9. EBÛ SÜLEYMAN ED-DÂRÂNÎ HZ. (2)

10. EBÛ SÜLEYMAN ED-DÂRÂNÎ HZ. (3)



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, muhammedini’l-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:

Aziz ve mübarek ve sevgili kardeşlerim! Muhterem cemaat-i müslimîn!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...

Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri’nin Tabakàtü’s- Sùfiyye kitabını okuyoruz. 80. sayfanın 18. paragrafına ulaştık. Ebû Süleyman ed-Dârânî Hazretleri’nin hayatının ve sözlerinin yazıldığı kısmı okuyoruz. Buradan devam edeceğiz.


Fakat, bunları okumağa başlamadan önce yaptığımız bir vazife var: Başta Peygamber SAS Efendimiz’in rûh-u pâkine hediye olsun diye, sonra sâir enbiyâ ve mürselîn, ve cümle evliyâullah u mukarrebînin, ve hàssaten Peygamber Efendimiz’in mânevî irşâd vazifesinde vârisleri ve vekilleri olan sâdât ve meşâyih-ı turûk-ı aliyyemizin ruhlarına;

Bu beldeleri fetheden fâtihlerin, şehidlerin, gâzilerin ve fâtihlerden önce buralara cihad için gelmiş olan Ebû Eyyüb el- Ensàrî ve sâir sahabe-i kirâmın; ve her beldede nice enbiyâ gelmiş geçmiştir diye ayet-i kerimelerde bildiriliyor, bu beldeden gelmiş geçmiş olan cümle enbiyâ ve mürselînin, Yûşâ AS’ın ve cümle hayrât ve hasenât sahiplerinin; şu içinde ibadet ettiğimiz güzel tekkenin bânîsi Selâmi Mustafa Efendi’nin, yukarıdaki Şeyh Murad tekkesinin içinde medfun bulunan àriflerin, Şeyh Murad-ı Münzevî’nin, Abdül’ehad-i Nûrî Hazretleri’nin, Haydar Baba Hazretleri’nin ve sâir evliyâullah ve sàlihînin ruhlarına;

Bu kitabı yazan Ebû Abdirrahmân es-Sülemî’nin ve kitabın

304

içinde isimleri geçen tasavvuf büyüklerinin ruhları için; uzaktan yakından, bu güzel kitabın okunmasına iştirak etmek üzere buraya gelmiş olan bütün kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan sevdiklerinin, yakınlarının, babalarının, annelerinin, dedelerinin, ninelerinin, ecdâd u ceddât u akraba u taallukàtının ruhları için; ruhları şâd olsun, kabirleri nur dolsun, makamları a’lâ olsun; bizler de dünya ve ahiretin hayırlarına erelim, Rabbimizin rızasına vâsıl olalım, cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım diye, bir Fâtihâ, üç İhlâs-ı Şerif okuyup öyle başlayalım! Buyurun:

..............................


a. Zâhidler ve Tevekkül Ehli


Kàle’ş-şeyh es-sülemî:


٨٩ - سمعت أحمدَ بنَ عليِّ بنِ جعفر، يقولُ: قال أبو سليمانَ:


آخرُ أقدامِ الزاهدينَ ، أولُ أقدامِ المتوكِّلين.


TS. 80/18 (Semi’tü ahmede’bne aliyyi’bni ca’fer, yekùlü: Kàle ebû süleymân: Âhiru akdâmi’z-zâhidîne, evvelü akdâmi’l- mütevekkilîn.) Ahmed ibn-i Ali ibn-i Ca’fer’den işittim, diyor müellif Sülemî Hazretleri. O da dedi ki: Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle söyledi... Tabii arada daha birçok isimlerin olması lâzım. Kestirmeden rivâyet senedinin sonunu söylemiş. Ebû Süleyman Hazretleri şöyle buyurmuş:

(Âhiru akdâmi’z-zâhidîn) “Zühd sahibi ve böylece zâhid sıfatına ulaşmış, yaşayışı zâhidâne olan...” Müridlerin seyr-i sülüklerinde ilerlemeleri, makamları geçmeleri, derece derece yükselmeleri var. Zâhidler adımları atıyorlar, atıyorlar, atıyorlar, bir menzile varıyorlar. “En son ulaşabildikleri menzil, en son adımlarını bastıkları yer, yâni ulaşabilecekleri en son mertebe, mânevî makam, (evvelü akdâmi’l-mütevekkilîn) mütevekkil

305

kulların adımlarının ilkidir.” Yâni ötekiler ömür boyu uğraşıp uğraşıp adım atmışlar, atmışlar, ilerlemişler, yükselmişler, yükselmişler, bir noktaya varmışlar, bir seviye, bir çizgi tutturmuşlar, bir puan kazanmışlar, bir seviyeye ulaşmışlar. Bu nedir?.. Mütevekkillerin seviyesinin en aşağı tabakası, en aşağı çizgisidir.

Tabii bu sözden çok rahatlıkla anlaşılan şudur ki: Tevekkül makamı, mütevekkillerin makamı zühd makamından daha üstündür. Zühd nedir, biraz açıklayalım. Tabii bunların hepsi Kur’an-ı Kerim’den gelme tabirler. Peygamber Efendimiz’in hadis- i şeriflerinden çıkartılmış mânâlar.


Zühd: Bir şeye rağbet etmemek demek; rağbetli olmamak, istekli olmamak, istememek, gönlü çekmemek, arzu etmemek demek. Eğer bir insan dünyanın süslü ve gösterişli şeylerine kapılmayabiliyorsa, rağbet etmeyebiliyorsa ki zordur; bu kimseye zâhid derler. Yâni, dünyaya metelik vermiyor, aldırmıyor.

Kolay değildir. Dünyanın zevki, safâsı, keyfi, hevâsı çoktur. Ve nefis onları ister, insanın canı çeker yâni. Karşıda birisi baklava, kaymaklı börek, kadayıf yerken burada yutkunmadan edemez insan... Tatlıdır çünkü, hoştur, canı çeker insanın. Fâni dünya hoştur ama, fani dünyanın zevklerine daldı mı işi harap olur insanın. Onları elde edeceğim diye koşturduğu zaman, yanlış yollara girer, yanlış yerlere batar, yanlış işler yapar ve hele ömrünü sırf bu dünyasının zevklerini ve keyiflerini sağlamağa sarf etmişse, gayretini o tarafa yöneltmişse, bu adam ehl-i dünya demektir. Yâni, bu hayatı istiyor ve bu hayatın gününü gün etmeğe çalışıyor. Ehl-i dünya derler buna.

Zâhid tabii, ehl-i dünya olmayan insan demek. Dünyanın zevklerine rağbet etmeyen insan demek… Güzel bir şey bu. Yâni bu kadar süsü var, zîneti var. Önüne süslenip, allanıp pullanıp dizilmiş, çıkmış olsa bile, kaş göz işareti yapıyor ama, kandıramıyor. İyi, güzel...


Fakat bundan daha yüksek olan makam; Allah-u Teàlâ

306

Hazretleri’ne dayanmak, onu vekil edinmek, ona sığınmak, ondan istemek, ondan beklemek, onun dostluğuna güvenmek, ona tevekkül etmek makamıdır.

Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerimeler var:


وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ(الطلاق: ٢)


(Ve men yetevekkel ale’llàhi fehüve hasbühû) “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfî gelir, yeter.” (Talâk: 3) Yâni kendisine sığınanı, Allah mahrum bırakmaz, yardımsız bırakmaz, yardımcısız bırakmaz, ortada bırakmaz demektir.

Ama bu elle tutulan bir şey değil, kolayca anlaşılan bir şey değil. Tatbik edildiği zaman, mü’min kimsenin uygulama sonunda sezdiği, gördüğü şeylerdir. Bazı insanlar buna inanmaz. Allah inancı zayıf olduğundan, bağlılığı zayıf olduğundan, tevekkülü de zayıftır veya hiç yoktur.

“—Neme lâzım, ne olur ne olmaz...” der. “Ya şöyleyse, ya böyleyse...” der, tevekkülü yoktur.


Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’tır

[Nâşâd gönül, bir gün olur şâd olacaktır.]


Şâirin [Ziya Paşa] bu sözü, o hadis-i şeriften, ayet-i kerimeden alınmadır. Bir insanın yârı, yâveri, muîni Allah olursa, onun sırtını kim yere getirebilir, onu kim yenebilir, kim ona zarar verebilir? Cümle cihan halkı toplansa, Allah’ın koruduğu bir kimseye zarar veremez.

O bakımdan, tevekkül çok sağlam bir tutamaktır dinde, çok önemli bir duygudur. Bu duyguyu yakalamış ve Rabbine dost olduğunu anlayıp bağlanmış olan bir insana, Allah çok büyük yardım eder.

Onun için, zâhidlik makamı da güzel, o duygular, o düşünceler de güzel ama; orada yürüyüp yürüyüp varacağı en yüksek nokta, mütevekkiller makamının en aşağı çizgisidir ki, onlar daha kim

307

bilir nerelere yükseliyorlar o şeyle...


b. Dindarlığı Hàlis Kılmak


١٩ - وبه قال أبو سليمان: من لَطائِفِ المعاريضِ قولُه تعالى:


أَلاَ لِلهِ الدِّينُ الْخَالِصُ؛ تهديدٌ بلُطْفٍ .


TS. 80/19 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman ed-Dârânî Hazretleri söyledi ki: (Min letàifi’l-meàrîdı kavlühû teàlâ: Elâ lillâhi’d-dînü’l-hàlis. Tehdîdün bi-lütfin) Zümer Sûresi’ndeki bir ayet-i kerimeye atıfta bulunuyor.

Ebû Süleyman Hazretleri buyuruyor ki:

“İnsanoğluna arz olunmuş şeylerin en latîflerinden, insana sunulan maruzatın, yâni insanın muhatap olduğu ahkâmın ve ifadelerin en incelerinden birisi de, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şu ayet-i kerimesidir.” dedi Ebû Süleyman Hazretleri.

O ayet-i kerime:


أَلاَ لِلهِ الدِّينُ الْخَالِصُ (الزمر:٢)


(Elâ li’llâhi’d-dînü’l-hàlis) Elâ, edat-ı tenbihtir, uyarmak için, dikkati çekmek için kullanılan bir edattır. Elâ demek, “Hişşt, aklını başına topla, uyuma, dikkat et, gözünü aç, iyi dinle!” gibi bir mânâ ifade ediyor Arapça’da.

(Elâ) “Dikkat et, aklını başına topla, iyi anla ve kavra, gözünü aç ve kaçırma bu mânâyı ki, (li’llâhi dînü’l-hàlıs) hàlis din Allah-u Teàlâ Hazretleri’nindir.” (Zümer: 3)

“Burada (tehdîdün bi-lütfin) lütufla bir tehdit vardır, Allah tarafından kula bir tehdit vardır.” Yâni, “Ey kul! Dindarlığını, kulluğunu hàlis yaparsan yap! Ama yapmazsan, görürsün!” mânâsı yatıyor altında. Yâni, “Sırf Allah rızası için kulluk yapmazsan, halin harab olur hâ!” diye, aba altında sopanın ucu da görünüyor yâni. Eğer hàlisàne Allah’a kulluk etmezsen, o zaman

308

da başına çok cezalar yağar, Allah’ın kahrına, gazabına uğrarsın demek.


Tabii hàlis ne demek? Katıksız demek, sâfî demek, hiç içine başka bir şey karışmamış olan demek. Yâni hàlis olan dindarlık... Allah’a yapılan dindarlık hàlis olan dindarlıktır, öyle olmalıdır, Allah’a kulluk hàlisâne olmalıdır, katıksız olmalıdır. Allah’a ibadet için yapılan fiillerin, işlerin, hareketlerin niyetine başka duygular karışmamalıdır. Hàlis olmalı, katıksız, som altın gibi olmalıdır. “Karışırsa, o zaman karışmam!” diye lütufla bir tehdit var bu ayet-i kerimede diyor. Yani kendisi ihlâslı olacak kul, ihlâslı olmadığı zaman da işin fenâ olduğunu bilecek.

Tabii, ihlâs en önemli şeylerden biridir ve insan, yaptığı şeyi daima ihlâslı yapmağa mecburdur Allah’ın kabul etmesini istiyorsa... Geçen hafta hani bir fıkra geçmişti.

“—Yalnız başıma bir namaz kıldım, çok memnun oldum.” diyor adamın birisi.

Diyor ki:

“—Niye memnun oldun?..”

“—Çünkü beni kimse görmedi.”

“—O zaman sen zayıf bir insanmışsın. Çünkü Allah’a kulluk makamında aklına mahlûkat gelmiş. Sen namaz kılıyordun, ne diye mahlûkatı düşünüyorsun?.. Onu bile düşünmek zayıftır.” diyor.


Tabii, bir de ibadeti bir maksat için yapmak var. Yâni, ben şurada namaz kılayım da, birisi görsün de beni işe alsın... Veyahut şu orucu tutayım da bilmem zayıflayayım üç kilo, beş kilo... Hàlis değil, niyetin içinde başka şeyler var. O zaman olmaz. Hàlis olmayan ibadeti Allah kabul etmiyor. “Ben ortakların en hayırlısıyım...” diyor. Bu sözde de bir ince ikaz var gene. “Ortakların en hayırlısıyım. Bir kimse bir işi hem benim için, hem bir başka ortak için yaparsa, onu kabul etmem. Hepsini ortağa veririm.” diyor. Yâni reddederim demek o. O da tehdit yâni.

Onun için bütün ibadetler, her şey Allah rızası için olacak ve

309

insan, kalbinin sırf Allah rızası için bunları yapmakta niyetinin hàlis olmasına çok dikkat edecek. Çok dikkat etmesi lâzım! Çok ince bir şey…


Adam hep en ön safta namaz kılarken, bir gün en arkada kaldım diye utanmış:

“—Eyvah! Beni burada görürlerse ayıplarlar.” filan demiş.

Kendi kendisinin bu duygusunu da, kendisi gene yakalıyor, diyor ki:

“—Vay! Sen halktan korkuyorsun. Demek ki sen bunca yıldır en ön safta namaz kılmayı halktan korktuğun için yapmışsın, Allah için yapmamışsın.”

O kadar yıllık namazı ödüyor. İhlâsa bak! Yâni demek ki arka safta kalınca halktan korkuyor, halkın beğenmemesinden korkuyor; ön safta kıldığı zaman halkın beğeneceğini biliyor.

“—Ne dindar adam be! Hep birinci safta, hep imamın arkasında namaz kılıyor.” diye beğenilmekten hoşlanıyor.

E bunların hepsi yanlış duygu. Bunları yakaladığı zaman, bu duygularla yapmış olduğunu farkına varmadan sezdiği için veya kendisini öyle itham ettiği için, bütün namazlarını tekrar ödüyor. Yâni, işte insanın amellerini böyle yoklaması lâzım.


Bugün bizim bir arkadaş geldi, bize anlattı... Tabii anlatması da gıybet oluyor, doğru değil aslında, hiç anlatmaması lâzım ama, anlattı. Birisinin yanında sormuş, demiş:

“—Mehmed Zâhid Hocamız’ı tanır mıydınız?..”

O da demiş ki:

“—Evet, tanırdım. Ben camiine gittim, bana konuşma yaptırttı.”

Yâni demek istiyor ki:

“—Bana konuşma yaptırttı. Ben ne adamım be!” filan...

Hocamız herkese konuşma yaptırırdı. Geleni mihraba geçirirdi. İmam-Hatip talebesini bile... O kâmil olduğundan değil. Onu bile geçirirdi. “Buyur, namazı sen kıldır.” derdi, işaret ederdi, cübbeyi ona şey yaptırtırdı... E bizi konuşturturdu. Kendisi dinlerdi.

310

Kontrol için, imtihan için olabilir... Başkalarına, “Hutbeye çık, Cuma namazını sen kıldır!” derdi. O büyük bir âlim olmadığı halde, ona böyle şeyler yapabilirdi.


Bir keresinde de, Hocamız için sempozyum yaptık. Hocamızı tanıyanlar hatıralarını anlatsın dedik. Herkes bir şey anlattı. Sonra birisi dedi ki:

“—Hocam, herkes kendisini anlattı.” dedi.

“Hocamız beni çok severdi, bizim evimize çok gelirdi, bize şöyle şöyle yapardı... Yâni, neticede herkes kendisinden bahsediyor.

Mehmed Akif’in bir sözü var:

“—Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız.” diyor.

Yâni, herkes gizli gizli kendisini beğeniyor, beğenilmesini istiyor veya beğendirmeğe çalışıyor. Bu güzel bir şey değil. İşte bu duyguları yakalayıp, ibadeti bunlardan arıtmak lâzım, sırf Allah rızası için yapabilmek lâzım!..


Hazret-i Ali savaşıyor, bir müşriki yere yıkmış, öldürecek; yüzüne tükürünce bırakıyor.

“—Neden bıraktın?” diyor,

“—E şimdiye kadar seni Allah için öldürecektim, düşmansın diye, harb ediyoruz diye. Şimdi yüzüme tükürdün diye sana kızdım, hıncımdan öldüreceğim. Allah rızası için yapmayacağım, kızgınlığımdan yapacağım. Ondan bıraktım.” diyor.

Bunlar işte büyük insanların büyük jestleri.


İşte tasavvuf bu!.. Tasavvuf başka bir şey değil yâni. Ahlâkını düzeltebiliyor musun, niyetini kontrol edebiliyor musun, yaptığın işi Allah rızası için yapabiliyor musun?.. Yoksa, sarığı herkes sarabilir. Çarşıdan gider alır. Cübbeyi herkes giyebilir. Herkes kendisine derviş görüntüsü verebilir, ama davranışın nasıl?..

Adama soru soruyorlar, adam boyna gıybet ediyor. Sağı solu gıybet ediyor. E İslâm’da gıybet haram... Haram işi yapıyorsun, bir de çıkmışsın ortaya hocayım diye. Haram iş yapıyorsun, hem de etrafında toplanan insanlara da örnek oluyorsun. Böyle mi

311

örnek olacaksın sen?.. Gıybeti şıp diye kesmek lâzım, yaptırtmamak lâzım!..

Peygamber Efendimiz:

“—Gıybet edilen insana yardımcı olun, gıybet edenleri engelleyin! Engelleyemiyorsanız, orada durmayın, kalkın gidin!” diyor.

E sen senin meclisinde gıybete müsaade edersen... Senin kendi terbiyen noksan, başkasını nasıl terbiye edeceksin?.. Kendin gıybetin haram olduğunu bilirsin tilki gibi ama, kendini kontrol edemiyorsun, gıybetten kurtaramıyorsun. Demek ki olmadı.


Ben bunları niçin söylüyorum?.. İsim vermeden söylüyorum... Hepimiz yaptığımız amellerin, ibadetlerin, taatlerin ne maksatla yapıldığını iyice kontrol etmeliyiz. Her şey Allah razısı için olmalı. Aldığı, verdiği, sadakası, hayrı, hasenâtı, haccı, umresi...

Bazısı diyor ki:

“—Haccı yaptığın zaman, hacıyım deme!” diyor.

Ben hacıyım, hacca gittim, hacı bilmem kim... Söyleme! Ne diye hacı diye ad koyuyorsun?.. Doğru görmüyorlar yâni. Haccı sen Allah razısı için yaptın diyorlar.

Maksadımız hep Allah’ın rızasını kazanmak... Onun için, biz de bu ince şeyleri öğrenelim! Halis olması lâzım dindarlığın... Allah’a olan dindarlık, kulluk ancak halisàne yapılır. Onun için her yaptığımız işin hàlis olmasına, som olmasına, katıksız olmasına, tertemiz olmasına, pırıl pırıl bir niyetle olmasına dikkat etmemiz lâzım. İşin içine başka niyetler, arzular karıştı mı, o zaman onu temizlemek gerekiyor.


c. Cennetin Mehri Dünyayı Terk Etmektir


٣٣ - وبه قال أبو سليمان: لكل شئٍ مهرٌ، ومهر الجنة ترك

الدنيا بما فيها.


TS. 81/20 (Ve bihî kàle ebû süleymân li-külli şey’in mehrun, ve

312

mehru’l-cenneti terkü’d-dünyâ bimâ fîhâ)

Ebû Süleyman ed-Dârânî Hazretleri bu sözünde buyurmuş ki, aynı rivâyet kanalıyla:

(Li-külli şey’in mehrun) “Her şeyin mehri vardır.” Hani nikâhta kadına mehir, mehr-i muaccel bir mehir veriliyor damat tarafından. Biz mihir diyoruz, i harfiyle değildir, doğrusu e harfiyledir; mehirdir.

“Her şeyin bir mehri, bedeli, karşılığı vardır. (Ve mehrü’l- cennetü terkü’d-dünyâ bimâ fîhâ) Cennetin bedeli, karşılığı da (terkü’d-dünyâ) dünyayı terk etmektir. Ama nasıl?.. (Terkü’d- dünyâ bi-mâ fîhâ) İçinde ne varsa, her şeyiyle şu dünyayı terk etmektir.”

Cenneti kazanmanın yolu, bedeli, karşılığı budur. Yâni kadınla evleneceksin, nikâhın bedeli mehir veriyorsun. E cenneti istiyorsun, cennetin bedeli de dünyayı terk etmektir. Ama nasıl terk etmektir?.. (Bimâ fîhâ) “İçinde ne varsa hepsiyle, her şeyiyle dünyayı terk etmektir.” diyor.


Tabii geçtiğimiz derslerde hep anlattık. Dünya deyince enlemiyle, boylamıyla, kıtalarıyla, okyanuslarıyla milletin aklına yerküresi geliyor. Arapça’da bunun adı ard’dır: Elif-re-dad, ard. Semâvâti ve’l-ard diyoruz ya, semâlar ve arz. Bunun Arapçadaki adı budur. Dünya deyince, Arapçada bu akla gelmez. Bizim Türkiye’de aklımıza gelen o haritalı yerküresi değil yâni.

Dünyayı terk etmek de füzeye atlayıp, dünyayı terk edip, Ay’a, Merih’e gitmek demek değil yâni. Dünyayı terk etmek demek nedir?.. Dünya, içinde yaşadığımız hayattır. Şu andaki halimiz, yaşamımız. Ahiret nedir?.. Bundan sonraki yaşamımız. Şimdi biz neredeyiz?.. Dünyadayız. Yâni şu andaki yaşamımızı yaşıyoruz. Öldükten sonra nereye gideceğiz?.. Öteki hayat başlıyor, öteki hayata, ukbâya, ahirete gideceğiz.

Şimdi millet bunu bir mekândan bir mekâna gitmek gibi anlıyor, öyle değil işin aslı. Dünyayı terk etmek de şu içinde yaşadığı dünyayı, bu hayatı terk etmemesi. Bu hayatı terk etmek de intihar etmek değil, ölmek demek değil. Yâni gönlünden bu

313

hayatın emellerini, gayelerini, hedeflerini çıkartmak, öbür hayatın gayelerini oraya yerleştirmektir. Aslolan budur.


Bu dünyada insan ne istiyor?.. Zengin olmak ister, mal mülk sahibi olmak ister, mevki makam sahibi olmak ister, başkanı olmak ister filan... Bu dünya hayatı Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde anlatılan şeyler. İşte böyle malın mülkün, evlâd u iyâlin, kavmin, kabilenin, etrafındaki avanesinin, yardımcılarının, mevkiinin, makamının çok olması... Bunların hepsi dünyadır. Gaye bunlar değildir.

Bir insanın etrafında tabii bazı dostları olur. Bir insanın evinde, elbette malı mülkü olur. Bir insanın elbette bu dünya hayatı içinde yaşıyorken sahip olduğu birtakım şeyler vardır. İşte bunların hepsini elden çıkartıp da varlıksız çırılçıplak, tam yoksul bir insan olmak demek değildir dünyayı terk etmek de. Öyle olsaydı Peygamber Efendimiz de öyle olurdu, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz öyle olurdu, Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz öyle olurdu. Onlar ideal müslümanlar. Onlar öyle değiller. Yâni beş parasız, malsız, mülksüz, çıplak insanlar değiller.

Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz zengin. Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz çok zengin. Peygamber Efendimiz’in de, diğer peygamberlerden bazılarının da... Tabii onlar da bizim için örnektir. Süleyman AS padişah. Dâvud AS padişah, Mûsâ AS ordu sahibi… Zaten Firavun’un sarayında yetişmiş. İbrahim AS... Eyüb AS’ın malı mülkü, sürüleri, ovaları, tarlaları olduğunu biliyoruz.


Demek ki, bunlara sahip olmamak değil. Bunların gönle girmemesi, hedef olmaması, insanı Allah’a iyi kulluktan alıkoymaması, engellememesi lâzım! Esas olan bu… Yâni dünyanın zevklerinin, mallarının, mülklerinin insanın hareketlerini mıknatıs gibi etkileyip istikametini saptırtmaması demek oluyor. Bunlar olabilir, insan hiç ona aldırmayacak. Zaten bunları helalinden kazanmış olacak ve bunları Allah yolunda ve ahiret uğrunda harcayabilecek.

Harcayamıyor... Dükkânından çıkıp namazını kılamıyor,

314

cumaya gelemiyor, zekâtını veremiyor, hacca gidemiyor vs. vs... E Allah ne emrettiyse hiç birisini yapamıyor. Demek ki bu dünyanın zevklerine takılmış kalmış, öbür hayatın işlerini yapamıyor. İşte bundan sıyrılması lâzım! Sıyrılması terk-i dünyâdır. Sıyrılamaması veya sevmesi hubb-u dünyâdır ve hubb-u dünyâ bütün hataların başıdır.

Bu öyle bir yaygın hastalıktır ki, tabii hale gelmiştir. Herkes bu hastalığa tutulmuştur. Herkes para ister, evlenmek ister, mal ister, mülk ister, mevkî ister, makam ister... Bunları şöyle elinin tersiyle itip de, Allah’ın yolunda merdâne yürüyebilen insanlar olmuş tarihte… Ama bu devirde çok az.

Parası için ihtiyar kadını öldürüyorlar. Bileziği için kadının kolunu kesiyorlar, öldürüyorlar, altın dişi için mezarı açıp kafatasını çıkarıyorlar, miras için birbirlerine giriyorlar, köyün mer’ası için harb ediyorlar... Yâni çok ufak şeyler için, beş para etmez ve bir gün elinden çıkıp gidecek olan şeyler için mücadele ile geçiyor bu dünya hayatı.


Bunlardan sıyrılıp da Allah’a kulluk eden insanlar nerede?.. Sahabe-i kirâm gibi insanlar, o evliyâullah gibi insanlar nerede?.. Var, var ama çok az. Peygamber Efendimiz mal istemiş, Ebû Bekr-i Sıddîk hepsini verebilmiş. Ömerü’l-Fâruk yarısını verebilmiş. Osman-ı Zinnureyn, Şam’dan gelen develeriyle, mallarıyla, mülkleriyle bütün kervânı verebilmiş. Bir orduyu tek başına askerleri techiz edebilmiş, büyük miktarlar verebilmiş. Bunlara çok ihtiyaç var. Paraya pula çok ihtiyaç var ve para pul istemek o kadar zor ki...

Ben Ankara’da vakıf işleri filan diye, hayır hasenât diye bir iki şöyle dükkânı dolaşayım dedim... Benim yapabileceğim iş değil. Perişan oluyor insan. Kendisi için istemiyor ama... Yâni giriyorsun adamın dükkânına, ticarethanesine, meseleyi anlatacaksın, camiye yardım, kursa yardım filan diyeceksin... Aman ne kadar zor, fevkalâde zor… Ama onsuz da olmuyor işte. Cami onunla yapılıyor, tamir onunla yapılıyor, fakirler onunla doyuruluyor, cihad için malzeme...

315

Ali İzzet Begoviç gelmiş müslümanların bir toplantısına:

“—Benim istediğim silahları bana verin; Yugoslavya’yı, Sancak’ı, Bosna’yı, Hersek’i size fethedeyim!” demiş.

Veremiyor müslümanlar, parayı çıkartamıyor. “Şu kadar milyon veya milyar bilmem ne verirseniz olur bu iş.” demiş. E para olmayınca, bak adam 1500 tane mermi atıyor bir şehre. Bom bom, bom bom... E nasıl dayanacaksın?..

Şimdi yarın öbür gün biz harbe girersek, Balkanlarda harp olursa, biz harbe girersek... Yâni senin tabancan var babandan hatıra kalma, içi elli tane kurşun alır. Dan dan, dan dan bitti. Sonra ne yapacaksın?

Adamlar füze makinelerini getirmiş, yirmi tane, yirmi beş tane alıyor, hepsini fırlatıyor oraya oraya, oraya oraya... Bir şehri yakıp yıkıyor. İlerleyemiyorsun. Ağaca böyle takır takır makineli tüfeği tuttuğu zaman ağaç devriliyor, kesiyor, yâni mermiler ağacı kesiyor, ağaç devriliyor. E silah, bomba, malzeme, techizât... Uğraş babam uğraş... Yâni kum olsa biter. Yâni deniz olsa kurur. Nereden gelecek, nasıl yapılacak bunlar?..

316

Yapılır. Yapmış eskiler. Ve bunu yapmağa gücü kuvveti var İslâm Alemi’nin… Suudî Arabistan’ın kumlarının altı petrol, zengin, Kuveyt zengin, daha başka İslâm ülkeleri var, hepsi birleşsinler. Kimisinin nüfusu var, kalabalık. Meselâ, Türkiye’nin nüfusu 55 milyon, 60 milyon; İran’ın o kadar, Mısır’ın o kadar... Endonezya’nın, Malezya’nın, Pakistan’ın, Hindistan’ın... Çok kalabalığız biz. Afrika’nın birçok yerlerindekiler... Kalabalığız ama karınca, koyun, sinek ve kuş sürüsü gibi. Yâni, tesirli bir kalabalık değil. Adamlar müslümanları her yerde zarara uğratabiliyorlar. E bunlar kesenin ağzını açacak, çalışacak, fabrikalar kuracak, birlik ve beraberlik için okullar, eğitimler yapacak...


Şimdi, meselâ şurada bir yürüyüş yapılıyor, bilmem nereden bilmem nereye kadar bir sürü insan toplanıyor. E öbür tarafta Başbağlar’da gariban fukaracık kardeşlerimiz vefat etmiş, nasıl gömülmüş, kaç kişi gitmiş cenazesine belli değil, müslümanların hiç haberi yok. Yâni soğuyor insan. Gariban, mazlum, zavallı...

317

Düşünebiliyor musunuz ki çocukların, hanımların gözü önünde öldürülmesi ne demek? Veya o kadınların halini anlayabiliyor musunuz ki gözünün önünde evladı veya kocası öldürülüyor? Nerede müslümanların yardımı? Kaç gün ortada kalmışlar, kimse bakmamış, çadır yok, kalacak yer yok... Bir ziyarete gidip de halini hatırını soran yok. Veya oturup kalkıp, “Bunu niye yaptınız, kim yaptı, niçin yaptı?” diye soran yok. Veya kim yapmışsa, onu yapan zümrenin etrafında tanıdık insanlardan, “Yâ bu da insanlığa sığmaz!” diyecek hiçbir insan yok mu yâni?

Her şey dünyayı terk etmekle oluyor. Dünyayı Allah için terk edeceksin. Yâni harcayacaksın, sarf edeceksin, vereceksin ve fakirlikten korkmayacaksın! Aman ben bunları kaybetmeyeyim diye titremeyeceksin. Ama bunu yapamıyor müslümanlar. Onun için başlarına her şey geliyor.


d. Sadakat ve Huşû


٩٣ - وبه قال أبو سليمان: لكل شئٍ حليةٌ، وحلية الصدق

الحشوع.


TS. 81/21 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Aynı rivâyet zinciriyle yine Ebû Süleyman dedi ki: (Li-külli şey’in hilyetün ve hilyetü’s- sıdki el-huşûu) “Her şeyin süsü de vardır.” dedi bu sözünde bu sefer. “Her şeyin mehri, karşılığı var.” demişti demin. “Cennetin mehri, karşılığı da dünyayı içindeki her şeyle beraber terk etmek.” demişti. Bu sefer de dedi ki: (Li-külli şey’in hilyetün) “Her şeyin bir süsü, zîneti vardır. (ve hilyetü’s-sıdki el-huşû’) Sıdk u sadâkatin süsü, zîneti de huşûdur.”

Huşû, baş eğmek demek. Yâni insanın Allah duygusuyla, Allah sevgisiyle, ahiret korkusuyla Allah’ın hükmü karşısında boynunu büküp eğilmesi, yâni mutî olması, itaatkâr olması, tam boyun verip, tam teslim olup dediğini yapacak bir halde olması demek.

“—Ben dervişim, ben iyi kulum.” diyor, sıdk u sadâkàt iddiasında bulunuyor, yâni dürüst, has müslümanım, hakiki

318

müslümanım diyor... E hakiki müslümansa bu işin güzelliği ancak huşû ile olur, tam teslimiyetle olur, tam kullukla olur.

“—Dervişim.” diyor... Dervişsen tam teslim ol.

“—Kulum.” diyor... Kulsan tam teslim ol, tam itaat et, tam boyun ver. Kendi bildiğine gidince, teslim olmayınca olmuyor yâni.


e. Hikmetin Nuru


٣٣ - وبه قال أبو سليمان:إذا ترك الحكيم الدنيا، فقد استنار

بنور الحكمة.


TS. 81/22 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman dedi ki:

(İzâ tereke’l-hakîmü’d-dünyâ fekad istenâre bi-nûri’l-hikmeh) “Hikmet sahibi insan...” Hakîm diyoruz, yâni yaptığı her şeyi sağlam yapan, şeriatın ahkâmına göre yapan, düşüne taşına yapan, Allah’ın rızasına uygun yapan, bilgece yapan kimse. (İzâ tereke’l-hakîmü’d-dünyâ) “Böyle bir insan, hikmet sahibi bir kimse dünyayı terk ettiği zaman —demin anlattığımız şekilde— (fekad istenâre) o zaman aydınlanır, nurlanır, (bi-nûri’l-hikmeti) hikmetin nuruyla o zaman aydınlanır. Yâni İnsan dünyayı terk ettiği zaman hikmeti, ilâhî bilgeliği, yâni evliyâlığı, peygamberlere verilen o mübarek, hikmet denilen, mânevî bilgeliği elde eder, onun nuruyla o zaman aydınlanır insan.”

Dünyayı severek, dünyaya dalarak, dünyanın içindeyken, dünyayı kollamağa çalışarak, dünyayı toplamağa çalışarak, bu hayatını hayat etmeğe çalışarak, keyfine bakarak olmaz. Yâni onları terk ederek olur.


f. Sıdkın Madeni Zâhidlerin Gönülleridir


٢٣ - وبه قال أبو سليمان: لكل شئٍ معدنٌ، ومعدن الصدق

319

قلوب الزاهدين.


TS. 81/23 (Ve bihî kàle ebû süleymân li külli şey’in ma’dinün) Aynı paralelde cümleler devam ediyor. (Li-külli şey’in ma’dinün ve ma’dinü’s-sıdki kulûbü’z-zâhidîn) “Her şeyin bir kaynağı vardır, her madenin çıkartıldığı bir ocak olduğu gibi her şeyin bir ocağı, kaynağı vardır, çıktığı asıl yer vardır, bulunduğu yer vardır, sıdk u sadakatin çıktığı yer de, kaynağı da (kulûbü’z-zâhidîn) zâhidlerin gönülleridir. Orası sıdk u sadâkatin kaynağıdır, oradan çıkar.” Altın, altın madeninden çıkar, gümüş, gümüş madeninden çıkar, elmas elmas madeninden çıkar, sıdk u sadâkat de zâhidlerin gönüllerinden çıkar, oradadır, orada bulunur, yeri orasıdır.

Tabii buradaki sıdk doğruluk demek ama doğruluktan maksat doğru kulluk, tam kulluk, yâni iyi dervişlik demek istiyor. İyi dervişlik yapamadığı, iyi kulluk yapamadığı zaman ona yalancı diyor bu adamlar. Tam yaptığı zaman tamam, sadık diyorlar. Yâni sadık kul, sadık derviş diyorlar. Yapmadığı zaman da yalancı, iddiacı... Öyle diyor ama yapmıyor diyorlar.


g. Zarar Etmenin Alâmeti


٣٣- وبه قال أبو سليمان: لكل شئٍ علمٌ، وعلم الخذلان

ترك البكاء.


TS. 81/24 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman Rh.A dedi ki: (Li-külli şey’in alemün ve alemü’l-hızlâni terkü’l-bükâ’)

Aynı şekilde cümleleri sıralıyor. Hepsi aynı rivâyet kanalıyla gelmiş. Belki uzun bir paragraf halinde söylemiştir mübarek, bu sözü söylerken bir vaazında:

“(Li-külli şey’in mehrun) “Her şeyin bir mehri, bedeli, karşılığı vardır. Cennetin bedeli, karşılığı da, (terkü’d-dünyâ bi-mâ fîhâ)

320

içindeki her şeyle beraber dünyayı terk etmektir.”

(Li-külli şey’in hilyetün) “Her şeyin bir süsü, zîneti vardır. (Ve hilyetü’s-sıdki el-huşû’) Sıdk u sadâkatin süsü, zîneti de huşûdur. Yâni tam teslim olmaktır, boyun vermektir.

(Li-külli şey’in ma’dinün) “Her şeyin bir kaynağı vardır, çıktığı asıl yer vardır; (ve ma’dinü’s-sıdki kulûbü’z-zâhidîn) sıdk u sadakatin çıktığı yer de, kaynağı da (kulûbü’z-zâhidîn) zâhidlerin gönülleridir.”

Burada da buyurdu ki:

(Li-külli şey’in alemün) “Her şeyin bir alâmeti vardır. Yâni böyle gözle görülen, ayan beyan, hah tamam denilecek bir görüntüsü, bir alâmeti vardır her şeyin. (Ve alemü’l-hızlân) Zarar etmiş olmanın, ayağı kaymanın, Allah’ın sevmediği bir kul durumuna düşmenin alâmeti de, (terkü’l-bükâ’) ağlamanın kesilmesidir, olmamasıdır, ağlamayı terk etmektir.”


Bir adamın kalbi katı mı, ağlamıyor mu, vaazdan anlamıyor mu, ayetten etkilenmiyor mu, hadis-i şeriften duygulanmıyor mu?.. Ağlayamıyor. Tamam, bu fena bir durumda... Kötü olmanın, hizlânın, hüsrânın, yanlış bir duruma kaymanın işaretidir ağlayamamak. Ağlıyorsa, demek ki duyguları canlı, demek ki gönlü ölmemiş, demek ki iyi şeyleri kalbi kabul edebiliyor, duyguları harekete geçiyor, ağlayabiliyor. Ağlayamıyorsa işte o zaman o fena. Kötü bir işaret.

Yâni, arabayı kullanırken bakıyorsun, gösterge tablosunda bir kırmızı ışık yanıyor... Ah ne oldu?.. Suyu bitmiş radyatörün, eyvah motor yanacak... Kenara çekiyorsun, bakıyorsun, kaportayı kaldırıyorsun, buharlar çıkıyor vs. filan... Biraz daha gitseydi motoru yanacaktı filan diyorlar. Nereden anladık bunu?.. Kırmızı işaretten anladık. Yoksa gidecektik, biraz sonra motor duracaktı ama iş işten geçmiş olacaktı. Kırmızı işaret ikaz etti.

Her şeyin alâmeti vardır, hizlân ve hüsrânın alâmeti de ağlamanın kesilmesidir. O kalmadı mı, göz yaşarmıyor mu, demek ki kalbi katılaşmış, vaziyet fena demek.

Hizlân’ın, biraz da kelime olarak tarifini yapmak gerekirse: Bir

321

insanı yardımsız bırakmak demek. İnsan kim tarafından yardımsız bırakılır? Allah tarafından... Allah ona yardımı kesmişse, tevfîkini refîk etmemişse, kendi haline koyuvermişse, o fena işte… Onun alâmeti ne? Allah’ın onu bıraktığının, yardım etmemeğe başladığının alâmeti ne? Nedir kırmızı işaret?.. Ağlaması yok… Kalbi katılaştı, duygulanmamağa başladı. O fena işte…


h. Nefsiyle Mücadele Eden Kimse


٥٣- وبه قال أبو سليمان: من توسَّل إلى الله بتلف نفسه،

حفظ الله عليه نفسه، وحكَّمه فى جنته.


TS 81/25 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman dedi ki:

(Men tevessele ila’llàhi bi-telefi nefsihî, hafiza’llàhu aleyhi nefsehû ve hakkemehû fî cennetihî) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne nefsini telef ederek, yok ederek, mahvederek, öldürerek ulaşmağa bir insan tevessül etti mi, gayret etti mi, Allah onun için nefsini korur. O öldürmek istiyor Allah rızası için, telef etmek istiyor nefsini... Allah onun nefsini onun namına korur. Merak etmesin, nefsi mahvolmaz yâni, helâk olmaz. Allah ona nefsini korur, (ve hakkemehû fî cennetihî) cennetinde onu hâkim kılar.”


İnsan Allah yoluna gitmek istediği zaman, ilk muhalefet kendisinden gelir, nefsinden gelir, nefsi isyan eder insanın.

“—Yâhu uyku uyutmadın bana! Aman be sabah namazıymış, oruçmuş, bilmem neymiş... Yorgunluk, vs... Yat be adam biraz keyfine bak! Herkes senin gibi mi yapıyor, bu dünyayı sen mi düzelteceksin?” Ooo, içerden bir sürü itiraz, isteksizlik... İlk önce nefsi itiraz eder insanın. Daha başkası değil. Ondan kurtulursa bir sürü imtihanlar çıkar; anası karşı gelir, babası karşı gelir, komşusu karşı gelir... Bu devirde herkes “O kadar müslüman olma!” diyor.

322

Tam müslüman olmağa çalışan insana, “O kadar müslüman olma!” diyor.

Nasıl olayım?..

“—Yarım yamalak müslüman ol!” diyor, “Benim gibi ol!” diyor. “Bak ben hem dünyayı ihmal etmiyorum, hem ahireti ihmal etmiyorum, eğlence zamanında içerim, namaz zamanında namaza giderim. Hem faiz yerim hem şunu yaparım...” diyor.

İyi halt ettin! Ama sanki kendisinin durumu ideal durummuş gibi onu anlatıyor karşı tarafa. Tam müslümanca yaşamak isteyene de böyle yorgun öküzün sabana baktığı gibi yan yan bakıyor, kinli kinli bakıyor. Vay bu sakal bıraktı, vay militan!


Babası evlâdına, “Militan!” diyor, “Seni ihbar edeceğim!” diyor.

Ne yapmış çocukcağız? Mazlum, masum, sakal bırakmış, namaz kılıyor, güzel kulluk yapıyor... Babası hazmetmiyor.

Ama babasından evvel nefsi var insanın. En büyük düşmanı kendi nefsi... O sabah namazına kaldırmayan kendi nefsi, ibadeti yaptırmayan kendi nefsi, günahlara daldıran kendi nefsi, müstehcen işlere kaydıran kendi nefsi... İşte bu nefsi yenmeden Allah’a ulaşmak olmuyor.

Nefsini telef ederek Allah’a ulaşan kimseyi Allah —merak etmesin— gene mahrum bırakmaz, onun nefsini gene o korur. Ama bu sefer nasıl olur?.. (Hafiza’llahu aleyhi nefsehû) Nefsi müslüman olur. Allah’a güzel kulluk etmeğe râzı bir nefis olarak... Yine nefisli olur insan. Tabii herkesin nefsi var. Allah insana nefis diye bir varlığı vermiş, yaşadığı müddetçe bu olacak. Ama bu sefer Allah’ın terbiyet etmiş olduğu bir nefis olur, nefs-i mutmainne olur, nefs-i râziye, merziyye olur, iyi bir nefis olur. Ve Allah onu cennetine hakim kılar, cennetinde...


Tabii hakeme, aslında bir kimseyi hakem tayin etmek filan demek. (Hakkemehû fî cennetihî) Yâni, “Cenneti hususunda onu hakem tayin eder demek, yâni ona sorar, hangi cennete girmek istiyorsan gir, buyur diye böyle bir salâhiyet verir, bir imkân verir, bir lütfeder.” gibi bir mânâ da anlaşılıyor.

323

Sekiz cennet var, eski tabirle sekiz uçmak... “Hangisine istersen, hangi kapıdan istersen, buyur gir!” diye onu hakem yapar, hükmü ona bırakır:

“—Ey kulum gir hangi cennete girersen?” gibi bir mânâ anlaşılıyor.

Nefsini tepeleyen insanın, nefsini bu sefer düzeltmiş bir nefis olarak hıfzeder ve cennetlerden hangisine girmek istiyorsa girsin diye reyi ve hükmü ona bırakır. Tamam, nasıl istersen, nerede istersen, nereden istersen oraya gir gibi bir mânâ anlaşılıyor.


i. Amellerin En Faziletlisi


٠٣ - وبه قال أبو سليمان: أفضل الأعمال خلاف هوى النفس.


TS. 81/26 (Ve bihî kàle ebû süleymân: Efdalü’l-a’mâl hilâfü heve’n-nefsi) Ebû Süleyman ed-Dârâni Hazretleri bu rivâyet zinciriyle bu sözünde dedi ki: (Efdalü’l-a’mâl) “Amellerin, a’mâl-i sâlihanın en faziletlisi, (hilâfü heve’n-nefsi) nefsin hevâsına muhalefet etmektir. En sevaplı amel budur.” İşte dervişlerin, büyüklerin, àriflerin en çok yaptığı şey bu... Yâni içinden bir hevây-ı nefs geliyor, yâni nefsin bir isteği geliyor. Şunu istiyorum, canım şunu çekti, şunu yapsam, şöyle olsam, ah param olsa vs. filan... İçinden bir hevesi geliyor, arzusu geliyor, hevây-ı nefs, nefsin isteği, arzusu, ihtirası... İşte buna muhalefet etmek amellerin en sevaplısıdır.

Bak namaz kılmaktır demedi, şunu yapmaktır, bunu yapmaktır demedi, amellerin en sevaplısı... Ne dedi? “Nefsin arzusuna karşı çıkmak ve onun aksini yapmaktır.” dedi. Nefsi ne istiyor?.. Yatmak istiyor.

“—Kalk bakalım!”

“—Yâ bırak yatayım...”

“—Git abdestini al! Teheccüd namazı kıl bakalım! Al eline tesbihi!” “—Yâ çok yorgunum, yarın yaparım, sabah yaparım...”

Yâni neyi istiyorsa aksini... Yâni adeta böyle. Adeta nefse

324

muhalefet ederek onun her dediğinin aksini yapacak. Çünkü nefsin huyunu biliyoruz; hep keyif tarafına kaytarır. Kaytarıcı, hayta ve haylaz… Nefsin sıfatı bu. Mutlaka onun istediğinde bir haytalık vardır, haylazlık vardır. Sen öyle mi istiyorsun? Aksini yapacaksın.

Mûsâ AS’a atfederler... Birisine müslüman olmayı teklif etmiş. Demiş:

“—Ben Allah’ın peygamberiyim. Gel, iman et, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna gir.”

Demiş ki:

“—Yâ Mûsâ, müsaade et, ben sana yarın cevap vereyim.”

Ertesi gün gelmiş,

“—Kabul ettim yâ Mûsâ. Senin dinine girdim, teklifini kabul ettim, tamam, tabi oldum sana.”

“—Pekiyi ne yaptın bu gece? Yâni neden müsaade istedin?..”

Demiş ki:

“—Benim eskiden beri adetim: İçime danışırım, nefsime danışırım, ne isterse onun aksini yaparım. Ne isterse aksini yaparım. Bu akşam danıştım, sana tabi olsam mı olmasam mı diye... Baktım hiç istemiyor. Hoşuna gitmiyor keratanın. Onun üzerine geldim, sana teslim oldum.” demiş.

Bu bir ölçü…


Şimdi bu zamane müslümanları... Dedim ya hani iyi müslüman olamıyorlar, dünyayı terk edemiyorlar... Bu zamane insanlarının yaygın hastalığı, yâni kahir ekseriyetle hastalığı nedir?.. Hevây-ı nefsine tâbi olmasıdır ve nefsinin her emrini yapmak için çalışmasıdır ömrü boyunca… Çalışmaları budur, gayreti budur, aklı budur, alışkanlığı budur, adeti budur.

Küçükten beri böyle başlamıştır bu iş… Şeker isterim diye tepinmekten başlamıştır, şu kızı isterim diye devam etmiştir. Şu parayı isterim, şu otomobili isterim diye devam etmiştir. Şu köşkü isterim, şu mevkii, şu bakanlığı isterim diye devam etmiştir. Ondan sonra iş işten geçmiştir. Bak cemiyet ne kadar İslâm’dan uzaklaşmış ki, İslâm ne diyorsa, tasavvuf ne diyorsa hep onun

325

zıddı bir manzara var. Herkes bugün hevây-ı nefsine uymuş, hevây-ı nefsi neyi isterse onu yapıyor, o yolda yürüyor.


Dün Malatya’dan uçtuk geldik buraya... Orada gazeteleri elime tutuşturdular... Ben İslâmî olmayan gazeteleri almıyorum; onlar onu da, bunu da, şunu da almışlar... Ben de o Başbağlar’daki haberleri merak ediyorum. O gazetelerin içlerindeki o yazılara baktım, Aman Allah’ım!.. Yâni, memleket neden batıyor, anlaşılıyor. Çok net anlaşılıyor. Gençlik niye böyle zıpır, halk niye böyle hunhar, gaddar, katil, cani, hırsız, arsız, edepsiz, yüzsüz...

Ondan sonra, bir gazete bir sayfasında yazmış: “Bu çocuklara ne oldu?..” Falanca anasını tepelemiş, filanca babasını öldürmüş filan... Eline silahı almış Kaleşnikof, babasını öldürmüş dövdü diye. Ötekisi annesini bilmem ne yapmış... Aynı sayfada... O da öyle vurmuş kırmış filan.

“—Bu gençliğe ne oldu?..”

Daha ne olacak, siz yapıyorsunuz. Aç bir öbür sayfayı... İşte bundan böyle oluyor bu gençlik. Hevây-ı nefsini körüklüyorsun

326

nefsin, hevâsına uymayı teşvik ediyorsun; anlatıyorsun, anlatıyorsun, anlatıyorsun... Akıllıyı deli ediyorsun, normal yuvasında duranı zıvanasından çıkarıyorsun. Ondan sonra da, bu gençler niye böyle yapıyor?

Gelip sana da neler yapacaklar daha… İlk önce zaten kışkırtana Allah cezasını verir. Bakalım senin çocuğun sana neler yapacak daha. Gör! Babasının mirasına konmak için babasını öldürenler, kocasını öldürüp sevgilisiyle bilmem ne yapanlar... Her gün gazetede bin bir rezalet. Neden?.. Hevây-ı nefs hakim…


E tasavvuf ne diyor? “Amellerin en faziletlisi nefsin hevâsının hilâfına gitmektir, aksini yapmaktır.” diyor Ebû Süleyman ed- Dârânî… Bak eski insanlarla yeni insanlar arasındaki farka! Sulh, sükûn ve harbin neden olduğunu anla işte buradan.

Şimdi hepsi de İslâm’a düşman, tasavvufa düşman, camiye düşman, minareye düşman, ezana düşman, sakala düşman, başörtüye düşman bir sürü insan türedi. Sırp’ın gelmesine lüzum yok, Ermeni’nin gelmesine lüzum yok... Yerli malı var. Herkes yerli malı kullanmalı. Tamam...


j. Ömrün Geçmesi En İyi Vaiz


٧٣ - وبه قال أبو سليمان: من أراد واعظًا بيِّـنًا، فلينظر إلى اختلاف الليل والنهار .


TS. 81/27 (Ve bihî kàle ebû süleymân: Men erâde vâizen beyyinen fe’l-yenzur ile’htilâfi’l-leyli ve’n-nehâr) Ebû Süleyman Hazretleri dedi ki bu sözüyle aynı rivâyet zinciriyle: (Men erâde vâizen beyyinen) “Şöyle saçık seçik anlaşılır bir dille kendisine vaaz eden bir vaiz isteyen kimse...” Hani bazısının dili anlaşılmıyor, bazısının kelimeleri sezilmiyor, bazısının üslûbu güzel değil, zevkle dinlenmiyor, uykusu geliyor insanın. Hutbeye çıktığı zaman cemaat başlıyor horlamağa, vs... o ayrı. “Açık seçik, anlaşılan, kalbe saplanan, güzel, tam böyle anlaşılır şekilde

327

konuşan bir vaiz istiyorsa bir kimse, (fe’l-yenzur ile’htilâfi’l-leyli ve’n-nehâr) gecenin gündüzün peşpeşe, değişe değişe gelmesine baksın. Bu vaiz yeter insana.”

Ne demek istedi?.. Ömür geçiyor demek istedi. Bak şimdi gece, yarın sabah. Dün, 12 saat önce de gündüzdü... Ömür gidiyor. Geceden sonra gündüz, gündüzden sonra gece, geceden sonra gündüz... Ömür tükeniyor. İşte vaiz sana. Daha ne istiyorsun?.. Ömrün gidiyor. Bir zaman sonra sen de gideceksin. Az kaldı. Ve yaklaşıyor... Her gün seni o noktaya biraz daha yaklaştırıyor. Başka vaize ne lüzum var?.. Açıkça söylüyor.

Ne söylüyor bu gecenin gündüzün peş peşe gelip gitmesi, değişmesi, etraftaki bu gece gündüzün yer değiştirmesi ne söylüyor?.. Hayat fanidir, sen de bir gün öleceksin, Allah’ın huzuruna çıkacaksın, bu dünyada yaptıklarından hesap vereceksin diye açık seçik söylüyor. Anlayana....

Anlamayan?..

Geceleyin mehtap var, boğaza içmeğe gidelim. Gündüzleyin güneş var, denizde yüzmeğe gidelim... Kimisi de böyle değerlendiriyor geceyi, gündüzü.


k. Kadere İtiraz Etmemeyi Öğrenin!


٨٣- وبه قال أبو سليمان: علِّموا النفوس الرضى بمجارى

المقدور، فنعم الوسيلة إلى درجات المعرفة.


TS. 81/28 (Ve bihî kàle ebû süleymân: Allimü’n-nufûse’r-rıdâ bi-mecâri’l-makdûr feni’me’l-vesîletü ilâ derecâti’l-ma’rifeh)

Sayfanın sonuna yaklaşıyoruz. Sayfayı bitirince herhalde belki bahsi bile bitiririz arka sayfaya geçip. Ebû Süleyman Hazretleri buyurdu ki aynı rivâyet zinciriyle:

(Allimü’n-nufûs) “Nefislere öğretin...” Neyi?.. (er-rıdâ bi -

mecâri’l-makdûr) “Allah’ın mukadderâtının cereyânına rızâ göstermeyi nefislerinize öğretin.”

Ne demek istiyor?.. Allah’ın yazısına itiraz etmemeyi, kadere

328

itiraz etmemeyi kendi nefsinize, Allah’ın kaderine râzı olmayı kendinize öğretin demek istiyor. Nefislerinize kadere rızayı öğretin, (feni’me’l-vesîletü ilâ derecâti’l-ma’rifeh) marifetin, irfânın derecelerine yükselmek için ne güzel bir vesîledir bu. Yâni, arif kul olmanın, evliyâ olmanın, Allah’ın sevgili kulu olmanın ne güzel vesilesidir bu. Ne?.. Kadere rızâ göstermek. Kadere rızâ göstermeyi nefsinize öğretin!..


Tabii, insan etrafındaki olaylara bakacak, bu olayların Allah tarafından takdir edildiğini düşünecek. Bilecek ki, onun takdiridir; neden öyle takdir edilmiş olduğunun hikmetini sezmeğe çalışacak.

“—Allah Allah, bunda ne hikmet var acaba, niye böyle oldu ki?” diye, hikmetini düşünecek. Kendisi hakkında mukadderâtın sonucuna, çevredeki sonucuna, “Eh Allah madem böyle takdir etmiş, vardır bir hikmeti, sebebi, bir bildiği...” diyerek, rızâ gösterecek.

İşte bu Allah’ın kaderine rızâ makamı. Tasavvufî mertebelerin çok yüksek bir mertebesidir. Bunu nefislerinize öğretin. İşte bu irfân derecelerine ulaşmanın vesilesidir.” diyor.

Ekseriyetle hastalıklar kadere rızâ etmemekten doğar. Yâni çevredeki olayların sebeplerine inerseniz, insanların davranışlarına bakarsanız, tahlil ederseniz... Meselâ adam babasını öldürüyor, mirasa konacağım diye. Neden?.. Veyahut soyuyor, soğana çeviriyor, sağ tarafı kaldırıyor, solu aldatıyor, bilmem ne filan... Yâni yapılan suçlar, hatalar veya çeşitli kavgalar, gürültüler veya insanın huzursuzluğu, sinirliliği vs.si hep rızâ duygusunun olmamasından. Allah’ın rızâ makamına ulaşsa, o zaman tam rahat edecek, âsûde olacak.


l. Allah Korkusu Gafleti Giderir


١٣ - وبه قال أبو سليمان: إذا سكن الخوف القلب أحرق

الشهوات، وطرد الغفلة من القلب.

329

TS. 81/29 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman ed-Dârânî Hazretleri buyurdu ki: (izâ sekene’l-havfu’l-kalbe ahraka’ş-şehevâti ve tarada’l-gaflete mine’l- kalb) Dedi ki:

“Havfullah, Allah’tan korkmak insanın gönlüne bir kere oturup yerleşti mi (izâ sekene’l-havfu’l-kalbe ahraka’ş-şehevât) nefsin şehevâtını yakar, kül eder, yok eder. Ne?.. Allah korkusu. Korku insanın gönlüne yerleşti mi şehevât gider, yanar, kül olur yâni. (Ve tarada’l-gaflete mine’l-kalb) Ve gönülden gafleti kovar Allah korkusu. Allah’tan korkanın gönlünde gaflet kalmaz, uyanıklık meydana gelir, gönlü uyanık, pırıl pırıl olur, gafillik filan kalmaz.”

Tabii Allah korkusu da çok nadir bulunan bir madde haline geldi. Hiç bir yerde satılmıyor, alınmıyor, yok. Mevcudu yok. Kimde göreceksin, kimde bulacaksın?.. Yâni Allah’tan korkan kaç tane insan var etrafında?.. İşte bu Allah’tan korkuyor, bak hareketine. Haram yemiyor... Bak nasıl şey yaptı, şöyle davrandı, böyle davrandı... Kaç tane böyle insan davranışı gösterebilirsin?..


m. Kalbin Pası Karın Tokluğudur


٣٢ -وبه قال أبو سليمان : لكلِّ شيءٍ صَدَأٌ، و صَدَأُ نورِ القلْب


شِبَعُ البَطْن ِ.


TS. 81/30 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Hep aynı adamlar rivâyet etmiş bu sözleri. (Li-külli şey’in sadeün) “Her şeyin bir pası vardır.” diyor bu sefer de. Hani her şeyin bir şeyi vardır diye yukarıda bir sürü cümle geldi geçti... “Her şeyin bir pası vardır, (ve sadeü nûri’l-kalbi şibau’l-batni) kalbin nurunun pası da, karnın tokluğudur.” diyor.

Bu çok söylenen bir şeydir. Yâni insanın karnı doydu mu nefsi kuvvetlenir, bu sefer şehevâtının peşinde koşmağa başlar. Yâni keyfiyâtının, eğlencenin peşinde koşmağa başlar. Karnı boşaldı mı, oruçlu, aç oldu mu o zaman kalbinin nuru artar. Mide dolduğu

330

zaman kalbin aynası paslanıyor.

Bu aynayla pas kelimesinin kullanılmasının sebebi de şudur: Eskiden aynalar camdan yapılmıyordu, gümüş gibi bir şeyden yapılıyordu. Düz bir metal. İyice üstü cilâlandığı zaman, baktığı zaman görüyordu. Hani nikelajda filan insan görür ya kendisini, eskiden öyleydi ayna. Sonradan camın arkasına böyle bir şey koyup da bizim bildiğimiz aynayı yapmayı öğrendi insanlar. Tabii bu parlak metal hemen okside oluyor, paslanıyor. Paslandığı zaman görüntüler görünmüyor.


İnsanın kalbi de ayna gibidir. O böyle zikrullahla, ölüm korkusuyla silindiği zaman, mânevî hakikatler orada görülür. Paslandığı zaman, hiç bir şey görülmez, hiç bir görüntü olmaz.

İşte “Her şeyin pası vardır, gönül nurunun pası da karnın doymasıdır.” diyor. Yâni demek istiyor ki: İnsan tok olduğu zaman gönlü, mânevî duyguları söner, iyi çalışmaz, paslı bir ayna gibi olur, güzel şeyler göstermez, görünmez, istifade olmaz demek istiyor.

Onun için, çok doymaktan, mideyi tıka basa çok doldurmaktan kaçınmak lâzım, ölçülü yemek lâzım! Bazı kereler de, sünnet-i seniyyeye uygun zamanlarda oruç tutmak lâzım!

Diyorlar ki:

“—Falanca bir oturuşta bir kuzu yermiş, bir mandayı yermiş...”

Yâni böyle laflar duyuyoruz. Bir manda yemese bile “Elhamdü lillâh bir tencere şeyi sıyırdım, arkasından şunu yedim, bunu yedim.” diye öğünenler... E ne olacak yâni?.. Bunu yediği zaman artık kulaklarından ateş fışkırmağa başlar insanın, nereye çatacağını bilemez. İlle bir divanelik yapacak, bir şey yapacak yâni. Öyle olmaması lâzım geliyor.


Bir doktora sormuşlar ki:

“—İnsan ne kadar yemeli? Madem bu kadar çok yemeyecek söyle ne kadar yemeli?” Demiş ki:

“—Bir günde iki yüz dirhem yemek yeter.”

331

Yâni dört yüz dirhem bir okka eder, yarım okka yiyecek yeter diyor bir günde. Demiş ki:

“—Aaa... Bu ne olacak?.. Bu neye yarar ki?..” demiş, o bile şaşırmış.

O zaman da demek ki çok yemek vardı bizdeki gibi. Demiş ki: Arapça olarak:


هذا المقدار يحملك، وما زِدَّ عَلَيْهِ فأنْتَ حَامله.


(Hâze’l-mikdâru yahmilüke) “Bu kadarı seni taşır. (Ve mâ zidde aleyhi feente hàmilühû) Daha fazla yersen, bu sefer sen onu taşırsın.” “Bu kadarı seni taşır, daha fazla yersen sen onu taşırsın.” Yâni şişmanlık olur, et olur, kilo olur.

Bir adam normal olarak 65 kilo gelmesi lâzım; boyuna, posuna ve yaşına göre... 65 kilo olması lâzım! Kaç kilo geliyor? 97 kilo geliyor meselâ. Kaç kilo fazla?.. İki teneke fazla… Yâni bir teneke burada var, bir teneke burada var, her gün her yere onlarla geziyor adam. Lambur lumbur, cangul cungul... Öyle demek yâni. O tabii kalbe yük oluyor, vücuda yük oluyor, ayağa yük oluyor, mideye yük oluyor, karaciğere yük oluyor, her şeye yük oluyor...

Onun için ölçülü yemek dinin önemli tavsiyelerinden birisi. Nefis de azgınlaşıyor çok yediği zaman. Oruç tuttuğu ve az yediği zaman ölçülü kalıyor.


n. Allah’tan Gayrı Şeyleri Gönülden Çıkartmak


İkinci sayfaya geçtik.


٩٢- وبه قال أبو سليمان: من أظهر الانقطاع إلى الله، فقد وجب

عليه خلع ما دونه من رقبته.


TS. 82/31 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Hep aynı adamlar rivâyet etmiş bu sözleri. (Men azhare’l-inkıtàe ila’llah fekad vecebe

332

aleyhi hal’u mâ dûnehû min rakabetihî) “Kim ben bütün başka masivallah ile ilgileri kestim, Allah’a bağlandım diyorsa...” Eskiler tabii esas gayenin Allah’a bağlanmak olduğunu ve dünya bağlarından kesilmek ve kurtulmak gerektiğini biliyorlardı hür olmak için.

“Kim Allah’a böyle bağlanmak, ötekilerden kesilmek durumundaysa, onu ızhar ediyorsa, öyleyim diyorsa, (fekad vecebe aleyhi) onun boynuna vacib olur, (hal’u mâ dûnehû) Allah’tan başka her şeyi çıkarmak (min rakabetihî) boynundan. Yâni, Allah’tan gayrı, masivallah ne varsa her şeyi çıkartıp atması lâzım.” Yoksa Allah’a yöneldim, Allah yoluna girdim, derviş oldum diye iddia edemez. Her şeyi çıkartması lâzım. Çıkartamıyorsa lafta kalır.


o. Sıdkın Karşılığı


٣٢ - وبه قال أبو سليمان: من كان الصدق وسيلته، كان الرضا

من الله جائزته.


TS. 82/32 (Ve bihî kàle ebû süleymân) Yine aynı rivâyet zinciriyle Ebû Süleyman Hazretleri dedi ki:

(Men kâne sıdku vesîletehû kâne rıdâ mina’llàhi câizetehû) “Kimin Allah’a ulaşma vesilesi doğruluk olursa, sıdk u sadâkat olursa, Allah’tan da ona ikram ve mükâfat, hediye rızâ olur. Yâni kim sıdk ile kulluk ederse, Allah ondan râzı olur.” demek istiyor. Bunu edebî bir üslûpla söylemiş.

(Men kâne sıdku vesîletehû) “Allah’a ulaşmaktaki tutanağı, dayanağı, vesîlesi sıdk olan, sâdıklık olan, dervişlik olan, hakiki halisâne hareket etme olan kimsenin, (kâne rıdâ mina’llàh) Allah tarafından râzı ve hoşnut olunmak (câizeteh) mükâfatı olur.” Yâni sıdk ile kulluk edene Allah rıdvân-ı ekberini, rızasını ihsân eder, mükâfatı Allah’ın rızasına ermek olur.

Demek ki sıdk ile kulluk etmemiz lâzım. Sıdk; doğruluk. Sözde doğruluk, özde doğruluk, işte doğruluk, her şeyde dosdoğru

333

olmak…


p. Yakîn ve Allah Korkusu


٢٢- وبه قال أبو سليمان: لكل شئٍ صدقٌ، وصدق اليقين

الخوف من الله تعالى.


TS. 82/33 (Ve bihî kàle ebû süleymân: Li-külli şey’in sıdkun ve sıdku’l-yakîni’l-havfu mina’llàhi teàlâ) Her şeyin bir doğrusu vardır, doğruluğu vardır, doğru oluşu vardır. Yakînin doğruluğu da Allah’tan, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden korkmaktır.”

Yakîni geçen haftalar anlatmıştım. Türkçede yakın var, o ayrı bir kelime. Arapçada yakîn var, şeksiz iman demek yâni. Her şeyin doğru tarafı vardır, doğru yapılış şekli vardır, yakînin

doğruluğu da Allah’tan korkmaktır. Sen tam inanmış bir insan mısın, yakîn sahibi misin, hiç şek yok mu kalbinde, tereddüt yok mu?.. Yok. Tam bir inanmışsın, her tarafın iman dolu, tamam.

Bunun doğruluğunun alâmeti, sende Allah korkusu olması lâzım. Yok. Oooh, efe gibi dolaşıyor. O zaman sen şey değilsin. Tam şeksiz imana erişmiş olsaydın böyle mi gezerdin yâ?.. Uykun kaçardı korkundan, ödün patlardı. Neden ödün patlardı?.. Cehenneme düşmekten ödün patlardı, cenneti kaçırmaktan ödün patlardı, Allah bana itâb ederse, ikàb ederse, azâb ederse ne olurum diye... Allah’ı biliyorsun madem, inanıyorsun, kahrından korkması lâzım. Yakînin doğru olduğunun, gerçek olduğunun alâmeti insanın havfullaha sahip olmasıdır. Allah’tan korkan, mahâfetu’llaha sahip olan bir insan olması lazımdır dedi ve sonuncu cümleye geldik.


r. Müslümanlar İçin Ağlamak


٣٢ - وبه قال أبو سليمان: لو أنَّ محزونًا بكى فى أمةٍ لرحم

334

الله تلك الأمَّة.


TS. 82/34 (Ve bihî kàle ebû süleymân: Lev enne mahzûnen bekâ fî ümmetin lerahima’llàhu tilke’l-ümmete) Allàhu ekber! Bu söz ile bitiyor Ebû Süleyman Hazretleri’nin sözleri. Dedi ki burada:

(Lev enne mahzûnen bekâ fî ümmetin) “Eğer hüzünlü, mahzun ve başına birtakım olaylar gelmiş de üzgün olan bir insan, bir topluluk için ağlarsa, Allah muhakkak ki o ümmete rahmeder. Kendisi için ağlanılan o ümmete rahmeder.”

O zaman bu bize bir ilaç işte. Başbağlar olayı için bir ilaç… Mahzun oluyor muyuz, ağlıyor muyuz seccademize çekilip geceleyin...

“—Yâ Rabbi nedir bu kardeşlerimizin çektiği?.. Nedir bu kardeşlerimize edilen zulüm? Nedir?..” diye mahzun olup ağlıyor musun?..

Ağlıyorsun. Allah mahzun kalbin yanında... Mahzun insanı seviyor, mazlum insanı seviyor Allah. Zalimi sevmiyor, mazlumu seviyor. Şimdi öldürülenler mi kazandı, öldüren mi kazandı?.. Öldürülenler kazandı, mazlum olarak öldüler, cennete gittiler. Bir tanesi bizim kardeşimiz, sekiz tanesi hac arkadaşımız. Hepsi cennetlik...

Öldürenler?.. Öldürenler ağlasınlar şimdi. Dertlerine onlar yansınlar. Öldürdüler, şimdi mahvoldular. Onları kim kurtaracak Allah’ın kahrından, gazabından?.. Mümkün değil. Dünyada ahirette gittiler. Onlar ağlasınlar, onlar mahvoldu. Mahvolan ölenler değil, öldürenler. Ama bunu ibret gözüyle görmesi lâzım, aklı başında insanın görmesi lâzım.


Tabii biz de etrafta olan kardeşleri olarak, onlara bağlı, yakın insanlar olarak bir ızdırap içindeyiz, bir hüzün içindeyiz, mahzunluk içindeyiz. İşte Allah mahzun gönüllülerin yanındadır. Bir mahzun gönüllü ağlasa, Allah ona acır. Onun yüzünden bir ümmete rahmeder. Onun için Ümmet-i Muhammed’in dertlerine ağlayalım!

335

Ağlamayı zaten unutmuşsa gözümüz o kırmızı işaret, o felaket işareti.

“—Ağlayamıyorum hocam...”

Eyvah! Felaket… Ya yediğin haram, ya işinde Allah’ın sevmediği bir durum var... Yâni bir tehlike işareti var. Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna seccadenizi yayıp, divanına durup namaz kılın, tesbih çekin ve Ümmet-i Muhammed için acıyın, ağlayın ki Allah-u Teàlâ Hazretleri mahzun gönüllülerin duasını mahrum etmiyor.

Bundan sonraki terceme-i hâl Ma’rûf el-Kerhî Hazretleri’nin. Kerh —o zaman gelecek— Bağdat’ta bir mahallenin adıdır.

.............

Kerh kasabasının yetiştirdiği bir kimse olarak Ma’rûf el-Kerhî

veya Farsça tamlamayla Ma’rûf-i Kerhî, ona geldi sıra. Sağ olursak, ölmezsek, makineli tüfeklerle taranmazsak, köyümüz basılmazsa, şehrimiz bombalanmazsa, Allah nasib ederse bunu da okuruz, kitabı da bitiririz... Daha nice nice şeyler belki olur, belki olmaz... Ama bugün Ebû Süleyman Hazretleri bitti.

Ben şahsen çok istifade ettim sözlerinden. Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi hak sözü duyan, anlayan ve sözün en güzeline ittibâ edenlerden eylesin...

Fâtiha-i Şerife mea’l-besmele-i şerife!


10. 07. 1993 - Eyüp/İstanbul

336
11. MA'RUF EL-KERHÎ HAZRETLERİ (1)