18. HÀRİS İBN-İ ESED EL-MUHÀSİBÎ (3)
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbagî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Nahmedühû bi- cemîi mehàmidih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-ahirîn, tâci ruùsinâ ve kurreti uyûninâ muhammedini’l- mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun... Rabbimiz iki cihan saadetine cümlenizi nâil ve sahip ve mazhar eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...
Böyle evliyâullahın hayatlarıyla ilgili bir kitabı, Tabakàtü’s- Sùfiyye isimli, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin meşhur ama, Türkçe’ye çevrilmemiş olan eserini okumağa devam ediyorduk. Bu eserin 60. sayfasına gelmiş bulunuyoruz. Bugün Hàris-i Muhàsibî’nin bölümü biter, herhalde Şakîk el-Belhî’ye başlarız.
Bu müzâkereye başlamazdan önce, başta Peygamber SAS Efendimiz’in ruh-u pâki olmak üzere sâdât ve meşâyih turuk-u aliyyemizin, enbiyânın, evliyâullahın, sahabenin, sàlihlerin cümlesinin ruhları için, hâssaten İstanbul’da medfun bulunan sahabe-i kirâmın, Yûşâ AS’ın, Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri’nin, şu mübarek beldede medfun bulunan evliyaullahın ve salihlerin;
İçinde bulunduğumuz Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi’ni tesis eden o zât-ı muhteremin ve halifelerinin, çevrelerinde bulunan Abdülehad-ı Nûrî Hazretleri’nin, Şeyh Murâd-ı Münzevî Hazretleri’nin ve diğer bütün mevtâmızın, sizlerin ve bizlerin ahirete göçmüş olan annelerimizin, babalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin, ecâd u ceddâtımızın, akrabâ u taallûkàtımızın, kardeşlerimizin, evlâtlarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın
ruhlarına;
Bu kitabı te’lif etmiş olan Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri’nin, kitapta menâkıbleri yâd edilen muhterem zâtların ruhlarına hediye olsun, Rabbimiz onları ve bizleri dünya ve ahirette hayırlara mazhar eylesin, cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin diye bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyalım, öyle başlayalım. Buyurun!..
.....................
a. Allah ve Rasûlünün Daveti
Paragrafları da numaralamış neşreden Nureddin ibn-i Şüreybe rahmetli... 60. sayfanın 17. fıkrası, paragrafı:
٧١- قال: وقال الحارث: إذا أنت لم تسمع نداء الله، فكيف تجيب
داعى الله؟ ومن استغنى بشئ دون الله، جهل قدر الله .
TS. 60/17 (Kàle ve kàle’l-hàrisü) Daha önceki sayfadaki rivayetleri yapan ravi dedi ki: El-Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî bir sözünde de şöyle buyurdu: (İza ente lem tesma’ nidâa’llàh, fekeyfe tücîbü dâiya’llàh? Ve meni’stağnâ bi-şey’in dûne’llàh, cehile kadra’llah.)
Diyor ki:
(İzâ ente lem tesma’ nidâa’llàh) “Sen Allah’ın çağrısını, nidâsını duymadığın zaman, (fekeyfe tücîbü dâiya'llàh) Allah'ın davetçisinin davetine nasıl icabet edeceksin?” Edemezsin mânâsına… “Allah'ın seslenmesini, nidasını duymayınca, Allah’ın davetçisine nasıl icabet edeceksin?” (Ve meni’stağnâ bi-şey’in dûne’llàh) “Allah’tan gayrı bir şeyle tatmin olan kimse, elde ettiği bir şeyden hoşnut olan, memnun olan, gınâ duygusuna, doygunluk duygusuna eren, mutmain olan, râzı olan, hoşnut olan, Allah’tan gayrı bir şeyle böyle müstağnî duruma geliveren bir kimse, (cehile kadra’llàh) Allah’ın kadrini bilmiyor demektir. O onu söylemekle cahildir.”
Şimdi biraz dilimizin döndüğü kadar, bu derin sözleri —
açıklamak zor tabii— açıklamağa çalışalım:
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin nidasını duymayan... “Gel, buyur!” diye nidâsını duymayan tabii, gel denilen yere gidemez, davetine icâbet edemez. Burası anlaşılıyor da, nidâsı ne Allah’ın?.. Allah’ın nidâsı sözünden müellif neyi kasdediyor, mühim olan burası.
Allah’ın nidası, aşikâr nidası; meselâ herkesin duyduğu ezandır. Ezanda Allah-u Teàlâ Hazretleri nidâ ettiriyor, bağırttırıyor müezzine, yüksek sesle seslendiriyor ki, (Hayye ale’s- salâh!) “Kalkın, haydi namaza gelin!” (Hayye ale’l-felâh!) “Haydin felâha, kurtuluşa gelin!” diye bağırıyor. Bu aşikâr bir davettir.
Tabii daveti yaptıran Allah… Ezanı duyup da camiye gitmemek olur mu?.. Allah davet ediyor da, “Ben gelmem.” demek veya tembellik etmek, veya gevşeklik etmek, veya gitmemek olur mu?.. Olursa ne kadar ayıp olur.
Onun için Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurdu ki:
“Bir kavim, bir topluluk, bir zümre, insan, bir mahalle halkı ki aralarında bir mescid var, ama bu mescidde namaz kılmıyorlar; o mescid orada, o diyarda, o beldede gariptir, garibandır, zavallıdır. Yerinden yurdundan ayrı kalmış bir garip yolcu gibidir o mescid... Allah o mescidde namaz kılmayan o mahalle halkına, kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz.”
Mescid olacak da, mescid gariban kalacak, boynu bükük kalacak. Etrafında müslümanlar olacak da, orada namaz kılmayacaklar.
Bu en aşikâr davet ve maalesef bunu bile yapıyor şu zamanın müslümanları. Tabii kâfire davet yok zaten. Davet müslümana. (Hayya ale’s-salâh! Hayya ale’l-felâh!) Namaz kılan mü’min kimseye… Yâni o bile bu davetin heyecanını duymuyor, titremiyor, ürpermiyor, “Lebbeyk!” demiyor. “Geliyorum yâ Rabbi! Tamam, davetini aldım.” demiyor. Bu aşikâr davet…
Daha büyük, daha umûmî davet Rasûlüllah’ın daveti. Rasûlüllah SAS tüm insanları, kendi çağına ait ve kendi çağından sonra gelecek olan bütün insanları, bu zamana kadar ve bizden sonra ileriye doğru var olacak insanları; hepsini Allah’ın yoluna davetçidir. Hadis-i şerîflerde böyle buyuruyor:
“—Ben Allah’ın davetçisiyim, Allah’ın yoluna çağırıyorum
sizleri!”
Allah’ın davetçisine, yâni rasûlüne, elçisine, peygamberine, sevgilisine, habîbine, davet ettiği halde gitmeyen... “Gel benimle beraber cennete gidelim haydi!” dediği halde katılmayan. Bu da ne kadar gabî bir insandır, ne kadar zalimce bir bîganelik bu. Ne kadar ayıplanacak bir durum... Allah bizi Rasûlünün davetini sezip, hissedip, anlayıp, ona en güzel tarzda ittibâ edenlerden eylesin...
Ümmet-i Muhammed’in bugün çektiği, Rasûlünün o görülmez davetine icabet etmemekten kaynaklanıyor. Kırk sene, elli sene savaşsız geçmiş ama, kırk sene, elli sene geçen o savaşsız müddet içinde, biz müslümanlar olarak, ümmet olarak, Allah’ın yolunda yürümekte muazzam kusurlar işlemişiz. Şimdi olaylar patlak veriyor ve kahroluyoruz.
Üzüntüden mahvoluyoruz, kan ağlıyoruz ama, kırk yılın, elli yılın, altmış yılın ihmali, birikmiş ihmal... Çalışmamışız. Allah’ın daveti kulaklarımızda diri, canlı kalmamış. Gönlümüzde tesir bırakmamış, iz bırakmamış, hafızamıza nakşolmamış Ümmet-i Muhammed olarak... Rasûlüllah’ın yolunda gitmemiş Ümmet-i Muhammed... Onun için şimdi Bosna’da, Hersek’te, Kafkasya’da, Türkiye’de, Cezâyir’de, Hindistan’da, Pakistan’da, dünyanın her yerinde acısını çekiyoruz. Kahroluyoruz, hücûma maruz kalıyoruz, horlanıyoruz, asılıyoruz, kesiliyoruz, öldürülüyoruz, eziliyoruz.
Bugün gazetelerde vardı, 19 radikal dinci daha Cezayir’de mahkûm edilmiş. Fransız mahkûm etmiyor. Cezayir’in kendi ahalisi, kendi kendini; maalesef emperyalizmin maşası olarak kendi adamını, kendi memleketini kurtarmayı isteyen insanı ölüme mahkûm ediyor. Ve yarın o mübarek insanlar asılacaklar. Belki bugün asıldılar... Haber bugün geldi bize, belki öldü bitti bile şu anda öldürme işlemi.
Bir davet de bu… Yâni Rasûlüllah davetçidir, Allah’ın yoluna çağırıyor:
وَاللهَُّ يَدْعُو إِلٰى دَارِ السَّلَمِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاط مُسْتَقِيم
(يونس:٥٢)
(Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm, ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakìm.) “Allah, dârü’s-selâm olan cennetine kullarını çağırıyor ve sırat-ı müstakîme dilediğini hidayet edip, sevk ediyor.” (Yunus, 10/25) Allah’ın doğrudan doğruya elçi göndermesi suretiyle daveti de bu…
Demek ki, ezan bizim için davettir, apaşikâr... Yâni görünenden görünmeyene doğru, müşahhastan mücerrede doğru, somuttan soyuta doğru düşünecek olursak, ezan var, çok önemli… Tüyleri diken diken olması lâzım!..
Kur’an-ı Kerim var, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri okunurken tüylerin diken diken olması lâzım!..
Günde beş defa okunuyor diye, hayatımızda çok defalar duyduk diye, ezanın heyecânından mahrum yaşamayalım! Her seferinde ezanın heyecânını insan hissetmeli, ürpermeli. Her seferinde tüyleri diken diken olmalı, “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!” diyebilmeli.
“—Yâ Rabbi! Çağırdın, duydum, geliyorum.” diyebilmeli!
Ezan bizi Allah’ın yoluna çağırıyor. Rasûlüllah bizi Allah’ın yoluna çağırıyor; gideceğiz. Bu da aşikâr bir davet, top yekûn bir davet, bütün insanlığı Cenâb-ı Hakk’ın yoluna bir davet...
Ayrıca Allah’ın kullarına, her şahsa ayrı, özel davetleri vardır, işaretler vardır, emareler vardır. Rüyay-ı saliha, salih rüyalar vardır, vakıaları vardır. Yâni uyuklarken, uyanıkken, uykuyla uyanıklık arasında duyduğu, gördüğü şeyler vardır. Etrafındaki olayları müşahede edince, zihninde Allah tarafından husule getirilmiş çağrışımlar vardır. Mesela... Aşağıda göreceğiz, onun için misalleri aşağıda inceleyelim. Çevresindeki olaylardan evliyaullah nasıl ibret alıyor, nasıl etkileniyor onu görelim.
Allah’ın nidası vardır, belki bir radyo yayını gibi, fezâda yankılanıyor. Ama cihazları bozuk olanlar bu nidâyı duyamıyorlar, alamıyorlar. Şu anda da bir nidası var, duyan duyuyor, duymayan duyamıyor. Sağır gibi. Veyahut radyosu bozuk, düğmesi bozuk, dalgası bozuk, cihazı kusurlu veya cereyanı kesik, nidâyı duyamıyor. Allah’ın nidasını duyamıyor.
“Allah’ın bu nidasını duyamayan, Allah’ın davetçisine nasıl geliyorum, tamam diyebilir?..” Diyemez.
“—O zaman, ne demek istiyor Hàris-i Muhàsibî?”
Hàris-i Muhàsibî demek istiyor ki:
“—Cihanın şu hay u huyundan kendini biraz kenara çek! Allah’ın nidasını duymana mani olan masivanın tangırtısından, tungurtusundan, gürültü ve patırtısından biraz sıyrıl! Allah’ın bizzat özel nidâsını sen kendi içinde, şuurunda duy!” demek istiyor yâni. “Allah’ın bir nidâsı var, o nidâyı sev, duy. E bunu yapmayacak olursan, nasıl davete icabet edeceksin?” diyor.
Yâni çok pratik, elle tutulur, anlaşılabilecek şekilde söylememiz gerekirse, demek ki insanın dehrin hây u huyundan kendisini sıyırıp, Cenâb-ı Mevlâsıyla başbaşa olacağı zamanları olmalı muhterem cemaat!
“—Bu patırtının içinde, bu hây u huy ile Mevlâ’yı bulamazsın. Şöyle bir sakin kafayla sakin zamanda, sakin bir yerde, sessiz, âsûde bir yerde o nidâyı duymak için içine kalbine yönel, gönlüne yönel! Gönül aleminde Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda el-pençe divan dur, nidâyı sen de işit! Aksi takdirde davete icabet edemezsin, varılacak yere varamazsın!” demek istiyor.
O bakımdan, bu zamanın insanlarının en büyük kusuru nedir?
Bu zamanın insanlarının en büyük kusuru, Allah’ın nidâsını duyacak bir kulak kabartması yok, bir zamanı yok, bir tenha vakti yok... Tenhalıktan ödü patlıyor, yalnızlıktan korkuyor, yalnızlıktan canı sıkılıyor. Yâni, Allah’ın varlığını bilen insan yalnızlık çeker mi, yalnızlıktan korkar mı, ürperir mi, kaçar mı; kalabalığa çıkar mı?.. Allah’la ünsiyet eden, masivallaha Allah’ı bırakıp da gider mi?.. Gitmez.
Yâni, normal olarak bu soruların hepsinin cevabı gitmez ama, öyle bir gaflet basmış ki insanoğlunu, inkârından, inançsızlığından, edepsizliğinden, haram yemesinden, mayasına haramın adamakıllı işlemesinden, kendisini şöyle olaylardan sıyırıp Allah’a yönelemiyor.
Onun için uzlet, yâni bir kenara çekilmek, halvet, yâni hiç kimsenin olmadığı boş bir yerde kalmak, büyük insanların, büyük ruhların gıdasıdır. Büyükler bunlarla gıdalanıyor, bunlarla hayat buluyor. Ve insan böyle kendisi tenhalara çekilmeli, sakin yerde içindeki nidâyı duymaya çalışmalı, Allah’ın davetine icabet edebilmek için davetini duyabilecek bir dikkati, teyakkuzu
takınmalı.
Allah’tan gayrı bir şeyle bir insan tatmin oluyorsa, oyalanabiliyorsa, eğlenebiliyorsa, razı olabiliyorsa öyle bir şeye, demek ki Allah’ın kadrini, kıymetini bilmiyor. İnsanoğlunun, sizlerin ve bizlerin ve başkalarının çoğunun bugünkü durumu nedir?.. Allah’tan gayrı ile meşgul olmaktır. Ticaretle meşgul olmaktır, keyifle meşgul olmaktır, saygıyla meşgul olmaktır, ihtirasıyla meşgul olmaktır, kavgasıyla meşgul olmaktır... Dış dünyayla.
İnsanların uğraşları, gayretleri, çalışmaları, 24 saatinin indeksini yapacak olursanız, yaptığı faaliyetleri şöyle alt alta koyacak olursanız... Başkasını bırakın kendi kendinize bakın, kendiniz her saat ne yaptığınızı kaydedin! Bir haftalık meşguliyetinizi göreceksiniz ki, Allah’tan gayrı şeylerle yetiniyorsunuz. Bu Allah’ın kadrini bilmemektir. Allah’la beraber olmanın kadrini bilmemenin alâmetidir. Böyle insanlar Allah’ın kadrini bilemez. Yâni Allah’tan gayrı bir şeyle yetinen, onuna oyalanan, asıl hedefe gitmeyen Allah’ın kadrini hiç bilemeyecek demektir.
İki söz belki birbirinden ayrı da değil. Peşpeşe gelen bu iki söz, ikisini de o zaman bu izahlarla birbirine bağlayacak olursak: Allah’ın her zaman, her yerde ve herkese yönelik bir gizli nidâsı vardır, “Kulum, bana gel!” diyen bir nidâsı vardır. Sen bu nidâya kulak verecek bir dikkati takınmazsan, pür dikkat kesilmezsen, bu daveti nasıl duyup, nasıl icabet edeceksin bu davete?.. Allah’tan gayrı başka şeylerle oyalanıyorsun, eğleniyorsun, zevk alıyorsun, vaktini harcıyorsun, geçiriyorsun... Sen bu durumda Allah’ın kadrini nasıl bileceksin? Yâni bilemez. Böyle olursa bilemez. Arayacaksın ki bulacaksın, bulacaksın ki tadacaksın, tadacaksın ki zevkine varacaksın. O zaman bu mübarek zâtların durumu hasıl olabilecek.
Tabii bu akşamki söz, hepimiz için çok mühim bir ikaz ve ihtardır: Masivallahla meşguliyetleri tasfiye edin, bizzat Allah’la meşgul olmaya gayret edin! Allah’ın kitabını öğrenin, Allah’ın dinin öğrenin, Allah’ın rızasının yolunu öğrenin! Allah’ın sevdiği, râzı olduğu işleri yapmaya yönelin! Allah’tan gayrı şeylerle boş yere eğlenip oyalanmayın!
b. Zàlim ve Mazlum
٨١- قال: وقال الحارث: الظالم نادمٌ، وإن مدحه الناس؛ والمظلوم
سالمٌ، و إن ذمه الناس . والقانع عنىٌّ، وإن جاع؛ والحريص فقيرٌ، وإن ملك .
TS. 60/18 (Kàle: Ve kàle’l-hârisü: Ez-zàlimü nâdimün, ve in medehahu’n-nâsü; ve’l-mazlûmu sâlimün, ve in zemmehü’n-nâs; ve’l-kàniu ganiyyün, ve in câ’; ve’l-harîsü fakîrün, ve in melek.)
Aynı zât, Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî buyurmuş ki:
(Ez-zàlimü) “Zalim insan, zulüm yapan insan (nâdimün) pişmandır; pişman olacaktır yaptığına, nâdim olacaktır, (ve in medehahu’n-nâs) insanlar onu medhetse bile... (Ve’l-mazlûmu sâlimün) Mazlum kimse de selâmette olacaktır, sâlim olacaktır, selâmete çıkacaktır; insanlar onu kötülese bile...” O halde zalim olmamak, mazlum olmağa çalışmak lâzım geliyor.
Zâlim, yâni zulüm yapan kimse... Zulüm sözü nedir? Zulüm, hakka aykırı iş yapmaktır. Hakkı yapmamaktır, haksızlığı yapmaktır. Bu haksızlık başkasına karşı olursa, o kimseye zulmetmiş olur insan... Hakkını çiğnemiş olur, malını almış olur, canını yakmış olur, zulmetmiş olur... Kendi kendisine karşı da olabilir. Günah işlerse insan, o zaman kendi kendisine zulmetmiş olabilir. İster başkasına karşı, onların hakkını çiğnemek suretiyle zulmetmiş olsun, mutlaka pişman olacaktır. Dünyada da vicdan azabıyla pişman olur, ahirette de cezayı, azabı gördüğü zaman pişman olacak. Muhakkak. Bu dünyada insanlar methetse bile, onu böyle hayırlı, mübarek bir insan sansa bile veyahut alkışlasa bile.
Başkasına zulmeden kimseyi başkalarının medhetmesi pek olmaz. Belki burada bu mübarek zâtlar, günah işlemek nefsine zulmetmek olduğuna göre, onu kasdetmiş de olabilirler. Yâni sen günahlara dalarak, haramlara bulaşarak, kendi nefsine zulmederek yaşıyorsun. İsterse seni insanlar medhetsin, ne kadar
iyi insan desin, ne kadar sòfî, derviş desin, ne kadar âbid, zâhid desin, ne kadar sağlam, iyi müslüman desin ama; sen aslında öyle şeyler yapıyorsun ki, onlar zulüm oluyor, kendi nefsine zulüm oluyor. O zaman pişman olacaksın sonunda. Demek ki, pişman olmayacak şekilde hareket etmeğe çalışmalı herkes.
Mazlum, zulme maruz kalan kimse ise... Aslında zulme maruz kalmış, selâmette değil gibi görünüyor ama, aslında o sâlimdir. Gene insanlar onu zemmetse de sâlimdir, selâmete ermiştir, selâmete çıkacaktır. Çünkü mazlumun yanında yer alıyor Allah. Mazlumun âhını zalimden çıkartıyor, hakkını alıyor. Mazlum, o zulme uğramasından dolayı sevap kazanıyor, derece kazanıyor, mertebe kazanıyor. O halde zalim olmamağa, zulüm yapmamağa, başkalarının haklarını çiğnememeğe, kendi kendimize de günahlara dalarak, günahlara bulaşarak kendimize de zulmetmemeğe dikkat etmemiz lâzım.
Devam ediyor tarifleri: (Ve’l-kàniu ganiyyün) “Kaanatkâr, gönlü tok olan insan zengindir, (ve in câ’e) aç bile olsa. (Ve’l-harîsü fakîrün) Hırs sahibi insan fakirdir, muhtaçtır, (ve in meleke) mâlik dahi olsa, malı mülkü bile olsa, elinde bir şeyler bile olsa, haris olduğu zaman muhtaç demektir.” Kanaatkâr olan kimse de zengin demektir.
Bütün bunlarda Hàris-i Muhàsibî Hazretleri’nin tavsiyesi: Zalim olma, çünkü zalim olan pişman olur. Kanaatkâr ol, harîs olma demiş oluyor. Konuyu söyleyiş tarzından o mânâ bize, o nasihat çıkmış oluyor.
c. İçini Düzelt ki, Dışın Güzel Olsun!
٩١- قال: وقال الحارث: من صحَّح باطنه بالمراقبة والإخلص،
زيَّن الله ظاهره بالمجاهدة واتباع السنة.
TS. 60/19 (Kàle ve kàle’l-hârisü) Aynı rivâyet kanalıyla Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî Hazretleri gene buyurdu ki... Aynı rivâyet dedik, bu rivâyetin ne olduğuna şöyle geri sayfalara bakalım da söyleyelim, geçen derste bulunmayanlar bu işi bilmiş olsunlar.
Rivayeti şöyle:
(Semi’tü abda’llàhi’bne aliyyini’t-tûsî) Abdullah ibn-i Ali et- Tûsî rivâyet etmiş bu kitabı yazana. (Semi’tü’l-huldî) O, el-Huldî isimli zâttan duymuş. (Semi’tü ebâ usmân el-beledî) Ebû Osman el-Beledî’den o işitmiş. O da Hàris ibn-i Esed el-Muhâsîbî’den işitmiş. İşte bu rivâyet zinciri. Bizim dersimizin başından beri, 17. paragraftan itibaren duyduklarımız bu kanaldan geliyor.
Biliyorsunuz, bu kitabın yazarı her söylediği sözün kaynağını, kendisine kadar nereden geldiğini tesbit titizliğini gösteren alimlerden. Tam hadis alimi gibi çalışıyor. Rivayeti nereden aldığını, kimden aldığını, ne zaman aldığını tesbit ediyor. Bilimsel zihniyeti kavramış, hareketi böyle olan bir kimse. Biz tabii, bu terbiyeyi sizin de almanızı istiyoruz. Hepinizde bu terbiyenin olmasını istiyoruz. Sözü kimden duyduk bilmeliyiz, aslını öğrenmeliyiz ve sağlam asıllı yerden söz alıp söylemeliyiz. Çürük söz söylememeliyiz. Kaynağını göstermeliyiz, kaynağını aramalıyız. Kaynağının sıhhatli olması titizliğine sahip olmalıyız.
(Men sahhaha bâtınehû bi’l-murâkabeti ve’l-ihlâs, zeyyena’llahu zàhirehû bi’l-mücâhedeti ve’t-tibâi’s-sünneh.)
Hàris ibn-i Esed el-Muhasibî diyor ki bu sözünde:
(Men sahhaha bâtınehû bi’l-murâkabeti ve’l-ihlâs) “Kim bâtınını, içini murakabe ve ihlâs ile sahih yaparsa, sahihleştirirse, sıhhatli yaparsa içini, murakabe ve ihlâsla sağlam ve sıhhatli, sağlıklı hale getirirse, (zeyyena’llahu zâhirehû) Allah onun zàhirini de mücâhede ve sünnete ittibâ ile zînetlendirir.”
Tabii bu kelimeleri izah etmemiz lâzım, bilmeyenler bunlardan bir şey anlamazlar. Tercüme ama, tercümede kullandığımız kelimeleri de anlayamayınca mânâ kapalı kalmış olur.
İnsanın bir iç âlemi var, hepimizin, sizin de var, bizim de var. Yâni, bilseniz de bilmeseniz de bir dışı var, bir içi var. Dışı, hem görünümüdür, hem de hareketleridir. Oturuyoruz, kalkıyoruz, kızıyoruz, bağırıyoruz, çağırıyoruz, koşuyoruz... Zahirde başkasına görünen taraflarımız bunlar. Bizi görüyor... Koşmakta, şimdi oturuyor, şimdi konuşuyor, şimdi sustu, şimdi yattı filan diye... İşte yüzü güzel, boyu uzun, saçları sarı, sakalı kıvırcık filan gibi... İnsanın dışındaki manzarası, başkası tarafından gözle görülebilen dış görünümü ve dışa akseden hareketleri. Buna zahir denir.
Meselâ benim namaz kılmam, senin hacca gitmen... Bu da zàhirî bir hareket... İşte uçağa bindi, dün falanca yere gönderdik, umreye gittiler, yirmi gün sonra gelecek filan diyoruz. Bu da zàhir... Yüzü de zàhir. Namazın, orucun, haccın, zekâtın hepsinin bir zàhiri vardır. Bunu ilmihal kitapları anlatıyor. Şeklen şöyle olacak... Abdestin zàhiri vardır, orucun zàhiri vardır, namazın zahiri vardır... Şöyle duracaksın, elini şöyle bağlayacaksın, “Allahu ekber!” derken şuraya kadar kaldıracaksın vs. gibi.
Bunlar zàhir...
Şimdi zàhir ve bâtını öğrendik. Bilmediğimiz ne kaldı? “Bâtınını murakabe ve ihlas ile sağlıklı ve sıhhatli yapmayı başaran insanın, Allah zàhirini de mücahede ve sünnete ittibâ ile zînetlendirir.” diyor. Demek ki, o mübarek insanların nazarında dışın süslenmesi neymiş?.. Zàhirin süsü, zîneti neymiş?.. İki şeymiş. Bir: Mücâhede. İki: Sünnet-i seniyyeye ittibâ... Burada gerçek sòfîlerin zihniyetini gösteriyor bu cümlesi.
Bakın zàhir süsü diye biz ne biliriz?.. İşte elbisenin güzelliği, boy, pos, kavuk, cübbe, sakal, sürme vs. filan... Biz bunu biliriz. Yâni bu Ebû Abdurrahmân es-Sülemî ya da Hàris ibn-i Esed el- Muhàsibî’nin devrinin müslümanının, zâhir deyince zahirde gördüğü süs neymiş?,, Bir; mücahede... İki; sünnet-i seniyyeye ittibâ... Demek ki, bir insan sünnet-i seniyyeye uygun hareket ediyorsa, en güzel insan, en süslü insan onların nazarında. Mücahedede ise, en kıymetli insan...
Dikkat ediyor musunuz, ne kadar önemli bir nokta. Hani, tasavvuf konusunda ileri geri sözler söyleyenler var. Hatta haddi ve hakkı, bilgisi ve ilmi ve irfânı olmadığı halde, tasavvuf hakkında yekûn çizgisi çizip, hüküm vermeğe kalkışan zavallılar var. Onlara karşı bir şey bak.
O devrin insanının, müslümanının nazarında süs neymiş?.. Sünnet-i seniyyeye ittiba ve mücahedeymiş. Mücâhede nedir?.. Sünnet-i seniyyeye uymayı anladık; yâni sakallı olacak, sarıklı olacak, namazları camide kılacak, sünnet-i seniyyede belirtilen adaba riâyet edecek. Hayatı sahabe hayatı gibi; her hareketi, her hali sahabe gibi olacak. Bir de mücahede... Mücahede nedir?..
Burada düşmandan bahsedilmediği için, buradaki mücahede
çok net olarak insanın kendi nefsiyle mücahedesidir. Yâni gidip düşmanla çarpışmak değil, hudutlarda savaş alanlarında çarpışmak değil, kişinin nefsiyle çarpışmasıdır. Demek ki süs, zinet, alkışlanacak durum; kişinin nefsine muhalefet etmesi, onunla mücahede etmesi, nefsini yenmek için gayret sarf etmesi ve sünnet-i seniyyeye uymasıymış. Tabii bu arzu edilen şey nasıl hasıl olacak? Nasıl sağlayacağız bunu?.. Bu sözünde onun anahtarını veriyor bize Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî.
“—Tamam, ben hocam kabul ettim. Bu iki hedef Kur’an-ı Kerim’in hedefidir. Bize gösterdiği, iyi müslümana bak şöyle ol diye gösterdiği hedeftir, benim amacımdır. Tamam, Peygamber Efendimiz’in sünnetine uyacağım ve nefsimle cihad eden bir kimse olacağım. Nefsimi kahreden, tezkiye eden bir insan olacağım tamam. Ama bunun yolu nedir?..
Bunu yolu tasavvuftur da, tasavvufun içindeki şeyi nedir?..”
(Men sahhaha bâtınehû bi’l-murâkabeh ve’l-ihlâs) “İhlâs ile, murakaba ile batınını sağlıklı, sıhhatli yapan bir insanın, Allah dışına o zaman, mücahedeyi ve sünnet-i seniyyeye ittibâyı nasib eder. O süslerle müzeyyen hale gelir. Yâni adamın hareketleri, konuşmaları, davranışları ibadetleri sünnete uygun düşer ve nefsin esiri olmayan, olgun bir insanın hareketleri, sözleri, hali ve ahlâkı durumuna gelir. Bunun anahtarı neymiş?.. Murakabeymiş ve ihlâsmış.
İhlâsı bilirsiniz; amelin halis niyetle yapılması, kalbin niyetinin temiz olması, pâk olması, içinin tertemiz olması, çok iyi duygulara sahip olması.
Murakabe nedir o zaman? Murakabe, kısaca kontrol demek, gözlemek, gözetlemek demek. Bir müslüman, iyi müslüman olmak için, içini müşahedeye ve gözleme alacak. Kalbini tarassut altına alacak ve kalbini koruyacak, kollayacak, gözleyecek, savunacak. Neye karşı? Hatarâta karşı, havâtıra karşı; yâni kalbine gelen eğri büğrü fikirlere, yalan yanlış düşüncelere, vesveselere, aklına gelen abuk sabuk hatıralara, tehlikeli tehlikeli birtakım düşüncelere karşı uyanık olacak ve onları yanaştırmayacak gönlüne... Dikkat edecek, kalbinde kötü duygu olmayacak, kötü fikir olmayacak. Eğri büğrü hatıralar gelmeyecek.
Biliyorsunuz, bu yatsı namazının sonunda okuduğumuz aşırdan, Âmene’r-rasûlü’den önce geçiyor:
وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللهَُّ (البقرة:٤٨٢)
(Ve in tübdû mâ fî enfüsiküm ev tuhfûhu yuhàsibküm bihi’llâh ) “Nefislerinizdeki, içinizdeki şeyleri gizleseniz de, âşikâre eyleseniz de, saklasanız da saklamasanız da, gösterseniz de göstermeseniz de, Allah sizi onunla hesaba çekecek. Yâni içinizden geçenlerden dolayı hesaba çekileceksiniz.” (Bakara, 2/284) Tabii, bu ayet-i kerime indiği zaman, sahabe-i kirâm mahvoldular, ağlaştılar, fevkalâde üzüldüler:
“—Eyvâh, içimizden geçenden dolayı da muàheze olacaksak, kalbimizden geçen kötü duygulardan dolayı da günah işleyeceksek, yandık!” diye çok perişan oldular.
O hususta tabii hafifletici ayet-i kerimeler indiği de rivâyet ediliyor, o rivayetleri de makbul kabul ediyoruz. Fakat insanın içindeki duyguları da murakabe etmesi, kontrol etmesi, kötü duygulara gönlünde yer vermemeğe dikkat etmesi; geleni de savuşturup, sürüp çıkarması lazım! İşte buna murakabe diyoruz. Yâni tarikatta, tasavvufta çok önemli bir nokta...
Bizim kardeşlerimiz bunu yapmıyorlar. Yıllar yılı, kırk yıl, elli yıl, altmış yıl derviş olan, derviş olarak yaşamış, derviş olarak hayata gözlerini yummuş insanlar bu işleri yapmıyorlar. Yapılmıyor, yapmıyorsunuz, yapmıyorlar... Yâni konuşuyorsun, arkadaşlarına karşı niyetlerine bakıyorsun, davranışlarına bakıyorsun, kalbindeki fırtınalara bakıyorsun... Berbat! Bunları temizlemesi lâzım!
Şairâne sözlerle işin hakikatini, bilmiyorum ne derecede anlar insan ama:
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak,
Pâdişah konmaz saraya, hàne ma’mur olmadan...72
72 Şemseddîn-i Sivâsî’ye ait şiirin tamamı şöyle:
Şâhane bir sözdür bu. Sür çıkar ağyârı dilden… Dil, gönül demek. Gönlünden Allah’tan gayrı olan şeyleri def et, sür, çıkart! Önüne kat, sürüp çıkart! Meselâ, sürüyü ekin tarlasına sokar mı insan? Sürüyü sürüp çıkardığı gibi, gönlünden ağyârı, yabancıları temizle, çıkart, def et, kalmasın demek istiyor.
Eski insanlar, o devrin insanları, bu Hàris ibn-i Esed el- Muhàsibî gibi büyük zâtlar, büyük evliyâullah, tasavvufu bilenler, büyük öğreticiler ve büyük öğreniciler; talebeler de büyük o zamanda, öğreticiler de büyük... Onlar gözlerini kapatırlar, iç alemlerine teveccüh ederler ve iç alemlerine yalan yanlış vesveselerin, fikirlerin, hatıraların, düşüncelerin, hayallerin gelmesine bile müsaade etmezlerdi. Onlarla mücadele ederlerdi. Bu murakabe haline, bu murakabeye özen gösterirlerdi, dikkat ederlerdi. Siz de dikkat edeceksiniz ki, dışınızdaki o istenilen alâmetler belirsin. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefisle mücadelede
Vâsıl olmaz Hakk’a kimse, cümleden dûr olmadan; Kenz açılmaz şol gönülde, tâ ki pürnûr olmadan…
“Mûtû kalbe en temûtû” sırrına mazhar olan;
Haşr ü neşri gördü bunda, nefha-i sûr olmadan…
Sür çıkar ağyarı dilden, ta tecellî ede Hak;
Pâdişah konmaz saraya, hàne ma’mur olmadan…
Mest olup mestâne geldi, tâ ezelden tâ ebed; İçdiler ışkun şarabın, âb-ı engûr olmadan…
Sen müyesser eyle yâ Rab, bizlere beytin tavaf;
İlmin ile âmil eyle, vâde tekmil olmadan…
Hak cemâlin Kâbesini kıldı âşıklar tavaf; Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i Ma’mur olmadan…
Mest olanların kelâmı kendüden gelmez velî; Pes enel-hak nice disün, kişi Mansur olmadan…
Bir acep sevdaya düştü, tutuşur Şemsî müdam; Hakk’a mergub olmak ister, halka menfur olmadan…
başarı kazanıp, mücâhid sıfatına, en büyük mücahid sıfatına ermek mümkün olsun.
Gönlünü kontrol edeceksin! Silahı eline alıp gönlünde nöbet tutacaksın, gönlüne yabancıyı sokmayacaksın! Gönül kaleni muhafaza edeceksin!.. Gönül kaleni muhafaza edersen, düşman giremesin diye içine; o şehre düşman saldırmasın, surları yıkıp içeri girmesin diye koruyabilirsen ve ihlâs sahibi olursan, hàlis niyetli olursan; o zaman sünnet-i seniyyeye ittibâ ile dışın süslenir, zînetlenir. Tam bir sahabe müslümanlığı gibi bir müslümanlığa sahip olursun ve tam bir mücahid olursun. Nefsinin oyununa gelmeyen, esir olmayan, kale gibi sağlam bir insan olabilirsin.
Bir daha okuyalım sözü, bu kadar izahtan sonra:
“—Kim bâtınını murakabe ve ihlâs ile sağlıklı, sıhhatli yapmağa muvaffak olursa, o zaman Allah da onun zàhirini mücâhede ve sünnete ittibâ ile zinetlendirir. O zaman, dış hareketleri de güzel olur. Yâni içi güzel olunca, dışı da güzel olur.”
Kısaca sözü şöyle söyleyelim: Bir testinin içine neyi koyarsan, gözeneklerinden dışarıya o sızar. Yâni sirke koyarsan sirke sızar, su koyarsan su sızar. Başka mâyi koyarsan, gazyağı koyarsan gazyağı sızar. Yâni, topraktan yapıldığı için eskiden kaplar;
كل إناء يترشح بما فيه
(Küllü inâin yetereşşehu bimâ fîhi) “Her kap içinde ne varsa, dışına onu sızdırır. Dış tarafından onun ıslaklığı belli olur.” demişler.
“—İçini düzelt ki, dışın güzel olsun!” demiş oluyor kısaca bu sözüyle Hàris-i Muhàsibî.
İçini nasıl güzelleştireceksin?.. İhlâsa çok dikkat edeceksin. Yaptığın her şey Allah rızası için olsun diye yapmağa gayret edeceksin. Bir de elinde silah pür dikkat, düşman gelmesin diye kalbine, bekleyeceksin, murakıb olacaksın, murakabe edeceksin. Kontrolsüz bırakmayacaksın kalbini...
Bu iki şey oldu mu, o zaman dışında sünnet-i seniyyeye uygunlukta muvaffak olursun. Sözlerin, hareketlerin, işlerin güzel
olur. Nefsini yenebilen bir insan olursun demiş oluyor. Bu kadar derin... O kadar kısa sözlerin mânâsı bu kadar derin, Allahu a’lem.
d. Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî’nin Ağlaması
٠٢- سمعت أبا بكر ، محمد بن عبد الله، الرازىَّ، يقول سمعت أبا
عثمان يقول: انشد قوَّل بين يدي حارث المحاسبىِّ، هذه الأبيات: أنا فى الغربة ابكى/ ما بكت عين عريب لم أكن يوم خروجى/ من بلدى بمصيب
عجبًا لى، و لترركى/ وطنًا فيه حبيب؟
فقام يتواجد ويبكى، حتى رحمه كلُّ من حضره .
TS. 60/20 (Semi’tü ebâ bekrin muhammede’bne abdi’llâhi’r -
râziyye, yekùlü: Semi’tü ebâ usmâne yekùlü: Enşede kavvâlün beyne yedey hârisni’l-muhâsibiyyi hâzihi’l-ebyât:
Ene fi’l-gurbeti ebkî
Mâ beket aynû garîbî
Lem ekün yevme hurûcî
Min bilâdî bi-musîbî
Aceben lî ve li-terkî
Vatanen fîhi habîbî
Fekàme yetevâcedü ve yebkî, hattâ rahimehû küllü men hadarah.)
Ebû Bekir Muhammed ibn-i Abdillah er-Râzî demiş ki: “Ben şöyle duydum Ebû Osman isimli zâttan.” Bunların hepsinin hayatı hakkında bilgi vardır dipnotlarda, onları geçiyorum. O Ebû Osman, Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî’nin çağdaşı. Onu gören, onunla konuşan kimse…
(Enşede kavvâlün beyne yedey hàrisni’l-muhàsibiyyi hâzihi’l- ebyât...) “Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî’nin önünde bir şarkıcı, türkücü şu beyitleri okudu...”
Kavvâl demek, söz söyleyen demek ama, çok söz söyleyen demek. İşte sanıyorum, o zamanların insanları içinde böyle kavvâl denilen, bizim ilâhî söylediğimiz gibi, türkü söylediğimiz gibi, böyle biraz da makamlı şiir filan söyleyen, hikâyeler anlatan kimseler vardı. Kalabalık etrafına toplanırdı, onlar da onları böyle sözleriyle hoşlarına gidecek şeyler söyleyerek eğlendirirlerdi.
Bunların bir kısmına kassâs denilir. Hikâye anlatıyorlar bunlar. Yâni bu bizim alimlerin ben şundan işittim, ben şundan işittim filan dediği tarzda sıhhatli haber değil de, masal, hikâye, uydurma, ne olursa... Bizim meddâhlar gibi, maksat insanların hoşuna gidecek şeyler söylemek. Bunlara kassâs deniliyor. Yâni kıssalar, hikâyeler anlatan; rivayeti sağlam olsun, çürük olsun aldırmayan masalcılar, hikayeciler, meddâhlar, eğlenceciler demek. Kavvâl de işte bu mânâda bir şey. Yâni böyle söz söyleyip halkı panayırlarda, şurada burada eğlendiren kimseler. Yüksek sesle bunlar okurlar, ötekiler de dinler.
Kavvâlin birisi şu beyitleri okumuş... Bu beyitleri duyunca Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî... Onun önünde okumuş, onun civarında okumuş. (Fekàme yetevâcedü) Vecde gelmiş. Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî kendinden geçmiş, coşmuş, vecde gelmiş ve ağlamağa başlamış. Vecd içinde, kendinden geçip gözyaşları dökmeğe başlamış. O kadar ki, (hattâ rahimehû küllü men hadarahu) etrafındaki herkes onun o ağlayışına, o haline acımışlar. Yâni, etrafındaki herkesin kendisine acıyıp, merhamet edip, böyle üzülecekleri şekilde ağlamış, vecde gelmiş.
Neymiş bu sözler, bakalım! Hani demin misal olsun demiştim, o geldi karşımıza şimdi.
Ene fi’l-gurbeti ebkî
Mâ beket aynû garîbî
Lem ekün yevme hurûcî
Min bilâdî bi-musîbî
Aceben lî ve li-terkî
Vatanen fîhi habîbî
Üç beyit var burada. Bu üç beyiti herhalde biraz da böyle elini kulağına koyup makamlı filan okuyor öteki şahıs. Bizim keten helvacılar falan vardı eskiden buralarda böyle, İstanbul’da dolaşırdı. Mahalle aralarında mânîler filan söylerdi. Onun gibi bir şey olmalı. Yüksek sesle bunları söyleyince, vecde gelmiş, gözyaşları dökmeğe başlamış, etrafındaki herkes kendine acıyacak kadar uzun süre devam etmiş bu üzüntüsü, ağlaması.
Şimdi bu sözlerin mânâsını açıklayalım:
(Ene fi’l-gurbeti ebkî) “Ben gurbette ağlamaktayım. (Mâ beket aynû garîbî) Gurbette olan bir kişinin gözünün ağladığı müddetçe...”
Gurbettekiler hep vatanlarını özlerler, ağlarlar. Biz de Buhârâ’dan bir genci getirdik burada ders okusun filan diye, gurbete dayanamadı, kalktı gitti bugün memleketine... Gurbette olunca, vatanını özlüyor insan ve ağlıyor. Bazan gerçekten ağlar, bazen içi ağlar, içi kan ağlar gurbette olduğu için.
“Gurbette olan kişinin ağladığı müddetçe, ben de gurbette ağlamaktayım.” Burada (mâ beket aynû garîbî)’deki mâ’ya, mâe’d- deymüme derler, müddetçe demek.
(Lem ekün yevme hurûcî/ Min bilâdî bi-musîbî) “Beldemden, yaşadığım vatanımın olduğu yerlerden dışarıya çıktığım zaman, isabetli bir iş yapmış değildim.” Veyahut, o zaman başıma bir musîbet gelmiş değildi diye de belki anlayabiliriz ama, birincisi daha uygun. Yâni, “Vatanımdan çıktığım zaman iyi bir iş yapmadım, isabetli bir iş yapmış olmadım, keşke çıkmasaydım!” demek istiyor.
(Aceben lî) “Ne kadar şaşılacak bir durumum var benim, hayret edilmeli bana; (ve li-terkî vatanen fîhi habîbî) yâni nasıl oldu da, içinde sevgilimin olduğu vatanı terk ettim? Benim içinde sevgilimin olduğu o vatanı terk etmeme ve bana, çok hayret edilmek gerekir. Nasıl yaptım bu işi yâ, hayret doğrusu!” diyor.
Bir daha şey yapalım: “Gurbetteki kişilerin, garibanın gözlerinin ağladığı müddetçe, benim gözüm de gurbette ağlayacak.
Çünkü benim ülkemden, vatanımdaki o beldelerimden dışarıya çıktığım zaman, isabetli bir şey yapmadım. Şimdi anlıyorum, iyi bir şey yapmadım. Bana çok şaşılır ve benim içinde sevgili olan vatanı bırakıp da, böyle diyâr-ı gurbete çıkmama çok hayret edilir. Hayret doğrusu, nasıl yaptım bu işi?..” filan diye bu şiiri söylemiş.
Buradan Hàris ibn-i Esed vecde geliyor ve gözyaşları, ağlaması, vecdi devam ediyor, ediyor, ediyor... Herkes kendisine acıyor, vah helâk etti kendisini filan diye.
Tabii niye ağlıyor?.. Bu şiirden niye ağlıyor? Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî niçin ağlıyor?.. Belki bu şiiri yazan kimse maddî bir sevgiyi terennüm ediyordu. Yâni belki kendisinin nişanlısı vardı kasabasında, köyünde, obasında... Oradan ayrıldı, diyâr-ı gurbette işleri bitmedi, bir türlü geriye dönemedi, nişanlısını da özlüyor;
“—Hay Allah, ne diye bıraktım ben oraları? Bu işi de yapmasaydım, buralara da gelmeseydim. Ayrı da kaldım, gidemedim de, bilmem ne de...” diye ağlıyor.
O şeye hasret çekiyor. Belki bu şiiri yazanın öyle bir gönül macerasıdır bu, maddî bir sevgidir.
Ama Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî, bunu kendisine uyguluyor. Bu duyduğu türküyü, bu şarkıyı kendisi noktasından tefsîr ediyor, kendi durumunun da öyle olduğunu düşünüyor. “Ben de sevgilimin olduğu vatanı bırakıp da, ne diye buraya geldim? Gözüm artık bu diyâr-ı gurbette ağlayacak da ağlayacak.” diyor.
Tabii Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî’nin sevgilisi kim?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri... Onun bulunduğu yer neresi?.. Görünmeyen öbür alem... O alemden bu dünya alemine biz gelmişiz, burası diyâr-ı gurbet. Bu hadis-i şerîflerde de çok söylenen bir şeydir, burası diyâr-ı gurbetimiz bizim. Bizim asıl yurdumuz ahiret yurdu. Biz oradan buraya geldik, asıl vatanımızdan ayrı düştük, gurbetteyiz şu anda... Öldükten sonra asıl vatanımıza döneceğiz. Sevgili orada. Yâni sevgiliye kavuşacağız öldüğümüz zaman. İşte Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne olan iştiyâkını ve ondan ayrılığını ve ondan uzaklarda garip, gariban bir yolcu gibi olduğunu düşünüp vecde geliyor, coşuyor ve ağlıyor saatlerce...
Bu bize Mesnevî’nin başlangıcını da hatırlattı. Mesnevî’de biliyorsunuz ney, kamış, yâni kavalın hikâyesiyle başlıyor
Mesnevî. İşte o yanık yanık çalıyor, içindeki hava değil sanki ateş, nerede çalınsa herkesin yüreği yanıyor, onlar da üzülüyorlar, müteessir oluyorlar. Neden?..
“Çünkü, bu kamış aslında kamışlıkta idi, oradan kestiler, ağzını yardılar, ateşte kavurdular, ney haline getirdiler. Ondan sonra, asıl yurdundan ayrı olduğu için yanıyor. İşte bu ateş herkesin içinde olmalı, herkes asıl yurduna özlem duymalı, herkes asıl sevgiliye kavuşma iştiyakını taşımalı!” diyor.
Mevlânâ da aynı şeyi söylüyor, bu türkü de aynı mânâyı ifade ettiğinden, Hàris ibn-i Esed El-Muhàsibî de Mevlânâ gibi, aynı yolda aşık olduğundan, o da vecde geliyor ve saatlerce ağlıyor, uzun zaman ağlıyor.
Bunun neyin misâli olduğunu söylemiştim: Yâni insanlar etrafındaki olaylardan ibret alıyorlar, etrafına dikkatli bakıyorlar. Yukarıda geçmişti bu şey. Hani Allah’ın davetine icabet etme sözünün açıklandığı yerde geçmişti.
Bir başka hikâyeyi daha anlatalım: Bir şeyh efendi müridleriyle sıcak bir yaz günü, sıcak bir Arap diyarında giderken, bir buzcu bağırarak buz satıyor, şöyle bağırıyor:
اِرْحَمُوا مَنْ يَذُوبُ رَأْسُ مَالِ هِ يَا مُسْلِمُونَ!
(İrhamû men yezûbü re’sü mâlihî yâ müslimûn!) “Sermâyesi güneşin altında eriyen şu kardeşinize acıyın ey müslümanlar!” diye bağırıyor buzcu, buzunu satıyor.
Çünkü çuvalın altında da olsa, sarılı da olsa buz, sıcaktan erimekte... Sermayesi eriyor. Yâni satın alırlarsa satmış olacak, parasını alacak. Alanlar şerbete koyacaklar, akşam içecekler veya su buzlu olacak filan... Tatlı bir meşrubat olacak. Almazlarsa... Almadılar mı, bu zaten çuvalın altında damla damla eriyor. Satarken nasıl bağırıyor:
(İrhamû men yezûbü re’sü mâlihî yâ müslimûn!) “Sermâyesi eriyen şu kardeşinize acıyın ey müslümanlar! Alın şu buzları!..” diyor.
Şaka yapıyor yâni. Öyle satıyor.
Ama şeyh efendi bunu duyunca bir nâra atıyor, bir feryâd ediyor, yere yığılıyor. Yüzüne su serpiyorlar, şakaklarını oğuşturuyorlar, bileklerini oğuşturuyorlar...
“—Ne oldu efendim size?” diyorlar.
Diyor ki:
“—Sermayesi eriyen sadece bu mu? Bizim de sermayemiz eriyor, bizim de ömrümüz sermaye. Yıllar bu sermayeyi eritiyor, aylar eritiyor, günler eritiyor, dakikalar, anlar eritiyor. Onu düşündüm, ondan üzüldüm, ondan feryâd ettim.” diyor.
Demek ki, insanın etrafındaki olaylardan iyi insanlar, büyük insanlar, Allah’ın gizli işaretlerini seziyorlar. “Söyleyene değil, söyletene bak!” diyorlar, olaylardan ibret çıkartıyorlar ve gereken dersi alıyorlar. Onun da Allah tarafından, kendisinin karşısına çıkartılmış bir işaret olduğunu düşünüyorlar.
e. Kadere Razı Olmak
21. paragraf:
١٢- قال: وسئل الحارث: من أقهر الناس لنفسه؟ قال : الراضى بالمقدور .
TS. 60/21 (Kàle: Ve süile’l-hârisü: Men akhare’n-nâsi li-nefsihî? Fekàle: Er-râdî bi’l-makdûr.) Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî’ye sormuşlar ki:
“—İnsanların nefsine karşı en zâhidi, nefsini en iyi tepeleyen,
en has müslüman hangisidir? Müslüman nefsini yenecek, bu hususta en başarılı kimdir? Nefsini en mükemmel tarzda zabt u rabt altına alıp, nefsini kahretmekte en büyük başarıyı sağlayan kimdir?..” diye soruyorlar.
Yâni nasıl olacak demek istiyor. Onu öğrenecek yâni, şöyle yapandır desin diye.
Diyor ki: (Er-râdî bi’l-makdûr) “Allah’ın mukadderâtına râzı olandır. Nefsini en iyi kahreden, Allah’ın takdirine râzı olandır.”
Tabii, Allah şuna zenginlik vermiş, kendisine vermemiş. Ona güzellik vermiş, buna vermemiş. Ona sıhhat vermiş, buna
vermemiş. Bir sürü mahrumiyetler... Şimdi nefis, bunlardan feryâdı basar. Nefis bunlardan insanı ele alır.
“—Bak gördün mü, işte senin bir şeyin yok, canın istemiyor mu, hadi al şunu da bilmem ne...”
Nefsin vesveseleri, isyanları, kendi elinde olmayandan, karşısında gördüklerinden kaynaklanır. Karşıdan gördüğünü canı çeker, nefis ister ve kışkırtır insanı.
O halde nefsini en çok yenebilen insan kimdir?.. Allah’ın mukadderatına râzı olan;
"—Ne yapalım ona vermiş, bize vermemiş. Sus, otur oturduğun yerde!" diyebilen, kadere rızâ gösterebilen en yüksek mertebededir.
f. İnsanların Aklı ve Sorumluluğu
٢٢- قال: وقال الحارث:الخلق كلُّهم معذورون فى العقل،
مأخذون فى الحكم.
TS. 60/22 (Kàle: Ve kàle’l-hàrisü) Aynı rivâyet zinciriyle, yine Hàris el-Muhàsibî dedi ki: (El-halku küllühüm ma’zûrûne fi’l-akli, me’hûzûne fi’l-hükmi) Bunların hepsi şâhâne sözler:
(El-halku) “Halk, yâni ahali (küllühüm ma’zûrûn) hepsi mazûrdur; (fi’l-akl) akıl konusunda hepsi mazurdurlar, (me’hûzûne fi’l-hükmi) ama hüküm konusunda sorumludurlar.”
Bundan şunu kasdediyor muhterem kardeşlerim: İnsanlara aklı Allah veriyor. Kimisine çok veriyor, kimisine az veriyor. Herkese cevher olarak eşit vermiş olsa bile, kimisi bu akıl cevherini ilim, irfan ve terbiye ile işliyor, güzel bir hale getiriyor. Kimisi de tahsil ve terbiye görmediği için, zayıf durumda kalabiliyor. Aklı kıt oluyor, az oluyor, ahmak oluyor, ebleh oluyor, hafızası zayıf oluyor, anlayışı zayıf oluyor... Olabilir.
Bütün ahali, bütün mahlûk, Allah’ın yarattığı insanlar özellikle, akılları konusunda mâzurdur, Allah onları mâzur sayar: Eh, ne yapalım aklı bu kadar ermiş, işte bu kadarcık yapabiliyor... İbadeti bu kadar, anlayışı bu kadar, duası bu kadar, sözü bu kadar, sezgisi bu kadar, davranışı bu kadar...
Güzel ibadetleri yakalayıp yerli yerinde, Allah’ın sevgisini kazanacak davranışları şıp diye ortaya koyabilmek, yâni iyi müslümanlık çok büyük zekâ işi. İyi müslüman olmak için, dahi olmak lâzım!..
Bir insanın aklı... Ne kadar vermişse ona göre, aklı nisbetinde şey yapar. Onun için Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
“—İnsanlara akılları kadar konuşun, akılları nisbetinde konuşun, akıllarının almayacağı şeyleri söylemeyin!” Fırttırırlar, anlayamazlar, yanlış yorumlarlar. Yâni onlarla o ölçüde konuşun demek.
Akıl konusunda herkes mâzurdur. Yâni sen niye bunun gibi yapamadın?.. Sen niye Mevlânâ gibi olamadın? Sen niye Bahâeddin Nakşibend gibi olamadın?.. Sen niye Abdülkadir-i Geylânî gibi olamadın?.. Eh bu kadar akıl vermiş, ona yüksek bir deha vermiş, buna aşağıda...
Akıl konusunda hepsi mazurdur ama, (me’hûzûne fi’l-hükm) verdikleri hükümler konusunda hepsi sorumludur. Azıcık da olsa aklıyla nasıl bir çalışma, muhakeme yürüttü, nasıl bir hüküm verdi, nasıl bir iş yaptı?.. Yaptığı işten sorumludur. Akıllarının farklı olmasından mazur sayar Allah ama, az da olsa aklına göre yaptığı faaliyetinden herkes mes’uldür.
Bunda demek istiyor ki, Hàris ibn-i Muhàsibî: Aklın az veya kıt, àrifsin veya cahilsin, anlayışlısın veya değilsin; ama, az da olsa kafanı yorduğun zaman, hükmünün Allah’ın rızasına uygun olmasına, Allah’ın rızasına uygun bir iş ortaya koymağa gayret et! Çünkü oradan sorumlusun. Aklının azlığından, tahsilinin azlığından, bilginin azlığından sorumlu değilsin ama; hükmünden sorumlusun... İsabetliyse hükmün, sevap alırsın; yanlışsa, onun cezasını çekersin. Onun için hükmüne dikkat et!..
Hüküm ne demek?.. Yâni verdiğin hüküm, muhakeme sonunda vardığın sonuç önemli. Muhakemeni iyi kullan, iyi sonuç bulmağa çalış! Sonra karışmam, oradan cezaya uğrarsın. Aklın azsa az, çoksa çok; oradan bir şey olmaz. Çünkü aklı veren Allah... Ama muhakemeyi yürüten sensin, yanlış hüküm çıkartırsan, cezayı yersin demek.
O halde, herkes muhakemesine dikkat etsin! Yâni buradan
çıkacak nasihat, muhakemenize dikkat edin, sonucu çok önemli. Muhakemenizin, düşünmenizin sonucu çok önemli; yanlış şeye hükmederseniz vebal olur, sorumluluk olur, ceza olur, günah olur; ahirette sorgu sual olur. Çok güzel bir söz.
“—Yâni, saf bir insan cennete girmeyecek mi?..”
Girecek
“—Akıllı insanların hepsi cennete mi girecek?..”
Yok öyle, akıllılar cennete girecek diye bir şey yok...
Adam matematiği yutmuş, fiziği de yutmuş, karnı geniş, kimyayı da yutmuş, şunu da yutmuş... Önüne geleni yutuyor... Yutuyor ama, Allah’ın rızası yolunu bulamıyor. Aklı istediği kadar çok olsun, karnı istediği kadar geniş olsun; kıymeti yok... Saf bir insan cennete girer; bu çok zeki insan Allah yolunda hükmünü isabetli vermediği için, iyi işler yapmadığı için cehenneme düşer. Onca bilgiye rağmen, küp gibi karnına rağmen, cump diye cehennemin dibine düşer. Onun için, herkes bu işin ciddiyetini bilsin, dikkat etsin demek yâni.
g. Nimete Şükrün Önemi
٣٢- قال: وقال الحارث: من لم يشكر الله على النِّعمة، فقد
استدعى زوالها .
TS. 60/23 (Kàle ve kàle’l-hârisü) Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî, yine o rivâyet zinciriyle rivâyet edildiğine göre buyurdu ki:
(Men lem yeşküri’llâhe ale’n-ni’meh, fekad isted’à zevâlehâ) “Kim Allah’ın kendisine verdiği nimete şükretmedi ise, Allah’ın kendisine bahşettiği, ihsân ettiği nimete şükretmedi ise, şükretmiyor ise; (fekad isted’â zevâlehâ) sanki o nimetin elinden gitmesini kendisi istemiş gibi olur, davet etmiş olur. Allah’ın verdiği nimete şükretmeyen kimse, o nimetin elinden gitmesine çanak tutmuş olur, yol açmış olur, istida vermiş olur.” “—Yâ Rabbi! Ben bu nimetin kadrini, kıymetini bilmiyorum, ben bu nimete layık değilim, al bu nimeti üzerimden!” demiş gibi olur, Allah saklasın...
O halde ne olacak?.. Nimetin kadri bilinecek, nimetin şükrü eda edilecek kadrine göre... “Yâ Rabbi, çok şükür verdiğin bu nimete!” diye, nimetin şükrünü edâ etmeğe gayret edecek müslüman.
Onun için, tefekkürünüzün ve düşünmenizin bir kısmı, Allah’ın size verdiği nimetler üzerine olsun.
“—Bak el-hamdü lillah şurada oturmuşuz, üşüyor musunuz?..”
“—Üşümüyoruz, el-hamdü lillâh.”
“—Karnınız aç mı?..”
“—Yok el-hamdü lillâh, evde yedik geldik.”
“—Bir derdiniz, sıkıntınız, ağrınız, sızınız var mı?..”
“—Yok.”
“—Amansız bir hastalıkta mısınız?.. El-hamdü lillâh değiliz.”
“—Günah yolunda mısınız?..”
“—El-hamdü lillâh, günah yolunda değiliz, sevaplı bir yerdeyiz. Büyüklerimizin sözlerini dinliyoruz, dinimizin inceliklerini öğreniyoruz, tasavvufun derin ilimlerine dalıp çıkıyoruz. Güzel şeyler...”
Tamam. Bunların hepsi nimet… Sırtım pek, karnım tok, işim iyi, anam babam, çoluk çocuğum sağ vs... İşte nimetlerin kadrini bilecek insan ve bunu diliyle de ifade edecek. Allah hamdeden kulu, şükreden kulu seviyor. Nimetin kadrini bilen kulu seviyor. Onun için şükredeceksiniz, hamd edeceksiniz.
Onun için, sofraya oturduğunuz zaman, sofradan kalkarken, elbise giyerken, yatağa yatarken, yataktan kalkarken, su içince vs... Her vesileyle candan yâni, yapmacık değil, gönülden, içten:
“—Yâ Rabbi çok şükür! Oh, şimdi rahatladım, işte karnım doydu. Şu su da çok lezzetliymiş, çok şükür yâ Rabbi!.. Olmayanlara da ver yâ Rabbi!.. Ben rahattayım, başka kardeşlerimi de rahata erdir yâ Rabbi! Biz burada top sesleri duymuyoruz, üşümüyoruz. Top sesleri altında inleyen, yaraları acıyan, aç susuz kardeşlerimize de rahmeyle yâ Rabbi!”
Yâni o nimet elde olmayan, elinde olmayan kimseleri düşünüp nimetlere şükredin!
Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:73
إِنَّ أَفْضَ لَ عِبَادِ اللهَِّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ الْحَمَّادُونَ (طب. عن عمران
بن حصين)
RE. 116/6 (İnne efdale ibâdi’llâhi yevme’l-kıyâmeti el- hammâdûn.) “Kıyamet gününde; bu dünya bitip, ahiret alemi başladığı zaman, Allah’ın yanında, huzurunda insanların, kulların en faziletlisi, en üstünü, en yükseği, çok hamd eden kullar olacak.”
Allah’ın en çok sevdiği kullar, hamdi çok olan kullardır. Onun
için, bak İmâm-ı Âzam Efendimiz ne ismini koymuş çocuğuna: Hammâd ismini koymuş. Hammâd ne demek? Çok hamd eden demek.
Neden?.. Koca imam, büyük alim, müctehidimiz niye çocuğuna o ismi koymuş? Yâni çocuğu çok hamd edici olsun diye. Hamd etmek çok önemli de ondan... Cennette hamdi çok edenlere mahsus bir köşk olacak. Allah hepinizi nimetlerin kadrini, kıymetini bilip de, o köşklere girenlerden eylesin...
h. Akıllıların En Olgunu
Sonuncu cümleye geldik. Allah hepinizden râzı olsun...
٤٢- قال: وقال الحارث: أكمل العاقلين من أقرَّ بالعجز أنه
لايبلغ كنه معرفته.
TS. 60/24 (Kàle: Ve kàle’l-hàrisü) Yine aynı rivayet zinciriyle
73 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.434, no:19909; Taberânî, Mu’cemü’l -
Kebîr, c.XVIII, s.124, no:254; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.125, no:34692; İmran ibn-i Husayn RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.114, no:16884, 16885; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.458, no:6414 ve c.XIV, s.29, no:37882; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.196, no:6110.
Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî dedi ki: (Ekmelü’l-àkılîne men ekarre bi’l-aczi ennehû lâ yeblüğu künhe ma’rifetihi) “Akıllıların en olgunu, müslümanların akıllılarının en kâmili, akıllıların şâhı, birincisi, en akıllı olanı kimdir?
(Men ekarre bi’l-aczi ennehû lâ yeblüğu künhe ma’rifetihi) Ma’rifetihî'deki zamir Allah’a râci, ma’rifeti’llâhi teàlâ demek yâni. “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni hakkıyla bilmenin derinliklerine tam mânâsıyla bir insanın aklının nüfûz etmesi mümkün olmadığını, bu konuda beşer aklının aciz olduğunu kabul eden, anlayan insan akıllıların en olgunudur."
Dümdüz söyleyecek olursak; böyle sarık gibi birkaç defa dolaştırmadan dümdüz söyleyecek olursak: "Allah’ı gerçek manasıyla derinlemesine her yönden tanımak mümkün değildir; tanıyamayacağını anlamak akıllılıktır." demek.
Neden Allah tam mânâsıyla bilinemez? Çünkü,
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ(الشورى:١١)
(Leyse kemislihî şey’ün) [Onun benzeri hiçbir şey yoktur.] (Şûrâ, 42/11) Hiç ona benzeyen bir şey yoktur ki, şöyledir diye tarif edeyim. Benzersiz olan bir şeyi tarif edemem.
Sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri şu koca kâinâtı, şu uçsuz bucaksız fezâyı, yıldızları, galaksileri yaratmış, rakamlar karşısında dehşete düşüyoruz. Gök kubbenin altında hiçliğimizi hissediyoruz ve Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin fizikten, kimyadan, biyolojiden öğrendiğimiz harika, hârikulâde âsârını, sanatının eserlerini gördükçe hayretten hayrete, hayranlıktan hayranlığa düşüyoruz. Yâni bu kadar muazzam kâinâtın sahibi, yaratanı, yaşatanı, tedbir edeni sevk edeni, tasarruf edeni olan Allah-u Teàlâ Hazretleri nasıl var...
“Vardır, vardır, ona varmak bu kadardır.” diyor. Evet, varlığını anladık ama, künhünü anlamak mümkün değil!
اَلْعَجْزُ عَنْ دَرَكِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ؛
(El-aczü an dereki’l-idrâki idrâkün)74 “İdrak edemeyeceğini anlamak, biraz haddini bilmektir, anlamaktır.” buyrulduğu gibi, anlaşılamaz. Sıfatlarının mahiyeti de, kullar tarafından tam mânâsıyla anlaşılamaz.
Allah’ın zâtı düşünülemez, çünkü anlaşılamaz ama Allah’ın âsâr-ı kudreti ve sanatının incelikleri, yaratıklarının acaipleri müşahede edildikçe ne kadar yüce olduğu, ne kadar büyük olduğu anlaşılır. İnsan o zaman kulluğunu daha güzel yapar. Yâni ma’rifetullahı, yâni Allah’ı bilme işini kendisi bir kere kendi başına yapamaz, bir. Allah bildirirse, Allah verirse, bilgiyi Allah verir.
Allah’ın bildirmesi için de, Allah’ın o bilgiyi insana ihsân etmesine, insanın layık olması lâzım! Layık olmayana bu bilgiyi vermez Allah. Bu muazzam cevheri Allah herkese vermez. Önce lâyık olması lâzım! Önce kendisini Allah’a sevdirmesi lâzım! Onun için zikrediyor, onun için ibadet ediyoruz. Onun için faziletli işleri yapıyoruz. Onun için ahlâkımızı güzelleştirmeğe çalışıyoruz. Allah’ın sevdiği bir kul haline gelmeğe çalışıyoruz ilk önce... Sevdiği kul oldu mu, o zaman o kendisi ihsân edecek, öğretecek.
Allah hepinizden razı olsun...
Fâtiha-i Şerife mea'l-besmele!..
09. 01. 1993 - İstanbul
74 Alûsî, Rûhu’l-Meànî, c.XIII, s.141, Hac Sûresi, 74. ayetin tefsirinde Hz. Ebû Bekir RA’ın sözü olarak naklediyor. İkinci mısraı da Hz. Ali RA’ın şöyle söylediğini bildiriyor:
وَالْبَحْثُ عَنْ سِرِّ ذَاتِ اللهِ إِشْرَاكٌ
(Ve’l-bahsü an sirri zâti’llâhi işrâkün) “Allah’ın zâtının sırları hakkında söz söylemek de insanı şirke götürür.”