman anlaşılır. Veyahut
belâlara uğradığı zaman sabrı tam öğrenir mânâsına gelebilir. İki mânâ mümkün.
(Ve inde mükâşefeti’l-makdûr. tazharü hakàikü’r-rıdâ) Bir de dervişin kadere rızâ göstermesi lâzım! Allah ne takdir etmişse, sabretmesi lâzım! Çocuğu ölür, işi bozulur, hastalanır, haksızlığa uğrar, hapse girer, çıkar fian... Ne olacak şimdi, yâni isyan mı edecek? Hayır! Rızâ gösterecek. Allah’ın kaderine rızâ gösterecek. Nice masum insanlar vardır, hapse girip çıkmıştır. Medrese-i Yusufiyye demişler, çıkmışlar meselâ, fütur getirmemiş. Burada diyor ki:
(İnde mükâşefeti’l-makdûr) “Allah’ın mukadderâtının zâhir olmasıyla, tezâhür etmesiyle, (tazharu hakàikü’r-rıdâ) rızanın hakikati o zaman anlaşılır.” Yâni, sen rızâ makamında bir derviş misin, değil misin bakalım? Kader, mukadderât senin başına ne çoraplar örecek. Onlar açığa çıktığın zaman, senin rızâ makamında olup olmadığın anlaşılır mânâsına gelebilir; bir...
Bir de işte onlar ortaya çıktığı zaman, derviş rızâ halini öğrenir; tatbikatını, uygulamasını o zaman yapar. O zaman tam yetişmiş olur mânâsına gelebilir. Hangi mânâ olursa olsun, doğrudur ve güzeldir.
Bizim bu sözden anladığımız, yapmamız gereken şey nedir?.. Belâ geldiği zaman sabretmektir, kadere rızâ göstermektir. Çünkü Allah takdir ediyor, biliyoruz. İşleri olduran, ölenleri öldüren Allah’tır. O halde Allah’ın takdirine de râzı olmak lâzım.
Meselâ, adamın bir yakını ölüyor hastanede, kadın saçını başını yoluyor, göğsünü açıyor, gömleğini yırtıyor... Neymiş? Modaymış, adetmiş onların memleketinde, ağıt yakılırmış, böyle ağlanırmış. Ağlanmazsa ayıp olurmuş, “Sen yoksa bu ölünün öldüğüne üzülmüyor musun?” diye itham altında kalırmış. İlle o rolü yapacak.
Öyle şey olur mu? Allah’ın takdiri işte, ne yapalım? Hastalanır da, ölür de insan… Sağlık bulur, yaşar da. Hepsi mümkün. Öyle şey yok. Ağıt yakmak...
Sonra kadın çarşaflı... Aaaa, ne çarşafı kalıyor, ne başı kalıyor, saçı görünüyor, göğsü açılıyor... Neymiş? Ölüye ağıt. Öyle şey olur mu?.. Sen bu sefer günah üstüne günah işliyorsun. Kadere rızâ gösterecek, boynunu bükecek, “Yâ Rabbi bu sendendir.” diyecek, dua edecek, metânet gösterecek, tahammül gösterecek, râzı olacak
Allah’ın mukadderâtına...
Çok güzel sözler. Aslında bu sözleri hızlı geçiyoruz gibi de geliyor bana; derin derin düşünüp iyice hazmetmemiz lâzım!
l. Dünya ve Ahiret Farklı
١١ - قال، وقال يحيى: محبوب اليوم يعقب المكروه غدًا؛
ومكروه اليوم يعقب المحبوب غدًا.
TS. 113/26 (Kàle, ve kàle yahyâ) Yine Yahye’bni Muàz dedi ki: (Mahbûbü’l-yevm yu’kibü’l-mekrûhe gaden; ve mekrûhü’l-yevm yu’kibü’l-mahbûbe gaden.) “Bugünün sevimli, sevgili olan şeyi, yarın yerini sevilmeyen şeye bırakacak; ve bugünün sevilmeyen şeyi de, yarın yerini sevilen şeye bırakacak.”
Tabii bu söz, bize göre lastikli bir söz, yâni kapalı bir söz. Ne demek istediği pek anlaşılmıyor. Şu anlaşılabilir ve doğrudur: “Bugün hoşuna gidebilecek olaylar olur, yarın hoşuna gitmeyecek olaylar olur. Bugün sıkıntılı olur, yarın sevinçli olur.” mânâsına gelebilir; bir.
İkinci mânâsı; yarın dediği ahirettir. “Dünyada, dünyayı sevip gülüp oynayan, yarın onun hesabını verecek, biraz başı sıkıntıya girecek. Dünyada sıkıntı çeken; dini için, imanı için, Allah rızası yolunda sıkıntı çeken de, yarın onun mükâfatını görüp, iyi hallere nâil olacak.” mânâsına gelebilir.
Bu doğrudur. Diyor ki Peygamber Efendimiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin vaadini bize anlatıyor:
“—Ben kulumdan iki korkuyu, iki ümidi bir araya getirmem. Bu dünyada korkanı ahirette korkutmam, bu dünyada korkmadan yaşayanı da, ahirette öyle hoş bir halde tutmam. Bu dünyada korkanı ahirette korkutmam, sevindiririm. Bu dünyada korkmayarak yaşayanı da, ahirete niye öyle yaşadın diye korkuturum.” Hadis-i şerifte böyle geçiyor.
m. Üç Grup İnsanla Sohbet Etmekten Sakın!
٧١ - قال، وقال يحيى: اجتنبت صحبة ثلاثة أصنافٍ من الناس:
العلماء الغافلين، والقرٌّاء المداهنين، وامتصوِّفة الجاهلين.
TS. 113/27 (Kàle yahyâ) Aynı ravi demiş ki, Yahye’bni Muàz şöyle buyurmuş: (İctenebtü suhbete selâseti esnâfin mine’n-nâs: El- ulemâi’l-gàfilîn, ve’l-kurrâi’l-müdâhinîn, ve’l-mutasavvıfeti’l- câhilîn.)
Kendisi mutasavvıf ya bu Yahye’bni Muàz, büyük sùfî, büyük alim, àrif... Diyor ki:
(İctenebtü) Çekindim, (suhbete selâseti esnâfin mine’n-nâs) insanların üç cinsiyle arkadaşlık etmekten sakındım, kendimi kolladım, onlarla arkadaşlık yapmadım, sakındım, çekindim.”
Kim onlar:
1. (El-ulemâi’l-gàfilîn) “Gàfil alimlerle sohbet etmekten kaçındım.” Gàfil çünkü adam. Alim ama gàfil… Onlardan sakındım; bir.
2. (Ve’l-kurrâi’l-müdâhinîn) Kurrâ, Kur’an’ı bilen din adamı demek, hafız demek. Müdâhin de dalkavuk demek. “Dalkavuk hocaların sohbetinden de sakındım.” Yâni, böyle politikacılara, mevkî makam sahiplerine, zenginlere dalkavukluk eden din görevlilerinden de sakındım.
3. (Ve’l-mutasavvıfeti’l-câhilîn) “Cahil tasavvuf erbâbından da sakındım.” Çünkü bu tasavvuf, yâni Allah’ın rızası yolu palavrayla yürümez. Allah’ın rızası yolu cahillikle gitmez. Allah’ın sevgisini kazanmak ince bir iştir, zekâ işidir, dikkat işidir, gönle sahip olma işidir, kendisini iyi kontrol etme işidir. İnsan cahil oldu mu, dervişlik iddiasında bulunur, ben dervişim sanır kendisini... Ama hem kendisi helâk olur, hem de başkasına kötü örnek olur. Başkasını da raydan, yoldan çıkartabilir.
Onun için, bu üç sınıf insandan kendisi sakınmış. Bize ne sakınmışsa? Yâni demek istiyor ki:
“—Ben hoca olarak, alim olarak sizin de bunlara yanaşmamanızı tavsiye ediyorum: Gàfil alimler, dalkavuk din adamları, cahil sùfiler.”
Sùfinin cahilinden, din adamının dalkavuğundan, alimin de
gàfilinden sakınacak. Nasıl olacak? Alimin arif olanıyla ahbablık edecek. Din adamının takvâ ehli olanı, dobra dobra konuşanıyla, sıdk-u sadâkât sahibi olanıyla ahbablık edecek. Mutasavvıfın da arif olanıyla, muhakkık olanıyla ahbablık edecek, etmesi lâzım!.. İnsanın sahtesiyle hakikisini ayırması lâzım!..
Şapla şeker, ikisi de dış görünüşü itibariyle beyazdır, birbirine benzer ama birisi zehirdir, birisi tatlı bir şeydir. Camla elmas birbirine benzer ama, birisi kıymetlidir, birisi kıymetsizdir. Bunun gibi.
n. Etrafımızdaki Olaylardan İbret Alalım!
٨١- قال، وقال يحيى: من لم يعتبر بالمعاينة، لم يتَّعظ بالموعظة؛
ومن اعتبر بالمعاينة، استغنى عن الموعظة.
TS. 113/28 (Kàle, ve kàle yahyâ) Yine Yahye’bni Muàz bir başka sözünde de buyurmuş ki: (Men lem ya’tebir bi’l-muàyeneh, lem yetteiz bi’l-mev’izah; ve men i’tebere bi’l-muàyeneh, isteğnâ ani’l-mev’izah.)
İnsanın etrafındaki olaylardan ibret alması lâzım. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي اْلأَبْصَارِ (الحشر:١)
(Fa’tebirû yâ uli’l-ebsâr) “Ey mânevî gözleri açık olanlar, ibret alın!” (Haşr, 59/2) (Fa’tebirû) “İbret alın!” demek. Ey gönlü, aklı olanlar, ibret alın!
(Men lem ya’tebir bi’l-muàyeneh) “Gözleriyle gördüğünden ibret almayan, gözüyle bakıp da gördüğü çevresindeki olaylardan ibret almayan, (lem yetteiz bi’l-mev’izah) öğütten de anlamaz. Nasihatten, öğütten, vaazdan da anlamaz. Çünkü, gözüyle gördüğünden anlamıyor ki, kulağıyla işittiğini anlasın…
(Ve men i’tebere bi’l-muàyeneh) “Baktığından ibret alan kimse de, (isteğnâ ani’l-mev’izah) öğüde ihtiyaç duymaz.” Zaten baktı mı
her taraf ibret... Ölüm ibret, olaylar ibret, çiçeğin açılışı ibret, güneşin doğuşu ibret, yağmurun yağışı ibret... Her şey ibret… Yâni, etrafındaki olaylardan ibret almasını bilenin de vaize ihtiyacı yok. Tamam, zaten yetiyor.
Buradan çıkan ders nedir? Etrafımızdaki olayları yorumlamasını ve ondan ibret almasını bilmeliyiz. Olayları düşünmeliyiz, olaylardan ibret almalıyız. Bir zalimi görüyoruz, zulmünü yapıyor, yapıyor; ondan sonra tepetaklak gidiyor. Allah zâlimden, azîzün zü’ntikàm olarak intikam alıyor. Bak, sonu nasıl oluyor.
Hırsıza bakıyoruz, başına şöyle bir felâket geliyor. Haram yiyen insana bakıyoruz, sütüne su katan adama bakıyorsun, sürüsünü sel götürmüş. Hileli satış yapan insana bakıyorsun, konağı yanmış. İbret alacaksın etrafındaki olaylardan…
Bir mutasavvıfa sormuşlar:
“—Senin üstadın, şeyhin kim?”
Demiş ki:
“—Kedi...”
“—Yâ, kedi insanın üstadı olur mu?”
Demiş:
“—Bir keresinde çok soğuk bir gündü, yerler buz tutmuştu, camiye gidiyordum ben. Kedi yüksekteki samanlı, yumuşak yere çıkmak için zıp zıplıyor, cızt kayıyor, çıkamıyor. Bir daha zıplıyor, gene kayıyor, bir daha zıplıyor, gene kayıyor...” Bilmem kaç defa zıplamış, yâni yüz mü, iki yüz mü, zıplamış. Artık o ona biraz bakmış, bakmış, sonra namaza girmiş.
Namazı kıldıktan sonra dışarıya çıkmış, bakmış ki kedi yerine çıkmış yukarıya. O sıcak yere, buzların arasından artık baca kenarı mıydı, neresiydi, dam kenarı mıydı, oraya çıkmış. Ondan ibret almış, demiş ki:
“—Kedi bile amacına ulaşmak için yüzlerce defa zıpladı, zıpladı, sonunda bu işi başardı. E biz insanoğlu niye amacımıza ulaşmak için çalışıp da başarmayalım?”
İbret almış. Bak, kediden ibret alıyor.
Bir başkasına sormuşlar:
“—Murakabeyi nasıl yapalım?”
“—Kediden öğrenin!” demiş.
Kedi böyle farenin deliğinin karşısına geçer, bir böyle konsantre olur, deliğe bir bakar ki, kıpırdamadan, nefes almadan, saatlerce durur. Sonunda fareyi yakalar.
Yâni bir horozun tavukları beslemesi, fedâkârlığı; bir tavuğun civcivleri kollaması, bir kedinin azmi... Bir kuşun ötmesi... E insan etrafındaki olaylara baktı mı, ibret alır.
o. İbret Alan Az
٤١- قال، وقال يحيى: العبرة بالأوتار، والمعتبر بالمثقال.
TS. 114/29 (Kàle, ve kàle yahyâ) Aynı konuyla ilgili bir sözü var son sayfada. Yahye’bni Muàz bir başka sözünde de buyurmuş ki: (El-ibretü bi’l-evtâr, ve’l-mu’tebiru bi’l-miskàl.)
Ne güzel. Arapçasını bile yazabilir arkadaşlar. (El-ibretü bi’l -
evtâr) “İbret alınacak olaylar kat kat, çok ibret alınacak olaylar. (Ve’l-mu’tebir) Ama ibret alan insan, (bi’l-miskàl) miskalle...” Yâni miskal çok küçük bir tartı birimi, çok küçük bir ağırlık. “İbret
alacak olaylar kat kat çok çok ama, ibret alacak insan azıcık.” diyor.
Hakikaten öyledir. Etrafına bakıp ibret alır, alır ama almayan almıyor, ibret alan çok az oluyor.
p. Dünya ve Ahiret Ehlinin Hizmetçileri
٥٥- قال، وقال يحيى: أبناء الدنيا تخدمهم الإماء والعبيد، وأبناء
الآخرة يخدمهم الأبرار والأحرار.
TS. 114/30 (Ve kàle yahyâ) Yine Yahye’bni Muàz bir başka sözünde de buyurmuş ki: (Ebnâü’d-dünyâ tahdümühümü’l-imâü ve’l-abîd, ve ebnâü’l-âhireti yahdümühümü’l-ebrârü ve’l-ahrâr.)
(Ebnâü’d-dünyâ) “Dünyanın çocukları” demek. Ebnâ, çocuk demek. Ebnâü’d-dünyâ, dünyanın çocukları, yâni ehl-i dünya. (Tahdümühüm) Hizmet eder. (El-imâu) İmâ’, câriye demek, cariyeler. (Ve’l-abîd) Köleler. Yâni, “Dünya ehline cariyeler, kullar, köleler hizmet eder.” (Ve'bnâü’l-âhireh) “Ahiret ehline ise, (yahdümühüm) hizmet eder (el-ebrârü ve’l-ahrâr) Allah’ın ebrâr kulları ve ahrâr kulları hizmet eder.”
Ebrâr çoğuldur, iyi kullar demek. İyilik yapan, takvâ ehli olan, herkese, anasına, babasına, büyüklerine izzet, itibar, hürmet eden insanlar demek. Ahrâr da, hürler demek. Buradaki hürriyetten maksat dünyaya kulluktan, kölelikten, nefse kulluktan, kölelikten kendisini kurtarmış insan demektir.
r. Nefsi Hayırlı İşle Meşgul Etmek
٤٥- قال، وقال يحيى: لاتربح على نفسك بشئٍ أجل من أن
تشغلها - فى كل وقتٍ - بما هو أولى بها.
TS. 114/31 (Kàle, ve kàle yahyâ) Yahye’bni Muàz bir başka sözünde de buyurmuş ki:
(Lâ türbih alâ nefsike bi-şey’in ecelle min en teşğalehâ —fî külli vaktin— bimâ hüve evlâ bihâ) “Nefsine daha büyük kazanç sağlayacak bir şey olamaz, onu her vakitte kendisi için daha uygun olan bir şeyle meşgul etmekten daha kazançlı bir şey olamaz. Nefsine kazanç sağlamak istiyorsan, onu meşgul olduğu şeyden, daha hayırlı bir şeyle meşgul etmekten daha kârlı bir şey
olmaz.”
Yâni adam kahvede oturuyor, bu bir iş. Nefsi orada oturmakla meşgul oluyor. Bu iş mi yâni? Daha hayırlı şey var. Gitsin ilim öğrensin. Gelsin camiye, namaz kılsın, vaaz dinlesin vs... Yâni içinde bulunduğu hali insan düşünecek, nefsini o halden daha hayırlı bir şeyle meşgul etme arzusunda olacak, prensibinde olacak. Öyle yaparsa, bundan daha kazançlı insan olmaz. Sağlayabileceği en büyük kazanç budur diyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, bu okuduğumuz güzel cümlelerin, güzel àrifâne hakikatlerin mânâsını anlayıp da, hayatına bunları uygulayan, böylece Allah’ın rızasını kazanan, ahirette yüksek makamlara eren, dünyası ahireti mâmur olan kullarından eylesin...
Bi-hürmeti esrâri sûreti’l-fâtihah!..
23. 04. 1994 - İstanbul