PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN

1. ŞAKÎK-I BELHÎ HAZRETLERİ (1)



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbagî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Nahmedühû bi- cemîi mehàmidih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, tâci ruùsinâ ve kurreti uyûninâ muhammedini’l- mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:

Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Rabbimiz iki cihan saadetine cümlenizi nâil ve sahib ve mazhar eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...

Böyle evliyâullahın hayatlarıyla ilgili bir kitabı, Tabakàtü’s- Sùfiyye isimli, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin meşhur ama, Türkçe’ye çevrilmemiş olan eserini okumağa devam ediyorduk. 60 sayfayı bitirdik el-hamdü lillâh, şimdi yedinci terceme-i hàle geldik. Birinci tabakanın bitmesine 13 terceme-i hal var demek ki. Yirmişer kişiden beş tabakalık bir eser bu.


Bu şahısların hayatlarını ve mübarek sözlerini, menâkıbını okumadan önce, başta Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri’nin rûh-ı pâkine hediye olsun diye; sonra onun mübârek âlinin, ashâbının, etbâının, ahbâbının ve cümle sâdât ve meşâyih-ı turûk- u aliyyemizin; Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ Efendimiz’den bize kadar turuk-u aliyyemiz silsilelerinden güzerân eylemiş olan tarikat büyüklerimizin, sâdâtımızın, meşâyihimizin ve onların halifelerinin ve tarikat kardeşlerimizin ruhlarına hediye olsun diye;

Bu beldeleri fetheden fâtihlerin ve bu beldemizin medâr-ı iftihârı olan enbiyânın ve sahabe-i kirâmın ve bilhassa civarında

27

bulunduğumuz mihmandâr-ı Muhammedî Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri’nin ve sair sahabe-i kirâmın, evliyâullahın; şu içinde toplanıp, bu dersi okuduğumuz tekkenin bânîsi Selâmî Mustafa Efendi’nin ve halifelerinin, bu civarda tekkesi bulunan Şeyh Murad Hazretleri’nin ve halifelerinin, Haydar Baba Hazretleri’nin ve halifelerinin, ve diğer mübarek sâlih kimselerin ruhlarına hediye olsun diye;

Uzaktan, yakından buraya bu sözleri, bu menâkıbı dinlemek üzere gelmiş olan siz kardeşlerimizin de, ahirete göçmüş olan bütün müslüman geçmişlerinin, dedelerinin, ninelerinin, babalarının, analarının, kardeşlerinin, akrabalarının, dostlarının, arkadaşlarının, hatta evlatlarının, zürriyetlerinin ruhlarına hediye olsun diye; cümlesinin kabirleri pür nûr olsun, ruhları şu hediyelerimizden haberdar ve memnun ve mesrûr olsun, makamları âlâ olsun, dereceleri yüksek olsun diye; Rabbimiz kabirlerini cennet bahçesi eylesin diye;

Biz yaşayan mü’minler de yanılmayalım, şaşırmayalım, doğru yoldan asla ayrılmayalım, bir göz yumup açıncaya kadar bile gàfil kalmayalım, ömrümüzü gafletle geçirmeyelim, rızà-i Bârî’nin yolunda, Allah’ın rahmetine ermemize sebep olacak şekilde sırât-ı müstakîm üzere, àrifâne, müttakiyâne yaşayalım, Rabbimiz’in huzuruna sevdiği, râzı olduğu kullar olarak yüzü ak, alnı açık kullar olarak varalım; Rabbimiz bizi lütfuyla karşılasın, Firdevs-i A’lâ’sına dahil eylesin, Habîb-i Edîb’ine komşu eylesin, cemâlini müşahede zevkine ve şerefine nâil eylesin diye, bir Fâtihâ, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım, öyle başlayalım! Buyurun:

...........................................


a. Şakîk-ı Belhî Hakkında Bilgi


٧ - شقيقٌ البلخى ومنهم شقيقُ بن ابراهيم، ابو علىٍّ الأزدى. من اهل بلخ. حسن

28

الجرى على سبيل التوكلِ، وحسن الكلام فيه.


(Şakîkuni’l-belhî. Şakîkun el-belhî.

Ve minhüm şakîku’bnü ibrâhîme ebû aliyyini’l-ezdiyyü min ehli belh. Hasenü’l-ceryi alâ sebîli’t-tevekkül, ve hasenü’l-kelâmi fîh.) (Ve minhüm) Yâni bu birinci tabakadan olan evliyaullah ve sâdât-ı sùfiyyenin birisi de Şakîk isimli, babasının ismi de İbrâhim olan, Şakîk ibn-i İbrâhim, İbrâhim oğlu Şakîk. Bu k harfleri kaf’tır. Şakîk... Künyesi Ebû Ali ve nisbesi Ezd kabilesine ait, el-Ezdî. Yâni, Arapların Ezd kabilesinden Ebû Ali künyeli Şakîku’bnü İbrâhim el-Ezdî.

(Min ehli belh) Horasan’ın Belh ahalisinden idi Şakîk Hazretleri. Tabii, Arap kabilesinden olup da orada ne işi var?.. İslâm’ı yaymağa gitmişler. Orası hep orayı fetheden mücahidlerle, fatihlerle dolu... Onlar özel şehirler kurmuşlar, yerleşmişler. Camiler kurmuşlar, etrafında mahalleler kurmuşlar, İslâm’ı yaşamışlar, öğretmişler, ta’lim etmişler, evlat bırakmışlar, zürriyet bırakmışlar oralarda, yayılmışlar, gelişmişler, çoğalmışlar.... Sahih şecereli, şecereleri sağlam, vesîkaları sağlam, ecdadları Arap ama, oralara yerleşmiş kimseler. Şakîk da onlardan biri.

(Hasenü’l-ceryi alâ sebîli’t-tevekkül) “Tevekkül yolunda güzel gidişli bir kimse. (Ve hasenü’l-kelâmi fîh.) Tevekkül konusunda güzel sözler de söylemiş, bilhassa tevekkül vasfıyla tanınmış bir sòfî, bir alim.”


Tevekkül ne idi?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne dayanmak, güvenmek, onu kendisine vekil edinmek, böylece müsterih olmak. Allah, kendisine tevekkül etmeyi biz kullarına Kur’an-ı Kerim’de çok ayet-i kerimelerde emrediyor.


فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ(اۤل عمران: ١٥٩)


(Fetevekkel ale’llah) “Allah’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân, 3/159)

29

وَعَلَى اللَّهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنتُمْ مُؤْمِنِينَ (المائدة:٢٣)


(Ve ale’llàhi fetevekkelû in küntüm mü’minîn) “Mü’minseniz, Allah’a tevekkül edin!” (Mâide, 5/23) diye onlarca ayet-i kerime var. Yüz kadar yoksa bile belki, pek çok ayet-i kerime var.

Allah bize bilhassa emrediyor. “Tevekkül edin bana!” diyor. Yâni bizim ne haddimize “Yâ Rabbi, sen bizim vekîlimiz ol.” diyebilir miyiz?.. Hâşâ sümme hâşâ!.. Bizim ne kıymetimiz, kadrimiz var ki; zerre bile değiliz, üstelik günahkârız. Zerreden bile beteriz. Çünkü zerre zerredir ama, günahı yoktur. Biz günahkâr olduğumuz için daha da kötü durumdayız. Allah’ın asi, mücrim kullarıyız.


ظَلُومًا جَهُولاً (الأحزاب: ٣٧)


(Zalûmen cehûlâ) “Çok zalim, çok cahil” (Ahzâb, 33/72) diye ayet-i kerimede bildirilen bir mahlûkuz biz. Birbirimizi yeriz, kurtlar gibi birbirimize saldırırız. Şu Bosnalıların, şu Herseklilerin, şu Sırpların, şu Bulgarların, şu Romenlerin, tarihin dili olsa da, mekânların dili olsa da, müslümanlara sırf müslüman oldukları için yaptıklarını bir bilsek, bir söylese, bir tecessüm etse gözümüze... Yâni, şu insanoğlundan nefret ederiz.


أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ(البقرة: ٣٢)


(E tec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü’d-dimâ’) “Yâ Rabbi, sen yeryüzünde insan mı yaratacaksın? Orayı fesada uğratan, kanlar dökecek olan insanı mı yaratacaksın?” (Bakara, 2/30) Levh- i Mahfûz’dan görüyorlar, yaratılacak mahlûkun ne biçim bir varlık olduğunu.

Allah CC meleklere:

30

“—İnsanoğlunu yaratacağım yeryüzünde halife olarak.” deyince,

“—O mahlûku mu yaratacaksın yâ Rabbi?” diye soruyorlar. Yâni böyle.

Ama Allah emrediyor. Bizim yüzümüz yok, elimiz boş, yüzümüz kara... Allah, huzuruna kabul etmese, nereden gideceğiz? “Kulum” demese, ne yapacağız?.. Ama, “Bana tevekkül edin!” diyor. “Bana dua edin!” diyor. Rabbimiz’in rahmetinin genişliğine bakın ki, “Benden isteyin, vereceğim!” diyor. “İsteyin benden!” diyor.


وَقَالَ رَبُّكُمْ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ(المؤمن: ٣٠)


(Ve kàle rabbükümu’d’ùnî estecib leküm) “Siz benden isteyin, ben sizi karşılıksız koymam, veririm.” (Mü’min, 40/60) diyor, duayı tavsiye ediyor.

Dua edince istediğini vereceğini söylüyor kullarına, tevekkül etmesini söylüyor. Seviyor Rabbimiz, kusurlarını affediyor. Rabbimiz’in rahmeti çok geniş.


İşte böyle tevekkül ehlinden bir kimse idi Şakîk Hazretleri. Bu konuda da güzel tarifler yapmış, güzel sözler söylemiş demek ki. Anlaşılan, bilhassa tevekkül vasfıyla tanınmış ki, müellif Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri özellikle tevekkül yolunda gidişinin güzel bir gidiş olduğunu söylüyor.

Tabii, tevekkül olunca, dünyaya eyvallah etmez insan... Dünya ehline de eyvallah etmez, yüzüne bakmaz, metelik vermez. Padişah gelse, oturduğu yerden kalkmaz, ayağını uzatmışsa toplamaz. Zenginin yüzüne bakmaz. Para vermezse vermesin, dünyayla ilişkisi yok ki. Fakirlik olursa olsun. O Allah’a güzel kulluk etmeğe bakar.

Tembel miydi?.. Hayır, asla!.. Çalışır, inler, terler, kazanır, götürür kardeşlerine yedirir.

31

İbrâhim ibn-i Edhem çalışırdı, çalışırdı... Zenbilleri akşam gıda ile doldururdu, tekkeye getirirdi, kardeşlerine yedirirdi. Böyle... Yâni tembellik değil bu, tevekkül, Allah’a dayanmak, Allah’tan korkmak, Allah’tan istemek, başkasından bir şey ummamak, başkasına da aldırmamak, bel bağlamamak mânâsına ve daha geniş mânâları olan bir güzel vasıf, Allah’ın bize emrettiği bir vasıf...

Biz de tevekkül etmeyi öğrenmeliyiz. Evelallah, Allah’ın izniyle, tevekkeltü ala’llah... Yaparım bu işi, olur inşâallah... diye böyle biz de tevekkül etmeliyiz. Madem emrediyor, o zaman tevekkül etmeliyiz.

“—Hocam, bir dükkân açacağım amma acaba...”

“—Tevekkül et, korkma!..”

“—Şuradan şuraya şu işi yapmağa gideceğim ama, olur mu olmaz mı?..”

“—Tevekkül et, yürü!..”

Tevekkül de bir emir. Çünkü Allah,

32

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ(طلاق: ٢)


(Ve men yetevekkel ale’llàhi fehüve hasbühû) diye bize garanti vermiş. “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter! Allah onu gayriye muhtaç etmez. Allah onun imdadına yetişir. Allah ona yardımcı olur.” (Talâk, 65/3) diye va’di de böyle. Tevekkülün sonucunun da güzel olacağı Kur’an-ı Kerim’le sabit.


وهو من مشاهير مشايخ خراسان. واظنُّه اول من تكلم فى علوم الأحوال، بكور خراسان .


(Ve hüve min meşâhiri meşâyihi hurâsân) “Horasan şeyhlerinin meşhurlarından idi Şakîk Hazretleri. (Ve ezunnühû evvele men tekelleme fî ulûmi’l-ahvâl) Sanıyorum ki, ilk defa tasavvufî hallerin, dervişin başından geçen hallerin, makamların sözünü eden kişidi. Evvelâ haller üzerinde, hal ilimleri üzerinde tekellüm eden, konuşan kişilerden biriydi. (Bi-küveri hurâsân) Horasan illerinde...”

Kûre, cem’i küver; il, vilâyet demek. “Horasan vilâyetlerinde, ilk defa tasavvufî hallerin ilmi üzerinde konuşan kişi olduğunu sanıyorum bunun, ondan öncesini bilmiyorum.” demek istiyor yâni Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri.


O da [Ebû Abdurrahmân es-Sülemî] hepsini yazmış, çok büyük bir şahıs o... Peygamber Efendimiz’i yazmış, sahabe-i kirâmı yazmış. O kitaplar elimizde değil. Sahabeden sonra gelen evliyâullahı, yâni bu kitabı da yazmış; bu kitap elimizde... Onlar da olsa, kim bilir neler yazdı mübarek, neler topladı kim bilir.

Ama öyle büyük kitaplar elimizde var. Meselâ, Ebû Nuaym el- İsfahânî’nin Hilyetü’l-Evliyâ isimli bir kitabı var, on ciltlik, her birisi böyle üçer parmak kalınlığında, bir adam zor taşır. Şöyle kucaklaması zor, muazzam bir eser. Onu tercümeye başlamışlar. Bir hocaefendi geldi bana:

33

“—Bölüşüyoruz hocalar arasında bölüm bölüm, inşâallah tercüme edeceğiz, basılacak.” dedi.

O da güzel bir şey. O sahabe-i kirâmdan başlıyor. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz vs. hepsi var. Oradan başlıyor. Yâni, bunun

evvelindeki çağı da içine alan çok büyük bir eser. O bundan büyük, bundan daha hacimli.


Ben onu tercümeye, onu ders mevzuu yapmağa başlamadım. Çünkü bu kolay... Bunu bile yudum yudum, yavaş yavaş izah ediyoruz. Hele bu bir bitsin, bir zemin oluşsun; aşağı yukarı tasavvuf tabirleriyle ilgili, terminolojisiyle ilgili şöyle bir az çok, bu hakîkî mutasavvıflar, elmas gibi, pırlanta gibi olanlar nasıl insanlarmış, bir anlayalım! Ondan sonra, öbür kitaba da belki geçeriz ama, onu hızlı okumak lâzım! Arapçasını Türkçe okur gibi okumak lâzım, dinleyenin de onu anlaması lâzım ki, ömür yetsin, bitsin.

Yoksa, sünnet olan ömür 63 yaşına kadar... Ondan sonra ne yapmış evliyaullahtan bazıları: “Bundan sonra yaşamak sünnete uygun değil!” diye, yerin altına hücre kazmışlar, orada ibadetle vakit geçirmişler. Bir tanesi, bu sene yılı ilan edilen Ahmed Yesevî Hazretleri. 90 yaşına kadar filan yaşamış herhalde. Ama 63’den sonra sünnete uygun olan dışarıda yaşayış bu kadar diye, yerin altına hücre yapmış, orada ibadetle vakit geçirmiş.


كان استاذ حاتم الأصمِّ؛ صحب ابراهيم بن ادهم، واخذ عنه الطريقة.


(Kâne üstâze hàtemini’l-esammi) “Hàtem-i Esam Hazretleri’nin de hocasıydı bu, üstadı idi Şakîk Hazretleri. (Sahibe ibrâhîme’bne edhem) Meşhur İbrâhim ibn-i Edhem ile de karşılaşmışlığı, sohbeti, arkadaşlığı var. Onunla arkadaşlık etti.” Yâni Şakîk, İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’yle arkadaş. Onun da hayatı geçmişti daha önceki haftalar.

34

Ama, Hàtem-i Esam isimli meşhur mübarek zâtın da hocası. Onu da çok seviyorum. Sağır olmadığı halde esam, sağır lakabı almış olan kimse... Sağır değil ama, bir nâhoş şeyi duymazlıktan gelmiş. Kulakları tilki gibi duyuyor ama, karşısındaki insan mahcub olmasın diye duymazlığa vurmuş işi. Kibarlığından, zarâfetinden, karşısındaki insan üzülmesin diye yâni. O şahıs. Tabii, onun menâkıbı ileride gelecek.

Medine-i Münevvere’ye gelmiş, demiş ki:

“—Burada Peygamber Efendimiz’in sarayı, sahabe-i kirâmın sarayları nerede?..”

Demişler ki:

“—Burası Medine. Burada saray olur mu? Bu mübarek insanlar dünyaya rağbet mi etmiş?”

“—E bu saraylar ne?” demiş.

“—İşte şu şunun, bu bunun...” filan.

“—Eyvaaaah! Rasûlüllah’ın şehrini demek ki cebbârlar, melikler istilâ etmiş.” demiş.

Yâni böyle, dobra dobra da nasihatini söyleyen bir insan. Onu yetiştirmiş bu zât... Yâni bazen hocaların kıymeti, yetiştirdiği

35

talebenin büyüklüğünden de bilinir. Allah hepsinin şefaatine erdirsin...


(Sahibe ibrâhime’bne edheme ve ehaze anhu’t-tarîkah) İbrâhim ibn-i Edhem’le arkadaşlığı, sohbeti var ama, tarikatı bu ondan almış. İbrâhim ibn-i Edhem hoca durumunda. İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri’nden Şakîk almış, talebesi durumunda... (Sahibe) Ahbaplıkları, sohbetleri var. Yâni, yetişmiş İbrâhim ibn-i Edhem’e demek. İbrâhim ibn-i Edhem’den tarikat elini almış, tarikata intisabı, ona bağlılığı olmuş.


واسند الحديث:


(Ve esnede’l-hadîs) “Hadis de rivayet etti.“


b. Asıl Hayır Ahiret Hayrı


أخبرنا إبراهيمُ بنُ أحمد بن إبراهيم المستملى، إجازةً، انَّ أحمد ابن أحيد بن نوح بن أيُّوب، البزاز البلخى، حدثهم قال: حدثنا

أبو صالح مسلم بن عبد الرحمن البلخىَّ، قال: حدثنى ابوعلىٍّ،

شقيقُ بن ابراهيم الأزدى، حدثنا عبَّاد -يعني ابن كثير- يقول: عن هشام ابن عروةَ، قال لى عروة: قالت عائشة رضى الله عنها: كان رسول الله صلى الله عليه و سلم، يقول: اللهمَّ انَّ الخير خير الآخرة.


TS. 61/1 (Ahberanâ ibrâhimü’bnü ahmede’bni ibrâhîm el- müstemlî, icâzeten, enne ahmede’bne uheydi’bni nûhi’bni eyyûb, el- bezzâz el-belhîyye, haddesehüm, kàle: Haddesenâ ebû sàlihin müslimü’bnü abdi’r-rahmâni’l-belhiyyi, kàle: Haddesenî ebû

36

aliyyin, şakîku’bnü ibrâhim el-ezdiyyü, haddesenâ abbâdü ya’nî ibne kesîrin, yekùlü an hişâmi’bni urvete kàle: Kàle lî-urvete kàlet âişetü radiya’llàhu anhâ: Kâne rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve selleme, yekùl: Allàhümme inne’l-hayra hayrü’l-âhireh)

Şimdi biliyorsunuz, bu kitabın müellifinin metodunu: Yüz tane mübarek büyük zâtın hayatını yazmış. Usûlü: Hayatı hakkında, ismi hakkında bilgi veriyor, memleketi hakkında bilgi veriyor. O zaman için en şerefli meşguliyet, hadis ilmiyle meşgul olmak gibi olduğundan, bu şahıs eğer bir hadis râvisi ise, aynı zamanda bunun rivâyet ettiği bir hadisi yazıyor. Ondan sonra da, bu şahsın söylediği güzel sözleri anlatmağa geçiyor. Önce hayatı ve memleketi, ismi, babası ve sâiresi hakkında bilgi.

Bak burada doğum tarihi, ölüm tarihi söylemedi; demek onu tesbit edememiş. Şu zaman doğdu, bu zaman öldü diyemiyor. Ama İbrâhim ibn-i Edhem’den tarikat almış, Hâtem-i Esam’ın hocası. O arada yaşayan bir kimse olduğu anlaşılıyor.


Şimdi burada, bu rivâyet ile, Hazret-i Aişe’den bir hadis rivâyet ettiğini misal olarak veriyor. Demek ki, Şakîk Hazretleri hadis râvîsi de olmuş, hadis de rivâyet etmiş. Hangi kanaldan, hangi sened zincirinden?.. Şu okuduğum zincirden...

Tabii bu şahısların kim olduğuna dair, bilgiler var burada:


إبراهيم بن أحمد بن إبراهيم بن داود، أبو إسحاق المستملى البلخى الحافظ. كان عالمًا عارفًا بأحاديث أهل بلخ ومشايخهم والتواريخ. مات ببلخ، فى شهور سنة ست وسبعين وثلثمائة.


İbrâhim ibn-i Ahmed ibn-i İbrâhim el-Müstemlî meselâ. Bu Ebû İshâk el-Müstemlî el-Belhî hafızmış, hadis hafızıymış. (Kâne àlimen àrifen bi-ehàdîsi ehli belh ve meşâyihihim) Belh ahalisinin hadisleri bilen arif bir kimseydi. (Ve’t-tevârîh) Tarih bilgisine de sahip kimseydi bu el-Müstemlî isimli şahıs. (Mâte bi-belh) Belh’te öldü. (Fî şuhûri seneh sittün ve seb’îne ve selâse mieh) 376

37

senesinin içinde, ayların birisinde Belh’te vefat etti diyor. Bu şahıstan duymuş bu kitabı yazan, (icâzeten) icâzet yoluyla rivâyet etmiş bu şahıs.

(Enne ahmede’bne uheydi’bni nûhi’bni eyyûb el-bezzâz el-belhî) Kendisine rivâyet etti diye söylemiş. O da demiş ki: (Haddesenâ ebû sâlihin müslimü’bnü abdi’r-rahmâni’l-belhî) Bu kimmiş?..


مسـلم بن عـبد الـرحمن، أبـو صـالـح الــبلـخى، مسـتملى عمـر بن هارون بن يزيد بن جابر بن سلمة، أبو حفص الثقفى البلخى، المتوفى سنة أربع وتسعين ومائة. وقدمات مسلم هذا بطرسوس، فى شهر رمضان، سنة أربعين ومائتين .


(Müslimi’bni abdi’r-rahmân, ebû sàlih el-belhî, müstemilî umeri’bni hârûni’bni yezîdi’bni câbiri’bni sülemeh, ebû hafs es- sakafî el-belhî, el-müteveffâ senete erbaîn ve tis’îne ve mieh) 194 senesinde vefat etmiş, Filancanın divanında vazife gören bir alim kimseydi diye, o valinin adını söylüyor. (Ve kad mâte müslimün hâzâ bi-tarsus) Tarsus’ta ölmüş. Onun için hatırınızda kalabilir bu râvî. (Fî şehri ramadan senete erbaîne ve mieteyn) 240 senesinde, Ramazan’da Tarsus’ta ölmüş.


Biliyorsunuz, Tarsus hudut gibiydi, oralara cihada falan gelirlerdi. Ama Tarsus peygamberler şehri filan olduğu için, bizimkiler tabii orayı önceden almışlar, sevmişler, orada yerleşmişler. Bu zât da Tarsus’un ahalisindenmiş, kabri orada… Ya bellidir, ya belli değildir; ama ismini hatırımızda tutalım, araştıralım: Müslim ibn-i Abdirrahmân ebû Sâlih e-Belhî. 240 senesinde Tarsus’ta ölmüş. Demek ki hicretten 240 sene sonra, Anadolu’nun Tarsus şehri müslümanların elinde, orada yaşıyorlar ve gömülüyorlar.

(Kàle: Haddesenî ebû aliyyin şakîkü’bnü ibrâhim el-ezdî) İşte

38

bu şahıs Tarsus’ta ölen Şakîk Hazretleri’nden duymuş. Şimdi, Şakîk hadis râvîsi ama Şakîk’ten hadisi kim rivâyet etmiş bu Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’ye kadar, Şakîk’le arasındaki isimleri söylüyor.

Ben bu teferruatı size niye anlatıyorum?.. Bu hadis-i şerifler bu ciddiyetle okunmuş, dinlenmiş, yazılmış, nakledilmiş. Bu kadar böyle hepsi, her şey belli… Onu anlatmak istiyorum.


(Haddesenâ abbâd, ya’nî ibni kesîr)


عباد بن كثير الثقفى البصرى العابد. نزيل مكة. يقول عنهابن المبارك: ما أدرى من رأيت أفضل من عباد بن كثير فى ضروب من الخير، فاذا جاء الحديث فليس منه. مات بمكة، سنة بضع خمسين ومائة.


(Abbâdü’bnü kesîr es-sakafî el-basrî el-àbid. Nezîlü mekkeh) Mekke’ye yerleşmiş. (Yekùlü anhu ibni’l-mübârek:) Yâni bu râvî, İbn-i Kesîr hakkında, bizim şu kitabını neşrettiğimiz İbnü’l- Mübârek Hazretleri demiş ki:

(Mâ edrî men raeytü efdale min abbâdi’bni kesîrin fî durûbi mine’l-hayr) “Çeşitli hayırlarda bu Abbâd’dan daha hayırlı bir kimse gördüm mü, görmedim mi bilemiyorum.” diyor. Yâni çok âbid, zâhid bir insanmış bu şahıs. (Feizâ câe’l-hadîs feleyse minhu) “Çok hayırlı bir insan ama, hadis konusuna gelince sağlam değil.” demiş. Kusurunu da dobra dobra söylüyorlar. Abiddi, zâhiddi, hayırlı kimseydi ama, hadis konusunda zayıftı. Çünkü hadis oyuncak değil. Peygamber Efendimiz’den söylenen söz. Onu belirtmiş.

(Mâte bi-mekkete, senete bid’in ve hamsîne seneh) “150 küsürde Mekke’de vefat etmiş.” Yâni bu şahıs, bizim Şakîk’a rivâyet eden bu Mekkeli âbid.

39

Buna kim rivâyet etmiş? (Hişâmü’bnü urveh) Hişâmü’bnü Urve de:


هشام بن عروة بن الزبير بن العوام، الأسدى، أبو المنذر. يروى

عن ابيه وغيره. وهوثقة حجة. توفى سنة خمس وأبعين ومائة.


(Hişâmü’bnü ürvete’bni zübeyri’bni’l-avvâm, el-esedî, ebü’l- münzir) Yâni, “Zübeyr ibn-i Avvâm’ın torunu bu. (Yervî an ebîhi) Babasından ve başkalarından hadis rivâyet ederdi. (Ve hüve sikatün hüccetün) Çok güvenilen bir insandı, sağlam bir insandı bu Hişâm ibn-i Urve. O söylemişse belge olacak kadar, hüccet kabul edilecek bir kimseydi. (Tüveffiye senete hamsin ve erbaîne ve mieh) 145 senesinde vefat etmiş.”

Bu Hişâm ibn-i Urve, o âbid Mekkeliye rivâyet etmiş, âbid Mekkeli de bizim Şakîk Hazretleri’ne rivâyet etmiş. Ama Hişâmü’bnü Urve kimden almış?

(Kàle lî urvetü) Yâni babasından almış. Bu Urvetü’bnü Zübeyr, Zübeyr ibn-i Avvam’ın oğlu. Onun da hayatına aşağıdan bakıverelim:


عروة بن الزبير بن العوام الأسدي، أبو عبد الله المدن ي؛ أحد فقهاء السبعة، وأحد علماء التابعين. يرو ي عن خالته عائشة

أم المؤمنين، وغيرها. ويروي عنه ابنه هشام وغيره. كان ثقة كثير الحديث فقيها، لم يدخل نفسه من شئ من الفتن. وكان يتألف الناس على حديثه. ولد سنة تسع عشرين، ومات سنة اثنتين وتسعين.


(Urvetü’bnü zübeyri’bni el-avvâm el-esedî ebû abdi’llâhi’l- medenî, ehadü fukahâi seb’ah) “Yedi fakihten birisi.” Medine’de

40

yedi meşhur fıkıh alimi vardı tabiîn zamanında, bu Urve onlardan bir tanesi, yedi taneden bir tanesi. Çok büyük alimdi. (Ve ehadü ulemâi’t-tâbiîn) Tâbiînin alimlerinden birisi idi Urvetü’bnü Zübeyr. (Yervî an hàletîhî âişete ümmü’l-mü’minîn) Müslümanların annesi Hazret-i Aişe’den hadis rivâyet ederdi. Hazret-i Aişe onun teyzesi oluyor. Urve’nin annesi [Hazret-i Esmâ] ile Hazret-i Aişe kardeş.

Ümmü’l-mü’minîn diyor Hazret-i Aişe Vâlidemiz’e. Güzel bir şey duydum, onu size nakledeyim: Müslümanların inancına, bize göre Peygamber Efendimiz SAS’in hanımları bizim neyimiz?.. Annelerimiz. Nereden belli? Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:


وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ(الأحزاب: ٠)


(Ve ezvâcühû ümmehâtühüm) “O Rasûlüllah’ın zevceleri onların anneleridir.” (Ahzâb, 33/6) Kur’an-ı Kerim’de Allah söylüyor bunu.

O halde, Peygamber Efendimiz’in hanımları hepimizin nesi? Annesi... El-hamdü lillâh, çok şükür, Peygamber Efendimiz’in hanımları annemiz. O halde Arapça hepimizin nesi?.. Anadili, anadili!.. “Yazıklar olsun size ve bize ki, anadilimizi bile öğrenmemişiz!” diyebilir miyiz şimdi bunun arkasından? Yapıştırır mıyız hazır cevaplılıkla, taşı gediğine koyup da?.. Hem o mübareklerin evlâdı olalım, onlar bizim annemiz olsun; hem de anadilimiz Arapça’yı öğrenmemiş olalım... Yazık bize yâ!..

O halde Arapçaya çalışalım! Analarımızın dili olduğundan Arapçayı güzelce öğrenelim de, bu Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin Hilyetü’l-Evliyâ’sını açalım; böyle hızlı hızlı, tıkır tıkır okuyalım, siz de hızlı hızlı dinleyin, izaha lüzum kalmadan öyle okuyalım inşâallah!..


Zaten bu Râmûzü’l-Ehâdis’i bizim tekkede ilk önce öyle okurlarmış. Herkes eline alırmış, hocaefendi okurmuş, herkes

41

takip edermiş. Hatim sürer gibi yâni. İzah filan yok. Ondan sonra, iş kısa tercümeye dökülmüş. Türkçesini bilmiyorlar diye, aman tercümesini anlatalım filan diye hadisi bir okumuşlar, bir kısa tercüme yapmışlar. İşte onlardan not tutarak, Abdülaziz Bekkine Hazretleri’nin Râmûzü’l-Ehâdis tercümesi meydana gelmiş. Çok nefis tercümesi var. Böyle mükemmel dirayetle tercüme etmiş.

Bizim zamanımızda, kısa tercüme de kâfî gelmediğinden, biz bir hadis-i şerifi bir derste anlata, anlata, anlata, cemaate ancak anlatabiliyoruz. Bakalım bundan sonrası nereye varır işin?.. Bundan sonrası inşâallah aslına dönmek olacak. Ana dilimizi öğreneceğiz, inşâallah öyle hızlı okuyacağız.

Evet bak, dipnotları okumanın faydası oldu. Şimdi geldik: (Kàlet àişetü) Ümmü’l-mü’minîn, müslümanların annesi olan RA, Hazret-i Aişe dedi ki...

Bunun hakkında da bakalım aşağıda ne yazmış:


عائشة بنت أبى بكر الصديق، رضى الله عنهما،التيمية، أم عبد

الله. كانت من أعلم الناس بالشعر. وكانت تصوم الدهر. توفيت سنة سبع وخمسين، و دفنت بالبقيع .


(Àişetü bintü ebî bekrini’s-sıddîk) “Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri’nin kızı Hazret-i Aişe bu. (Radıya’llàhu anhümâ) Allah her ikisinden de râzı olsun... Babasından da, ondan da... (Et- teymiyye) Kureyş’in Teym kabilesinden idi, Teym kolundan idi.”

Mekke’de ben bir taksiye bindim bir arkadaşla. Taksiciye sordum:

“—Yâ biz Mekke’ye geliyoruz, gidiyoruz böyle hacılar, umreciler. Burası Peygamber Efendimiz’in doğduğu şehir, Kureyş’in çok olduğu bir şehir. Yâni Mekke kimindi?.. Kureyşlilerin idi, Kureyş soyunun idi. Şimdi burada Suudlular var, bilmem ne ama... Suudlular çölden gelmiş, dağdan gelmiş buraya. Asıl Kureyşliler nerede?” dedim.

Şöyle başını salladı,

42

“—Ben Kureyştenim!” dedi.

“—Hangi kabiledensin?” dedim,

“—Teym kabilesindenim.” dedi.

Demek ki, Hazret-i Aişe Vâlidemiz’in kabilesindenmiş. Ama fukaracık, külüstür bir taksisi vardı. Suudlular kanatlı kuyruklu arabalarla geziyorlar dağdan gelmeler; öteki Kureyşliler, oranın yerlileri fakr u zaruret içinde... Tabii Suudlular Necid’den gelmiş. Bayağı da savaşmışlar, filan. Biraz Mekkelilerle problemleri var, savaşıp ele geçirmişler Peygamber Efendimiz’in evlatlarından... Külüstür bir taksiyle taksicilik yapıyordu geçinmek için. Sübhànallah!..


Künyesi Ümm-i Abdi’llâh imiş. Hani Ebû Bekir diyoruz. Ebû’lu kelimeler erkekler için künye oluyor ama, kadın olunca ümm

diyeceğiz. Meselâ. Ebü’d-Derdâ diyoruz RA, karısının adı Ümmü’d-Derdâ... Bunun da lakabı Ümmü Abdillah, Abdullah’ın anası imiş, künyesi bu. Hazret-i Aişe anamızın künyesi Ümm-ü Abdillah imiş.

(Kânet min a’lemi’n-nâsi bi’ş-şi’ri) “Arap şiirini en iyi bilen insanlardandı, insanların Arap şiirini en iyi bilenlerdendi Hazret-i Aişe Validemiz. (Ve kânet tesûmu’d-dehr) Bütün sene oruç tutardı. Her gün. Yâni haram günler hariç, her gün oruç tutardı Hazret-i Aişe Validemiz. (Tüvüffiyet senete seb’in ve hamsin) 57 senesinde vefat etmiştir. Hicretten 57 yıl sonra vefat etmiştir. (Ve düfine fi’l- baki’) Baki’ Kabristanı’na defnedilmiştir.

Neresine defnedildi?.. Türbesi vardı eskiden, şimdi dümdüz. Dümdüz değil de dalgalı toprak. Bütün türbeleri Vahhâbîler yerle bir etmişler. Onun için, hiç bir şey görünmüyor. Neresi Hazret-i Osman’ın kabri, neresi Hazret-i Aişe’nin kabri, neresi hangi mübareğin kabri, belli değil. Dümdüz, işte böyle bir arsa gibi… Ot da yok, ağaç vs. de yok. Baki’ Kabristanı böyle bir yer şimdi. Oraya defnedilmiş.

“—Hangi sene vefat etmiş?..”

“—57” İyi, mâşâallah.

43

“—Künyesi? Ebû Abdullah mıydı?..”

“—Ümm-ü Abdillâh!”

Tamam, aferin, çok güzel! Şaşırtamadık. Şaşırtmak istedik ama, şaşırmadınız. Güzel, aferin! Siz bu gidişle, hadis alimi de olursunuz bu hafızayla...

Ne buyurmuş Hazret-i Aişe Anamız:1


كَانَ رَسُولُ الله صَلَّى الله عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، يَقُولُ : اَللَّهُمَّ إِنَّ الْخَيْرَ


خَيْرُ اْلآخِرَةِ .



1 Buhàrî, Sahîh, c.XXII, s.141, no:6661; Müslim, Sahîh, c.IX. s.301, no:3370; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.170, no:12755; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.43, no:13071; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.84, no:8313; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.350, no:6935; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.84, no:3337; Bezzâr, Müsned, c.II, s.294, no:6552; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.392, no:1319; Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VII, s.344, no:2809; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

44

(Kâne rasûlü’llah salla’llàhu aleyhi ve selleme yekùl) “Rasûlüllah SAS derdi ki...” Sık sık demek söylermiş, bir defa söylememiş. “Şöyle der dururdu.” (Kâne yekùlü) demek, devam ederdi demek yâni. Öyle der. Ne dermiş:

(Allàhümme inne’l-hayra hayrü’l-âhireh) “Ey Allah’ım! Muhakkak ki, asıl hayır ahiret hayrıdır.” Dünya ne olacak, gelip geçer. Mühim olan ahiret hayrıdır. Allàhümme dediğine göre, demek ki, “Muhakkak ki asıl hayır ahiret hayrıdır, bana ahiret hayrını ver!” diye, onu istemiş oluyor.

Bu birinci hadis-i şerif. Demek ki, Şakîk Hazretleri hadis de rivâyet etmiştir, işte bir hadis-i şerif bu.


c. Dünyalığın Helâli Hesap, Haramı Azap


Bir hadis daha... Böyle iki hadis-i şerif pek rivâyet etmez ama, bu sefer ikinci bir hadis-i şerif de rivâyet ediyor.


٣- أخـبرنا محمد بن أحمد بن ســعـيدٍ الرازىُّ، قال: حدثـنـا الـحسـين بن داود الـبـلـخـىُّ، قال: حدثـنـا شـقـيـق بن إبراهـــيم، حدثنا أبو حاشم الأبلى، عن أنسٍ، رضى الله عنه، قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: من أخذ من الدنيا من الحلال حاسبه الله به؛ ومن أخذ من الدنيا من الحرام، عذَّبه الله به. أفٍّ للدنيا وما فيها من البليَّات! حلالها حسابٌ، و حرامها عزابٌ!


TS. 62/2 (Ahberanâ muhammedü’bnü ahmede’bne saîdini’r -

râziyyü) Bu şahıs bize haber verdi diyor müellif, Sülemî. (Kàle haddesene’l-huseynü’bnü dâvûde’l-belhî) Hüseyin ibn-i Dâvud el- Belhî ona söylemiş. (Kàle haddesenâ şakîku’bnü ibrâhîm) Bu tercüme-i hâlini, hayatını okuduğumuz Şakîk, üçüncü râvî.

45

Demek ki Şakîk’dan birisi duymuş, o bizim müellife nakletmiş; arada iki halka var. Ama Şakîk’dan evvel, Şakîk Hazretleri kimden öğrenmiş onu okuyalım:

(Haddesene’l-şakîku’bnü ibrâhim, haddesenâ ebû hâşimini’l- übüllî) Ebû Hâşim isimli şahıs ona rivâyet etmiş, (an enesin radıya’llàhu anhu) Enes RA’dan rivâyet etmiş. Bu isimleri de okuyalım.

Ebû Hâşim el-Übüllî kimmiş?..


أبو حاشم، كثير بن سليم، و يقال: ابن عبد الله، الأبلى- نسبة

إلى الأبلـة، بلدة قديمة على أربـعـة فراسح من البصرة، و هى اليوم جزء منها- الناجى، كان يضع الحديث على أنس بن مالك، متروك الحديث ضعيف. مات بعد السبعين ومائة.


Basra’ya dört fersah mesafedeki Übülle beldesinde doğmuş olan bir şahısmış. Şu anda artık Basra’ya bitişmiş oluyormuş orası, müellifin yaşadığı zamanda... (Metrûkü’l-hadîsi daîfun) “Hadisi pek kabul edilmez, hadis konusunda zaifti.” diyor. (Mâte ba’de seb’îne ve mieh) 170 senesinden sonra vefat etti diyor. Yâni zayıf bir râvî olduğunu söylüyor bu Übüllî’nin. O da Enes RA’dan rivâyet etmiş.


أنس بن مالك بن النضر بن ضمضم بن زيد بن حرام الأنصارى البخارى. خدم النبى صلى الله عليـه و سلم عشر سنين، و شـهد

بدرًا. مات سنـة تسـعـين أو بعدها، وقد جاوز المائة. و هو اۤخر من مات بالبصرة من الصحابة.


(Enesü’bnü mâlikü’bnü’n-nadr ibn-i damdami’bni zeyd ibn-i harâm el-ensârî el-buhârî) Bu ensârdan bir kimse, sahabenin

46

ensâr olanından. (Hademe’n-nebiyye salla’llahu aleyhi ve selleme aşere sinîn) 10 sene Peygamber Efendimiz’e hizmet etmişti. (Şehide bedren) Bedir Savaşı’nı gördü. Yâni Bedir Savaşı’na katılmış Enes RA. (Mâte senete tıs’în) 90 senesinde öldü. (Ev ba’dehâ) Yahut ondan bir-iki sene sonra. (Ve kad câveze’l-mieh) 100 yaşını geçmiş olarak, 100’den fazla yaş yaşamış olarak öldü. (Ve hüve âharu men mâte bi’l-basrati mine’s-sahâbeh) Sahabeden Basra’da en son ölen kişi Enes RA.

Buradan rivâyet geliyor. (Kàle kàle rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem) Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu diye, Enes RA rivâyet ediyor bize:2


مَنْ أَخَذَ مِنَ الدُّنيَا مِنَ الْحَلاَلِ حَاسَبَهُ اللهُ بِهِ؛ وَمَنْ أَخَذَ مِنَ الدُّنيَا


مِنَ الْحَرَامِ، عَذَّبَهُ اللهُ بِهِ. أُفٍّ للدُّنيَا وَمَا فِيهَا مِنَ الْبَليَِّاتِ! حَلاَلُهَا


حِسَابٌ، وَحَرَامُهَا عَزَابٌ (الديلمي عن أنس)


(Men ehaze mine’d-dünyâ mine’l-halâl, hàsebehu’llahu bihî; ve men ehaze mine’d-dünyâ mine’l-harâm, azzebehu’llahu bihî. Üffin li’d-dünyâ ve mâ fîhâ mine’l-beliyyât! Halâlühâ hisâbün, ve harâmühâ azâbün!) Buyurmuş ki Peygamber SAS Efendimiz:

(Men ehaze mine’d-dünyâ mine’l-halâl) “Dünyalık mal mülk eşya vs.den helâl olanından kim alırsa eline, elde ederse, malik olursa, (hàsebehu’llàhu bihî) Allah onu ondan hesaba çeker. “

Neden hesaba çeker helâl maldan? Helâlden aldı. Yâni bu malı helalden aldın, tamam. Bu malın sana yüklediği görevleri yaptın mı? Zekâtını verdin mi?

Çünkü insan zengin oldu mu, parası oldu mu, onun gereği olan



2 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.585, no:5830; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.236, no:6325; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.393, no:45408.

47

birtakım vazifeleri var. Zengine, zekât vermek gerekiyor. “Bu malının zekâtını verdin mi?” diye sorar; bir...

Sonra, “Nereye harcadın?” diye sorar. Çünkü helâldan kazanmak da sorulur. Bu helâlden, tamam. “Zekâtını verdin mi?” diye sorar. Bir de, “Nereye harcadın?” diye sorar. Helal malı kötü yere harcadıysa, o da vebaldir.

Olmadık yere harcamış.

“—İşte üç katlı kocaman bir köşk yaptım hocam.”

Kendi kendimizi aldatıyoruz: “Misafirler gelecek diye köşkü yaptım.” diyoruz. Anlat külahıma... Ben çevireyim, sen de içine konuş, dolsun kelimeler. Ne diyeyim işte, külah.

Yâni israfa mı harcadı, boş yere mi harcadı, yanlış yere mi harcadı, günaha mı harcadı, ters bir işe mi harcadı; onun hesabını sorar Allah...


(Ve men ehaze mine’d-dünyâ mine’l-harâm) “Kim dünyalık maldan, mülkten haram yolla bir şey elde eder, mâlik olur, alırsa; (azzebehu’llàhu bihî) o kazancı, o ihtisabı, o kesbi, o mâlikiyeti haram yoldan olduğu için, ondan dolayı azab olacak mutlaka...”

O zaman, Efendimiz bu iki cümleyi söyledikten sonra buyurmuş ki: (Üffin li’d-dünyâ) “Öf be dünyaya! İllallah dünyadan!.. (Ve mâ fîhâ mine’l-beliyyât!) Ve içinde olan belâlardan, musibetlerden dolayı dünyaya yuh be, illallah be! (Üffin li’d-dünyâ) Üf dünyaya...” Yâni istemediğini belirten bir ifade. (Halâlühâ hisâbün, ve harâmühâ azâbün!) “Helali hesaptır, haramı azaptır.” Böyle.

Peygamber Efendimiz’in dünyanın kıymetsiz olduğuna ve dünyaya rağbet etmemek gerektiğine ve dünyaya meyletmemek gerektiğine dair hadis-i şerifleri çok. Sadece bu değil. Evet, bunun içinde bir zayıf râvî var, hadis usûlü bakımından tenkid edilmiş bir zayıf râvîsi var ama, net ve sahih hadis-i şeriflerde de Rasûlüllah Efendimiz:3



3 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.382, no:2299; İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.133, no:4099; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.391, no:3709; Hàkim, Müstedrek,

48

مَا لِي وَلِلدُّنْيَا؟ مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ،


ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا (حم. ت. ه. ك. ض. عن ابن مسعود)


RS. 488 (Mâ lî veli’d-dünyâ) “Benim dünyayla ne işim var?” buyuruyor. (Mâ ene fi’d-dünyâ illâ kerâkibin istezalle tahte şeceretin sümme râha ve terekehâ) “Dünyada ben bir ağacın gölgesinde birazcık istirahat eden, dinlenen, sonra kalkıp giden

bir süvari gibiyim.” buyurmuştur.

Onun için ilâhilerin birisinde, “Dünya bir gölgeliktir.” diye geçiyor. Kâbe’yle ilgili bir ilâhi var böyle:


Kâbe’nin yolları bölük bölüktür

Benim yüreğim delik deliktir.

Dünya dedikleri bir gölgeliktir.

Cânım Kâbem varsam sana, Günahkâr yüzümü sürsem sana...


Eşim dostum yüklesinler yükümü,

Komşularım helâl etsin hakkını

Görmez oldum ırak ile yakını

Cânım Kâbem varsam sana,

Günahkâr yüzümü sürsem sana...



c.IV, s.345, no:7859; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.311, no:10415; Bezzâr, Müsned, c.I, s.260, no:1533; Tayâlisî, Müsned, cI, s.36, no:277; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.162, no:10327; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.290, no:1384; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.217, no:35444; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.VII, s.202; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.196, no:5292; İbn-i Sa’d, Tabâkàt, c.I, s.467; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IV, s.130, no:952; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.234; Hünnâd, Zühd, c.II, s.382, no:744; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.197, no:6142; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.99, no:20292.

49

Tabii, başka hadis-i şerifler de var:4


حُب الْدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ .


Hubbü’d -dünyâ re’sü külli hatîeh.) “Her hatanın başı dünya sevgisidir, dünyalık sevgisidir.“ diye çok. Yâni konu bakımından sağlam.

Bizim bir profesör vardı Edebiyat Fakültesi’nde. Öğrencilerden bir tanesi kalktı:

“—Hocam, (Küntü kenzen mahfiyyen) “Ben bir gizli hazine idim, bilinmemi istedim. Mahlûkatı yarattım, beni bilsinler diye.” sözü hadis-i şerif midir, değil midir? Hadisçiler tenkit ediyorlar.” diye sordu.

Bizim profesör tabii hadisçi değil de, rahmetli:

“—Ama mânâsı sağlam!” dedi. “Otur aşağıya...” dedi.


Şimdi Şakîk Hazretleri’nin sözlerine geldi sıra... İki hadis rivâyet etti ondan. Birisi, Peygamber Efendimiz: (Allàhümme inne’l-hayra hayre’l-âhirete) “Asıl hayır ahiret hayrıdır.” buyurmuş. İkinci hadis-i şerif: “Dünyanın helâli hesaptır, haramı azaptır. Öff dünyadan, illallah dünyadan!..” demiş olduğu hadis.


d. Korkulacak Üç Durum


٢- سمعت أبا علىٍّ سعيد بن أحمد البلخىَّ، يقول: سمعت أبى، يقـول: سـمـعـت محمد بن عبدٍ، يقـول: سـمـعـت خالى محمد بن الليث، يقول: سمعت حامدًا اللفاف يقول: سمعت حاتمًا الأصمَّ



4 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.338, no:10501; Ebû Nuaym, Hilyetü’l -

Evliyâ, c.VI, s.388; İbn-i Asàkir, Târih-i Dimaşk, c.IIIL, s.428; Hz. İs AS’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.192, no:6114; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.412, no:1099; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXXI, s.326, no:45030.

50

يقول: سمعت شقيق بن ابراهيم، يقول: العاقل يخرج من هذه الأحرف الثلاثة: الأول: أن يكون خائفًا لما سلف منه من الذنوب. والثانى: لا يدرى ما ينزل به ساعةً بعد ساعة. والثالث: يخاف من ابهام العاقبة، ولا يدرى ما يختم له.


TS. 63/3 (Semi’tü ebâ aliyyin saîdebne ahmed il-belhî, yekùl: Semi’tü ebî yekùl: Semi’tü muhammede’bne’l-leys, yekùl: Semi’tü hàmiden el-leffâf, yekùl: Semi’tü hàtemeni’l-esamme yekùl: Semi’tü şakîke’bne ibrâhîme yekùl:)

Bu rivâyet zinciri ile Şakîk Hazretleri’nin, yâni hayatını okumakta olduğumuz Şakîk Hazretleri’nin sözlerine geldi. Diyor ki Şakîk Hazretleri... Kim duymuş bundan?.. Hatem-i Esam Hazretleri, o çok sevdiğimiz zât. Ondan ötekiler duymuşlar. Müellife kadar, bu kitabı yazan adama kadar mâlumat böylece o kanaldan gelmiş. İşte (ebî) dediği, babam demek. (Hàlî) dediği, dayı demek. O ondan, o ondan duymuş, gelmiş bu söz müellifin kulağına:

(El-àkilü lâ yahrucu min hâzihi’l-ahrufi’s-selâseh: El-evvel: En yekûne hàifen limâ selefe minhü mine’z-zünûb. Ve’s-sânî: Lâ yedrî mâ yenzilü bihî saaten ba’de saah. Ve’s-sâlisü: Yehâfü min ibhâmi’l-àkıbeh, ve lâ yedrî mâ yuhtemmü lehû.)


Buyurmuş ki Şakîk Hazretleri:

(El-àkil) “Aklı başında olan, uyanık olan, akıllı olan bir insan, (lâ yahrucu min hazihi’l-ahrufi’s-selâseh) şu üç kelimeden, ibâreden haric olamaz. Şu üç cümlenin anlattığı durumun dışında olamaz, dışarı çıkamaz. Yâni bunların içindedir.” Neymiş bu üç durum:

1. (El-evvel) “Birincisi: (En yekûne hàifen limâ selefe minhu mine’z-zünûb) Günah bâbında, kendisinden daha evvelce sadır olmuş olan suçlardan korkar durumda olması. Akıllıysa bir insan, evvelce işlemiş olduğu günah bâbından sayılacak şeylerden korkar

51

daimâ...”

“—Ah ben gençliğimde şunu yapmıştım, ah ben cahilliğimde şunu etmiştim... Ah ben o kalın kafalılığım zamanında, yobazlığımda şöyle etmiştim, böyle etmiştim...” filân diye, eski günahlarından dolayı içinde bir korku olur akıllıysa... Akıllı insan geçmişini düşünür, hatasını, günahını düşünür, içinde bir korku bulunur.

2. (Ve’s-sânî) “İkincisi: (Lâ yedrî mâ yenzilü bihî sâaten ba’de sâah) Kendisine gökten Allah tarafından ne takdir gelecek onu bilemez. Ondan da korkar.” demek. Yâni, ne olacak bilmiyor ki bir dakika sonra... Amerika gelip bomba mı atacak, füze mi patlatacak, zelzele mi olacak, Çernobil’in emsali bir yerde bir atom santrali patlasa, işte kaç sene sonra millet ölüyor da, o zaman aklımız başımıza geliyor. Bilmeyiz ki, yâni gökten ne gelecek. Ondan da korkar.

3. (Ve’s-sâlis) “Üçüncüsü: (Yehàfu min ibhâmi’l-àkıbeh) Akıbetinin mübhemliğinden de korkar.” Kim biliyor ne olacağını?.. Hiç kimse ileride ne olacağını bilmiyor. (Lâ yedrî mâ yuhtemmü lehû) “Hangi amel üzere ömrü mühürlenecek, bitecek? Acaba iyi bir insan olarak mı ahirete göçecek; yoksa kötü bir insan olarak mı ahirete göçecek?” diye ondan da korkar.”


Demek ki, akıllıysa üç şeyden korkacak. Bir: Geçmiş günahlarından. İki: Şimdi başına gelebilmesi muhtemel belâlardan, musibetlerden, yağacak olan şeylerden. Üçüncüsü de: Sonunun ne olacağından.

Pekiyi korkup ne yapacak? Tedbir alacak. Tedbirini alacak, emin olmayacak, güvenmeyecek, havâî olmayacak, lâubâli olmayacak.

Geçmiş için ne tedbir alınabilir?.. Geçmiş için insan tevbe eder, istiğfâr eder. Çünkü, Allah tevbe ve istiğfâr eden, nâdim ve pişman olanın günahını affedeceğini bildiriyor. “Affet yâ Rabbi! Biliyorum ki hakikaten çok edebsizlik ettim, günah işledim, bağışla yâ Rabbi!..” der ve bağışlanması için zikir yapar, dua eder, Kur’an okur, hayır yapar, sadaka verir... Gözyaşları içinde

52

yapabildiği şeyleri yapar ki, eski günahları affolsun.

İkincisi: Acaba başıma gökten bir belâ yağar mı, bir şey olur mu diye hazırlıklı olur.


Şimdi ben bugün arkadaşlarla konuşuyordum, “Hocam bunu çok çok söyleyin!” dediler bana. Onun için, sizi burada kalabalık yakalamışken, söyleyeyim: Dervişlik nedir?.. Çok sözler söylenebilir de kısacası: “Dervişlik ölüme hazırlıklı olmaktır.” Onun için, dervişler hazır asker demişler.

“—Şu anda öleceksin, hazır mısın?..”

“—Yok vallahi hocam, aman, tevbe tevbe. Şimdi hiç gelmesin, olmasın, bilmem ne...”

Neden?.. Hazırlığı yok, tevbesi yok, işi berbat, pürüzleri var evinde, iş yerinde vs.de vs.de... Temizlenmemiş bir sürü hesabı var, kapatılmamış işleri var... Haa, hazırlıklı değil… Bu derviş değil.


Bak ben size bir adamı anlatayım Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş, bu Cumhuriyetin ilk yıllarına da yetişmiş o terbiyeyle. Uzun da anlatabilirim de, uzun mu anlatsam kısa mı anlatsam hikâyesini. Mühim bir şahsiyet... Camide bir kere anlatmıştım, burada da anlatalım, banda girsin:

İstanbul’un defterdar müdürlüğüne bir müdür tayin olmuş; itibarlı paşazade, ağazade bir adam... Gelmiş defterdar müdür olarak oturmuş dairesine... Yeni başladı işe. Her tarafa dikkat ediyor, adamlarını tanımağa çalışıyor. Aaa, bir de bakmış ki muavinlerinden bir tanesi saat dörtte dairenin kapısından çıkmış, sokakta tıpış tıpış gidiyor. Camdan görmüş, masası camın yanında.

Zırrr, zili çalmış, hademeyi çağırmış:

“—Yâ bu adam nereye gidiyor mesai saatinde?” demiş,

“—Hık mık...”

“—Konuşsana be adam, ne saklıyorsun?”

“—Efendim işte...”

“—E söylesene be adam!”

53

“—Efendim o dindardır da, ezan vakti olduğundan camiye gidiyor.”

“—Çağır onu, koş!”


Adam böyle paldır küldür... Yeni müdür, neyin nesi belli değil filan... Koşmuş, muavinin arkasından yetişmiş, bu da camdan bakıyor. Tamam, müstahdem kapıdan çıktı, muavine yetişti, fıs fıs bir şeyler konuştu. Aaa, muavin devam ediyor, dönmedi geriye. Müstahdem gelmiş, gene çalmış zili.

“—Ne oldu? Ne dedi o herif?”

“—Vallàhi efedim, ‘Namazdan sonra!’ dedi.”

Demiş:

“—Derhal git, hemen çağır, şimdi istiyorum!”

Paldır küldür, paldır küldür, paldır küldür gene koşmuş müstahdem nefes nefese. “Fesübhàna’llàh, bu yeni müdürden de...” filan... Sokağın köşesinde yakalamış gene adamı. Gene bir şey konuşmuşlar. Bu da bakıyor artık perdeden, böyle ne oluyor diye. Kaşlarını çatmış muavin:

“—Namazdan sonra dedik ya be adam!..”

O da azarlamış. Süklüm püklüm müstahdem gelmiş.

“—Ne dedi?”

“—Gelmedi efendim, ‘Namazdan sonra...’ dedi.”

Artık bu kalkmış, odada bir o tarafa bir bu tarafa geziniyor, sinirli, kafesin içindeki aslan gibi, yiyecek geldiği zaman... Muavinin hali harap... Biraz sonra namaz kılmış, gelmiş muavin. Böyle camdan onun geldiğini görünce, “Şimdi ben senin çarkına okurum, feleği başına geçiririm.” filan...


Fakat adam kapıyı çalmış. Ne öyle mahcup bir insan hali var, ne korkan bir insan hali var, gayet de ciddi:

“—Müdür bey, beni istemişsiniz, buyurun!” demiş.

Onun öyle gayet vakur, korkmaz, heybetli, ciddiyetinden müdür biraz afallamış. Sanıyor ki süklüm püklüm olacak, “Efendim işte kusura bakmayın da, hıktı mıktı...” filan diyecek sanıyor. Öyle gayet pervasızlığını görünce, demiş:

54

“—Be birader yâ, olmaz ki böyle de. İki defa arkandan müstahdemi gönderiyoruz, geri gelmiyorsun. Biz bu dairede müdürsek, yâni sözümüzün dinlenmesi lâzım değil mi filan...”

Gayet ciddi gene, demiş ki:

“—Ben sizi niçin dinliyorum efendim? Ben sizi niçin dinliyorum?” “—Ne demek, müdürünüm ben senin, beni dinleyeceksin!”

“—Hayır efendim.”

“—Ne demek?..”

“—İzah edeyim efendim: Ben Allah’ın kuluyum. Allah yarattı beni. Bana bu varlığı Allah verdi. Beni besleyen, büyüten, varlığım, her şeyim ondan. Allah’ın kuluyum ben. Benim bu dünyadaki vazifem, Allah’a kulluk etmek... Ama Allah peygamber göndermiş, buna itaat edin buyurmuş. Onun için Rasûlüllah’a itaat da vazifem... Allah’ı sevmemin, Allah’ın kulu olmamın gereği Rasûlüllah’a tâbi olmak... Rasûlüllah SAS Hazretleri’nden sonra, halifelerine geçmiş bu vazife. Onun için onlara da itaat etmem lâzım, Rasûlüllah’ın halifesidir diye. Rasûlüllah’ın halifesi de, devletin her işini tek başına kendisi yapamadığından, her dairenin başına vekiller tayin etmiş...”


Eskiden bakanlara vekil derlerdi. İşte Maliye Vekili derlerdi. Şimdi Maliye Bakanı diyor. Bakmaktan ibaret mi yâni işi?.. “Vekil de kendisi bütün işleri yapamadığından, her şehre birer müdür tayin eder, o da onun vekili olmuş olur. Memurlar da müdüre, Allah’a itaatin bir gereği olarak itaat eder. Çünkü silsile-i merâtible Allah’a itaat etmesi gerekiyor bu şahısların...

Ama, asıl itaat etmesi gereken Allah bir emir buyurduğu zaman (Hayye ale’s-salâh!) ‘Namaza gel ey kulum!’ (Hayye ale’l- felâh) ‘Kurtuluşa gel ey kulum!’ diye çağırıyor. Müezzini bağırttırıyor Allah, ‘Ey kullarım namaza gelin!’ diyor. Şimdi asıl kulluk etmem gereken Rabbim, bana doğrudan doğruya bir emir verince, aradaki vekillerin hükmü kalmaz, ben o zaman onları dinlemem. Benim vazife anlayışım budur müdür bey.” demiş. “Bunu anlayamıyorsanız, kabul etmiyorsanız mühürü getireyim,

55

buyurun istifa ediyorum, ayrılıyorum.” demiş.

Kapıyı tak vurmuş, izin de istemeden çıkmış.


Adam düşünmüş, kalmış. Şimdiye kadar memurluk, amirlik, müdürlük neden olur, niye itaat edilir hiç düşünmemiş adam bu şeyi. Zili çalmış,

“—Yâ, şu daireden bir iki adam çağırın bakalım bana!”demiş.

“—Bu muavin nasıl bir adamdır? Bir acaip adam, müdürü dinlemiyor, mesai saatinde camiye gidiyor. Nasıl bir adam bu?..”

diye sormuş.

“—Efendim, bu dairenin direğidir o!.. O gitti mi yıkılır. Öyle bilgilidir ve öyle çalışkandır. Sabah namazından sonra gelir ve masasındaki bütün evrakı temizlemeden masasından kalkmaz. Yedi olur, sekiz olur, dokuz olur, on olur, on bir olur, gece yarısı olur; ‘Yarına belki çıkarım belki çıkamam, devletin işi, halifenin işi yarına kalmasın!’ diye bütün evrakını, işini bitirir. Ondan sonra, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm, işte canını verse canını vermeğe hazır bir şekilde evine gider.” demişler. “Hiç iş bırakmaz. Ertesi gün buraya gelen bir insan, bir işle karşılaşmaz. Bütün işler bitirilmiş olur, onun masasında iş olmaz. Müthiş kıymetli, müthiş bilgili ve müthiş güzel ahlâklı, salâbet-i dîniyye sahibi ve ahlâkı çok güzel insandır.” demişler.

“—Yâ bu istifa etmeğe kalktı. Ben biraz sorgu sual açtım namaza niye gidiyor diye...”

“—Efendim, bu namaza gider. Namaza gider ama, akşam namazından sonra, yatsıdan sonra da çalışır. Gider ama çalışır. Yâni, onun için mühim olan iştir, onun için daha mühim olan ibadettir. Bu böyledir.” demişler.


Ondan sonra,

“—Pekâlâ öyleyse.” demiş, ensesini kaşımış kalmış müdür, ne yapsın. İstifasını kabul etmemiş. Ötekisine bir şey dememiş, ses çıkartamamış.

Sonra tabii, tanıdıkça hayran kalmış bilgisine, görgüsüne, ahlâkının güzelliğine, vakàrına ve sâiresine... Bir zaman gelmiş,

56

bu defterdar daha yüksek bir yere terfî olmuş, bakanlıkta, vekâlette daha yüksek bir yere çıkacak. Naz yapmış yukarıya. Demiş ki:

“—Kabul etmem bu yeni görevi, bir şartım var.”

“—Nedir?” demişler,

“—Benim muavinim defterdar olacak. Onu defterdar yaparsanız ancak kabul edebilirim. Yoksa olmaz.” filan.

Ve onu da çağırmış, işte demiş ki:

“—Böyle dedim ben, şart koştum. Ben gidiyorum ama, yerime seni müdür yapmalarını istedim.”

Demiş ki:

“—Müdür bey, teveccühünüze teşekkür ederim. Ben zaten muavinlik görevinin sorumluluk duygusu altında eziliyorum. Şurada şu hizmeti bitirmeme, tekàüdlüğüme de az bir zaman kalmıştır, beni yakmayın!.. Ben burada vazifemi yapayım. Kim gelirse gelsin, benim mevkide, makamda gözüm yoktur.” demiş.


Şimdi bu sözü nereden açtım?.. Derviş ölüme hazırdır. Yâni, “Gel bakalım kulum, hadi dünya bitti, yürü ahirete!” dense, “Pekiyi” diyebiliyor mu; derviştir. Diyemiyor mu?.. Takıntısı var, bilmem bağlantısı var, borcu var, hesabı var, karışık işi var, kimsenin bilmediği çapraşık şeyi var; derviş değil.

Sonra insan, başına melekü’l-mevt geldiği zaman kanadıyla, heybetiyle, “Ver bakalım canını!” dediği zaman, o manzara karşısında ter dökerken, acaba aklına bir şey gelecek mi, aklı fırttırıp gidecek mi?.. Lâ ilàhe illa’llàh diyebilecek mi, diyemeyecek mi?..

Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:


تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ .


(Temûtûn kemâ taîşûn) “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” Onun için, Allah diyerek, Lâ ilàhe illa’llàh diyerek yaşayacak ki, en sonunda melekü’l-mevt geldiği zaman da, Allah ve Lâ ilàhe

57

illa’llàh diyebilsin.

Derviş onun için zikir yapıyor, bir bakıma da ölüme egzersiz yapıyor. Ölüm anında, ızdırablarına rağmen, damarlarındaki kanın, canın çekilmesindeki sıkıntılara rağmen, Lâ ilàhe illa’llàh

diyebilmenin egzersizini yapıyor demektir yâni.

Onun için, korkacak, geçmiş günahlarından tevbe edecek. Şimdi başına gelebilecek şeylere karşı hazırlıklı olacak. Ecel gelebilir, Azrâil dönemeçte karşısına çıkabilir, zelzele olabilir, bilmem ne olabilir...

Bizim uçak bir kaza yaptı havada, ben bulunduğum koltuktan bir uçtum, öndeki adamın sırtına binmişim. Benim önümdeki adamın gideceği daha başka bir yer yoktu, önünde bölme vardı; o da tavanı deldi, kafası oraya girdi. Havada böyle bir kaza geçirdik, benim kaç ay boynum ağrı yaptı. Uçak böyle başladı pike aşağıya gidiyor. “İnnâ li’llah, ve innâ ileyhi râciùn... İşte ömür bitti burada...” dedim. Yâni, bir anlık bir şey.


İkincisi ne diyor: (Lâ yedrî mâ yenzilü bihî sâaten ba’de sâah) “Bir an sonra ne olacağını bilmez, ondan da korkar. Ona da hazırlıklı olur derviş.”

Üçüncüsü: “Sonunda ne olacak iş? Ömrü nasıl mühürlenecek, nasıl ölecek?..” Onu da bilmez, ona da hazırlanır.


فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ (الأعراف:٣٢)


(Feizâ câe ecelühüm felâ yeste’hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn) [Ecelleri geldiği zaman, ne bir an geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler.] (A’râf, 7/34)

Ecel geldiği zaman te’hir de olmaz, ta’cîl de olmaz. O zamanda canını alırlar, yapamadığı iş kalır geri... Yarım iş yarım kalır, çirkin iş çirkin kalır. İçki masasındaysa, orada ölür. Kumar masasındaysa, orada ölür. Meyhanedeyse, orada çatlar. Yüznumaradaysa, yüznumarada ölür. Camideyse, camide ölür. Hangi yoldaysa... Allah hüsn-ü hâtime ihsân etsin...

58

Her zaman söylediğim, hatırımdan hiç gitmeyen bir misal var. Osmanlı şairlerinden birisi tevbe etmiş, içki içmeyeceğim diye; sonra da pişman olmuş, içmiş gene. Tevbesini bozmuş da, bir de şiir yazmış, aptal... Yâni ayıplamamak da lâzım ama, ibret olsun diye. İsim de söylemiyoruz ya:


Tevbe ettim ki, etmeyem tevbe,

Tevbeye tevbe-i nasuh olsun!..


Yâni, tevbesinden pişman olmuş, “Tevbeler tevbesi, bundan sonra tevbe etmem!” diyor. Tevbe etmemek hususunda azmini ifade ediyor. “Tevbeye tevbe-i nasûh olsun.” diyor. “Bundan sonra aslâ tevbe etmeyeceğim, bırakmayacağım içkiyi...” demek istiyor.

E şimdi, böyle bir beyit söylemiş olan bir şairin ölümü nasıl olur, tahmin edin!.. Meyhanede ölmüş, içki masasında ölmüş. E sen böyle söylersen... Sen kendi kendine azmetmişsin, söz vermişsin, tevbe etmeyeceğim içmeye, içkiye tevbe etmeyeceğim dedin, etmedin; işte bak sonun böyle oldu!

Onun için, Allah CC hüsn-ü hâtimeler nasîb etsin... Oradan da

korkuyoruz tabii, ölüme hazırlanmak lâzım! Güzel hal üzere olmağa çalışmak lâzım! Ve her türlü günahtan eli çekmek lâzım! Her türlü hayra girmek lâzım!.. Allah insanın canını hayır yolunda alsın... Ya camiye giderken, ya hacca giderken, ya cihadda, ya güzel bir yerde, ya Kur’an okurken, ya oruçluyken, ya zikir halindeyken Allah hüsn-ü hâtime nasib etsin...


e. Dünya İle Helâk Olmaktan Sakın!


٣ - وبإسناده، قال: سمعت شقيقًا، يقول: احذر ألاَّ تهلك بالدنيا، ولا تهتم! فإنَّ رزقك لايعطى لأحدٍ سواك.


TS. 63/4 (Ve bi-isnâdihî, kàle: Semi’tü şakîkan yekùl) Yine aynı zincirle, rivâyet zinciriyle Şakîk’ın şöyle dediğini duymuş. Kimdi bu?.. Evvelki isnadda en son kimdi? Bileceğiniz bir kimse de

59

ondan soruyorum, bilemezseniz sorar mıyım zor soruyu:

“—Hàtem-i Esam.”

Evet, Hàtem-i Esam’dan rivayeten. Talebesiydi ya.

(İhzer ellâ tehlike bi’d-dünyâ, ve lâ tehtem! Feinne rızkake lâ yu’tâ li-ehadin sivâke) buyurmuş ki: “Dünya ile helâk olmaktan (ihzer) hazer eyle; (ellâ tehlike bi’d-dünyâ) dünya ile helâk olmaktan kork!..”

Yâni, insanoğlu dünyaya dalar, “Rızık kazanacağım, para sahibi olacağım, ev yaptıracağım, öyle edeceğim, böyle edeceğim...” filân derken, helâk olur gider. Yâni, “Böyle ölmemek konusunda hazer üzere ol, dikkat üzere ol ve telaşlanma, sakin ol! Çünkü, nasıl olsa senin rızkını başkasına verecek değiller. Onun için rahat et!” diye anlıyorum sözü.


f. Ölüme Hazırlıklı Ol!


٥ - قال، وسعت شقيقًا، يقول: استعدَّ! اذا جاءك الموت

لانسأل الرجعة.


TS. 63/5 (Kàle ve semi’tü şakîkan yekùl) Dedi ki aynı zât, yâni Hâtem-i Esâm Hazretleri: “Şakîk’ın şöyle söylediğini duydum: (İstaidde! İzâ câeke’l-mevtü lâ nes’elü’r-rec’ate) Nes’elü demiş, tabii bunun noktası eksik çıkmışsa tes’elü de olabilir. İkisi de aynı kapıya çıkar.

(İstaid) “Hazırlan, hazırlıklı ol! (İzâ câeke’l-mevtü) Ölüm geldiği zaman, (lâ nes’elü’r-rec’ate) geri dönmeyi isteyemeyeceğiz.” Veya, (lâ tes’elü’r-rec’ate) “Geri dönmeyi isteyemeyeceksin!” Yâni “Ecel geldi mi, geri dönmeyi isteme hakkın yok, geri de dönmek mümkün değil; onun için hazırlığını yap! Gelmeden hazırlığını yap ki, sonra ‘Aman biraz daha müsaade et, geri döndür!’ diyemeyeceksin nasıl olsa.” demek istiyor.


Biz de, dervişlik bakımından bu hazırlığı iyi görüyoruz. Büyüklerimiz de hep ona hazırlamağa çalışmışlar nasihatleriyle

60

bizi.

Ben, bir de meselâ bu Bosna olayından sonra düşündüm, bu Bosnalıların yerine kendimi koydum, ne kadar hazırlıksız yakalanmışlar filan diye, bizim arkadaşları topladım:

“—Yâ bir insanın böyle olağanüstü bir durumda yanında bir şeyler olması lâzım! Neler olması lâzım? Bir liste yapın!” dedim.

20-25 kalem bir şeyler yazdılar. Yâni bir zelzele oluverse, veya düşman geliyor, şöyle oluyor şuradan şuraya gideceksin deseler... Hemen şurada fermuarlı bir çanta, hop alacaksın. Bugün baktım sakallı bir çocuk, arkasında bir şey var büyük. Bak bu hazırlanmış dedim. Arkasındakini bilmiyorum ama sırtına böyle bir şey almış, bir şey geçirmiş, sakallı bir çocuktu. Şimdi fermuarlı bir çantası veya bir sırt çantası olması lâzım.

Hazırlamışlar arkadaşlar getirdiler bana... Mâşâallah, baktım 20-25 kalem malzeme var içinde. Dürmüşler, bir yatak oluyor. Yâni taşın toprağın, suyun soğuğun üzerinde yatılabilecek bir şey. Bıçak, kazma, kürek, fener, ıvır zıvır böyle şeyleri bir hazır çanta etmişler. Sonra baktım dergide reklamda, birkaç sınıf yapmışlar. Yâni lüks tarife, orta tarife, gariban tarifesi filan diye galiba. Ama iyi, hoşuma gidiyor.


Geçen sene bizim arkadaşlarla, Kovada Gölü’nün orada çadırlı bir aile eğitim kampı yaptık. Tabii oraya geldi arkadaşlar çoluk çocuğuyla. Bizimkiler de öyle diyordu:

“—Yâ, bu kalın yorganları niye getirdiniz? Battaniye yeter.” diyorlardı.

Gece bir soğuk bastırdı, ertesi gün şehirden kalın kalın şeyleri getirttik biz... Arkadaşlar da tabii oraya hazırlıksız gelmişler. Kimisi soğuğu yemiş, böyle müzmin öksürük olmuş. Kimisini akrep sokmuş... Fakat alıştılar, biz de alıştık. İlk gün biraz bocaladık ama, bir hafta orada yıldızların altında, çamların arasında kamp yaptık. Burada, bizimle beraber o kampı yaşayan arkadaşlar var... İyi oldu. Yâni meşakkatli ama...

İşte geceleyin kalkıyorsun, ayaz, kurt tehlikesi var, düşman tehlikesi var, arkadaşlar nöbet tutuyorlar, el fenerleriyle

61

geziyorlar... Tabii dışarıda nerede abdesti bozacaksın, nerede abdest alacaksın?.. Kadınlar ne yapacak, erkekler ne yapacak?.. Biraz sıkıntıları çeksinler diye, öyle bir kamp yaptım ben. Yâni, bizim arkadaşlar görsün Hanya’yı Konya’yı diye... Yâni şehirde ev beğenmez. “Gel bakalım sen biraz Kovada Aile Kampı’na da, gör, elindeki nimetlerin kıymetini anla!” gibilerden.


Tabii biz bunu neden yapıyoruz?.. Hayatın çeşitli şartlarına karşı insan hazırlansın diye... Şükrü artar insanın. El-hamdü lillâh... Evinde insanın musluktan su akması büyük nimet! Kovayla getirmek daha zor… Veyahut abdest alacaksın, maşrapayla su döküyorsun. İşte ya birisi yardım edecek, yardım etmezse zor oluyor vs. filan. E yüznumaraya gittin... Yok şimdi lüks. Ne yapacaksın? Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını.

Ben ilk defa böyle evden gittim, ondan sonra sabun arıyorum. Babam güldü:

“—Evladım, sabunsuz da olur.” dedi. Ben, sanki sabunsuz yaşanamayacağını sanıyordum. Yoksa ne

62

yapacaksın? Olmayan durumlara göre hazırlanması lâzım insanın...

İşte böyle bu hazırlanma işinde, biz hafif yollu bir gayret gösterdik. Önümüzdeki yazda da inşâallah, daha güzelini de yapacağız. Bakalım inşâallah iyi olur, hoşter olur, bedter değil de...

Yâni ölüme hazırlanmak, hazırlıklı olmak meselesi; her şeyde hazırlıklı olmak. Yâni yarın öbür gün Bosna-Hersek gibi olursa Türkiye ne yaparız?.. Amerika gelir, bize de nokta atışları yaparsa, ne yaparız?.. Veya Bulgar, Rusla anlaşır, Sırpla birleşir de Trakya’dan yürürse ne yaparız? İnşâallah yürüyemez.

Kur’an-ı Kerim ne diyor:


وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ


عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ (الأنفال: ٣٠)


(Ve eiddû lehüm mestata’tüm min kuvvetin ve ribâti’l-hayli) “Gücünüzün yettiği kadar onlara karşı kuvvet [ve cihad için bağlanıp beslenen atlar] hazırlayın; (türhibûne bihî aduvva’llàhi ve aduvveküm) Allah’ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarını böylece korkutacak hazırlıkları yapın!” (Enfâl, 8/60)

Yâni, adam korksun! Bilsin ki, herkesin elinde silah vardır, herkesin evinde silah vardır ve bunlar ölümden korkmazlar; bu çeşit şeylere alışkındırlar ve hazırlıklıdırlar. O zaman yanaşamaz Hazırlıksız görünce, o zaman yapacağını yapar.


Bizim Bosnalılar, Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ni ilan etmişler. Herkes ilan ediyordu o zaman; Sırbistan, Karadağ, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya… vs. Bunlar da Bosna-Hersek ayrı cumhuriyet olsun diye ilan etmişler. Orduları yok, askerleri yok... Biraz ellerinde silah varmış. “Ne yapalım, ne yapalım; bu silahlar bizim içimize yaramaz ama, Türk kardeşlerimize gönderelim!” diye düşünmüşler. Bizim Türkiye’ye

63

göndermeyi düşünmüşler. Hiç akıllarının köşesinden geçmemiş ki, bu Sırplar bize bir oyun eder de saldırır diye.

Ama bak şimdi öğrendiler, acı bir şekilde öğrendiler. Tabii, Allah’ın çeşitli hikmetleri var, her işte hikmetleri var. Müslümanlar birleşsin diye, müslümanlar uyansın diye, müslümanlar gavurların asıl niyetlerini görsün diye, kalleşliklerini anlasın diye, her yerde birbirini tutsun diye, desteklesin diye ihtilafı, gevşekliği, birbiriyle uğraşmayı, kavgayı, gürültüyü bıraksın diye bunların hepsi birer ibret...

Ama hâlâ, o caminin ahalisi bu caminin ahalisiyle kavga eder; o tekkenin ahalisi, bu tekkenin ahalisini çekiştirir; iki müslüman komşu birbirini incir çekirdeğini doldurmayacak şeyden dolayı hırpalar, birbirinin aleyhine konuşur, görüşür filan... E o zaman, Allah’ın cezası gelir. Allah korusun... Allah bizi lütfuyla ıslah eylesin, kahrıyla değil...

Lafı uzatmışız ama, bir tane daha okuyalım veya sayfayı bitirelim! En iyisi sayfayı bitirmek…


g. Tevekkül Nedir?


٠- وبه قال: سمعت شقيقًا، يقول: التوكل أن يطمئنَّ قلبك بموعود الله.


TS. 63/6 (Ve bihî kàle semi’tü şakîkan yekùl) Yine aynı sened ile, Şakîk-i Belhî Hazretleri’nin şöyle söylediğini Hàtem-i Esam Hazretleri naklediyor:

(Et-tevekkülü en yatmainne kalbüke bi-mev’ùdi’llâh) Tevekkülü tarif ediyor bu sözünde: “Tevekkül, Allah’ın va’dine kalbinin güvenmesidir.” Allah va’detmiş, yapacak. Allah va’detmiş lütfedecek diye. Ortada bir şey yok ama va’di var Allah’ın, tamam. Va’dine itimad etmek ve kalbinin onunla mutmain olmasıdır. Tevekkül bu...

İşte büyüklerden bazıları, tevekkül kelimesi için yiyecek,

içecek, su, bir şey almadan çöle çıkmışlar. Ya bu çöle çıkılır mı?..

64

Bakkal yok, kasap yok, para yok, pul yok, ot yok, ağaç yok, kum işte... Tabii, Allah’ı denemek doğru değildir. Yâni, Allah’ı imtihan eder gibi bir şey yapmak doğru değildir.

Şeriatın emri;5


قَيِّدْ وَتَوكَّلْهب. عن عمروبن أمية الضمري)


(Kayyid ve tevekkel)’dir. Yâni, “Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et! Yâni, tedbirini al, ondan sonra tevekkül et!” Tedbirin kâr etmediği yerler vardır ama, tedbir senin vazifendir, fiilî duandır. Sen tedbirini alacaksın, tevekkülünü de gene yapacaksın!..


h. Takvâ Üç Şeyde Belli Olur


٧- وبه قال شقيقٌ: تعرف تقوى الرجل فى ثلاثة اشياء : فى أخذه، ومنعه، وكلامه.


TS. 63/7 (Ve bihî kàle şakîkun) Yine Hâtem-i Esam yoluyla gelen rivayete göre, Şakîk-ı Belhî Hazretleri buyurmuş ki:

(Tu’rafü takva’r-racüli fî selâseti eşyâ’: Fî ahzihî, ve men’ihî, ve kelâmih.) “Kişinin, adamın, er kişinin, mert kişinin takvâsı üç şeyle belli olur. Adam takvâ ehli mi, takvâsız mı? Cıvık mı, kavî mi? Sağlam müslüman mı, cıvık müslüman mı? Allah’tan korkan mı, korkmayan mı? Üç şeyinden anlaşılır: ( Fî ahzihî, ve men’ihî, ve kelâmihi) Almasından, men edişinden ve konuşmasından anlaşılır.”

1. Alırken helâl almağa gayret ediyorsa, haram ise almıyorsa,



5 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.80, no:1211; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.368, no:633: Amr ibn-i Ümeyye ed-Dàmirî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.101, no:5688; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.104, no:1905; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.211, no:15339.

65

alışında bir kontrol mekanizması çalıştırıyorsa:

“—Bu haramdır istemem.”

“—Çok para yâhu, tepilir mi? Aptal mısın sen?..”

“—Çekil başımdan! Sen şeytan mısın? Ben haram şeyi istemem.”

İtebiliyorsa, helâli alabiliyorsa; işte takvâ ehli bu adam. Allah’tan korkan bir insan, alışından anlaşılır.


2. (Ve men’ihî) “Vermeyişinden, men edişinden anlaşılır.” Yâni, haram olan şeyi yapmamakta, haram olan yola gitmemekte ve başkalarını ve kendisini, nefsini engellemekte. ‘Ey nefsim oraya gitme, o işi yapma, yapamazsın bunu, yapmamalısın bunu!’ diyebiliyorsa, tutabiliyorsa yâni kendisini, veya başkasını, oğlunu, kızını, karısını, öyle yapamazsın diyebiliyorsa oradan anlaşılır.”

3. (Ve kelâmihî) “Ve sözünden de. Yalan söylemiyor, dobra dobra doğruyu konuşuyor, hakikati ifade ediyor. Yalancı şahidlik yapmıyor, hakkı söylemekten çekinmiyor. Zalim sultanın karşısında bile doğruyu çatır çatır söylüyor... Hah, konuşmasından anlaşılır, takvâ ehlidir.

Demek ki: Alışından, engelleyişinden, konuşmasından anlaşılır. Üç şeyden anlaşılır, bir insanın takvâ ehli olduğu...


“—Ben takvâ ehli bir kimseyim!” Ama sen haramı alıyorsun, deveyi hamuduyla yutuyorsun, takvâ ehli değilsin. Gidilmeyecek yere gidiyorsun, başkalarına müsaade ediyorsun yanında.

Bak Peygamber Efendimiz’in sünnetinin bir çeşidi de nedir?.. Takrîrî sünnettir. Yanında bir şey yapıldığı zaman, Peygamber Efendimiz engellememişse, o iş caiz demektir. Çünkü kötü bir şey olsaydı, Rasûlüllah engellerdi. Demek ki engelleme görevi de olacak.

Sözüne de sahip olacak; dürüst konuşacak, doğru sözlü olacak, eğri sözü olmayacak. Hakkı söyleyecek, aleyhinde bile olsa, kendisinin, anasının babasının menfaatinin aleyhinde bile olsa, zalim sultanın karşısında bile olsa, dobra dobra hakikati

66

söyleyecek.


i. Fakirliğin Alâmeti


Ve sonuncu cümle:


٨- وبه قال: سمعت شقيقًا، وسئل: بأىِّ شئٍ يعرف الرجل أنه أصاب الـقـلـة؟ قال: بأن كلَّ شئٍ يأخذه من الدنـيا، يأخذه فى حالٍ، يخاف ان لم يأخذه أن يأثم.


TS. 63/8 (Ve bihî kàle semi’tü şakîkan) Yine aynı Hàtem-i Esam kanalıyla rivâyet. “Şakîk-i Belhî Hazretleri’nin şöyle dediğini işittim.” (Ve süile bi-eyyi şey’in ya’rifü’r-racülü ennehû ashàbe’l-kılleh) “Bir insanın fakirliğe tam sahip olmuş, yakalamış, tam fakirlik erbâbı olmuş olduğu nereden anlaşılır?” diye sorulduğu zaman, (kàle) buyurdu ki Şakîk-i Belhî Hazretleri: (Bi- enne külle şey’in ye’huzü mine’d-dünyâ, ye’huzühû fî hâlin, yehâfu inne lem ye’huzhu en ye’sem)

Demiş ki: “Bir insanın fakirlik mertebesine eriştiği şuradan anlaşılır ki...” Onu anlatacağım. Ne demek bu fakirlik mertebesi? Ne biçim şey söylüyor hoca? Ne biçim şey söylediğini anlatacağım da... “Bir insan dünyalıktan bir şey alıyorsa, yâni bunu aldığı halde almadığı halde günah işleyeceğinden korkuyorsa, ondan alıyorsa o zaman fakirliği, o mertebeyi yakalamış, onu elde etmiş demektir.”

Şimdi bu mübareklerin hayat felsefeleri bizimki gibi değil, seninki gibi değil. Biz, bir evimiz olsa, bir arabamız olsa, bir işimiz olsa, paramız olsa, pulumuz olsa, yazlığımız olsa, kışlığımız olsa vs. vs. olsa da olsa diye düşünürüz. Bunlar da Peygamber SAS Efendimiz:6




6 Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.828, no:1835.

67

اَلْفَقْرُ فَخْرِي


(El-fakru fahrî) “Fakirlik benim medâr-ı iftihârımdır.” buyurdu diye, miskinlerle düşüp kalktı diye, dünyalığa meyletmedi diye ve bir insanın dinindeki, imanındaki samimiyet yokluk zamanında belli olduğundan, fakirliği bir makam olarak görmüşlerdir, yüksek bir mertebe olarak görmüşlerdir. Kolay kolay varılamıyor, insan zenginlikten kolay kola vazgeçemiyor ve o fakr haline, fakir-i ilâhî, fakîr-i hakîkî olma haline ulaşamıyor yâni.

Nereden anlaşılır, bu adam bu makamda mı?.. Dünyada gözü yok, fakirlik makamını yakalamış, o makama çıkmış bir insan olduğu nereden anlaşılır?.. Bir şey aldığı zaman, almadığı zaman günah işleyeceğini düşünüyor da ondan alıyorsa; işte o zaman eshâb-ı fakırdandır. Yâni (el-fakru fahrî) makamına ulaşmış iyi bir derviş demektir diyor.


Şimdi almadığı zaman, günah nasıl olur? Meselâ almadığı zaman artık (kâde’l-fakru en yekûne küfren) rivayeti de var. Yâni “Fakirlik herkesin tahammül edeceği bir şey değildir, insan çıldırır, çığırından çıkar, yanlış işler yapabilir, günaha dalabilir vs. filan... O zaman ölmeyecek kadar, hani haram olan bir şeyi bile ölmeyecek kadar yemesi helâl oluyor, zaruret halinde, ıstırar halinde. Onun gibi bir sebepten ancak alıyorsa o zaman hakiki fakirdir. Aksi takdirde almayacaktır, mecbur olduğu için alıyor.

Medine’de ben böyle bir Afrikalı kadıncağız gördüm, kenarda oturmuş. Birisi getirdi, para verdi:

“—Teşekkür ederim. Ben bugünlük bir şeyler aldım, başkasına ver!” dedi.

Fukara, perişan, yolun kenarında oturmuş. Herhalde bir delilin odası modası yoktur zavallıcığın, yâni sokağın kenarında yatıyordur. “Bugünlük ihtiyacımı aldım, istemem.” dedi.

Ama dayanamayacak gibi, ibadet yapamayacak gibi, ibadetleri yapamadığından dolayı günah girecek gibi olduğu sebepten alıyorsa, o zaman o zarar vermiyor fakirliğine.

68

Yâni bunlar böyle düşünmüşler, bunların halini anlamak çok zor ve onların haliyle yaşamak bizim için hiç mümkün değil. Biz çok muhallebi çocuğuyuz. Yâni biz hiç alışmamışız böyle şeylere... Bu gibi tecrübeleri ve deneyimleri düşünmüyoruz. Ben hatta kitap yazanların böyle kitaplarına bakıyorum dipnotlarına, böyle konular geldi mi, aşağıya bir dipnot döktürüyorlar:

“—Dinimiz zenginliği yasaklamamıştır.” bilmem ne...

Kıvrım kıvrım kıvranıyor. Yâni bu şeyi ille bir tevil çaresi arıyor. Çünkü gönlü râzı olmuyor, tahammül edemiyor yâni. Böyle biraz eyvah, yâni fakirlik gelse halim nice olur diye korkusundan, dipnotta onu tevil etmeye çalışıyor yâni.


Peygamber Efendimiz, sahabeden genç birisinin eline bir şey vermiş, al demiş,

“—Yâ Rasûlüllah, benden daha muhtaç birisine verin!” deyince;

“—Delikanlı, bak, Allah sana, sen bir şey istemeden verdiyse, al!” demiş.

Rasûlüllah’a, “Benden başkasına ver.” deyince öyle buyurmuş.

Allah bizi kimseye muhtaç etmesin... Ama açgözlü de etmesin... Aç gözlülükten dolayı, günahlara da düşürmesin... Helâlinden kazanmak nasib etsin... Helâl kazancımızla da, hayır hasenât işlemeyi nasib eylesin...

Fâtihâ-i Şerife mea’l-besmele!..


23. 01. 1993 - İstanbul

69
2. ŞAKÎK-İ BELHÎ HAZRETLERİ (2)
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2