Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
ÇEVRE ANLAYIŞIMIZ
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
Üzerimize saçtığı sonsuz, sayısız, hadsiz, hesapsız nimetleri için Cenâb-ı Mevlâ'ya hamd ü senâlar ederim.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemizi habîbullah, halîlullah, safiyyullah, ni'metullah, rahmetullah olan Peygamber-i Zîşanımız Muhammed-i Mustafâ Efendimiz Hazretleri'nin yolundan ayırmasın; onun şefaatine nâil eylesin, cennette ona komşu olmayı cümlemize nasib eylesin...
Dünyaya imtihan için geldiğimizden, amacımız, gàyemiz, hedefimiz imtihanı kazanmak, Cenâb-ı Mevlâ'nın rızasına, rahmetine nâil olmaktır. O rahmete nâil olmanın yolu imandır, itâattir, ibadettir. İbadetin çeşitleri insanların sandığından da çok daha fazladır. Meselâ, sükût da ibadettir. Meselâ, tefekkür çok kıymetli bir ibadettir. İnsanlar için faydalı işler yapmak ibadettir. Gönül almak, kalb yapmak, insanların ihtiyacını gidermek ibadettir. İbadeti sadece namazla oruçla tahdit ve kısıtlama, sınırlama yapmak doğru değil.
Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri bir hadisinde buyurmuşlar ki:
--(Tbâ lil-gurebâ') "Ne mutlu garibanlara!.."
Peygamberimiz'in çevresindekiler sormuşlar ki:
--(Ve mel-gurebâ'?) "Gurebâdan kasdınız nedir yâ Rasûlallah? Garibanlar dediğiniz kimlerdir?"
Peygamber Efendimiz irşâden ve cevâben buyurmuşlar ki:
--(Ellezîne yuslihûne mâ efseden-nâs) "Başka iz'ansız, irfansız, imansız, insanların ifsad ettiği, berbat ettiği, bozduğu şeyleri islah eden, düzelten, güzelleştiren kimselerdir."
Çünkü çevresi bozuyor. Çevresinin içinde gariban kalıyorlar, yalnız kalıyorlar, anlaşılmayan kimseler olarak kalıyorlar. Onların bozduklarını bunlar düzeltmeye çalışıyorlar. Ne mutlu çevresi bir başka yanlış ve yamuk yola giderken, Allah'ın yolunda yürüyen, onların arasında gariban kalsa bile Cenâb-ı Hakk'ın dinine hizmet edenlere!.. Ne mutlu bu mânâda toplumun içinde boynu bükük, kenara itilmiş, horlanmış kalsa da, yapayalnız kalsa da hizmete devam edenlere!..
Eyüb'de bizim tasarrufumuza verilmiş olan iki tane tekke var: Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi ve Şeyh Murad Efendi Tekkesi... Küçük alanları var, duvarları var, şöyle birbuçuk dönüm, iki dönüm gibi... Halbuki eskiden oraları dönümlerle genişlikte bahçelere sahipmiş ve bu bahçelerde güller açar, ceylanlar gezermiş, ahûlar dolaşırmış. Osmanlıların özlemindeki o şiir dünyası çevrelerinde hakîkaten varmış oralarda...
Eyüb de İstanbul'un en güzel semtiymiş. Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz'in çevresi... Haliç tertemiz sulu, Kâğıthâne yemyeşil çayırlar, tertemiz bir hava... Eyüb de sadrazamların, sultanların rağbet ettiği, sultanların tahta geçtiği zaman kılıç kuşanma merasimlerinin yapıldığı en güzîde semti imiş.
Bahçelerde güller açar, ceylanlar dolaşırmış. Manzarayı tasavvur edin, güzellikleri gözünüzün önüne getirin, şimdiki halleriyle mukayese edin!
Anadolu'ya seyahat ettiğimiz zaman tabiatın, iklimin, şartların zorla yeşil tuttuğu, insanlara rağmen, insanların tahribatına rağmen zorla yeşil tuttuğu, kestikçe yerden bitki fışkıran mıntıkaları geçtiniz mi; yâni Adapazarı, Sapanca, Düzce, Bolu'yu geçtiniz mi, İçanadolu'ya girdiniz mi, Ankara'dan Aksaray'a, Niğde'ye doğru yürümeye başladınız mı, Doğu Anadolu'ya doğru yürümeğe başladınız mı, çırılçıplak, adetâ yoksul, üşüyen, titreyen, zavallı, miskin, fakir bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Bir zamanlar yemyeşil olan, ama şimdi o devletten, saadetten sonra bu fakirliğe, yoksulluğa düşmüş zavallı dağlar, zavallı ovalar görürsünüz.
Aksaray'ın çıplak Hasan Dağı'nda, Niğde'nin yamaçlarına yaslandığı dağlarda --oranın eskileri söylüyorlar-- bir insanın kucaklayamayacağı kadar ağaç kökleri varmış. Şimdi nerde?.. Hiç birisi yok! Ağaçlarla beraber topraklar gitmiş, topraklar gidince taşlar ortaya çıkmış, iklim değişmiş, sertleşmiş; bir acı manzara...
Bizim Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rahmetine mazhar olmamız, rızasına ermemiz için itâat ve ibadet lâzım demiştim. Bir de kendisinin hâl-i hayatında yaptıklarından ayrı, ölümünden sonra da bir müslümanın sevap kazanması mümkündür. Kendi hâl-i hayatında imtihan devam ederken sevap kazandığı gibi, ölümüyle hayat devresi kapandıktan sonra bile imtihan kâğıdına puan yazılması, defter-i a'mâline hayır işlenmesi, terazisinin hayır kefesine dağlar gibi hayırların konulmasını sağlayacak işlerin cereyan etmesi mümkündür.
Onun için bu cereyan etmek, devam etmek mânâsından, bu çeşit hayırlara sadaka-i câriye diyorlar. Cârî olan, yâni cereyan eden sadaka... Yâni, sahibine hayır kazandırmaya devam edip duran, sevabı cârî olan sadaka....
Fakire bir sadaka veriyorsunuz, "Al kardeşim, karnını doyur!" diyorsunuz; bir sadaka... Ama bazı sadakalar var ki, sadaka-i câriyedir. İnsanın vefatından sonra sevabı öyle cereyan ediyor ki, kabre günahkâr yatırılmış, gömülmüş nice insan, ölümden sonraki dirilmede kabirden kalkarken günahsız kalkıyor. Neden?.. Ölmüştü, kabrinde yatıyordu, elinden bir şey yapma imkânı alınmış, hayatı alınmış ama, sevap kazanmış, sevap kazanmış, sevap kazanmış... kabrinden günahsız kalkıyor. Halbuki günahkâr olarak yatmıştı.
İşte bu sadaka-i cariyelerden birisi de çevrede yapılan faaliyetlerin içine giriyor; yeşillendirme, ağaç dikme, park yapma, bahçe yapma... gibi. Şimdi biz muhtelif illerde fi'len katıldık, orman tesis ettik. O ormana diktiğimiz fidanlar ağaç oldu, büyüdü. Kaç seneden beri onlar ayaktalar.
Bir noktaya işaret etmek istiyorum: Türkiye hükümetlerinde Çevre Bakanlığı 1991 yılında kuruldu, ama bizim çevre derneklerimiz 1989'da, ondan önce kuruldu. Yâni biz, bakanlık kurulduğu için çevre faaliyetlerine girmiş değiliz, bakanlıktan önceyiz. Anadolu bizim olduğu için, şehid dedelerimizin bize emaneti olduğu için, onu her yönden korumamız gerektiğinden, toprağı düşmana karşı olduğu gibi aşınmaya karşı da korumak gerektiğinden 1989'da kurmuşuz. Belki o bile geçtir, keşke daha önceki yıllarda kurulsaydı da şimdi koca koca ormanlara sahip olsaydık.
Bir ara Orman Bakanlığı'ndan yer istedik, "Bize yer gösterin, biz oraları ağaçlandıralım!" dedik. Sonradan ben bu faaliyeti beğenmedim, arkadaşlarıma teklif ettim, dedim ki: "Değersiz, çıplak arazileri paranızla satın alıp --kasaba olarak, şehir olarak, belde olarak-- mülk olarak alın! Mülkiyeti sizde olsun; siz bir bahçe mimarisiyle, peysaj dedikleri bir sanat anlayışı ile, bir güzellik duygusuyla bu araziyi güzel bir şekilde ağaçlandırın! Yâni bir tarafında ağaç olsun, bir tarafında çayır çimen olsun, bir tarafında hanımların oturduğu yer olsun, bir tarafında beylerin oturduğu yer olsun; öbür tarafında çocukların idman yaptığı, vücudunu geliştirdiği yer olsun.
"Karayolları üzerinde Hocamız Mehmed Zâhid Kotku için dinlenme parkları yapın!" dedik. Yolcu dinlensin. Yolcuya hizmet etmek, yolda kalmış insanlara hizmet etmek, bizim dinimizde önemli bir hizmet şekli...
Yolda insanın ihtiyacı oluyor, dinlenmesi gerekiyor, uyuması gerekiyor, yemek yemesi gerekiyor, namaz kılması gerekiyor, abdest alması gerekiyor. Bunlar hizmet, bu hizmetlerin yapıldığı yerler kuralım dedik. Nümûne yakıt durakları yapın dedik (Benzin istasyonları değil, çok dikkat ediyorum yabancı kelimeye düşmemeğe). Hem arabalarının yakıtlarını alsınlar, hem namazlarını kılsınlar, hem dinlensinler, hem karınlarını doyursunlar, yesinler dedik.
Tabii, biz çevreyi çok daha geniş çaplı olarak düşünüyoruz. Yeşil bir çevre, temiz bir çevre... Peygamber SAS buyuruyor ki:
"--Yâ Aişe, şu iki elbiseyi yıka! Bilmez misin ki, elbise kirlendiği zaman tesbihi biter."
Temizken tesbih eder elbise, kirlendiği zaman tesbihi biter. Temiz giyeceğiz muhterem kardeşlerim, tertemiz giyineceğiz, yeni giyineceğiz; elbise de tesbih edecek, o da sübhânallah diyecek.
Bir çiçeğin kökü kırıldığı zaman çiçeğin tesbihi biter. Canlıyken tesbih eder, öldüğü zaman tesbihi biter. Çiçeğin tesbihi biter, hücrelerin tesbihi devam eder.
"Evdeki pislik, süprüntü bereketi giderir, rızkı azaltır." diyor Peygamber SAS. Evimizin temiz olması lâzım, elbisemizin temiz olması lâzım, dişimizin temiz olması lâzım, koltukaltımızın temiz olması lâzım!..
Çevremizin temiz olması lâzım! Herkes sokaktan kendi önüne düşen yeri, çöpçüyü beklemeden temizlemeli ve kirletmemeli, bir şey atmamalı!..
Bugün büyük şehirlerde atıklar, artıklar, çöpler bir felâkettir, bir büyük meseledir. Onların ne yapılacağı kara kara düşündürmektedir ilgilileri... Bunları nasıl yok ederiz, değerlendiririz diye büyük büyük tasarıları vardır.
Çevre de temiz olacak, bahçe de temiz olacak amma, yeşil olacak, çiçekli olacak.
Avrupa'dan bir seyyah elçi, karayoluyla İstanbul'a gelirken, Yedikule önlerinde, kış gününde sünbül kokularından baygınlık geçiriyor, hayranlıktan bayılacak hale geliyor 16. Yüzyıl'da... Diyor ki:
"--Bu Osmanlılara akıl ermez! Bu adamlar bir tek çiçek için dünyanın parasını verirler. Bu adamlarda bir acaib çiçek sevgisi vardır."
Kendisi o zamana kadar görmediği çiçekleri inceliyor. Onlardan lâle adlı çiçeğin soğanlarını alıyor yanına, Hollanda'ya götürüyor. Hollanda'da lâle tanınıyor, lâle yetiştiriliyor. Sanıyorum, şimdi Hollanda'dan lâle soğanları getirip dikiyorlar parklara, bahçelere... İş bu hale gelmiş durumda...
Biz çevreyi çok geniş olarak düşünüyoruz. Bu maddî çevremiz, kendi temizliğimiz, aile, ev çevremiz, sokak temizliğimiz, belde temizliğimiz, dağların ovaların temizliği, havanın temizliği; bu maddî çevre... Biz bu maddî çevrenin içinde her şey olsa, bir cami olmasa, mutlu olmayız. Onun için bu çevreyi süsleyen mânevî varlıkları da çevreye katıyoruz biz...
Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
"Bir insan secde ettiği zaman, secde ettiği mahal yedi kat yerin altına kadar temizlenir."
O halde bir yerin temizliği ibadetledir. İçki içilen yer pistir. Müşrikler pistir.
(İnnemel-müşrikûne necesün felâ yakrabül-mescidil harâme bağde àmihim hâzâ) "Müşrikler pis varlıklardır, bu yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!" diye Allah yasaklıyor. Pis heriflere Kâbe'ye yaklaşmaya bile izin yok, müsaade olunmuyor. "Müşriktir, pistir; onun için onlar gelmesin!.." deniyor. İsterse yıkansın...
Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri de diyor ki:
"--Bir şişenin içine içki koysalar, şişenin ağzını iyice kapatsalar, deryanın kenarına götürseler, dışını on yıl yıkasalar, yine pistir; çünkü içinde içki vardır. İçki pistir, murdardır." diyor.
Yalan yanlış şekilde yazılan Bektâşî fıkralarında geçen, dinleyenlerin kih kih güldükleri, ayyaş Bektâşîlerin mübarek şeyhi Hacı Bektâş-ı Velî böyle diyor.
Hazret-i Ali Efendimiz de diyor ki:
"--Bir kuyunun içine içki düşse, kuyunun suyu pis olur, dışarı çıkartmak lâzım gelir. O dökülen yerde ot bitse, o otu koyun yese, o koyunun etini yemem!.." Böyle rivayet ediliyor.
"--Orada ezan okumam!" diye de var.
Neden?.. Mekân pistir, mânevî bakımdan pistir. O halde bir mekânın temizliği sadece maddî ölçülerle ölçülemez. Maddî ölçülerle temiz olduğu halde, mânevî yönden leş gibi olan mekânlar olur. Onların güzelleşmesi cami iledir, imanladır, irfanladır, tekke iledir.
Çırpılarlı Ali Hocamız --rahmetullàhi aleyh, cennet mekân, babamın hocası, Gümüşhâneli Hazretleri'nin talebesi-- memleketine gitmiş, varlıklı insanmış; kendi varlığını ortaya koymuş, parasını ortaya koymuş, mâlî imkânlarını ortaya koymuş, --çevreden de belki yardım etmişlerdir; bilmiyoruz-- bir cami yapmış. Gittik, namaz kıldık.
Etrafına da 23 odalı medrese yapmış, yâni ilim öğrenmek için mekân yapmış, mektep yapmış. Köylüler onu yıkmışlar, onun yerine bir baraka yapmışlar, Tarım Bakanlığı'na vermişler.
O köyün kurtulması, Allah'ın onları affetmesi için, onların o medreseyi en aşağı eskisi gibi kurmaları lâzım!..
Onun için biz bir çevreyi düşünürken, bu tarihî yapıları da düşünüyoruz. "Orada kervansaray var mı, tamir edelim; cami var mı, tamir edelim; çeşme var mı; ihyâ edelim; mektep var mı, ihyâ edelim!" diyoruz.
24. 11. 1996 - Hâcegân / İST.
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
HANIMLAR VE DERNEK ÇALIŞMALARI
Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Festecâbe lehüm rabbühüm ennî lâ udìu amele âmilin...) Sadakallàhul azîm.
Değerli beyler ve muhterem Hanımefendiler!..
Bu açılışı Allah-u Teâlâ Hazretleri hayırlı ve mübarek eylesin... Sizleri daha nice nice rızâ-i Bârîye uygun hayırlı işleri yapmağa muvaffak eylesin... Hem dünyada hem ahirette aziz ve bahtiyar eylesin...
Çalışanları, bu eseri ortaya koyanları tebrik ediyorum; Allah-u Teâlâ Hazretleri sa'ylerini meşkûr eylesin...
Biliyorsunuz, hepimiz bu dâr-ı dünyada imtihan halinde bulunuyoruz, imtihan olmaktayız. Gelip geçiciyiz. Burada bir müddet yaşadıktan sonra sonsuz ve ebedî hayatın olduğu ahirete varacağız. Dünyada işlediğimiz amellerin, yaptığımız işlerin karşılığını orada Allah-u Teâlâ Hazretleri bizlere verecek.
Biz mü'min insanlarız, bunu biliyoruz. Bunun böyle olduğuna, henüz daha olmadığı halde, ilerde olacak olduğu halde şeksiz süphesiz inanıyoruz. Bütün hayatımızı buna göre hazırlıyoruz. Her hareketimizi, sözümüzü buna göre yapıyoruz, söylüyoruz. Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasını kazanmağa çalışıyoruz. Şiarımız, amacımız, gayemiz:
(İlâhi ente maksdî ve rıdàke matlûbî!) sözüyle bayraklaşmıştır. "İlâhî sen benim muradımsın, maksudumsun, gayemsin; ben senin rızanı kazanmak istiyorum!" diyoruz. Mevlâmızı tanımağa, ma'rifetullaha ermeğe çalışıyoruz. Gönlümüze aşkullahı muhabbetullahı yerleştirmeğe, onu kazanmağa çalışıyoruz.
Böyle olmalıyız. Büyüklerimiz bize bunu böyle öğrettiler. Evliyâullah büyüklerimizden bu hedefleri gördük. Dünyanın malı gözümüzde değil, dünyanın aldatıcı güzellikleri de amacımız değil... Bu güzelliklerin güzel olmasına rağmen, aldatıcı olduğunu da biliyoruz. Onlar ne kadar cazib olursa olsun, bizim için önem ifade etmiyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bu dünyada işlenen her işi değerlendireceğini bildiriyor Kur'an-ı Kerim'de... Zerre kadar, bir toz kadar ağırlığı olan bir hayır bile olsa, ahirette bunun hesaba gireceğini, değerleneceğini; zerre kadar bir şer olsa, bir toz kadar ağırlığı olan bir şer bile olsa, bunun da ahirette karşılığının verileceğini ayet-i kerime bildiriyor. Her işimiz yazılıyor, her sözümüz yazılıyor. Her anımız tesbit ediliyor. Biz bunların rûz-ı mahşerde, mahkeme-i kübrâda hesabını vereceğiz diye biliyoruz ve ona hazırlanmak arzusu içindeyiz.
Bu hazırlanmada kadınla erkeğin farkı yoktur.
(İnnel-müslimîne vel-müslimât) "Hem müslüman erkekler, hem müslüman hanımlar..." diye başlayan ayet-i kerimede bir çok güzel ameller, bir çok işler sıralanmış; ama hepsinde onları yapan beyler ve hanımlar, erkekler ve kadınlar diye belirtilmiş.
Demek ki, Allah'ın sevdiği salih amellerin kadın ve erkek için farkı yok... Hepsi o işleri yapmakla mükellef, hepsi o işleri yaparlarsa mükâfatlandırılacaklar.
Konuşmamın başında teberrüken, kesb-i şeref eylemek için, sözümün baş tacı ettiğim ayet-i kerimede Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Ennî lâ üdìu amele àmilin minküm) "Ben azîmüşşân, ben Hàlik'ınız, yaratanınız, sizden birinin yaptığı bir işi, bir amel-i sâlihi zayi etmem, zayi etmeyeceğim!" (min zekerin ev ünsâ) Bu güzel iş ister beylerden, ister hanımlardan sâdır olmuş olsun, farketmiyor. "Kadın da yapsa, erkek de yapsa, o güzel sevaplı işleri ben mükâfatlandıracağım, zayi etmeyeceğim!" diye buyuruyor. Onun için, kadın ve erkeğin Allah'a kulluk bakımından farkı yoktur. Hepsi Cenâb-ı Mevlâ'ya güzel kulluk yapmakla vazifelidir.
Güzel kulluğun esası nedir?... Güzel kulluğun esası, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.
Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emirleri Kur'an-ı Kerim'dedir ve elçisi rehberimiz, serverimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafa SAS Hazretleri'nin sünnet-i seniyyesindedir.
O halde biz her şeyden önce Kur'an-ı Kerim'i çok iyi öğrenmeliyiz ve Peygamber SAS Efendimiz'in sünnet-i seniyye-i nebeviyyesini çok iyi anlamalı, ona çok iyi uymalıyız.
Eğer insanlar, müslümanlar, mü'minler Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi yolunda yürürlerse, en uygun işi yapmış olurlar. Eğer kendi akıllarıyla ortaya başka esaslar, usüller çıkartarak kendi bildiklerine gitmeğe kalkışırlarsa, insanoğlunun aklı kısadır. Vahiy rehberliği, Allah'ın peygamberlerinin, kitaplarının önderliği olmazsa, insanoğlunun aklı her zaman gerçekleri göremez, göremiyor.
Bunu nerden biliyoruz?.. Dünya üzerindeki her millete bakıyoruz, onların akıllılarına bakıyoruz, mütefekkirlerine bakıyoruz, medeniyetlerine bakıyoruz sözlerine bakıyoruz, hareketlerine bakıyoruz; anlıyoruz ki bu akıl denilen vasıta, alet her insan tarafından iyi kullanılamıyor.
Mısırlılar nelere tapmışlar; dinler tarihinden okuyun! Köpek başı şeklinde tanrıları var, horoz kafası şeklinde tanrıları var, timsah kafası şeklinde tanrıları var... Güneş'e tapıyorlar, Ay'a tapıyorlar... Öküze tapıyorlar... Sapık, yanlış, akılları doğruyu gösterememiş.
Bugün de yaşayan milletlerin içinde puta tapanlar, Ay'a Güneş'e tapanlar, batıllara tapanlar çok... Demek ki, akıl ancak vahyin peşinden giderse, vahyin rehberliğinde olursa gerçekleri görebiliyor. Doğrudan doğruya mutlak gerçekleri, hakîkatleri göremeyebiliyor.
Onun için, hepimizin Kur'an-ı Kerim'i öğrenmesi lâzım! Allah'ın Muhammed-i Mustafâsı SAS'e gönderdiği kitabını öğrenmesi lâzım!.. Peygamber SAS Efendimiz'in hayatını, sözlerini, sünnet-i seniyyesini öğrenmesi lâzım!..
Herkesin çalışması lâzım!.. Bu çalışma içinde erkekler de çalışmalı, hanımlar da çalışmalı!.. İslâmî hizmetlerde erkekler çalışırken, hanımlar kenarda duramaz; durması doğru olmaz, çalışmaması doğru olmaz!.. Hanımların da çalışması lâzım!..
--Hanımlar erkeklerin yaptığı işleri mi yapacak?..
Hayır! Erkeklerin yapmadığı, yapmağa imkânı olmayan işleri yapacak. Meselâ, bir erkek başka bir hanım ile rahat konuşamaz, belki hiç konuşamaz. Belki konuşsa bile sınırlı konuşur. Belki bir yerde bulunamaz, bulunması doğru olmaz. Hanımın kocası razı olmaz, babası razı olmaz, kardeşi razı olmaz, evlâdı razı olmaz... Sınırlar var, imkânsızlıklar var...
O halde hanımlara İslâm'ı kim öğretecek?.. Hanımlara İslâm'ı, yine kendileri çalışacaklar, kendileri öğretecekler. Hanımlarla ilgili hizmetleri kim yapacak?.. Hanımlar yapacak tabii...
Onun için bir İslâm ülkesinde sadece erkekler çalışırsa, işler yarım olur. Hanımlar da kendilerinin hizmetlerini bilirler, Kur'an'ın kendilerine gösterdiği hizmetleri anlarlar, Peygamber SAS Efendimiz'in kendilerinden istediği, beklediği, tavsiye buyurduğu vazifeleri kavrayıp yaparlarsa, o zaman sevap kazanacaklar.
Tabii, bir hanımın her şeyden önce vazifesi, hanım olması dolayısıyla evin iç işlerini idare etmektir. Çocukları yetiştirmektir, evin iç yönetimine çeki düzen vermektir. Bu tamam... Fakat bu çeşit hizmetler şahsî hizmetlerdir, ailevî hizmetlerdir. Yâni sadece o kimsenin kendisini ilgilendiriyor, nihayet ailesini ilgilendiriyor.
İnsanın şahsî hizmetleri vardır, bunları yapmalı!.. Her şahsın boynunun borcu olan ibadetler ve hizmetler vardır. Meselâ, her şahıs namaz kılacak!.. Babası onun yerine kılıverse, olmaz. Onun için Peygamber SAS Efendimiz, Fâtıma Anamız RA'ya diyor ki:
"--Fâtıma kızım, Allah'tan kork, vazifelerini güzel yap! Çünkü, benim peygamber olmam seni kurtarmaz. Sen çalış, peygamber kızı olman seni kurtarmaz!" diye buyuruyor.
Onun için şahsî vazifeleri herkes yapacak. Bir hanım beş vakit namazını kılacak, ramazan orucunu tutacak. Hac vazifesi varsa, onu yapacak. Şahsî zikir vazifelerini, tesbihatını yapacak. Zekâtı varsa verecek. Kurban kesmesi gerekiyorsa kesecek, kestirecek; şahsî vazifelerini yapacak.
Şahsının dışında, sırf kendisinin cennete girmesini sağlayacak özel hizmetlerinin dışında yapması gereken çevresindeki insanlara yönelik hizmetleri var... Bunlar da çok sevap...
Meselâ Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki: "Bir hanımın çocuğunu dünyaya getirmesi, büyütmesi ve beslemesi cihad gibidir. Cihad sevabı alır. Yâni erkek savaşa gider, yaralanır, şehid olur. Hanım evde durur, çocuğa bakar, çocuk büyütür; cihad sevabı alır, haccetmiş gibi sevap alır.
Demek ki, insanın anne olmak dolayısıyla, baba olmak dolayısıyla çocuklarına, ailesine karşı vazifeleri oluyor. Ailevî vazifeler diyoruz bunlara...
Herkes tabii şahsî vazifelerini yapıyor, ailevî vazifelerini de yapıyor. Çünkü aile kendisinin sıcak, yakın çevresi olduğu için, bunu herkes yapıyor, Bunu ayrıca söylemeye lüzum kalmıyor. Herkes kendi çocuğunu koruyor, kolluyor, çocuğuna bakıyor. Annelik yaratılışıyla bunu yapıyor.
Fakat bunun dışında, ailenin sınırlarının ötesindeki insanlara yönelik hizmetler var: Fakirlere bakmak, dullara bakmak, yetimlere bakmak... Kadınların eğitimi... Bu gibi hizmetlere eğer hanımlar koşmazsa, cemiyetin faliyetleri eksik kalıyor. İslâmî çalışmaların bir kısmı yapılmamış oluyor, bir kısma yönelik hizmetler aksamış oluyor. Toplumun bundan zararı oluyor.
Bizim karşımızda olan hasımlarımız, düşmanlarımız, rakiblerimiz, kâfirler, müşrikler, münafıklar topluca çalışıyorlar. Hanım dernekleri kuruyorlar, teşkilatlar kuruyorlar, misyonerlik yapıyorlar... Hastabakıcılık yapıyorlar... Sizin bildiğiniz, okuduğunuz veya bizim dahi bilmediğimiz ince ince hesaplarla, usüllerle çalışıyorlar. Müslümanları hristiyan yapmağa çalışıyorlar. Kendi işlerini yürütmeğe, menfaatlerini temin etmeğe çalışıyorlar.
Onlar öyle çalışırken ve dünyada bir çok hasmımız, rakibimiz varken, bizim de çok çalışmamız gerekiyor. Bu çalışmaların içinde erkekler vazifesini yaparken, hanımlar yapmazsa, iş yarım kalıyor.
Bu bakımdan biz, dini bir topluluk olarak, Allah'ın rızasını arayan insanlar olarak kendi zümremizde, kendi camiamızda bu çalışmaların yapılmasını sağlamaya gayret ettik. Seneler önce, dedik ki:
"--Hanımlarımız, hanım kızlarımız, hanımların yetişmesiyle ilgili fikirleri derleyip toplamak, anlayıp anlatmak için bir dergi kurun bakalım!" dedik.
Benim İlâhiyat Fakültesi'nden talebelerim --Allah razı olsun-- çalıştılar, Türkiye'nin en devamlı, bayrağı yere düşürmeyen, en güzel, İslâmî hizmetleri en güzel yapan kadın dergilerinden birisi olan Kadın ve Aile dergisini çıkarttılar. Bununla İslâmî hizmetlerin şuurunu yaymağa çalıştık.
Yâni, "Her hanım İslâm için çalışmalı... Kendilerine göre yapılacak hizmetler var... Pantolon giyip, erkeklerin arasına karışıp, erkekleşip çalışmak değil; hanım hanım, müslüman müslüman çalışacak, yapacak işleri var!" dedik.
Sonra, "Bu çalışmaların evden yapılması, tek başına yapılması yerine, dernek olarak toplanın, cemiyetler kurun, dernekler kurun çalışmalarınızı böyle yapın!" dedik.
Allah hepinizden razı olsun, bütün çalışanlardan razı olsun; bu da oldu. Hem dergimiz çıktı, çıkıyor, devam ediyor; tavsiye ederim, okuyun!.. Yaptığınız bütün çalışmalarda, ortaya konmuş çalışmalardan haberiniz olsun ve onların reklâmını, ilânını, propagandasını, tanıtımını yapın ki, hizmetler daha çok olsun...
Biz dergilerimizi çıkartırken kâr amacı gütmedik, sevap amacı güttük. Dergilerimiz zaten kâr etmiyor, ama sevap kazanıyor. Dergimizi okuyup, başını örtüp namaza başlayan çok insanlar var... Bana mektup gönderiyorlar. Kazancımız onlar...
O bakımdan hepinizin nerede bir kadın derneği kurulmuşsa dergimizi de tanıması lâzım, yaptığımız radyo yayınlarını da tanıması lâzım, onları da tanıtması lâzım!.. Onlarla ilgili olmadan bir kadın derneği kurulmuş, dergimizi tanımıyor... Öteki kadın derneklerini tanımıyor, radyomuzu tanımıyor.