10. EBÛ HAFS EL-HADDÂD (6)

HAMDÛN EL-KASSÀR (1)



١٤- حمدون القصَّار


16. şahsiyet başlıyor şimdi. Kitabın 16. terceme-i hali, konusu: Hamdûn el-Kassâr. Bu da Neysâbur şehrindendir. Yine bu Ebû Hafs-ı Haddâd’ın şehrindendir.


ومنهم حمدون بن أحمد بن عمارة، أبو صالحٍ القصَّار النيسابورىُّ.


(Minhüm hamdûnü’bnü ahmede’bni imâreh, ebû sàlihini’l -

kassàru’n-neysâbûriyyü.)

(Minhüm) Yâni, bu Allah’ın sevgili kullarını yazıyordu ya bu kitaba, işte onlardan birisi de Hamdûnü’bnü Ahmedi’bni İmâre’dir. Dedesinin adı İmâre, babasının adı Ahmed, kendisinin adı Hamdûn. Künyesi, Ebû Sàlih. Sàlih’in babası demek. Nisbesi: En-Neysâbûrî. Ne demek? Nişapurlu demek.

Nîşâpur da Horasan’da çok önemli bir şehir. Araplar Horasan’ı fethettiği zaman oraya ordugâh yapmışlar, kışla yapmışlar. Müslümanların kalesi orası... Nişapur önemli bir yer Horasan’da. Oradan çok alimler yetişmiş, etrafa İslâm oradan yayılmış.


شيخ أهل الملامة بنيسابور، ومنه انتشر مذهب الملامة.


(Şeyhü ehlü’l-melâmeti bi-neysâbûr) Hamdûn el-Kassâr, Nişapur şehrinde melâmet ehlinin şeyhiydi, üstadı idi. (Minhü’nteşere mezhebü’l-melâmeh) Melâmet neş’esi, melâmet yolu, melâmet anlayışı —mezhebi diyor burada— ondan neşredildi.

Şimdi bu melâmet, tasavvufta önemli bir yol ve koldur, önemli bir zihniyettir. Melâmet ehline melâmî derler. Melâmet kelimesi nereden gelir?.. Levm kelimesinden gelir. Levm, bunun masdar-ı

303

mîmisi melâm ve melâmet. Yâni arafe fiilinden irfân ve ma’rifet gibi. Lâme-yelûmü-levm ve melâmet. Melâmet; ayıplamak, kınamak demek.

Ehl-i melâmet var tasavvufun içinde, melâmî meşreb insanlar var. Nedir bunların zihniyeti? Bu şahıslar ihlâsa çok önem veriyorlar, ameli sırf Allah rızası için yapmağa çok önem veriyorlar. İhlâslı olmaya, riyâkârlığa düşmemeğe çok dikkat ediyorlar.


Şimdi şöyle bazı şeylerle anlatabilirim: Bir adam varmış eski zamanlarda, büyük bir zât. Her gün namazı camide imamın arkasında kılarmış. Tam birinci safta, imamın arkasında kılarmış. Her gün böyle yapıyor. Demek ki camiye erken geliyor, o en sevaplı yeri kazanıyor. Her gün orada kılarmış.

Senelerce bu böyle devam etmiş de, bir gün bir mazereti olmuş. İnsan, olur ya hani midesi bulanır, abdesti tutmaz, kusar, yeniden abdest alması gerekir; burnu kanar vs. Ne sebepleyse, camiye yetişememiş. Abdesti geç almış, camideki alışkın olunan yerine yetişememiş. En ön safı başkası kapmış, namaza başlanmış, bu tâ en arka safta namaz kılmış.

Olur mu böyle haller?.. Olabilir. Hepimizin başına gelebilir böyle bir hal. Şimdi bu en arkada namaz kılınca hem üzülmüş, hem de korkmuş ve ürpermiş:

“—Eyvah! Beni burada görürlerse ne derler bana...” diye.

“—Yâ bu mübarek zât, çok büyük alim, hep en önde namaz kılardı. En arka safta namaz kılıyor, vay be!” filan diye beni ayıplarlar diye, içine bir ürküntü gelmiş.

İnsanların kendisini görüp de kendisini ayıplamasından, bir an böyle bir düşünce gelmiş. Yâni, insanların en arka safta onun namaz kıldığını görmesini, bilmesini istememiş. Keşke kimse görmese de, meselâ belli olmasa o diye. Çünkü hep en ön safta namaz kılıyordu.


Sonra kendi kendine, birden bir şimşek çakmış kafasına, bir düşünmüş:

“—Âaa, ben ne yapıyorum, insanlardan çekiniyorum ve utanıyorum. Niçin utanıyorum?.. En ön safta namaz kılamamışım da, en arka safta, hani öyle sünnete pek itibar etmeyen, arka safta

304

namaz kılıp da fırt kaçan, mahallenin haylazlarının safında namaz kılmaktan utanıyorum. Kimden utanıyorum?.. İnsanlardan utanıyorum.

Neyi istiyorum?.. En ön safta görselerdi beni... Demek ki, insanların benim iyi ibadet etmemi görmelerini istiyorum; kötü bir durumda olmamı görmelerini istemiyorum. Haa, demek ki bende gösterişçilik var... Haa, demek ben insanların fikrine önem veriyormuşum, demek ben riyâkârmışım... Demek ki, benim ömrüm boyunca en ön safta namaz kılmam, insanlara gösteriş içinmiş. İçimde gizlice bu arzu varmış demek ki...” diye düşünmüş.

“O zaman, olmadı bu benim namazlarım!” diye, bütün ömrü boyunca kıldığı namazları ödemeğe başlamış. “Demek ki, ben kusurumu görüyorlar diye insanlardan korkuyorum. İbadetin iyi tarafını, insanlar görünce beğeniyorlar diye yapıyorum demek ki...” diye, kendi kusurunu yakalamış. Kendisinin o düşüncesinin hatalı olduğunu anlamış da, bütün namazlarını ödemeğe başlamış.


Bir başka misâl... Başka türlü anlaşılmaz bu gibi şeyler de misalle anlatmağa çalışacağım:

Bâyezid-i Bistâmî... Bizim silsilemizde adı geçen şeyhlerimizden Bâyezid-i Bistâmî. Otuz yıl her sene haccetmiş. Otuz yıl peş peşe, hem de her haccını yaya yapmış. Yaya haccetmek ne demek? Her attığı adıma yedi yüz Mekke hasenesi verilecek. Mekke hasenesi de, başka yerlerin hasenesine göre yüz

bin misli fazla... Her adımına yetmiş milyon hasene veriliyor yâni, adımcık adımcık hacca giderken.

Peygamber Efendimiz’in bir sözünü size hatırlatmak isterim, kelimeleri bilmediğiniz için meseleyi anlayamazsınız:

“—Allah bir kulun bir hasenesini kabul ediverse, bir tek hasenesini kabul ediverse, cennete girer.” diyor Peygamber Efendimiz. Bir hasenesi bile, kulun cennete girmesine yeter yâni.

Şimdi her attığı adımda, yedi yüz Mekke hasenesi kazanıyor. Yâni yedi yüz çarpı yüz bin, Mekke hasenesi yüz bin misli demek, ne demek? Yetmiş milyon, attığı adımda sevapları böyle kazanıyor. Otuz sene böyle adımcık adımcık, yetmiş milyon kazana kazana haccetmiş. Kuvvetli hafızmış, her gün de bir hatim indirirmiş ezberinden. Eùzü besmele, “El-hamdü lillahi rabi’l-

305

âlemin... Kul eùzü bi-rabbi’n-nâs...” Her gün de bir hatim indirirmiş.


Arafât’a çıkmışlar. Arafât’ta vakfedeyken içinden bir ses gelmiş:

“—Ey Bâyezid! Ne mutlu sana yâ. Otuz yıl yaya haccettin, bu kadar sevap kazandın. Her gün de hatim indirdin, şu kadar sevap kazandın, artık yaşadın be! Ne mutlu sana yâ, ne çok ibadet ettin!” diye içinden böyle bir düşünce gelmiş.

Şeytanın işi yok. Böyle zararlı fikirleri insanın kafasına sokuyor. Şöyle bir düşünmüş, insanın ibadetini sevmesi, beğenmesi, ibadetine mağrur olması doğru değil. Hemen:

“—Ey nâs!.. Ey insanlar!” demiş, “

Herkes:

“—Buyur.” demişler.

“—Otuz yıl yaya haccettim ve her gün hatim indirdim; bunların sevabını satıyorum, yok mu alan?”

Herkes birbirine bakmış:

“—Güneş mi vurdu Bâyezid’in başına, bu ne biçim şey?”

Çünkü sevap, veriyorum dedi mi verilir, şakası yok. Allah’ın işlerinde şaka olmaz. Sevabı veriyorum dedi mi gider, oyuncak değil bu… Birbirlerinin yüzüne bakmışlar, bir şey de diyememişler.


Oradaki bir börekçi demiş ki:

“—Tamam, ben müşteriyim, alıyorum. Kaça?..”

“—İşte ver birkaç çörek.” demiş.

O börekçi, çörekçi üç tane çörek vermiş, Bâyezid de:

“—Tamam, sattım!” demiş.

Ondan sonra o çörekleri, üç çöreği, orada bir köpek duruyormuş, birisini atmış köpeğin önüne, köpek onu yutmuş. Şu kadarcık çörek, ne olacak poğaça. Gene böyle bakınıyor. Ötekisini de atmış, onu da yutmuş. Üçüncüyü de atmış, onu da yutmuş.

Şimdi otuz yıllık haccının sevabını, şu kadar hafızlık hatminin sevabını verdi, üç tane çörek aldı. Çöreği de köpeğe verdi. Kendi kendine demiş ki:

“—Ey Bâyezid, kaldın mı şimdi ortada, var mı bir sevabın?

Yok... Verdin, hiç bir şeyin yok... Hadi bakalım ne yapacaksan yap

306

bakalım şimdi...”


İşte bak, ibadetine mağrur olmak fena olduğundan, kendisini ondan kurtarmak için ne yapıyor. Cesaret işi. Bu işler böyle kolay işler değil. “Hadi bakalım ne yapacaksan yap ey nefsim şimdi.” demiş. Neye mağrur olacaksın bakalım, Allah’ın rahmetinden başka seni kurtaracak şey var mı?..

Neden böyle yapıyor muhterem kardeşlerim?.. Bizim dinimiz çok ince, herkes anlayamaz. Bizim bu kitabın konusu dolayısıyla, ister istemez böyle ince konulara giriyoruz. Herkesin anlayacağı şeyler değil bunlar. Neden böyle yapıyor Bâyezid-i Bistâmî?..


Çünkü, Benî İsrâil’den bir âbid varmış, bütün ömrü boyunca dağ başına çekilmiş, mağarada ibadet etmiş etmiş etmiş etmiş... Günahlara bulaşmamağa çalışmış, sonra ölmüş. Ölünce, Allah-u Teàlâ Hazretleri ona buyurmuş ki:

“—Ey kulum! Sana rahmetimle mi muamele edeyim, yaptığın ibadetlerin karşılığını mı sana vereyim?” demiş.

Be adam, aklın varsa, Allah rahmetiyle muamele edecek, rahmetini isterim yâ Rabbi desene! Rahmetiyle muamele ederse Allah, rahmet ederse yetmez mi? Rahmetinle muamele et bana yâ Rabbi desene!

O da demiş ki:

“—Yâ Rabbi, ömrümde sana hiç âsi olmadım, hiç günaha dalmadım, ömrümü gece gündüz ibadetle geçirdim. Eh sen de mahrum etmezsin, hani zerre kadar hayır olsa mükâfâtını verirsin, ibadetlerimin sevabını ihsân et yâ Rabbi!” demiş.

“—Pekiyi kulum.”

İbadetlerinin sevabını vermiş Allah-u Teàlâ Hazretleri, teraziye koymuşlar, bayağı bir şey tabii. Sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:

“—Ey meleklerim! Şimdi benim şu kuluma verdiğim göz nimetinin kıymetini koyun bakalım bu tarafa...”

Bir göz nimetini koymuşlar, bütün bu ibadetler hooop, havada kalmış, göz nimeti bastırmış hepsini. Ne demek? Yâni bir insan ne yaparsa yapsın, Allah’ın verdiği göz nimetinin, görme nimetinin bedelini bile ödeyemez.

Ödeyebilir mi?.. Bir âmâ insana sorun bakalım! Bak çocuğu

307

hasta oluyor da, diyor ki baba:

“—Tek benim çocuğum iyi olsun, Avrupalara gideyim, Amerikalara gideyim, fabrikamı satayım, yeter ki çocuğum sıhhatli olsun.” diyor. Bir gözün nimeti ödenmez.


Onun için Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

“—Hiç bir kimseyi ameli cennete sokmayacak.”

“—Seni de mi yâ Rasûlüllah?..”

“—Evet, beni de...” buyurdu.

Rahmetiyle sokacak Allah hepimizi. Çünkü, bizim bu yaptığımız ibadetler beş para etmez. Bizimkiler değil herkesin yaptığı beş para etmez. Çünkü gücü kuvveti veren Allah, koruyan Allah, sıhhat veren, akıl fikir veren Allah’tır. Her şeyimiz ondandır. İbadetlerimiz de onun dergâhına layık değil... Onun dergâhına layık ibadet yapmağa biz takat getiremeyiz. Haddimizi bileceğiz.


Biz ibadetleri neden yapıyoruz?.. Allah emretti diye yapıyoruz. Allah’ın rahmetini dileriz. Yoksa tutulacak yanımız yoktur, bizi kurtaracak bir çare yoktur. Allah’ın rahmeti kurtarırsa bizi kurtarır.

Onun için, Bâyezid-i Bistâmî öyle yaptı.

“—Seni kör nefis seni! Sen ibadetini bir şey sandın, içine böyle bir duygu geldi, ben seni o ibadetlerden mahrum bırakayım da gör.” dedi, ibadetlerini sattı, cascavlak kaldı, Allah’ın rahmetine muhtaç...

O zaman boynunu bükecek, ne diyecek?.. Diyecek ki:

“—Yâ Rabbi! Hiç bir şeyim yok. Acizim, naçizim, elim boş, yüzüm kara, hiçbir şeyim yok yâ Rabbi, ancak senin rahmetin var, aman yâ Rabbi!” diyecek.

O zaman da, daha iyi tabii. İnsanın ibadetine mağrur olmasından, Allah’ın rahmetine böyle candan sarılması daha iyi muhterem kardeşlerim!


Bütün bunları neden anlattım? İnsanın ibadetine mağrur olması iyi değildir ama, ekseriyetle insanlarda bu arzu vardır. Yaptığı hayrı göstermek ister, yaptığı hayra isim atmak, imza atmak ister. Başkaları bilsin ister, alkışlasın, aferin desin ister,

308

mevkî makam ister, iltifat ister, şöhret ister... Bu hocalarda da vardır, şeyhlerde de vardır, sultanlarda da vardır. Herkeste vardır bu. Bunlardan geçmek kolay bir şey değil. Bunların önemsizliğini anlayıp, bunlardan geçebilmek kolay bir şey değil.

Bir de insanoğlu umûmiyetle nasıldır? Yaptığı ibadetleri göstermek ister de, yaptığı kabahatleri saklar. Kimden saklıyorsun?.. İnsanlardan. Allah görmüyor mu? Görüyor. Sen Allah’ın gördüğü günahı, Allah’ın gördüğünü bile bile işliyorsun, utanmıyorsun da, insanlar duyacak diye utanıyorsun ha!.. Böyle samimiyet mi olur? Kuldan utanıyor, Allah’tan utanmıyor.


وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللَّهُ أَحَق أَنْ تَخْشَاهُ (الأحزاب:٧٥)


(Ve tahşe’n-nâs, va’llàhu ehakku en tahşâhu) “İnsanlardan korkuyorsun, halbuki Allah’tan korkmak daha uygun değil mi?” (Ahzâb, 33/37)

Riya doğru değil, ameline güvenmek doğru değil, günahını saklamak da doğru değil. “Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayayım?” derler ya hani...

“—İşte ben şöyle perişanım, şöyle günahkârım, şöyle zalimim, şöyle kötüyüm, böyle kötüyüm...”

Bunları söylerler melâmet ehli. Neden?.. E Allah biliyor.

Ey nefsim ibadetinin söylenmesini istiyorsun değil mi?.. Kaç defa hacca gittin, söyle bakalım?.. Kaç cami yaptırdın, söyle bakalım?.. Kaç yetime baktın, kaç okul yaptın, ne kadar zekat verdin, söyle bakalım?..” Hoşuna gidiyor.

Hadi bakalım bir de günahını söyle!.. Yaptığın hataları, kimsenin bilmesini istemediğin hataları ortaya dök bakalım. Dökemez. Bunlar diyorlar ki dökmemiz lâzım. Ya işlemeyelim, ya da günahımızı da insanlardan saklamayalım. Binâen aleyh çok samimi oluyor, açık kalpli oluyor, dobra dobra söylüyor. “Ben zâlim, böyle etmiştim bir zaman, şöyle etmiştim.” diye açık kalplilikle söylüyor. Tabii yapmamağa da çalışıyor ama, yapmış olduğunu da söylüyor.


Melâmet bu. Acaip bir meslektir, acaip bir neş’edir melâmet neş’esi, garip bir haldir. Melâmet ehlini herkes anlayamaz. “Seni

309

zındık seni!” derler, “Seni kâfir, günahkâr, sen zalim bilmem ne...” Döverler, söverler ama, onların aldırdığı yoktur. Çünkü onlar, Allah’a ihlâsla kulluk etmek istiyor, riyâdan kaçmak istiyor. Riyâdan kaçmak için bunu yapıyorlar.

İşte bu mesleğin kurucusu, bu zevkin, bu neş’enin kurucusu Hamdûn el-Kassâr’dır. Şimdi hayatını okumağa başladığımız zâttır Hamdûn el-Kassâr. Bu zât Ebû Sâlih künyeliymiş ve Neysâbûr şehrindenmiş.


صحب سلم بن الحسن الباروسىَّ، وأبا تراب النخشبىَّ، وعليًّا النصاباذىَّ.


(Sahibe selme’bne’l-hasen el-bârûsî) Selm ibn-i Hasen el- Bârûsî’ye yetişti, onun sohbetinden istifade etti, ondan feyz alma durumu var. (Ve ebâ türâbini’n-nahşebî) Nahşebli Ebû Türâb’la sohbeti var, ondan feyz almış bu zât. (Ve aliyyeni’n-nasrâbâzî) Ali en-Nasrâbâzî’nin sohbetlerine katılmış.

Yâni büyük şahıslar kimlerden öğreniyor?.. Büyük şahsiyetlerden öğreniyor tasavvufu, onlardan yetişiyor. Onlar onları terbiye ediyor kesin şekilde.


وكان عالمًا فقيهًاا، يذهب مذهب الثورىِّ،


(Ve kâne âlimen fakîhen) Bu Hamdûn el-Kassâr alim insandı, fakih insandı. Yâni dini dini çok iyi bilen, fıkhı çok iyi bilen insandı. (Yezhebü mezhebe’s-sevrî) Süfyân es-Sevrî Hazretleri’nin mezhebine tâbi idi, onun yolunda giderdi.

Biliyorsunuz Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de hak mezheplerden birisinin sahibiydi ama, onun taraftarları devam etmedi. Yâni İmâm-ı Âzam, İmâm-ı Şâfii, Ahmed ibn-i Hanbel, İmâm-ı Mâlik’in mezhepleri yürüdü de bu güne kadar, onun mezhebi devam etmedi. Ama evliyâullahtandı biliyorsunuz, çok ciddî bir insandı. Onun da çok menkabeleri vardır. Benim en çok hoşuma giden menkabelerinden birisi şudur:

310

Bizim eserini neşrettiğimiz, şu Abdullah ibni’l-Mübarek Hazretleri var, Kitâbü’z-Zühdü ve’r-Rekàik isimli eserini neşrettik. O, hadisçi olduğu için, böyle hadis okurmuş evinde. Bu Süfyân-ı Sevrî de çok büyük alim olmasına rağmen, gelirmiş onu dinlemeye. Bir gün bizim Abdullah ibn-i Mübarek Hazretleri’ne diyor ki:

“—Bir daha senin hadis dersine gelmeyeceğim!”

“—Ne oldu?” diyor Abdullah ibn-i Mübarek Hazretleri:

“—Sen cariyelerini terbiye etmemişsin! Sen evinde ders veriyorsun, ben eve girerken dam üstünden bana kaş göz işareti yapıyorlar, göz kırpıyorlar, ‘Gel bizim yanımıza!’ diyorlar.” diyor.

Hiç sesini çıkarmamış Abdullah ibn-i Mübarek Hazretleri. O öyle kızmış, bağırmış, çağırmış, gık dememiş Abdullah ibn-i Mübarek... Biraz sonra gitmiş o Süfyân-ı Sevrî. Abdullah ibn-i Mübarek Hazretleri yanındaki ihvânına demiş ki:

“—Kalkın, Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin vefatı olmuştur, gidelim cenazesini kılalım! Vefat etmiştir o...” demiş.

“—E nereden bildin?” demişler.

“—O demin ‘Senin evine gelirken dam üstünden senin cariyelerin ‘Gel bize, seni özlüyoruz, yanımıza gel.’ filan diye söylediler dedi ya, benim evimde cariye filan yok, o hurileri görmüş.” demiş.

Evinde cariye filan yokmuş. Huriler de ona ne zaman gel derler, ne zaman görülürler? Hayatı bittiği zaman… “Gel artık dayanamıyoruz sana, biz senin hurileriniz, cennetteki köşklerinin hizmetçileriyiz, gel artık.” demişler. O da onu dünyadaki bir cariye kendisini çağırıyor diye kızıyor. Yâni kendisini flörte çağırıyor sanıyor. Gitmişler, hakikaten vefat etmiş. Cenaze namazını kılmışlar. Öyle bir insan yâni, Süfyân-ı Sevrî Hazretleri.


Bir gün ceketini evde karanlıkta ters giymiş. Dışarıya çıkmış, astarı dışarıda, yüzü içeride, ceketi ters... Birisi yanaşmış, demiş ki:

“—Hocam, yâ imâm! Ters giymişsiniz hırkayı, değiştirin.” demek istemiş.

Şöyle bakmış onun yüzüne:

“—Ben o hırkayı Allah rızası için giymiştim, Allah rızâsı için giydiğim hırkayı, kul rızası için çıkartmam.” demiş.

311

Varsın ters giymiş desinler, deli desinler, divane desinler... Mantıklarına bak adamların!.. Neden giyiniyorsun sen?

Avretlerim örtünsün, Allah râzı olsun diye giyiniyorum. Niye giyiniyoruz biz?.. Niye yemek yiyorsun sen?.. Güç kuvvet kazanalım da Allah’a ibadet edelim diye yiyoruz. Niye örtünüyorsun, giyiniyorsun?.. Allah râzı olsun diye. “Şimdi ben Allah razısı için hırka giymişim, ters olmuş, düz olmuş; ne olursa olsun. Allah rızası için giydiğim hırkayı çıkartacağım, kul rızasını kazanmak için ters çevireceğim filan... Ben Allah rızası için giydiğim hırkayı, kul rızası için çıkartmam!” demiş.

Yâni, ters gibi adamlar ama, mantıkları sağlam, Allah sevgileri sağlam… Çok ciddî insanlar.


İşte onun mezhebini takip edermiş. Fakihti ya hani bu Hamdûn el-Kassâr, fıkıhta imamı Süfyân-ı Sevrî imiş. Bizim imamımız kim?.. Ebû Hanîfe Hazretleri. Onun imamı kimmiş?

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri.


وطريقته طريقةٌ اختصَّ هو بها؛ ولم يأخذ عنه طريقته أحدٌ من

أصحابه، كأخذ عبد الله بن محمد بن منازل، صاحبه عنه.


(Ve tarîkatühû tarîkatün ihtassa hüve bihâ) “Kendisinin tarikatı da kendisine mahsus bir tarikat, kendisine özel. Kendisine özgü mü diyorlar, özel mi diyorlar şimdi... Kendisine mahsusmuş yolu.

(Ve lem ye’huz anhu tarikatehû ehadün min ashâbihî) “Etrafındaki insanlardan kimse bunun bu meşrebini, neş’esini almadı kendisinden...” Yâni hiç kimse buna talip olup da, bunun yolunda, bunun gibi aynı fikirleri benimseyip gitmemiş. Kendine mahsus bir insan bu Hamdûn el-Kassâr. (Keahzi abdi’llâhi’bni muhammedi’bni münâzil sàhibihî anhu) Kimse ondan bu melâmet yolunun neş’esini, bu adı geçen Abdullah ibn-i Muhammed ibn-i Münâzil kadar, onun aldığı kadar sağlam bir şekilde almadı.”

Demek ki en iyi talebesi —hatırınızda olsun— Abdullah ibn-i Muhammedi’bni’l-Münâzil imiş. En iyi o almış. Yâni, bunun fikirlerini en iyi kavrayıp alan, Abdullah ibn-i Muhammed ibn-i

312

Münâzil imiş.


توفِّى أبو صالحٍ حمدون، سنة إحدى وسبعين ومائتين، نيسابور. ودفن فى مقبرة الحيرة .


(Tûfiye ebû sàlih hamdûn, senete ihdâ ve seb’îne ve mieteyn) Bu Ebû Sâlih künyeli Hamdûn el-Kassâr 271 hicrî senesinde vefat etti. (Bi-neysâbur) Nişapur’da vefat etti, (ve düfine fî makbereti’l- hîreh) Hîre makberesine gömüldü. Nişapur’daki Hîre kabristanına gömülmüş.


واسند الحديث.


(Ve esnede’l-hadîs) Bir de hadis râvîliği var Hamdûn el- Kassâr’ın. Yâni sıradan bir insan değil. Âlim, fakih, hadis râvîliği de var. O hadisini de önümüzdeki hafta inşâallah okuruz.

Dersimiz tamam olduğu için, zamanımız tamam olduğundan, sözü tadında bırakmak uygun olduğundan, işi uzatıp da melâl ve bıkkınlık vermemek gerektiğinden, burada bırakıyoruz.

Fâtihâ-i şerîfe mea’l-besmele!..


09. 07. 1994 - İstanbul

313
11. HAMDÛN EL-KASSÀR (2)