17. AHMED İBN-İ EBİ'L-HAVÂRÎ HZ. (2)
Eùzü bi'llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi'llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn... Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin —rahmetu’llàhi aleyh, cennet mekân— Tabakàtü’s-Sùfiyye isimli eserinden 100 sayfa okumuşuz, 101. sayfanın 6. paragrafına ulaşmışız, el-hamdü lillâh. Eserin, aşağı yukarı beşte biri okunmuş oldu.
Allah’ın bu sevgili, mübarek, sàlih kullarının hayatlarını okumak, hadis-i şerifte faydası, sevabı sabit olan bir husustur. Sàlihlerin anıldığı yere rahmet iner, mânevî bir hava meydana gelir. Dinleyenlerde güzel haller meydana gelir. Onların halleriyle dinleyenlerin de hallenmesi mümkün olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri şefaatlerine nâil eylesin...
Dersimize başlamadan önce, başta Peygamber SAS Efendimiz olmak üzere, bu mübarek, Allah’ın sevdiği, sàlih, velî kullarının; sahabe-i kiramdan RA, kendisinden feyz aldığımız Hocamız Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar silsileler halinde, muhtelif, mübarek tarikatların başında vazife görerek bu güne kadar yaşamış, gelmiş, geçmiş olanların cümlesinin ruhu için;
Şu içinde oturup, güzelce kitabımızı okuduğumuz güzel tekkenin bânîsi, Nakşibendî meşayihinden Selâmi Mustafa Efendi Hazretleri’nin ruhu için; yine az yukarıda Şeyh Murad Tekkesi’nde medfun bulunan evliyaullah ve sàlihlerin, Şeyh Murad Hazretleri’nin ve halifelerinin ruhları için; aşağıda yine Nakşî meşâyihinden Haydar Baba Hazretleri’nin ve onun silsilesine bağlı haleflerinin, seleflerinin ruhları için... Civarda çok büyük zâtlar var, Abdül'ehad-i Nûri Hazretleri gibi —bir
kardeşimize üzerinde tez yaptırdık— Halvetî meşâyihinin büyüklerinden...
Tabii bunların hepsinin üstünde, buralara en büyük şerefi kazandıran Peygamber SAS Efendimiz’in mihmandârı Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri ki, sahabe-i kiram medfun oldukları beldenin müslümanlarına mahşer gününde önderlik edecekler; cennete giderken onlar en başta, bayrakları çekmiş olarak gidecekler. Arkalarından beldenin öteki müslümanları gidecek. Muhakkak ki, Ümmet-i Muhammed’in Peygamber Efendimiz’i görmüş, mübarek sohbetine ermiş insanları, sahabe diye adlandırdığımız insanlar, en yüksek zâtlar oluyorlar. Onların seviyesine hiç bir kimsenin ulaşması mümkün değil… Çünkü Peygamber SAS Efendimiz’in seviyesine kimse çıkamaz. Allah şefaatlerine nail eylesin...
Bu Hâlid ibn-i Zeyd Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri’nin ruhu için, diğer sahabe-i kirâmın ve cümle evliyâullahın ruhları için;
Ayrıca, savaşın ne kadar zor olduğunu görüyorsunuz; ne kadar meşakkatlerle, canlarını, mallarını ortaya koyarak, büyük bir ideal edinip, İstanbul’u mutlaka fethetmek isteyip, her türlü teknik hazırlığı, ilmî seviyenin gerektirdiği çalışmaları yapıp bu beldeyi fethe mazhar olan; böylece Peygamber Efendimiz’in hadis- i şerifinde söylediği tebşirâta mazhar olmuş olan Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri’nin ve ordusu mensuplarının ruhları için; bu diyarları karış karış, cihad ede ede fethetmiş olan, buradan tâ Bosnalara, Herseklere, Almanyalara, Bavyeralara kadar İslâm’ın bayrağını taşımış olan mücahidlerin, şehidlerin, gazilerin ruhları için;
Uzaktan yakından nice zahmetler çekerek, aşk ile, şevk ile şuraya gelmiş olan, bu güzel, mübarek zâtların hayatlarını dinlemeğe şevk duymuş olan, tasavvufî bir zevk ve neşe ile toplanmış olan siz kardeşlerimizin de ahirete göçmüş bütün müslüman ecdâd u ceddât, akraba u taallûkàt, ahbâb u yârânının ruhları için;
Biz yaşamakta olan, hâl-i hayattaki şu müslümanlara da Rabbimiz rahmeylesin, lütfeylesin, tevfîkini refîk eylesin, o
büyüklerin yolundan bizi ayırmasın... Biz de Allah’ın sevdiği yolda yürüyüp, sevdiği kullar olalım diye bir Fatiha, üç İhlâs-ı Şerif
okuyup öyle başlayalım! Buyurun:
...............................
a. Allah’ı Sevmenin Alâmeti
101. sayfanın 6. paragrafına başlıyoruz:
٠- وبهذا الإسناد قال أحمد: علامة حبِّ الله طاعة الله. وقيل:
حب ذكر الله. فإذا احب الله عبد أحبه ولا يستطيع العبد أن
يحبَّ الله، حتى يكون الابتداء من الله بالحب له، وذاك حين عرف منه الاجتهاد فى مرضاته.
TS. 101/6 (Ve bi-hâze’l-isnâdi kàle ahmedü), “Aynı rivâyet silsilesiyle, Ahmed bize şöyle dedi.” diyor. Bakalım o rivâyet neymiş, kimlerden ibaretmiş o zincir: (Ahberanâ ebû ca’fer muhammedü’bnü ahmede’bni saîd er-râzî, kàle: Haddesenâ ebû’l -
fadl el-abbâsü’bnü hamzah, haddesenâ ahmedü’bnü ebî’l-havârî, kàle...) diye devam ettiğine göre, demek ki bu rivâyet zinciri.
Aynı zincirle Ahmedü’bnü Ebi’l-Havârî, yâni şu sırada terceme-i hâlini okuduğumuz şahıs bu Ahmed ibn-i Ebi’l-Havârî. Hicrî 230 senesinde vefat etmiş olan, Dımaşk ahalisinden, yâni Şam ahalisinden; Ebû Süleymân-ı Dârânî’yle, onun sohbetinde bulunarak yetişmiş olan, babasının ismi Meymun olan, kendi ismi Ahmed olan, künyesi Ebû’l-Hasen olan zât buyurmuş ki:
(Alâmetü hubbi’llâhi tàatu’llàh. Ve kîle: Hubbi zikru’llàh. Feizâ ehabba’llahu’l-abde ehabbehû, ve lâ yestatîu’l-abdi ve lâ yestatîu’l- abdü en yuhibba’llàh, hattâ yekûne’l-ibtidâu mina’llàhi bi’l-hubbi lehû, ve zâlike hîne arafe minhü’l-ictihâde fî merdâtihî.)
Buyurmuş ki: (Alâmetü hubbi’llahi tàatu’llàh) “Allah’ı
sevmenin alâmeti, Allah’a mutî kul olmaktır, itaat edici bir kul olmaktır, emrini tutan bir kul olmaktır; ibadetinde, taatinde, vazifelerini yapan bir kul olmaktır. Seviyorsa böyle yapar. (Ve kîle hubbi zikru’llàh) yâni (alâmetü hubbi’llâh, hubbi zikri’llâh) demek. Yâni bir de şöyle rivâyet edilmiş: “Allah’ı sevmenin alâmeti, Allah’ın zikrini sevmektir.” Seviyor mu? Gerçekten seviyorsa Allah’ı, demek ki Allah’ı seve seve zikredecek.
E Allah’ın zikrini sevmiyor, bucak bucak kaçıyor, tembelleniyor, istemiyor, yapmıyor, yapamıyor, vakit bulamıyor, kaytarıyor, kaçırıyor... O zaman, demek ki Allah’ı tam sevmiyor, sevgisi az ki yapamıyor.”
(Feizâ ehabba’llàhu’l-abde ehabbehû) “Allah kulu severse, (ehabbehû) kul da Allah’ı o zaman sevebilir.” Yâni kul, durup dururken Allah’ı sevemiyor, o da kolay değil… O bir nimet, o nimet de kolay ele geçmiyor. Ne zaman geçiyor ele, nasıl ele geçiyor? Allah, kulu sevdiği zaman, kulda da Allah’a karşı bir sevgi o zaman hasıl olur.
(Ve lâ yestatîu’l-abdü en yuhibba’llàh) Burada abdi diye harekelemiş, yanlış tabii. Harekesi var ama, yanlış. (Ve lâ yestatîu’l-abdü en yuhibba’llàh) “Kul, Allah’ı sevmeğe müstait olamaz, yapamaz, Allah’ı sevmeği beceremez, tàkat getiremez; (hattâ yekûne’l-ibtidâu mina’llàhi bi’l-hubbi lehû) Allah’ın onu sevmesi suretiyle, başlangıç Allah’tan olmadıkça, kulun Allah’ı sevmesi mümkün olmaz, kul Allah’ı sevmeğe muktedir olamaz.” Allah’ın başlangıcı ne? (Bi’l-hubbi lehû) Yâni o kulu sevmek sûretiyle başlangıç Allah’tan olmadıkça, kul Allah’ı sevme nimetine eremez, nasib olmaz.
Bu haydutlar, bu kâfirler, bu anarşistler, bu zındıklar, bu kötü insanlar, bu dinsizler, bu imansızlar Allah’ı sevmiyor, Allah’ın yolunu sevmiyor, Kur’ân-ı Kerîm’i sevmiyor, namazı sevmiyor, ezanı sevmiyor, dindarı sevmiyor. Neden? Allah onları sevmiyor da ondan… Allah sevmediği için, sevmeğe güç yetiremiyorlar. Bir insan Allah’ı sevebiliyorsa, Allah ona büyük bir imkân vermiş, büyük bir nimet vermiş.
Ama burada bir anahtar veriyor bize bu konuda: (Ve zâlike
hîne arafe minhu’l-ictihâde fî merdàtihî) “Allah’ın kulu sevmesi de...” Burası çok önemli! Bunu böyle altını çizerek gönlünüze yerleştirin, defterinize yazın, kafanıza yerleştirin, çok önemli bir şey... Yâni, Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî’nin bu son cümlesi, tam böyle işin püf noktasını gösteren bir husus... Ne diyor:
(Ve zâlike) “Bu, Allah’ın kulu sevmesi de, (hîne) şu zamandır; (arafe minhu’l-ictihâde fî merdàtihî) Allah rızasını kazanmak için onda bir çalışma gördüğü zamandır.” Kul, Allah rızasını kazanmak için bir ictihad, yâni çalışma yapıyorsa demek. İctihad, cehd sarf etmek demek... Bir cehd sarfetme haline başladığı zaman, Allah o zaman kulunu sever. Allah kulunu sevdikten sonra da, kulun gönlünde Allah sevgisinin ışığı yanar, meş’alesi yanar; o zaman o kul da Allah’ı sevmeğe başlar.”
Demek ki ne olacak, kul ne yapacak?.. Allah’ın rızasını kazanma konusunda ictihad edecek. İctihad etmek ne demek
burada? Cehd etmek. Yâni çırpınacak, uğraşacak.
Millet sabahleyin kalkıyor, ırgat gibi koşuyor; 5 km, 10 km, 15 km... Nefes nefese... Eşofmanı giyiyor... Görüyoruz Kadıköy’de, o açtıkları yollarda, temiz havalı yerlerde filan. Şakaklarından ter dökülüyor... Adama para versen, “Bu akşam bende çalış!” desen, koşmaz. “Senin paran başına çalınsın!” der, “Ben zenginim, istemem!” der. Ama orada koşuyor. Neden? “Spor yapacağım da, vücudum gelişecek de, sıhhatli olacağım da, kondisyonumu koruyacağım da, pazularım kuvvetli olacak.” filan diye.
Ağır yükleri kaldırıyor, 80 kilo, 100 kilo, 200 kilo... Tekrar tekrar, tekrar tekrar... Nefes nefese kalıyor... Bunlar nedir? Bunlar da bir ictihaddır, cehd sarf etmedir. Ama nereye?
Havaya... Havaya ve boşa ve bâtıla cehd sarf etmedir.
Bizim köylü dayılardan bir tanesi çok güzel söylemiş. Böyle koşan bir kardeşimiz, yakınımız, akrabamıza: “Ulen!” demiş köylü ifadesiyle, “Ulen! Bir fakirin tarlasında çalış da, bu gayretini ona sarf et, böyle koşacağına.” demiş, o da jimnastik... “Fakirin tarlasını kaz, tarlayı adam et! Yâni böyle gayretler boşa, havaya gideceğine...”
Kul ne yapacak? Allah’ın rızasını kazanmakta ictihad edecek. Gözünün önüne gelecek bu fani dünya için, boş, ham hayaller için, vücut yapacağım, kondisyonumu koruyacağım, kuvvetli olacağım, vücut yapacağım, body building mi diyorlar ne diyorlar İngilizce... Onu yapacağım, bunu yapacağım, erkek mecmualarında kat kat pazularımın resmi çıkacak... Halter kaldıracağım, bilmem ne... Ne olacak, sonu ne? Sonunda ne olacak?
Evet, İslâm’da güçlü kuvvetli olmak var, sıhhatini korumak var ama, asıl gayret Allah’ın rızasını kazanmakta olacak.
O halde biz şimdi, bu konuşmadan ve bu yazıdan, —Allah şefaatlerine erdirsin— Ahmedü’bnü Ebî’l-Havârî Hazretleri’nin nasihatinden payımızı alıyoruz. Yâni biz, Allah’ın rızasını kazanmakta, şu ehli dünyanın ter döktüğü gibi ter dökeceğiz ki, koşturacağız ki, Allah bizden râzı olsun... Allah’ın râzı olacağı
işleri yapmakta biz koşturacağız ki, Allah’tan bize bir sevgi hasıl olacak; ondan sonra da bizim gönlümüzde aşkullah, muhabbetullah ateşi yanacak ve biz de iyi bir insan olacağız veya iyi insanlar zümresine kabul edileceğiz. Önce koşturacağız, gayret sarf edeceğiz, isbat edeceğiz iyi niyetimizi...
Çok güzel! Bunu hiç hatırınızdan çıkartmayın! (Ve zâlike hîne arafe minhu’l-ictihâde fî merdàtihî) Allah’ın kulu sevmesi de nasıl olur? Kulun Allah’ın rızasını kazanma konusunda cehd sarf etmesini Allah’ın görmesinden sonra olur.
“—Haa, bu kulum benim için, benim rızamı kazanmak için her şeyi yapıyor, tamam.”
İngiltere’de adamın birisi, bakmış ki Hristiyanlık boş. Kiliseye gidiyor, süslü, zinetli, altınlı, gümüşlü, heykelli, meykelli... Geçiyor ellerinden, ayaklarından tahtaya çivilenmiş bir adam heykelinin karşısına, işaretler yapıyor, eğiliyor... Saçma sapan, aslı yok, asılsız bir şey. Demiş ki:
“—Bu din hak din değil. Hak din hangisiyse ben onu arayacağım, bulacağım!”
Soruşturmuş, konuşmuş, istişareler yapmış kendi bildiğine. Demişler ki:
“—Sen madem böyle olur olmaz itikada razı olamıyorsun, gönlün kabul edemiyor, mantığın reddediyor; çok mantıklı bir din var Hindistan’da, Budizm... Buda isimli bir şahıs fakirlere acımış, Budizm diye bir şey ortaya koymuş. Mantıklı, şöyle böyle filan... O dine gir!” demişler.
O da düşünmüş, incelemiş, “Tamam, Budizm akılcı, mantıkcı, makul prensipleri olan bir inançmış.” diye. Malını mülkünü satmış, İngiltere’yle alâkasını kesmiş, bir Land-rover araba almış, çölleri geçecek, binlerce kilometre yol geçecek, Türkiye’yi geçecek, İran’ı geçecek, Afganistan’ı geçecek, Pakistan’ı geçecek, Hindistan’a varacak...
Türkiye’ye gelmiş, Türkiye’de üç defa rüyada demişler ki:
“—Hak din İslâm’dır, Hindistan’a gitmene lüzum yok,
müslüman ol!”
Üç defa görmüş peş peşe. Bir defa görse neyse ne... Sonunda müslüman olmuş. Bunu bizim bir kardeşimiz tanıyor. Meşhur bir şahıs kardeşimiz. İsmini söylesem, gazetelerde filan ismi geçen bir kardeşimiz, tanıyor. İngiltere’de tahsil yapmıştı, tanıdığı bir kimse yâni.
Şimdi, neden İngiltere’de araştırma yaptığı zaman, “Hak din İslâm’dır!” diye rüya görmedi de, Türkiye’ye geldiği zaman, “Hak yol İslâm’dır!” diye rüya gördü? Çünkü, Allah CC onun kendi rızasını kazanmak için, bir büyük gayret içine girdiğini gördü. O, gayretinin makbul bir gayret olduğunu, niyetinin halis olduğunu
isbat etti; Allah o zaman o rüyayı gösterdi. Doğrudan doğruya orada göstermedi, ortaya bir ictihad, bir gayret, bir emek çıktıktan sonra gösterdi. Güzel bir misal…
Bu, üç defa rüyada görmek deyince, Medine-i Münevvere’de, evvelki hafta okudum, dergiye de inşâallah —unutturmasın arkadaşlar— yazalım. Nureddin Mahmud Zengi diye bir atabeg var. İşte o Salâhaddin Eyyûbiler zamanında filan yaşamış. O şahıs, bir gece rüyasında Peygamber SAS Efendimiz’i görüyor. Diyor ki:
“—Beni şu iki mel’un heriften kurtar!”
Peygamber Efendimiz iki adam gösteriyor, “Bu iki mel’undan beni kurtar!” diyor. Allah Allah... Şimdi bu iki mel’undan nasıl kurtaracak? Hayırdır inşâallah! Uykudan uyanıyor, heyecanlanıyor.
Gene yatıyor, gene rüyada Peygamber Efendimiz’i görüyor, gene iki şahsı gösteriyor:
“—Bu iki mel’un heriften beni kurtar!” Allah Allah!..
Bir kere daha yatıyor, üçüncüde gene Peygamber Efendimiz’i görüyor:
“—Bu adamlardan beni kurtar!” deyince, kalkıyor, oturuyor. Çok akıllı, uslu, güngörmüş tecrübeli bir veziri varmış, çağırıyor. Diyor ki:
“—Ben böyle üç sefer rüya gördüm. Uyanıyorum, uyuyorum,
gene aynı şeyleri görüyorum...”
Diyor ki:
“—Çare yok sultanım! Bugün hemen Medine’ye yola çıkacaksın!”
Kıymetli elemanlarından topluyor bir müfreze, sür’atle Medine’ye harekete geçiyor atlarla... İşte mümkün olduğu kadar hızlı, az dinlenip çok yol alarak. İşte 15-16 günde Suriye’den Medine-i Münevvere’ye geliyor.
“—Şimdi ne yapacağız?”
Veziri diyor ki:
“—Sultanım! Sizin gelmeniz dolayısıyla Medine ahalisine hediye vermek istediğinizi, herkesle tanışmak istediğinizi söylersiniz.” diyor.
Tabii Medine o zaman bir küçük yer, şimdiki gibi değil. Kalesi var, mahdut evleri var, çok fazla büyük bir yer değil. Tarihte öyleydi. Çünkü suyu az, gıdası az, sıcağı çok… Yâni, orası böyle bir kalabalık toplayacak bir durum arz etmiyordu, eski şartları zordu.
“—Olur.” diyor.
Çok da para ve hediye getirmiş yanında. Herkesi önünden geçirttiriyor bir bir, yüzüne dikkatli bakıyor, para veriyor herkese...
Vezir soruyor, diyor ki:
“—O rüya gördüğün iki şahıs, Peygamber Efendimiz’in gösterdiği iki şahıs var mıydı bunların arasında?”
“—Yoktu, görmedim.”
O zaman diyor ki:
“—Medine’de olup da şu benim huzuruma gelmeyen kimse kaldı mı? Herkesi görmek istiyorum.”
“—Yok efendim…” diyorlar.
“—Gelmemiş hiç kimse kalmasın, herkesi görmek istiyorum.” diyor.
Çok ısrar edince,
“—Haa, Fas tarafından gelmiş, Afrika’dan gelmiş iki tane derviş var; aman ne cömert, aman ne cömert insanlar... Herkese paralar verirler, her gün Baki Kabristanı’na giderler, ölüleri ziyaret ederler, dualar ederler. Kimseden hediye kabul etmezler, kimseyle konuşmazlar. Harem-i Şerif’e de, Türbe-i Saadete de yakın bir ev tuttular. Gece gündüz evlerinde, namaz vakitlerinde camide... Böyle iki tane kimse var!” diyorlar.
“—Çağırın onları!” diyor.
Adamlar gelmek istemiyor. Diyorlar ki:
“—Biz padişahların yanına gitmeyiz. Hediyeye filan da ihtiyacımız yoktur.”
“—Çağırın!” diyor.
Yaka paça tutup getiriyorlar. Vezir soruyor:
“—Nasıl sultanım?”
“—Bunlar! Tam, rüyada gördüğüm iki kişi bunlar.”
Evini arıyorlar bu ikisinin, evini arıyorlar bir şey yok.
“—Siz kimsiniz?” diye soruyorlar.
“—Biz Mağrib diyarından, Fars taraflarından gelmiş iki tane dervişiz. İşte burada Peygamber Efendimiz’in şehrinde kalıyoruz.” filan.
Zorluyorlar, bir şey çıkmıyor. Evi bir daha kılı kırka yararak ince bir şekilde arayınca, döşemenin örtüsünün altında bir tünel kazıldığını görüyorlar. Tünel kazmışlar, caddenin altından Peygamber Efendimiz’in türbesine doğru… Yâni Peygamber Efendimiz’e sûikast edecekler, nâş-ı şerifini alacaklar, kaçıracaklar. Niyetleri buymuş.
Her gün kazdıkları toprağı torbalara koyuyorlarmış, Bakî Kabristanı’na götürüp orada mezar ziyaret ediyormuş görünüşüyle oraya döküyorlarmış.
Onun üzerine, tabii sıkı bir sorgudan sonra söylüyorlar:
“—Biz iki tane papazız, hristiyan papazı. Bu Peygamberinizin vücudunu buradan çalıp, çıkarıp Avrupa’ya götürmek istedik.” diyorlar.
Orada hemen türbenin yanında boyunları vuruluyor. Yâni üç defa rüyada Peygamber Efendimiz’in göstermesi, bundan bu iki hikâyeyi hatırladım.
Aman bu iyi kalsın hatırınızda… Yâni, “Kul, Allah’ı sevmeğe muktedir olamaz, takat getiremez, sevemez, Allah onu sevmedikçe... Allah’ın ona karşı sevgisi ondan evvel hasıl olmadıkça, ilk seven Allah olmadıkça, kulun Allah’ı sevmesi,
aşkullah, muhabbetullah, şevkullah, gayretullah filân olamaz.”
Bu da nasıl olur? (Ve zâlike hîne arafe minhü’l-ictihâde fî merdâtihî) “Kulun kendi rızasını kazanmak hususunda azmini, gayretini, içtihadını, çalışmasını gördüğü zaman olur. O zaman, Allah o kulu sever.”
b. Nefsini Bilmeyen Aldanır
٧ - وبهذا الإسناد قال أحمد: من لم يعرف نفسه فهو من دينه
فى غرور.
TS. 101/7 (Ve bi-haze’l-isnâd kàle ahmedü) Gene bu aynı râvîlerle gelen bir başka rivayette Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî buyurdu ki:
(Men lem ya’rif nefsehû fe hüve min dînihî fî gurûri) “Nefsini bilmeyen insan, dininde aldanma içindedir. Bir kimse nefsini bilmiyor ise, o dinî konuda aldanma içindedir.” Demek ki dindarlığın özünü kavramak, gerçek müslüman olmak, iyi müslümanlığı yapacak bir kıvamı yakalayabilmek neyle mümkün oluyormuş? Mühim bir şey daha öğreniyoruz burada, çok mühim bir şey… Neyle mümkün oluyormuş: Kişinin nefsini bilmesiyle oluyormuş.
Çok meşhur bir söz var, duymuşsunuzdur:43
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ، فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
(Men arafe nefsehû, fekad arafe rabbehû.) “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir.” diye. Burada da, “Dinini bilmesi mümkün değildir nefsini bilmeyince...” deniliyor. Bu nefsi bilmek, demek ki anahtar, en önemli iş! Tabii nefis nedir? Bunu da İslâm dini hatırlatıyor. Başka dinlerde bu konuda güzel bir bilgi yok. Rivayetler gelmemiş, belki öğretilmemiş, belki muhafaza edilememiş. Nefis diye bir düşmanın olduğunu insana İslâm öğretiyor. İslâm’da da nefsin ne olduğunu, nasıl bir düşman olduğunu Peygamber Efendimiz bildiriyor. Onun nasıl terbiye edileceğini de tasavvuf ilmi öğretiyor.
İnsan, kravatlı, ütülü pantolonlu, boyalı ayakkabılı, sinek kaydı tıraşlı, yüksek tahsilli, omurgalı, kas yapmış filan filan... Parası var, otomobili var, fiyakası var, cakası var, saltanatı var, debdebesi var.. . Ama adam olmaz. Neden? Nefsini ıslah etmemiş. Perdenin arkasında ne hıyanetler çevirir, ne günahlar işler, ne
43 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.2, s.1529, no:2532.
haramlar yer, ne zulümler yapar. Nefsi ıslah olmamıştır. O dış boyasını kazıdığın zaman, altından ne çirkef şeyler çıkar. Perdeyi kaldırdığın zaman, neler görünür.
İşte görüyorsunuz, gazetelerde okuyorsunuz, yüksek mevkilere çıkmış, müdür olmuş, bakan olmuş, başkan olmuş, ıvır olmuş, zıvır olmuş... Amma nefis terbiyesi olmadığı için gazetelere düşmüş, hapislere düşecek, belki daha başka şeyler olacak.
Bu nefsin nasıl bir düşman olduğunu anlatmak için buyrulmuş ki:44
أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .
(A’dâ adüvvüke) “En azılı düşmanın, (nefsüke’lletî beyne cenbeyke) iki omuzun arasında, iki yanın arasında, vücudunda yer almış olan kendi nefsindir.”
İnsana günahı işlettiren o, çalışmaları gevşettiren o, ibadetlerden yan çizdirten o, şehvetlere daltırtan o, Allah yolundan alıkoyan o...
Demek ki iyi tanımak lâzım, bu nefsin mahiyetini bilmek lâzım! Bu nefse ne kadar imkân verilmesi gerektiğini bilmek lâzım, nerede dizginlerinin çekilmesi gerektiğini bilmek lâzım! Bu nefsi terbiye etmek lâzım ki, insan dinini bilsin...
(Men lem ya’rif nefsehû) “Nefsi bilmiyorsa, nefsinin ne kadar azılı düşman olduğundan haberi yoksa ve nefsiyle ilgili bir mânevî terbiye çalışması görmemişse; (fehüve min dînihî fi gurûrin) o kimse dininde bir aldanma içindedir.” Bir şey yapıyorum sanır ama, kendini aldatıyor. Aldanma içindedir. Nefsi ıslah olmadan olmaz.
44 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.
Tarih boyunca, İslâm tarihinde ne kadar büyük sàlih, velî, mübarek kul varsa, hepsi nefis terbiyesi görmüş insanlardır. Tarihî şahsiyetlerden ne kadar hatalı insan varsa, ne kadar böyle tenkit edilen şahıs varsa, nefsi direk gibi azılı, azgın olan insanlardır.
O nefis azgın olduğu zaman, dokuz mahalleye zararı dokunur. Mevkii yükseldikçe zararı artar. Hele bir de devlet başında, hükümdar, padişah, vezir, paşa, emir, komutan, başkan olursa; tabii o direk gibi nefisle, zalim nefisle o kafayla, o yanlış mantıkla, o çirkin duygularla, o zaman zararı çok daha fazla olur. Kaplanın kanatlısı gibi olur. Kanatlı olsa kaplan, istediği yere uçsa, nereye kaçacaksın?
Çok güzel... Yâni, Ahmed ibn-i Ebi’l-Havârî’nin bu sözünü de hiç unutmayın:
مَنْ لَمْ يَعْرِفْ نَفْسَهُ، فَهُوَ مِنْ دِينِهِ فِي غُرُورٍ .
(Men lem ya’rif nefsehû, fehüve min dînihî fi gurûrin) “Nefsini bilmeyen insan, dininde bir aldanma içindedir.”
Yazdırın bir hüsn-ü hat ile levha halinde bunu, herkes duvara assın!
c. Gaflet ve Kasvet
٨ - وبهذا الإسناد قال أحمد: ما ابتلى الله عبدًا بشئٍ أشد
من الغفلة والقسوة .
TS. 101/8 (Ve bi-haze’l-isnâdi kàle ahmedü) Yine aynı raviler tarafından rivâyet edilen bir haberde de şöyle buyurmuş Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî:
(Me’btela’llàhu abden bi’şey’in eşedde mine’l-gafleti ve’l-kasveh) “Allah CC bir kulu gafletten ve kasvetten daha kötü bir şeyle mübtelâ kılmamıştır, musibete uğratmamıştır. Gafletten ve
kasvetten daha büyük musibet, belâ olmaz.”
Gaflet nedir, kasvet nedir; bunu bilmek lâzım! Yâni birer kelime kullanıyor ama, o kelimeler için saatlerce konuşulabilir.
Gaflet; gàfil olmak demek, farkına varmamak demek, anlayamamak, bilememek demek. Kul, gàfil olursa, neden gafil olur? Bir kere en büyük gaflet Allah’ın o kulu her zaman, her yerde gördüğünü bilmemektir. En büyük gaflet bu...
Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri:
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد:٣)
(Ve hüve meaküm) “O sizinle beraberdir, (eyne mâ küntüm) her
nerede olursanız olun.” (Hadîd, 57/4) Yâni nerede olursanız olun... Burada, orada, şurada, gecede, gündüzde, evde, çarşıda, pazarda, dükkânda, yalnızken, kalabalıkta, yurt içinde, yurt dışında, dostların arasında, tanımayan insanların arasında; nerede olursan ol, Allah seninle beraberdir.
Allah’ın seni gördüğünü bilmiyorsan, ondan gafilsen, Allah’ın senin yanında olduğundan gafilsen... Müthiş bir şey bu... Yâni yanında onu gören birileri var, veya cam açık, veya gizli kamera var, ne yaptığını görüyor; adam da kendisini yalnız sanıyor, olmadık işler yapıyor. Soyunuyor, giyiniyor vs. filan... Ne kadar fena değil mi?.. Eyvah! Gizli kameranın farkında değil, abuk sabuk konuşuyor. Gizli kameranın farkında değil, yapılmayacak şeyleri yapıyor. Gizli kameranın farkında değil, herkesin kendisine kıs kıs güldüğünün, ekranda seyrettiğinin farkında değil, burada maskara oluyor; onun gibi. En büyük gaflet bu...
Tabii Allah’ın kulu olduğunu bilen bir insanın her zamanda, her mekânda Allah’a karşı görevleri var, Allah’a karşı kulluk edepleri var. Edeb mea’llah diyoruz buna... Onu devamlı takınması lâzım! Derece derece başka edebler var: Edeb mea’r- rasûl, edeb mea’l-kur’an, edeb mea’l-ihvân, edeb mea’l-halk... vs. Yapması gereken çeşitli şeyler var. İnsan gafil olunca bilmiyor.
Gafletin sahne halinde hatırda kalacak misali nedir? Adam yolun bir tarafından öbür tarafına konuşa konuşa gidiyor; şu taraftan da bütün hızıyla hızlı bir araba geliyor... Veya tren yolunun üstünde, sohbete dalmış, tren çuf çuf çuf çuf geliyor... İşte
gaflet felâket yâni… Yaklaşan felâketin farkında değil. Karşıdan bir adam onun o durumunu görüyor... Veya çocuk yolda oynuyor, gelen otomobilin farkında değil. Hemen birisi fedakârca cup bir atlıyor, çocuğu kucakladığı gibi, öbür tarafa zor atıyor; vızz yanından araba geçiyor. İşte bak çocuk gafletteydi, ötekisi onu kurtardı. Gaflet bu..
O halde Allah’ın bir kula verdiği en büyük musibet, belâ, imtihan olarak Allah’ın verdiği bir şey, gaflettir.
Hayatımızın her şeyi bir imtihandır. Yâni hepimiz imtihandayız. Allah bize para verdiyse, imtihandayız. Allah bize fakirlik verdiyse, imtihandayız. Allah bize sıhhat verdiyse, imtihandayız. Allah bize hastalık verdiyse, imtihandayız... Her hal ve her durum, “Bakalım kul bu durumun karşısında ne yapacak?” diye Allah tarafından bir imtihandır. Onun için hastalıklar, musibetler, belâlar birer imtihandır. Elin birisi geldi sana sataştı,
“—Fesübhânâllah! Allah bununla imtihan ediyor işte beni...”
Bunları bilmesi lâzım insanın.
En büyük belâ: Birisi gaflet, ikincisi de kasvet.
Kasvet ne demek? Kasvet de katılık demek, sertlik demek. Meselâ taşın sertliği bir katılıktır. Pamuk yumuşaktır, taş serttir.
Tabii insanda kasvet nedir? Kalbin katılığıdır, gönlün katılığıdır. Gönlü sert, gönlü duygulanmıyor, gönlü yumuşamıyor, gözü yaşarmıyor. İşte bu kasvettir.
Bu da korkunç bir belâdır. Çünkü ötekisi nasihati anladı, ağladı, tevbe etti, düzeldi. Berikisi, kalbi katı, söz tesir etmedi, gönlü yumuşamadı, günahında devam ediyor. Çok fenâ… Duygulanmıyor, gözü yaşarmıyor, yumuşamıyor, değişmiyor. Isıt ısıt ısıt, uğraş uğraş uğraş, söyle söyle söyle, anlat anlat anlat...
كلِّم كلِّم لا ينفع.
(Kellim kellim lâ yenfa’) demiş Araplar, “Konuş konuş fayda vermez.” mânâsına... Konuş konuş, fayda vermiyor. İşte kasvet-i kalb de bu...
وَإِن مِنْ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ
فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ (البقرة:٣٧)
(Ve inne mine’l-hicâreti lemâ yetefecceru minhü’l-enhâr, ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku feyahrucü minhü’l-mâ’) [Taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır.] (Bakara, 2/74)
Taşın bile güzeli vardır, makbulü vardır, arasından su çıkanı, pınarlar fışkıranı vardır. Ama bu kalpler kasvetli oldu mu, karardı mı, katılaştı mı, taştan da fenadır. Taş gibi kalp, taştan da fena bir kalp, taştan da kötü... Sapık bir insan sembolize eder.
Onun için, Allah bizi gafletten kurtarsın. Yâni gàfil olup işin mahiyetini bilmemek, gelen tehlikelerden haberdâr olmamak, kendisini görenden, bilenden haberdâr olmamak durumundan kurtarsın... Bir de kalbin katılığından, laf anlamazlıktan, duygulanmamaktan, ağlayamamaktan, hislenmemekten, hassas olmamaktan korusun Allah... Bunlar iki büyük, şiddetli belâdır.
d. Hudut Bekçiliği ve Gaza
9. paragraf:
١- وبهذا الإسناد قال أحمد: فى الرباط والغزو نعم المستراح.
إذا ملَّ العبد من العبادة، استراح إلى غير معصية.
TS. 101/9 (Ve bi hâze’l-isnâd kàle ahmed) Yine aynı râviler rivâyet etmiş ki, Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî şöyle buyurmuş: (Fi’r- ribâti ve’l-gazvi ni’me’l-müsterâhu. İzâ melle’l-abdü mine’l-ibâdeti, istirâhe ilâ gayri ma’siyetin.)
(Fi’r-ribât) “Murabatada, ribatta (ve’l-gazv) cihadda, gazada, (ni’me’l-müsterâh) ne güzel bir istirah yeridir bunlar, istirahat vardır. (İzâ melle’l-abdü mine’l-ibâdeti) Kul, ibadetten bıktığı zaman, bir melal geldiği zaman, yorgunluk, gevşeklik geldiği zaman kendisine, (istirâhe ilâ gayri ma’siyetin) o zaman günah olmayan bir başka yerde çalışmasını değiştirir de, orada sükûn bulur, istirahat eder.” diyor.
Bu mübareklerin yaşadığı devirde, dindar bir insanın yaptığı şey ilme sarılmaktı; bir. Hadis öğrenmek, tefsir öğrenmek, fıkıh
öğrenmek, çeşitli ilimlerde çalışmalar yapmaktı; bu bir... Sonra, gecesini gündüzüne katarak ibadet etmekti. Vakitlerini boş geçirmiyorlardı, hayatın bir imtihan olduğunu biliyorlardı ve daima namazda, niyazda, ibadette, zikirde vakit geçiriyorlardı.
Sonra, İslâm’ın hudutlarına gidip, Çin’e gidip, Türkistan’a gidip, Hindistan’a gidip, diyâr-ı Rûm’a gidip, Afrika’ya gidip, kâfirlerin müslümanlarla komşu olduğu hudutlara gidip orada oturuyorlardı. Savaş olursa cihad ediyorlardı, cihad olmazsa bekçilik yapıyorlardı. Bak bekçisiz olmuyor. Biz de artık bugün Türkiye’de bekçilik dönemine geleceğiz. Yâni evlerde, köylerde, mahallelerde bekçilik sistemi kuracağız. Kendi kendimizi bekleyecek sistemi kurmamız gerekiyor. Başka çare yok...
Şimdi bu bekleme işlemine murabata derler. Beklenilen yerlere de ribat derler. Ribat, hudutta olan yüksek duvarlı, kale gibi bir yerdir ki, bunun içinde Allah rızası için ölmeyi göze almış insanlar otururlar. Tabii otel gibi odaları vardır. Çünkü yatacaklar, kalkacaklar. Koğuşları vardır. Yatarlar, ibadet ederler, boş zamanlarında ilim öğrenirler, bekçilik yaparlar ama, esas itibariyle askerî bir fonksiyonu var. Yâni görevleri hududu beklemek, düşman gelirse çarpışmak veya düşmana hücum etmek…
Bunlara ribat kaleleri derler, hudud kaleleri, ribat derler. Buralarda oturan insanlara da murabıt derler. Yâni ribatta oturan kimse demek, murabıt. Mücahid demek gibi yâni. Ama mücahid, fiilen savaşın içinde çarpışan insandır. Murabıt; savaş varsa savaşan, yoksa kalede bekçilik yapan insan demektir. Gözcü filan gibi, savaş olursa çarpışır.
Bakın, bu çeşitli şeylerin hepsi çok sevaptır. Meselâ, Allah yolunda cihad etmek; ölürse şehid oluyor, kalırsa gazi oluyor, büyük sevap kazanmağa sebep oluyor.
Hudutlarda murabıtlık yapmak da, savaş olmasa bile bekçilikten dolayı, gözleri uyanık kalıp, uykusuz kalıp, Allah rızası için müslümanları beklediği için, cehennemin ateşi onun gözüne değmeyecek diye bildiriliyor, müjdeleniyor. O da çok sevap. Çünkü o orada nöbet tutuyor, hududun bu tarafındaki müslümanlar huzur içinde yaşıyorlar, uyuyorlar, ziraat yapıyorlar, ticaret yapıyorlar, ilim öğreniyorlar filan... Yâni ülkenin içi emniyette oluyor.
Şimdi bakın, bu sevaplı işlerin hepsi iyi güzel. Ne diyor şimdi anlayalım sözünü: “Ribatta yâni hudutlarda gidip bekçilik yapmakta, (ve’l-gazv) gazâ etmekte, gazilik etmekte, savaşmakta... Bekçilik veya savaş. Murabıtlık veya gazilikte (ni’me’l-müsterâh) ne güzel bir istirahat vardır, ne güzel bir istirahattir.”
Dinlenme görüyor yâni onu… Çünkü her zaman savaş olmaz. Tabii savaş arızî bir olaydır. Çok olan bir şey değil, devamlı olan bir şey değil. İnsan günde iki defa, üç defa yemek yiyor ama, her gün savaş olmuyor. Savaş her zaman olan bir şey değil. Onun için, orayı istirahat yeri olarak görüyor. “Ne iyi istirahat yeridir, orada ne güzel istirahat etmek vardır.” diyor.
Sonra şöyle diyor: “İnsan, çetin ibadet yapmaktan kendisine yorgunluk ve melâl geldiği zaman, o zaman günah olmayan böyle yerlere istirahate çekilebilir.” diyor.
Anlıyor musunuz sözün maksadını? Yâni, o hudut kalelerinde
mücahidliği, murabıtlığı masum bir dinlenme olarak görüyor. Günah olmayan bir dinlenme, “Eh yapabilir.” diyor. Mübarek adamlar yâni, meselelere bakışlarına bak!
Tabii bu sözünden de murabıtlık denilen şeyin ne olduğunu öğrenmiş olduk. İslâmî sosyal bir yaşantının nasıl olduğunu gördük. Allah’ın rızasını kazanmak için, müslümanların ne gibi faaliyetlerde bulunmuş olduğunu, bu vesîleyle öğrenmiş olduk.
Bugün biz hepimiz bir işe koşmuşuz, hudutlar boş kalmış. Asker yapıyor, polis yapıyor diyoruz ama, şimdi polis ve askerin de yetmediği görülüyor.
Almanya’da bizim bir arkadaş vardı, babası vefat etmiş diye duyduk, gittik. Şöyle on beş yirmi dönüm bir arazi almışlar, yerleşmişler grup halinde oraya... Kapıda bizi tabancalı bir genç
karşıladı; elinde telsiz var, belinde tabanca var.
“—Bu ne hal?” dedik,
“—Diyâr-ı küfürde müslümanlar bekçisiz durmaz!” diyor.
Diyâr-ı küfür ya Almanya, İslâm diyarı değil ya, onun için nöbetçi koyuyorlarmış, usulleri öyleymiş. Beli tabancalı, eli telsizli... Yâni, kendi arazilerinin kapısında bizi öyle karşıladılar. İçeriye telsizle dedi ki:
“—Esad Hoca geldi.”
“—Buyursun...” bilmem ne filan...
Biz geçtik içeriye öyle. Hoşuma da gitti yâni. “Diyâr-ı küfürde insanın böyle bekçisiz, silahsız dolaşması caiz olmaz.” dediği hatırımda. Yâni tedbir almak gerekiyor.
e. Allah’ın Sevdiği Kimseler
10. paragraf:
٣٩- وبهذا الإسناد قال أحمد: إن الله اذا احب قومًا أفادهم فى
اليقظة والمنام، لأنهم طلبوا رضاه فى اليقظة والمنام.
TS. 101/10 (Ve bi-hâze’l-isnâd kàle ahmedü) Yine aynı râvilerden gelen bilgiye göre, Ahmed ibn-i Ebî Havârî demiş ki: (İnna’llàhe izâ ehabbe kavmen efâdehüm fî’l-yakazati ve’l-menâm, li-ennehüm talebû rıdâhu fî’l-yakazati ve’l-menâm)
“Allah bir kavmi sevdi mi...” Kavimden maksat, böyle milliyet değil. Kürt, Türk, Acem, Çerkez filan değil; insan gurubu demek. Kavimden murat burada insan gurubu… Meselâ mutasavvıflar guruptur. Hatta bunlar kendilerine el-kavm derler, yâni bizim taife demek, bizim grup demek. Böyle tasavvuf kitabında kavm bu konuda şöyle yapardı dediler mi, maksat kendileri, “Biz mutasavvıflar böyle yaparız.” demek.
(İnna’llàhe izâ ehabbe kavmen) “Allah bir gurup insanı sevdi mi ne yapar? (Efâdehüm) Onlara fayda verir, anlama kabiliyeti verir, (fî’l-yakazati ve’l-menâm) uyanıklıkta da uykuda da onlara fayda verir.”
Efâdehüm demek, yâni onlara ifade eder, yâni faide ihsan eder, onları faydalandırır. Yâni uykuları da boşa gitmez, uyanıklıkları da boş geçmez. Neden? (Li-ennehüm) “Çünkü o insanlar, (talebû rıdâhu fî’l-yakazati ve’l-menâm) uyumakta da uyanıklılıkta da Allah’ın rızasını istemişlerdi.” Onun için Allah onlara, uykuda da uyanıklıkta da faydalar bahşeder, durur. Yâni uyudular, fayda kesilsin, dursun değil; musluğu kapat değil. Uykuda da faydalandırır, uyanıklıkta da faydalandırır. Yâni sevap verir, ecir verir, mükâfat verir, maddi mânevî nimetler verir. Çünkü onlar uyanıklıklarında da, uykularında da Allah’ın rızasını istediler.
Pekiyi, insan uykuda Allah’ın rızasını nasıl ister? Niyetle ister. Şimdi meselâ adam diyor ki:
“—Şu anda uyumalıyım!”
“—Neden uyuyacaksın?” “—Peygamber Efendimiz bu vakitte uyumayı severmiş, tâ ki gece ibadetine kalksın diye. O halde biraz uyuyayım da, gece ibadetine dinç kalkayım!”
Şimdi bu uykuları ne niyetle oluyor? Allah rızasını kazanma niyetiyle oluyor. Onun için Allah, böyle uykularını bile Allah rızası
için uyudukları için, bu mübarek insanlara ecir verir. Kavm dediği burada, tabii mutasavvıfların kasdedildiği anlaşılıyor yine. Yâni Allah’ın rızasını arayarak uyudukları, Allahın rızası için uyudukları için sevap kazanırlar.
Yemek yiyor meselâ. Niye yiyorsun? İbadete kuvvet olsun diye. Yâni, nefsim kuvvetlensin filan diye değil.
Şimdi biz ne yapıyoruz? Harem-i Şerif’te Mısırlı birisine lokum kutusunu tuttuk, buyur dedik. Hop, ağzına bir tane lokum attı böyle, kocaman... Beğendi, kutuyu aldı. Biz de bir şey demedik:
“—Alabilirsin hepsini, arkadaşlarına verirsin!” dedik.
Gözümüzün ucuyla takip ediyoruz. Bir tane attı, arkasından bir tane daha attı, bir tane daha attı... Direğin arkasına dolandı, orada atıştırıyor...
Yahu bu lokum... Bu, insanı havalara uçurur. Kulaklarından ateş çıkmağa başlar. Böyle ağzından, dilinden alevler dışarıya çıkmağa başlar. Koca kutuyu yemeğe başladı.
Şimdi karikatürize ederek bunu niçin söylüyorum? Aşırı yiyor
millet, güçleniyor, kuvvetleniyor. İçeride enerji var, bu sefer ne yapacağını bilemiyor, nereye çatacağını bilemiyor, nefsini dizginleyemiyor. Çünkü firenler artık tutmuyor, ille bir şeyler yapacak. Olmaz! Aşırı enerji aldığı için, bunalım başlıyor. Aşırı
enerji aldığı için, günaha meyil fazlalaşıyor. Aşırı enerji aldığı için, nefsine hakim olamıyor.
“—Ne kadar yemek yiyorsun?..”
“—Vallàhi, evelallah Hocam, önüme bir kuzu koysalar, hepsini sıyırır, kemiklerini bir tarafa yığarım, bitiririm.”
E bu kadar değil ki insanın ihtiyacı, daha az... Ama çok yiyor. Neden? Alışmış. Anası küçükken arkasından koşturarak yedirmeğe alışmış. Hadi oğlum, aç ağzını! Hadi bakalım aslanım, bir kaşık daha al! Hadi şunu sıyır.
Çocuk kaçıyor, anası kovalıyor; çocuk kaçıyor, anası kovalıyor... Çocuk küçükken ihtiyaç fazlası yemeğe alışıyor. İhtiyaç fazlasına alışıyor çocuk... Ondan sonra da, büyüdüğü
zaman bir tabak, iki tabak, üç tabak, beş tabak... Bana mısın demiyor.
İyi, güzel, ye ama, nerede kullanacaksın? Günahta... Günaha
gidiyor, ondan sonra tutamıyor kendisini… Halbuki yemeği yemese, nefsi zayıflayacak; o zaman nefsânî, şehvânî arzuları duraklayacak. Yâni aşırı besleniyor.
Bu mübarekler niçin yiyorlar? İbadete kuvvet olsun diye yiyor. Niçin uyuyorlar? İbadete kuvvet olsun diye uyuyorlar. Her şeyi Allah’ın rızasını düşünerek yaptıkları için, Allah bunlara faydaları, nimetleri, sevapları uyurken de veriyor, uyanıkken de veriyor. Yâni, uyudu diye nimetleri kesilmiyor.
f. Kâmil İnsan ve Belâlar
٩٩ - وبهذا الإسناد قال أحمد: كلما ارتفعت منزلة القلب، كانت
العقوبة إليه اسرع.
TS. 101/11 (Ve bi-hâze’l-isnâdi kàle ahmedü) Yine aynı râvîlerden Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî buyurdu ki: (Külleme’rtafaat menziletü’l-kalb kâneti’l-ukûbetü ileyhi esra’) “Kalbin makamı yükseldikçe ona olan ikàblar, cezâlar daha sür’atlenir.”
Sözleri bu… Tabii bu şunu gösteriyor ki, mâneviyat hayatında, tasavvufî hayatta insanın kalp dediğimiz, tabii şu tık tık atan yürek değil kalp dediğimiz gönül, insanın gönlü nurlanır, aydınlanır. Tasavvufta insan ilerler, derecesi yükselir, Allah’ın iyi bir kulu durumuna gelir. Güzel birtakım haller müşahede etmeğe başlar. Bu yükselme oldukça, kalp yükseldikçe, gönül kaliteli bir gönül haline geldikçe, ona cezalar daha çok gelir. Yâni, imtihan daha çok olur demek, Allahu a’lem. Çeşitli cezalar, musibetler gelir demek.
Bir mânâsı bu, böyle anlıyoruz.
Bir de şu olabilir: Gönül seviyesi yüksek olan bir insanın, mânevî derecesi yüksek olan bir insanın, hata yaptığı zaman
cezası daha çabuk gelir. Öbür tarafta adam, bütün ömrü boyunca günahkârdır, içiyordur, çalıyordur, çırpıyordur; bir şey olmaz. Bu küçücük bir hata eder, başına felâketler yağar. Neden? Neden olduğunu bilmiyoruz ama, Allah, kulunu iyi bir seviyeden sonra, kötü bir günah durumuna düşmesini istemediğinden, hemen cezalandırıyor.
Öteki kâfiri cezalandırmıyor, gafletten uyanmıyor. Başı bile ağrımıyor herifin. Elli yıl Allah’a küfredip duruyor, diyor ki:
“—Allah bana cezamı vermiyor.”
Yani olsaydı, verirdi; vermediğine göre, yok demek istiyor. Halbuki cezayı verse, yola gelecek, Allah ceza vermiyor ki, tamamen beter olsun diye. Müslümana cezayı veriyor; uyansın, tevbekâr olsun, bir daha edepsizlik yapmasın diye. Bu mânâya olabilir, Allahu a’lem.
g. Peygamberlerin Ölümü İstememesi
Sayfanın son sözünü okuyalım! Kaç dakika oldu?
“—50-55 dakika…”
٣٩- وبهذا الإسناد قال أحمد: انما كره الأنبياء الموت لانقطاع الذكر عنهم.
TS. 101/12 (Ve bi-hâze’l-isnâdi kàle ahmed) Yine Ahmed ibn-i Ebî’l-Havârî, aynı şahısların kitabı yazan şahsa kadar rivayeti getirdiklerine göre, diyor ki: (İnnemâ kerihe’l-enbiyâu’l-mevte li’nkıtài’l-zikri anhüm.)
Diyor ki:
“Peygamberler ölümden hoşlanmadılar, ölümü istemediler, (li’nkıtài’l-zikri anhüm) zikirleri kesilecek diye... Ölümden korkmaları, ölümü istememeleri başka bir sebepten değil; zikrimiz bitecek, ibadetimiz sona erecek diyedir.” tarzında böyle bir izahta bulunmuş oluyor.
Tabii, hadis-i şerifler var hakkında. Mü’min kulun da genel bir
tabiatı olarak, ölümü istemediği bildiriliyor hadis-i şerifte. Yâni mü’min kul ölümden ürküyor, çekiniyor. Ne olduğunu bilmediği bir olay, zor bir olay diye çekiniyor. Onun için, Allah da onun canını almağa, çok sevdiği halde, en çok onda tereddüt ettiğini Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki:
“—Bir mü’min kulumun canını almağa o kadar tereddüt ederim ölümden korktuğu için, yâni üzmeyim onu.” diye, çok tereddüt ettiğini bildiriyor.
Demek ki, ölümün soğukluğundan dolayı bir korku var. Ama bu korku, bu ürküntü nedendir? Peygamberlerde de varsa, insan olmak dolayısıyla, ölümün halleri geldiği zaman bir telaş belirmişse nedendir?
Diyor ki:
“—Zikirleri kesilecek olduğundandır.”
İzahını böyle yapıyor.
Evet, 102. sayfada 13. paragrafta kesmiş oluyoruz. Allah, bu mübareklerin bu güzel ilimlerinden bizleri faydalandırsın... Bizleri de yolunda böyle güzel edeplere sahip olarak, kulluk ederek, ibadet ederek yürüyen, huzuruna sevdiği, râzı olduğu kul olarak gelenlerden eylesin...
Biz bunları bir hikâye olarak okumuyoruz. Öğrenelim, tasavvufun inceliklerini tatbikî olarak yaşamış insanların davranışlarında görelim de, biz de kendimize çeki düzen verelim diye, ondan okuyoruz. Allah bu ilimlerden bizleri faydalandırsın...
Fâtiha-i şerife mea’l-besmele!
23. 10. 1993 - İstanbul