6. Ma'rifet
Ma'rifet, zikr-i Hakk'ın sâlikin kalbini istilâsıdır ve zikirde istiğrak ve istihlâkidir ki, başka bir düşünce ona yol bulamaz. Gerek hak olsun, gerek bâtıl, Allah'tan başkasını düşünemez. İstiğrak ile istihlâk da, denizin içinde olan balığın sudan başka bir şey bilmemesi gibi. Bu halde hàsıl olan dereceye de bekà billâh denir. Bu makamda kendinin gelip gideceği yeri ve yaptığı kulluklarını ve Hakk'ın rabliğini ve ma'budiyetini anlar olur.
İnsanın yaratılışından maksad, estaizü billâh:
(Ve mâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn.) [Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.] (Zâriyât: 56) ayet-i celîlesinde bildirilen, bütün büyük müfessirlerin ictihadıyla ma'rifet-i Hak Celle ve A'lâ'yı tahsildir. Ya'budûn'u, yâni ibadet kelimesini ma'rifet ile, ma'rifetin tahsilidir diye açıklamışlardır.
Ma'rifet makamı büyük ve hakîkî alimlerin makamıdır. Hakîkî alimler kitap ve sünnette olan benzer ayetlerin te'villerinde ve Kur'an-ı Kerim'in sûre başlarında olan harflerin esrarını bilmekte nasibi olan zatlardır. Müteşabih ayetlerin te'vili gizli esrâr cümlesindendir. Elin kudret ile, yüzün zat ile te'vil olunması ilm-i zâhirdir; esrardan değildir. Bununla beraber ma'rifet, şeriatın dışında bir makam değildir, yâni şeriat dairesinin dışında değildir.
Hattâ bir kimse Nakşıbend KS'den, "Sülûktan maksad nedir?" diye sorunca; "Ma'rifet-i icmâlî ve tafsîlî olup istidlâlinin keşfî olmasıdır." buyurmuşlardır. Yoksa, "Şeriat irfanlarından ziyade bir ma'rifet hâsıl ola." buyurmadılar.
Sâlik ibtidâ-ı hâlinde, her ne kadar ma'rifetten habersiz ise de, onun talebinde kendisine durgunluk ve gevşeme vermeye ve bundan dolayı ızdıraba düşe... Zîrâ, tasavvuf ızdırabdır denilmiştir. Çünkü sükûn geldiği zaman tasavvuf kalmaz. Muhibbin mahbubsuz kararı yoktur ve hiçbir gün ondan başkasıyla üns ve ülfet edemez. İşte sülûkten ve tarikata girmekten en yüksek maksad ma'rifettir ki, idrakten aczini bilip, (Lâ ya'rifullàhe illallah) "Allah'ı Allah'tan başkası bilmez." mânâsı sâlike mâlûm ola...
Bunu şu beyit ne güzel ifade eder:
İdrâk-i maàlî bu küçük akla gerekmez;
Zîrâ, bu terâzi o kadar sıkleti çekmez.
Ma'rifetten insanın terkibinde zâhir olan, insanın kendi değildir; belki insan bir aynadır. Ona Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın suver-i ilmiyyesi aksetmiştir. Fakat bu kadar acz insanın ma'rifetine münâfî değildir. Bazıları ma'rifetten acz cehil ola zanneylemişler ki, bu da bâtıldır.
Efendimiz SAS'in:
(Sübhàneke mâ arafnâke hakka ma'rifetike yâ ma'rûf) buyurduğu ve Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'in:
(El-aczü derkil-idrâki idrâkün) buyurmaları ve sûfiyyûn büyüklerinin de:
(Sübhàne men lem yec'alil-halkı ileyhi sebîle illâ bil-aczi an ma'rifetihî) sözleri buna işarettir.
Tenbih:
Zikrolunan âdâba riayet etmek, sâlikin vazifelerine müstenidendir. Eğer bazısında kusur vâkî olursa, onu kendi kusuru bilip istenilen vech üzere âdâba riayet etmeğe sa'y ve gayret göstermelidir ve kusurunu itiraf edip, sa'y ü gayreti yine elden bırakmamalıdır. Eğer âdâba riayet etmez, kendi kusurunu da bilmezse, --nezü billâhi teàlâ-- sâdât-ı kirâmın berâtından uzak ve mahrum, nefsinin hileleri içinde mahv ü perişan olur.
Bu yirmi âdâb, tarîkatın esas ve hulâsâdır. bunların içinde daha birçok âdâb vardır ki, sâlik-i tarîkat olan muhterem kimseler hâle göre, yâni o vaktin hâl durumu neyi icab ediyorsa ona göre hareket etmeleri lâzımdır. Bu da ancak Cenâb-ı Hakk'ın te'dib ve terbiyesine vâbeste, zevk ve vicdân-ı vehbî ile mâlûm olur. Yâni Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın o kuluna olan lütuf ve ihsânına bağlıdır. Bu edeblere riayetle berâber, bir sâlik şeyh-i kâmil ve mükemmilden izin almak şartıyla zikrine devam etmelidir. Eğer bu şartlar olmazsa, ekseriyâ evrad kàbilinden olur ki neticesi sevaptır, derece-i kurb değildir. Buna dikkat lâzımdır.
Ammâ bazan Cenâb-ı Hak, şeyhin vasıtası olmadan da zikr-i kesîr sayesinde mukarrebînden kılar. Bazan da, kulun zikri tekrarı dahi bulunmadan yakınlık mertebeleriyle müşerref kılınması mümkün ve vâkîdir.
Zikrolunan şartlar ekseriyet itibariyle hikmet ve adet kaidesincedir. Bu tarikat hakkında Nakşıbend Hazretleri, "Bizim tarîkımız sohbet üzerinedir. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır." buyurmuşlardır. Sohbetten murad, tarikatta birbirleriyle uyuşanların sohbetidir. Yoksa tariklerdeki muhaliflerle olan sohbet değildir; dikkat edile...
Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de zikr-i cehrî yoktur. Zîrâ, Nakşıbend Hazretleri yapmamışlar ve yapanları da men etmişlerdir.
HÀTİME
Sâlikin mürşid hakkında îfâ eylemesi muktezî olan [gereken] âdâb beyanındadır:
Mâlûm ola ki, tàlibe lâzımdır ki kendi gönlünü bütün cihetlerden, işlerden, düşüncelerden boşaltıp şeyhine müteveccih kıla... Şeyhin bulunduğu yerde ondan izinsiz farz ve sünnetten başka namazlar ve zikirlerle meşgul olmaya ve onun huzurunda ondan başkasına iltifat etmeye... Başkalarının elini öpmek, hatır sormak ve buna benzer konuşma yapmak doğru değildir.
Bütün varlığıyla kendini şeyhine müteveccih kılıp otura ve öyle bir yerde oturmalıdır ki, gölgesi bile şeyhinin esvabının üzerine düşmeye...
Seccâdesinde namaz kılmaya ve seccâdesi üzerine ayak basmaya... (Vay zamâne dervişlerine vay!..) Abdest aldığı yerde abdest almaya, yâni taharethànesine girmeye... Ona mahsus olan kalem, kâğıt, bıçak, kaşık, tabak ve sâire gibi şeyleri kullanmaya...
Mürşidi yokken bile, onun olduğu tarafa ayaklarını uzatmaya ve o tarafa tükürmeye... Çünkü onun adetâ kıblesidir. (Dikkat!)
Şeyhten her ne sadır olursa, zuhur ederse --bu görünüşte hatâ bile olsa-- onu doğru bile... Zîrâ mürşidin hareketleri ilhamdan neş'et eder, hatâsı da hatâ-yı ilhâmîdir. Hatâ-yı ictihâdî gibi ki, ona levm ve itiraz caiz görülmemiştir.
Vaktâ ki bu usül üzere muhabbet hasıl oldukta, sevdiğinden her ne sadır olursa, sevenin gözünde mahbub görünür ve sevilir, itiraza meydan kalmaz. Az ve ufacık bir itiraz vâkî olsa, felâket ve helâkini, mahv ve perişanlığını mûcib olur. (Ah ah, dik dik konuşmalar, bağıra bağıra şiddet ve hiddetler, ve şeyh yanına sık sık girmenin ve orada lâubâli oturmanın ne demek olduğu, bilmem acabâ anlaşılır mı?..)
Şeyhten hiçbir zaman havârık-ı âdât, keramet ve geleceğe ait şeyleri ne sormalı, ne de beklemelidir. Bazı hususlarda kendisine şüphe ârız olursa, hemen arz etmeli, fakat cevap beklememelidir. Müşkülünü hallederse, ne âlâ; o zaman susar, bir şey demezse, kendi taksîrinden bilmelidir.
Bazı mühim rüyalarını arzeder, fakat yine tâbirinde ısrar etmez. Kendine münkeşif olan tâbiri de arz eder.
Gerek sevabını ve gerek hatâsını araştırıp tecessüs etmeye ve kendi keşfine itimad etmeye, güvenmeye... Zarûret olmadıkça, izinsiz ondan ayrılmaya...
Şeyhinden başkasını onun üzerine tercih etmeye... Bu tercih ve arzu, iradelere münâfîdir, yâni yakışmaz ve doğru değildir.
Sonra kendi sesini onun sesinden daha fazla çıkarmaya... Şeyhe seslenirken yüksek sesle çağırmak edebe mugàyirdir.
Her ne gibi feyz ve fütûhâta, devlet ve saadete nâil olursa olsun, onun şeyhinin tavassutu ile olduğunu zan ve tasavvur eyleye... Eğer başka bir şeyh vasıtasıyla olduğunu vâkıada görürse, yine onu kendi şeyhinden bile...
Şeyhinin gerek işlerinde, gerek sözlerinde ve gerek hallerinde saklanması lâzım olan bir hali görse veya vâkıf olsa dahi, onu başkalarına nakil ve hikâyeden sakınmalı; bir başkası söylese, onu da duymazlıktan gelip susmalıdır. Sakın şeyhimi medhedeceğim diye veya kendisinin yakını olurum zannıyla, iftihar kasdederek kendini helâk etmeye...
Şeyhinde her gördüğünü, ben de yapayım demeye... Yalnız şeyhinin dedikleri ile meşgul ola ve izinsiz bu gibi şeyleri yapmaya... Şeyhinin emrine mutî olup, halife ve müridlerden kendi üzerine takdim ettiği kimselere de itiraz etmeyip, emirlerine itaat ede...
Efendimiz SAS Hazretleri'nin emir gösterdiği kimseye, ondan daha üstün ve âlâ olanlar itiraz etmeyip itaat ederlerdi. Bunların zâhiren her ne kadar amelleri az olsa dahi, yine ihtiram ve tâzim lâzımdır.
Ahvâl ve akvâlinden, sual ve cevaplardan uzun, derin, ince ve buna benzer sohbetler yapmaya... Zîrâ bu muameleler, müridin kalbinden şeyhinin ihtişam, vakar ve heybetini izâle eder, giderir. Bunlardan son derece sakınmak ve korunmak lâzımdır. Zîrâ feyizden mahrum kalır. Eğer şeyh tarafından haddinden fazla müsamaha ve serbestlik verilirse, bundan da son derece korkmak ve sakınmak gerektir. Şâyet ki mekr etmiş ola...
Eğer dînî veya dünyevî bir şey soracak olursa, onun hoş vaktini gözlemek ve şeyhinin haline bakıp, sözlerini dinlemeğe vaktinin müsait olup olmadığını, yemek ve istirahat vakitlerini, ders ve murakabe hallerini düşünerek, sözleri onu rahatsız etmeyecekse arz eder, sözü de uzatmaz. Yoksa hiç düşünmeden ve mülâhaza etmeden, ağzına geleni söylemekle arîz ve amîk konuşmaya...
Şeyhinin sözlerini gayet dikkatle dinleyip, işaret ve inceliklerine ehemmiyetle kulak vermeli ve icabını derhal yapmalıdır. Aksi halde fütûhattan ve feyizlerden mahrum olur. Maksad ve merâmından me'yus olup, söylediği hacetlerden nâdim ve pişman olur. Çok kere de tekdire müstehak, feyz ve derece-i muhabbetten uzak düşmesine sebep olur.
Eğer şeyhten uzakta bulunursa, hiç olmazsa ayda bir veya iki kere kendisinin iç ve dış halini mektupla bildire...
Sâlik tamâmen kendi ihtiyarını şeyhin ihtiyarında mahvedip, bütün muradlarından nehyolunduğu halde, gayret ve himmetini onun hizmetine arz ede... Her ne emrederlerse saadet bilip, onu yapmağa can ü gönülden sa'y ve gayret eyleye... Eğer iktidâ ettiği şeyh zikri münâsib görürse, onu emreder. Şeyhin sohbeti mevcud oldukta, hiçbir şart ile zikre ihtiyaç yoktur Şeyh tàlibin haline her neyi münasib görürse, onu emreder. Eğer bazı şerâit-i tarîkatta taksîr, yâni noksanlık vâkî olursa, şeyhin sohbeti onu telâfî eder ve teveccühü onun noksanını ıslah eder.
Müridin, kâmil ve mükemmil bir pîre yapışmadıkça hali müşküldür. İnâbe eylediği şeyh nâkıs olmaya... Zîrâ nâkıs olan şeyh, hevâ ve hevesle meşgul olacağından şâyân-ı ittibâ değildir. Şâyet onun yoluna ittibâ olunsa, kendisi vâsıl olmadığından mürîdi îsâl edemez. Tarîklerin arasını ve sâliklerin çeşitli istidatlarını ayıramayan şeyh, sâlikini zulmet içinde bırakır.
İmdi bir mürşid gerektir ki, devlet-i cezbe ve sülûk ile müşerref, saadet-i fenâ ve bekà ile müsteid ve seyr ilallah, seyr billâh, seyr anillâh dairelerine vusûl bulmuş ola... Tàlib bu tarzda bir mürşid-i kâmil ve mükemmile nâil olursa, vücûd-u şerifini ganimet bilip, kendini tamâmen ona şipariş ede... Ve saadetini onun rızasında, şekâvetini de onun rızasının hilâfında bilip, bilcümle kendi hevâsını onun rızasına tâbî kıla... Ve bütün varlığından geçip, cümle tâat, ibadet, ilim ve ma'rifetini yokluk deryasına ata... Gönlünü Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın inâyetine bağlayarak, kendine ayna edindiği şeyhinin reddini red, kabûlünü de kabul bile... Zîrâ sâlikin yolunu kapayan kendiliğidir; yâni kendisinin ilm-i cüz'îsinden geçememesi, ilm-i küllîye vusûlüne mânîdir. Diğerleri de buna kıyas oluna...
TEMMET
AHİDNÂME SóRETİ
Elhamdü lillâhillezî menne aleynâ biitmâmi risâletil-âdâbi fî tarîkatin-nakşibendiyyeh... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin hayril-beriyyeh... Ve alâ âlihî ve abhàbihî ecmaîn.
Mir'atül-Makàsıd fî Def'il-Mefâsid kitabının 302. sahifesindeki ahidnâme sûretidir:
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Enbiyâ-yı kirâm ve rusül-i izâm ve melâike-i fihâm salevâtullàhi teàlâ alâ nebiyyinâ ve aleyhim ves-selâm... Ve âl, evlâd, ezvâc, ashàb ve etbâ-ı rasûl-i rabbil-enâm ve evliyâ-i zevil-ihtirâm, rahimehümül-melikül-allâm hazerâtı haklarında yakışmayan ve lâyıksız kelimeler ve noksanı icab eden tâbirler ve kötü sözlerden ziyadesiyle sakınmak; ulemâ-i àmilîn, meşâyih-i kâmilîn, eimme-i dîn, müfessirîn, müctehidîn rahmetullàhi aleyhim ecmaîn hazerâtına yalan, hatâ, hîle, riyâ isnad etmemek ve haklarında sû-i zanna müncer olacak sözlere düşmemek; ve mezheb reislerine ve kavmin sevilenlerine seb ve şetmi, kadh ve zemmi, teşni' ve ta'nı, tezyîf ve lâ'nı, itâle-i lisânı, iftirâyı ve bühtanı bırakmak gerektir.
Efraddan hiçbir kimseyi istihzâ, tahcîl (utandırmak), tahkîr, terzîl, tahmîk, techîl, tadlîl, tekfîr, ta'zîr, ta'yîb, tekzib, zem ve kadh, şetm, ta'n, lâ'n ve teşni'i mümkün olduğu kadar yapmamağa çalışmaktır. Bir adamı tekdir ve ta'zir yerine, sürurla hatırını hoş etmek; terzîl, techîl, tahcîl yerine nasâyıh-ı lâzıme tertib etmek; tahkîr, tahmîk, tezyîf yerine taltif etmek; elem, hüzün ve teessüf yerine meserretini artıracak hareketlerde ve sözlerde bulunmak; taz'if, tekzib yerine tevcihte bulunmak; küfrü mûcib olan şeyleri te'vil etmek; ta'n ve teşni' ve ayıplama yerine hayır dua etmek; tebzîl-i kibir ve azamet yerine tevazu ve tenezzülde bulunmak; gadab ve hiddet yerine sabır ve tahammül etmek; zulüm ve ezâ yerine afv ve atâda bulunmak; zem ve kadh yerine medh ve senâda bulunmak; zor ve cebir yerine ricâ ve niyazda bulunmak...
Ve dahi her halde hilim ve sükûnet. maldan cömertlik ve sehâvet, sözde sebat ve sıhhat, çehrede beşâşet, sîrette (hal ve tavırda) kerâmet, itikadda selâmet, ictihadda ihtiyata riayet, ifadede halâvet (tatlılık ve yumuşaklık), irade ve adâlet, gidip gelmede îtidal; hulâsa her zaman hüsn-ü hal ibraz etmek, yâni göstermek...
Kimseye zulüm, ezâ, cevr ü cefâ, bed-dua, hased, iftira, mânâsız dalkavukluk, yakışıksız muamele, fitne ve fesada sebebiyet, emanete hıyahet, ulül-emre itaatsizlik, dini terk, ana babaya muhalefet, fukaraya hakaret, an'ane ve âdâtı, yâni millî ve dînî gelenekleri tebdil ve tağyir, emniyeti ihlâl, insanların mallarını çalmak, kibir ve azameti izhar, rüşvet alma, bahillik ve hasisliği irtikâb, gazab ve hiddet, yalancılık, inat, düşmanlık, ibadette riya gibi şeylere itibar etmeyerek, hüsn-ü ahlâk ile imtiyaz etmek...
Zinâ ve livatadan ve her türlü içki ve keyif verici haramlardan, menhiyattan, hattâ sigaradan son derece kaçınmak; oruç, namaz, hac, zekât gibi farzlara ve Allah-u Teàlâ'nın emirlerine imtisâl ve mutâvaat; Efendimiz SAS Hazretleri'nin sünnetlerine elden geldiği kadar riayet ve edâya çalışmak; işrak, duhà, evvâbîn ve teheccüd gibi sünnetleri terk etmemeye çalışmak ve her halde günahları ve bid'atleri tamâmiyle terk etmek...
Gerçi bunlar kaçınılması pek de kolay olmayan ve beşeriyet iktizâsı olan şeylerse de, bir kusur olduğunda derhal tevbe ve istiğfar ederek, gücü yettiği kadar bu ahidlere vefâ ve şikâyetleri gizlemek gerekir.
İş bu ahde riayet, hakîkî adamların kârıdır. Halbuki zamanımızda bunu bilip de söyleyen ne şeyh, ne de kabul eden derviş bulunuyor. Ey kardeş, sen hakîkî insan ve hakîkî müslüman olmayı kolay bir şey mi sanırsın?!..
Kıyamazsan baş ve câna, uzak dur, girme meydana!
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz.
Dikkat: Bu ahidnâme 1293 [1877 mîlâdî] senesinde yazılmıştır. O güne göre, bugünü artık sen kıyas et!..
Ves-selâmü alâ menittebeal-hüdâ... Ve sallallàhi teàlâ alâ nebiyyinâ ve selleme ve alâ âlihî ve ashàbihî ecmaîn.
7 Şa'ban 1389 (19 Eylül 1969)