• /
  • Kütüphane
  • /
  • Tasavvuf Yolu Nedir?
  • /
  • 421 ilâ 440. sayfalar
401 ilâ 420. sayfalar

--Misâl ver hocam, biraz kapalı konuştun, anlayamadım...

Ramazanda tasavvuf ve tarikat aleyhindeki çalışmaların arkasındaki amaç siyâsî idi, iktidarın yıpratılması idi. Refah Partisi'nin tabanını oyup yıkmak için çare düşünmüşler. Refah Partisi'ni büyük ölçüde tarikatlara dayanıyor sanıyorlar. "Tarikatları yıkarsak, Refah Partisi'nin de dayanağı yıkılır, hükümet yıkılır." diye bir çalışma.

Başka bir misâl: Pompalı tüfekler... Pompalı tüfek meselesi politikadır. Bir insanın kendi evinde, kendi evinin namusunu koruyacak bir silahının olması lâzım! İstiklâl harbi öyle kazanılmıştır. Kazma ile, kürekle ve çifte ile kazanılmıştır, dolma tüfekle kazanılmıştır. Herkesin evinde bir silâhın olması lâzım! Çünkü devlet koruyamıyor, kendi memurunu koruyamıyor.

Onun için o pompalı tüfek hikâyesi bir siyâsî çalışmadır. Arkası gelmedi, haklı olarak da bir tepki uyandırdı. Buna benzer şeyler olabilir.

Gazetelerdeki yazıları, başlıkları, televizyonlardaki açıkoturumları incelerken, ikaz ediyorum, ihtar ediyorum: "Bu hangi partinin hangi siyâsî dalaveresidir?" diye lütfen bir sorun kendinize önceden!.. "Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm, yâni taşlanmış şeytandan Allah'a sığınırım." deyin, programdan evvel kendi kendinize, "Bu işin altında hangi dalavere var?" diye bir sorun! "Bu kanal nereye hizmet ediyor?" diye sorun! Çünkü politika çok dalavereli bir yol oldu, çok değişik şekillerde çalışmaya başladı. Olayların çoğunun arkasında iktidar hırsları, muhalefet etme çalışmaları gibi şeyler var...

421

Burdan nereye geçmek istiyorum: Bu çeşit dalaverelerden birisinin sonucu olarak gazete ve televizyonlarda ordu ile millet arasında, ordu ile bir parti arasında soğukluk, çatışma, çekişme, icabında mücadele gibi şeyler telaffuz edilmeye başlandı. Bunu çok tehlikeli bir siyaset dalaveresi olarak görüyorum, çok tehlikeli, çok ayıp olarak görüyorum. Böyle etrafımızda ciddî düşmanların olduğu bir zamanda orduyu bu hale getirmeyi, milletle orduyu karşı karşıya getirmeyi vatanseverlikle de bağdaştırmıyorum.

Burda bize ne düşüyor?.. Tabii, ordunun aldığı kararların içinde bizi üzen şeyler yok mu?.. Var: Sevdiğimiz, tanıdıklarımız müslüman diye, mütedeyyin diye ordudan atılıyor. Başörtülü insan garnizona alınmıyor, sakallı bir kimse alınmıyor gibi şeyler duyuyoruz, üzülüyoruz. Bu da onların kusuru, onlar da onu yapmasınlar.

Biliyorsunuz, düşman bir şey yapmak istediği zaman tepkilerden faydalanıyor." dedi Korkut bey; ben ona katılıyorum. Lütfen tepkilerinizi kontrol altına alın, ne yaptığınızı düşünün, ordu ile millet kaynaşsın, siz de başkaları ile kaynaşın!

422

Burada gördük, bizden başka bir Fenerbahçe grubu geldi buraya... Onlar başka insanlar, biz başka insanlarız tabii... Bize gülmüşler. Biz biraz yadırganabiliyoruz. Tanımadıkları için; yâni aramıza girse, baksa, diyecek ki: "Tamam yâ, bunlar benim amcazâdem gibi, halazâdem gibi kimselermiş, bizdenmiş." filân diyecek, çok korkmayacak ama, sakaldan korkuyor, gazetelerde öncelerden beri yazılan şeylerden dolayı başka şeyler düşünüyor.

Burdakilerden bir tanesi demiş ki:

"--Sizin otel paralarınızı şeyh mi veriyor?" demiş.

Şeyh mi veriyor sizin otel paralarınızı?.. Kelin merhemi olsa başına sürermiş. Yâni böyle düşünüyorlar, başka başka şeyler düşünüyorlar, bilmiyorlar. Bilseler, gelseler, konuşsalar, sevecekler.

O halde, kendimizin İslâm'ı temsil ettiğini bilelim, halkla kaynaşalım! Halka İslâm'ı sevdirmek için yolun, kendimizi sevdirmek olduğunu bilerek çareler düşünelim!.. Zorlayalım kendimizi! Bir kenara çekilip kendi başına yaşamak da kolaydır ama, lütfen zorlayalım kendimizi, bu kaynaşmayı da sağlayalım!.. Tanısın, korkulacak bir şey olmadığını anlasın; milletin içinde bir çatlaklık olmasın.

423

Bakın benim kendi çalışmalarım arasında, Türkiye'de bir alevî-sünnî çatışması olmasın diye, alevilerle ilgili benim çeşitli yazılarım, kitaplarım, konferanslarım, konuşmalarım oldu. Neden yapıyorum bunu: Bu çatışma olmasın diye... Mâdem onlar Hazret-i Ali Efendimiz'i seviyorlar, o halde birleşebiliriz diyoruz. Bir müşterek nokta düşünüyorum, o müşterek noktada birleşmeye çalışıyorum.

Halbuki mum söndü vs deyince kızıyorlar. Hem mum söndü bizde yoktur diyorlar, hem de birisi mum söndü deyince, vay bize hakaret edildi diyorlar. Alınma, sizde mum söndü yok ki ne diye alınıyorsun?.. Ama, ters tutunce işler bozuluyor, düzgün tarafından tutulursa düzelebilir.

Onun için lütfen ictimâî sevgi ve kaynaşmayı sağlamak için vazife görün! Çimento gibi vazife görün, çakılları, kumları birleştirip bir beton set, sağlam bir duvar örmek hususunda çalışın! Açıkça bir daha söyleyeyim: İslâm'ı sevdirmek için kendinizi sevdirmeğe mecbursunuz. Kendinizi de sevdirmek için süslenmeğe mecbursunuz. Aynanın karşısına geçeceksiniz, taranacaksınız, dişlerinizi fırçalayacaksınız, güzel elbiseler giyeceksiniz...

424

Ondan sonra, güzel jestlerde, hareketlerde, davranışlarda bulanacaksınız. Bir hareket yapacaksınız ki herkesin hoşuna gidecek, beğenecek:

--Aa, müslümanlar da böyle yapar mı?..

Tabii ne sandın ya, böyle yapar. Peygamber Efendimiz de böyle yapmış.

Kendinizi sevdirerek İslâm'ı sevdireceksiniz. Allah aşkına, İslâm'ı sevdirmek için sevimli görünmeniz lâzım, sevimli konuşmanız lâzım, sevimli davranmanız lâzım; sevdirecek işler, hayır, hasenat yapmanız lâzım!..

"İyiye kötüye herkese iyilik yapmak" diyor Peygamber Efendimiz, vazife olarak... İyiye iyilik yaparız da, kötüye de iyilik yapmak...

Sonra bizde bir şey vardır biliyorsunuz, kâfire de iyi niyetler besleriz, onun müslüman olmasını isteriz. Sevdik mi bir kâfiri deriz ki: "Allah hidayet nasib etsin, şu müslüman olsun da kurtulsun." deriz. Demek ki onun da iyiliğini istiyoruz, cennete girmesini istiyoruz.

Bunu anlatmamız lâzım; "Kardeşim ben seni seviyorum, ben senin kurtulmanı istiyorum, ben senin cennete girmeni istiyorum." dememiz lâzım!

..........

425

Halka İslâm'ı sevdirmek, kaynaştırmak için bir çalışma yapmak zorundayız.

Tabii bunların hepsinin temeli insanın kendisinin sevgiyi bilmesiyle olur. İnsanın sevgiyi bilmesi tasavvufla olur, zikirle olur. Zikr-i kesîrden, çok zikirden aşkullah, muhabbetullah, şevkullah hasıl olur, aşık olur insan...

Nasıl aşık olur?.. Mevlânâ gibi aşık olur, Yunus Emre gibi aşık olur, Eşrefoğlu Rûmî gibi aşık olur. Ne diyor:

Ey Allah'ım beni senden ayırma,
Benin senin cemâlinden ayırma!
Balığın canı su içre diridir,
İlâhi balığı gölden ayırma!..

Yâni suyun içindeki balık gibi, aşkullah muhabbetullah içinde canlı yaşayacağını söylüyor. Bu sadece birkaç kişiye mahsus değildir. Bizim tasavvuf tarihimizde tasavvuf büyüklerimizin işlediği en mühim konu sevgi konusudur. Meselâ, Yunus Emre'nin divanını baştan sona okuyun, biraz da bıkarsınız; sevgi, sevgi, sevgi... Bıktıracak kadar sevgiyi işlemiştir.

Ben gelmedim da'vî için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.

Gönül yapmağa gelmiş, cihana gelmesinin sebebi gönül yapmakmış. Dostun evi kalbler olduğu için, gönüller olduğu için gönül yapmağa gelmiş. Öyle anlıyor hayatı, öyle çalışıyor.

426

Başka biri de şöyle diyor:

Aşk imiş her ne var alemde,
İlm bir kıyl ü kàl imiş ancak.

İlmi dedi-kodu sayıyor, mühim olan aşktır diyor. Aşk, yâni şiddetli sevgi...

Onun için, insanda bu sevginin hasıl olması lâzım! Bu sevgi hasıl olunca, Mevlânâ gibi olur insan, Yunus gibi olur.

Mevlânâ Hazretleri arkadaşlarıyla bir yerden geliyormuş, ak sakallı, heybetli, sarıklı, nur yüzlü bir cemaat geliyor. Şu taraftan da bir papaz geliyormuş. Mevlânâ Hazretleri'ne bakmış, beğenmiş, heybetinin tesiri altında kalmış, secde etmiş. Bizde kişiye secde edilmez ama onlar da var demek ki... Secde etmiş. Mevlânâ Hazretleri de ona secde etmiş. Papaz başını kaldırmış, bakmış, Mevlânâ Hazretleri secdede; tekrar secde etmiş. Mevlânâ Hazretleri tekrar secde etmiş... Adam şaşırmış, hayran kalmış, kelime-i şehâdet getirmiş, müslüman olmuş.

Gelelim, olayı Mevlânâ Hazretleri'nin ağzından dinleyelim, anlayalım. Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

"--Gayrimüslimin birisi Allah'ın çok sevdiği tevâz sıfatında bizimle yarışmaya kalktı, bize secde etti. Biz müslümanız, o gayrimüslim... Biz gayrimüslimden aşağı kalır mıyız, biz de onunla yarıştık." diyor.

427

Meseleye bakış tarzına bak Mevlânâ Hazretleri'nin...

İçimde çok arzular var da hiçbirisini de yapamıyorum. Dua edin, yapmak nasib olsun. Mevlânâ Hazretleri'yle ilgili derse başlayacağım. Mesnevî'den, Divân-ı Kebîr'den, şiirlerden derslere başlayacağız. Olacak, niyetimiz var ama, bakalım ne zaman olur. Çabuk olması için dua edin! Rüyada gördük, Mevlevî olduk; onun için bu işi de yapacağız inşaallah...

Onun için, tüm insanlara karşı sevgi ve kaynaşma vazifesini de hatırlatayım. Şahsen sevgiyi bilmek, aşkullaha, muhabbetullaha nâil olmak; ailede sevgi ve kaynaşma, tasavvuf yolunda sevgi ve kaynaşma, ihvânın kaynaşması, toplumla köprüleri atmamak, sevgi ve kaynaşma...

Allah-u Teâlâ hepimizi sevdiği razı olduğu işleri işlemeğe muvaffak eylesin...

15. 02. 1997 - Antalya

428

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

İRŞAD VE TEBLİĞ GÖREVİ

Hayırlı akşamlar, aziz ve sevgili Ak Televizyon seyircileri!..

Bu akşam bizim için çok önemli, tarihî bir akşam... Ak Televizyon'umuz 10 Ocak 1997 de başladığı deneme yayın devresini tamamladı. Bu günden itibaren (20 Şubat 1997) gerçek yayına geçtik. Yayınlarımız camiamız için, milletimiz için, hakîkat için, İslâm âlemi için, ilmimiz, irfanımız için hayırlı olsun, mübarek olsun...

Biliyorsunuz, İslâmî tarihlemede yeni bir gün, akşam ezanı ile beraber başlar. Bugün onun için (13 Şevval 1417) cuma gecesi olmuş oluyor. Mübarek bir gecedeyiz.

Akra isimli radyomuz uzun zamandır faaliyette, uzaydan yayın yapıyoruz. Dinleyiciler daha rahat dinleyebilsinler diye, 141 yerde yansıtıcımız var. Avrupa'dan Orta Asya'ya kadar yayın yapıyoruz. Suudi Arabistan'dan, Kuzey Afrika'dan dinlenebilen bir yayın yapıyoruz. Yayınlarımızın içeriği seviliyor, beğeniliyor, tatlı bir şekilde isteniyor. Onun için bazı arkadaşlar "Akra-kolik oldum" diye latîfe yapmışlar; benim hoşuma gidiyor. Bir munîs, bir enîs-i can durumuna gelmiş bulunuyor radyo yayınlarımız. Başarılı, içindeki yayınlar doyurucu, sevimli. Onun için en çok dinlenen, izlenen yayınlar durumunda. Aynı başarının Ak Televizyon'umuz için de olmasını temenni ediyoruz.

429

Bizim radyo ve televizyon çalışmalarına girmemizin sebebi dînîdir. Biliyorsunuz dinimizde kelimenin, kelâmın, sözün çok büyük önemi var. Peygamber-i Zişanımız Muhammed-i Mustafa SAS Efendimiz'in pek çok mucizeleri, her anındaki mucizevi yaşantısı içerisinde en büyük mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. O, bir söz şaheseridir. Allah-u Teala Hazretleri'nin kelâmıdır. Rasulullah SAS Efendimiz'e Allah tarafından vahyedilmiş kelâm-ı ilâhidir.

Ayrıca Peygamber-i Zîşan Efendimiz'e Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'i açıklayıcı, Kur'an-ı Kerim gibi mübârek, hikmet vermiştir, hadis-i şerifler ihsân etmiştir. Dinimizin iyi anlaşılması için Kur'an-ı Kerim'in yanısıra hadis-i şerifler de önemli ikinci büyük kaynaktır.

Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde:

(ótîtü cevamiül-kelîm) buyurmuş. Bir başka hadis-i şerifinde:

(Ene efsahül-arabi) buyurmuş. Efendimiz SAS'e Allah tarafından çok üstün konuşma kabiliyeti verildi. Az söz ile çok anlamlı, çok derin, çok güzel söz söyleme meziyeti bahşedildiği belirtiliyor ilk hadis-i şerifte.

430

İkinci hadis-i şerifte de Arap dilini kullanan insanların en fasihinin, en güzel konuşanın Peygamber SAS Efendimiz olduğu, kendisi tarafından ifade edilmiş oluyor. Çünkü insanların iletişimi için, yâni birisindeki mânânın öteki insanın gönlüne, kalbine, kafasına intikali için en önemli araç sözdür. Bu bakımdan sözde son derece üstad, son derece kâmil, son derece mükemmel olmak önemlidir.

Dinimizde Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri bizim rehberimiz, serverimiz ve üsve-i hasenemiz, yâni nümûne-i imtisâl olacak örneğimiz olduğu için, bizim de aynı şekilde en güzel konuşan, en güzel sözleri söyleyen, en doğru sözleri söyleyen ümmetler olmamız lâzım! Onun için söze büyük önem veriyoruz.

Biliyorsunuz, Peygamber SAS Efendimiz hayatı boyunca 23 yıllık peygamberliğinde Kur'an-ı Kerim'i açıklayarak, yaşayarak, yaşatarak, anlatarak bize en güzel örnekleri vermiştir. Allah'ın rızasına uygun yaşamın nasıl olması gerektiğini gösteren en güzel örnekleri onun hayatında görüyoruz. Bunların büyük kısmı Efendimiz'in sözleridir. Bunlara ehâdis-i şerîfe diyoruz. Peygamber SAS Efendimiz sözleriyle İslâm'ı anlatmıştır. Ayrıca gücünün yettiği kadar, ömrü boyunca İslâm'ı yaymaya çalışmıştır.

431

Arapların toplantı yerleri olan hacca, panayırlara, peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren giderek, en sonunda Veda Haccı'nı yaptığı seneye kadar da bütün Arap kabilelerine, insan topluluklarına İslâm'ı anlatmaya çalışmıştır.

Bunun dışında çok önemli olan bir husus da, elçiler göndererek çevredeki büyük devletlere İslâm'ı tebliğ etmesidir. Meselâ Bizans İmparatoru Heraklius'a, Peygamber Efendimizin elçisi ve mektubu vardır. Habeş imparatoruna, Mısır hakimine, Bahreyn hakimine mektupları vardır. Peygamber SAS Efendimiz Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu rasüllük vazifesini, tebliğ edicilik vazifesini böylece en mükemmel tarzda yapmıştır.

Onun kabr-i şerifini ziyaret ederken de söylediğimiz gibi şahadet ederiz ki, o Allah'ın rasülüdür.

(Kad bellağter-risâlete ve eddeytel-emânete) "Peygamberliğini en güzel şekilde yaptın yâ Râsulallah!Üzerine yüklenmiş olan emaneti en güzel korudun ve insanlara İslâm'ı en güzel tarzda anlattın." diyoruz. Tabii ondan sonra ulema-i muhakkıkîn, yâni İslâm'ın gerçeğine ulaşmış olan, ârif ve kâmil alimler, büyük zatlar, Peygamber Efendimiz SAS'in bu amacını yürütmüşlerdir.

432

Çünkü alimler Peygamber SAS Efendimizin gerçek varisleridir. Peygamberler geriye mal mülk bırakmazlar, ilâhî ilimleri bırakırlar ki, o ilimlere sahip olur, onu başkalarına öğretme çalışması yaparsa Peygamberin en güzel varisi olmuş olur. Onun için, mürşid-i kamillerimiz, evliyâullah büyüklerimiz, Peygamber Efendimiz'in hakiki varisleridir. Onlar hadis-i şerifleri, Kur'an-ı Kerim'i, dinimizin ahkamını, şeriat-ı Garrayı Ahmediyye'yi insanlara en güzel tarzda anlatmaya, ömürleri boyunca üstün gayret göstermişlerdir. İslâm her yere yaymışlardır. Orta Asya'daki ecdadımıza yaymışlardır. Güneydoğu Asya'ya yaymışlardır. Afrika'yı İslâmlaştırmışlardır. Avrupa'ya, Sicilya'ya, Malta adasına gelmişlerdir, Balkanlara, Kafkaslara geçmişlerdir.

Ukbe b. Nafi (Rh.A)'in davranışı göz yaşartıcı, heyecan vericidir. O, Afrika'yı fethedip de Atlas okyanusu kıyılarına vardığı zaman, devesini Atlas okyanusuna sürmüş ve kıyıda deve yürüyebildiği kadar suyun içinde yürüdükten sonra duraklamış. Durakladığı yerde Ukbe b. Nafi, elini kaldırıp demiş ki:

433

"--Yâ Rabbi! Benim karşıma bu uçsuz bucaksız ummanı --Atlas Okyanusu'nu-- çıkartmasaydın, senin dinini götürebildiğim daha uzak noktalara da götürmek isterdim." buyurmuş.

Demek ki Atlas Okyanusu'na kadar İslâmı yaymışlardır kısa zamanda... Cebel-i Tarık boğazını geçerek İspanya'yı, Fransa'nın bir kısmını elde etmişler, İslâm'ı oralara yaymışlar. Avrupa'nın kralları, asilzadeleri çocuklarını İspanya'daki üniversitelere göndermişler, okusun diye. Hem de yalvararak mektup göndererek, mektupla rica ederek: "Ne olur benim oğlumu da üniversitenize alın!" diyerek.

İngiltere'nin bir kralı, --bizim İslâm mecmuasında paralarının resmini bastık, müzelerinde mevcut bu paralar-- "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah" diye para bastırmıştır, müslüman olmuştur. Demek ki İngiltere adalarına kadar İslâm'ı yaymışlar.

Osmanlı ecdadımız da Balkanlara yaymışlar. Orta Avrupa'ya kadar İslâm'ı götürmüşler. Hatta Avrupa'daki hristiyanlara dahi fikirleriyle müessir olup, hristiyanlıkta reform çalışmasını doğurmuşlar, meydana getirmişler. Hıristiyanlar kendi kendilerini irdelemek, hatalarını düşünmek zorunda kalmışlar. Avrupalıların içinde monoteist yâni unitarian; tek tanrıya inanan insanlar çıkmış. Unitarianizm, onların o zamanki inançlarına bir karşı çıkış olarak İslâm'dan, Osmanlılardan etkilenerek ortaya çıkmış. Kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalmışlar.

434

Yâni, İslâm Avrupa'da, Balkanlarda Karadeniz'in kuzeyinde, Ukrayna'da, Rusya'da yayıldığı gibi, yayılmamış olduğu ülkelerde de oranın insanlarına inanç bakımından bazı gerçekleri ulaştırabilmiş, Allah'ın birliğini onlara anlatabilmiş. Buradan, Unitarian mezhebi Amerika'ya geçmiştir ve Amerika'daki bazı reisicumhurların bu bir tanrıya inanan mezhebden olduğunu kitaplar yazmaktadır.

Demek ki, ecdadımız üzerlerine düşen görevi yapmışlar, Afrika'daki İslâm'dan önceki ilkel dinlere bağlı insanlara İslâm'ı öğretmişler, Güneydoğu Asya'ya İslâm'ı yaymışlar. Bugün biliyorsunuz, Endonezya dünyanın en kalabalık İslâm ülkesidir. Adalara yaymışlar. Hattâ ben Avustralya'ya gittiğim zaman orada oranın yerlilerine dahi belki adalardan atlayarak İslâm'ın ulaştırıldığına dair bir takım emarelerin konuşulduğunu duydum.

Ellerinden geldiği kadar İslâm'ı yaymaya çalışmışlar, ticaret yoluyla gittikleri yerlerde kendilerini sevdirerek, İslâm'ı anlatarak, vazifelerini yapmışlardır.

İslâm'ı anlatmak, öğrenmek, ilim öğretmek ve öğrenmek, İslâm'ı yaymak, i'lây-ı kelimetullah eylemek; Allah'ın kelamını, sözünü, iradesini, doğru yolu insanlara göstermek; yâni irşad çalışması ve onların hidâyete ermesine vesile olmak, Müslümanların en önemli görevidir.

435

Bir müslümanın iki asli görevi varsa, yâni birisi sâlih müslüman olmak, iyi müslüman olmaksa; ikinci görevi de başkalarının sâlih insan olmalarına çalışmaktır, yâni muslih olmaktır. Çünkü Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

--(Tbâ lil-gurabâ') "Ne mutlu garibanlara!"

Ashab-ı Kiram:

--(Ve mel-gurabau?) "Garibanlardan kasdınız kimdir yâ Rasulallah?" diye sorunca;

--(Ellezîne yuslihûne mâ efseden-nâs) "Câhil insanların, gayrimüslim insanların, gàfil insanların, kâfir insanların bozdukları her şeyi düzeltmeye çalışan ıslahçı, muslih insanlardır." buyurmuş.

Yâni toplum içinde azınlıkta oldukları için gariban oluyorlar, gurbetteki insanlar gibi oluyorlar. Etrafında kendileriyle ünsiyet edecekleri, kuvvet alacakları kimse yok. Ama toplumun karşısına çıkıyorlar, gerçekleri söylüyorlar, hakikatları anlatıyorlar, İslâmî esasları öğretmeye çalışıyorlar.

Bu, muslih insan olmak, ıslah edici olmak, ıslahatçı olmak, geliştirici olmak önemli bir vazifedir. Ecdadımız bu vazifeyi de güzel yapmışlardır. Gittikleri yere medeniyet götürmüşlerdir, ilim götürmüşlerdir, medrese götürmüşlerdir. Daha önce başka inançlarda olan kavimleri, güzel, temiz inanca kazanmışlardır.

436

Biz de bugün aynı çalışmaları yapmak durumundayız. Onun için de söz, konuşma, bunlardan teşekkül eden yayınlar en önemli araçtır. Biz yayınlara, önce kitap çeşitleriyle başladık. Hocamız Mehmed Zahid Kotku [Rh.A)'ten sonraki hizmetlerimize, önce Hocamız'ın kitaplarını neşrederek başladık. Seha Yayınevi olarak İslâmî, tasavvufî, ahlâkî eserler; anne-baba haklarını, gerçek tasavvufun ne olduğunu, nefsin terbiyesinin nasıl olması gerektiğini hadislerle anlatan kitaplar neşrettik. Böylece Seha yayınları grubu, kalabalık bir kitap repertuarı meydana gelmiş oldu.

Sonra vaazlarımızla İslâm'ı anlatmaya başladık. Geleneksel olarak Hocamız'ın vazife görmüş olduğu İskenderpaşa Camii'nde hadis-i şerifleri okuyarak İslâm'ı anlatıyorduk. Çünkü Hocamız'ın işareti ve emri bu şekilde başlamıştı. Fakat caminin alanının mahdut olması ve sayıca sınırlı kimselere hitap etme imkânı olması, bizi başka geniş hitap etme imkânları aramaya sevk etmişti. Bunun üzerine Türkiye'de İslâmî kesimde bir büyük hamle başlatmış olduk, dergiler yayınlamaya başladık.

437

Bu, başka Müslüman kardeşlerimizi de etkiledi. Türkiye'de dikkat çekici bir İslâmî yayın patlaması yaşandı. Pek çok İslâmî yayınlar hizmete girdi. Bir müddet yaşadılar, yayın hayatından ayrıldılar. Bizim "Kadın ve Aile" dergimiz, "İslâm" dergimiz, "İlim ve Sanat" dergimiz, "Panzehir" dergimiz Allah'ın lütfuyla, kardeşlerimizin destekleriyle, fedâkâr çalışmalarla halen yayına devam ediyor.

Demek ki, kitap ile irşad ve tebliğ, eğitim ve öğretim; mecmualarla eğitim ve öğretim çalışmaları; vaazlar, konferanslar, toplantılar, sempozyumlarla eğitim ve öğretim çalışmaları yapılıyor.

Sonra ülkemizde çok güzel bir gelişme ortaya çıktı, özel radyolar faaliyet göstermeye başladılar. Bu çok büyük bir fırsattı ve başka ülkelerde görülmeyen, bizim için övünç mevzuu olan bir husus... Başka ülkelerde halka istediği konuşmaları yapmak, istediği yayınları yapmak hürriyeti bu kadar geniş verilmiyor. Türkiye'de bu büyük bir ilerilik... Belki Avrupa'da, Amerika'da bile bu kadar geniş değildir.

O bakımdan, hürriyetler konusunda insaflı konuşmak gerekirse, Türkiye'de çok güzel bir aşama idi bu özel radyolar... Biz de bu özel radyolar içinde Akra ile yayına başladık. Akra, Ak Radyo'dan kısaltma... Bir de Arapça'da akra' diye bir söz var; bu da Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilen, en iyi okuyan, Kur'an-ı Kerim'e en âşinâ olan insan mânâsına geliyor.

438

Bir de, biz Akra'yı çok tatlı, çok heyecanlı bir aile eğitim çalışmasının sonunda kurma kararı almıştık. 1992 yılının 29 Ekim - 1 Kasım tarihleri arasında, Söke ilçesinde, deniz kenarında beş yıldızlı güzel bir otelde toplantılar olmuştu, aile eğitim çalışmaları yapmıştık. Beyler, hanımefendiler ve çocuklara yönelik çalışmaların sonunda bir güzel hizmet üretelim, çalışma yapalım derken, radyo koyalım diye bir fikir gelişmişti. Göz yaşartıcı bir heyecanla, coşkuyla, alkışlarla Akra'nın kuruluş kararını 1992 yılında orada almıştık.

O kadar heyecanlı olmuştu ki, küçük çocuklar, bu kuruluş faaliyete geçsin diye harçlıklarını getirip vermişlerdi. Küçücük kızlar, küçücük yüzüklerini getirmişlerdi, küpelerini getirmişlerdi. Çok göz yaşartıcı, heyecanlandırıcı bir gündü, unutulmaz bir gündü. Böylece, büyüklerin gayretiyle, dualarla, mânevî yoldan sevaplı bir şekilde Akra'nın yayına başlama kararı alındı.

Akra böyle doğdu. Ondan sonra da kardeşlerimizin, çalışanların başarılı çalışmalarıyla nezih, temiz, çok seviyeli yayınlarla kendisini kabul ettirdi, sevdirdi ve kendisine tiryaki oldu dinleyenler... Biz bu başarıdan Allah'a hamd ü senâlar ediyoruz, şükürler ediyoruz, çok mutluyuz, çok müteşekkiriz. Bu başarıda katkısı olanların hepsine candan duacıyız. Aynı başarının şimdi Ak-Televizyon'da olmasını temenni ediyoruz. Ak-Televizyon böylece 20 Şubat 1997 tarihinde deneme yayınlarını bitirip gerçek yayınlarına, başlamış oluyor.

439

Deneme yayınları tabii, teknik bir devreydi. Sesler nasıl gidiyor, görüntü nasıl gidiyor, bizim cihazlarda nasıl ayarlamalar yapmamız lâzım diye bir çalışma devresiydi. Bugünden itibaren gerçek yayınlara başlamış bulunuyoruz. Hayırlı olsun... Allah tevfikını refîk eylesin...

Güzel çalışmalar yapmamızı, Akra'da gösterilen başarının Ak-Televizyon'da da gösterilmesini Cenab-ı Hak'tan diliyorum. Allah bizi muvaffak eylesin...

Şimdi bu arada, tabii kablolu yayına da müracaat etmiştik Ak televizyon olarak. Kablolu yayın iznimiz çıktı. Ben ilgili kardeşlerimizden bilgi aldım; 28 Şubat'a kadar 4.5 milyar TL. sı bu kablolu yayın için ödeme yapmak gerekiyormuş. Ondan sonra uplink alacağız ve çeşitli illerde bu kablolu yayının seyredilebilmesi için PTT'ye cihazlar teslim edeceğiz. Her cihaz 5000$ civarında bir cihaz olacak. 30 kadar ilde böyle bir yayını düşünüyoruz dediler. Ayrıca bunların çalışması için uydunun kiralanması gerektiğinden, aylık 15 milyar TL uydu kirası olduğunu bana söylediler.

Tabii ben bunları şu bakımdan size naklediyorum. Televizyon hizmeti çok pahalı bir hizmet, ama çok güzel bir hizmet. Radyo yayınları da güzel, fakat televizyon yayınları daha büyük külfetler yüklüyor bize... Allah-u Teâlâ Hazretleri bu külfetlerin altından kalkmayı nasib eylesin... İnşaallah bunları aşarız.

440
441 ilâ 460. sayfalar