17. MÜSLÜMANLAR BİR VÜCUT GİBİDİR
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
اَلْمُسْلِمُونَ إِخْوَة ، لاَ فَضْلَ لأَحَدٍ عَلَى أَحَدٍ، إِلاَّ بِالتَّقْوَى (طب.
وأبو نعيم عن محمد بن حبيب عن أبيه)
RE. 236/1 (El-müslimûne ihvetün, lâ fadle li-ehadin alâ ehadin, illâ bi’t-takvâ.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
“—Mefhar-i mevcûdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]
“—Seyyidü’s-sâdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]
“—Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ râ salevât!
[Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]
Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimiz’in şefaatine cümlemizi nâil eylesin…
a. Yolların En Güzeli
Peygamber SAS Efendimiz bize ölçüyü tavsiye ediyor. Sevap, Rasûlüllah’ın emirlerine tam uymaktadır. Kendi aklından bir şey ortaya atarsa bid’at olur.
Onun için, her dersimizin başında, bir hadis-i şerîften alınmış olan bir ibare okuyoruz:152
اعْلَمُوا أَيُّهَا الإخْوَان: إِنَّ أَفْضَلَ الْكِتَابِكِتَابُ اللَُّ، وَأَفْضَلَ الْهَدْيِ
هَدْيُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّم ْ . وَشَرُّ اْلأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا،
وَكُلُّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَة ، وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَة ، وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِي النَّارِ .
(İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr.)
(İ’lemû eyyühe’l-ihvân) “Ey kardeşler biliniz ki: (İnne efdale’l- kitâbi kitâbu’llàh) Kitapların en faziletlisi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kitabıdır. Allah-u Teàlâ’nın bize gönderdiği Kur’ân- ı Azîmü’ş-şân’dır.”
152 Muhtelif lafızlarla:
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.310, no:14373; Dârimî, Sünen, c.I, s.80, no:206; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.186, no;10; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.214, no:5591; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.550, no:1786; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.III, s.189; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.377; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LI, s.228; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Buhàrî, Sahih, c.V, s.2262, no:5747; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.18, no:46; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.184, no:353; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.48, no:367; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IX, s.97, no:8521; Bezzâr, Müsned, c.V, s.438, no:2076; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.159, no:20198; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.IV, s.200, no:4786; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.263, no:1325; Dâra Kutnî, İlel, c.V, s.323, no:916; Hatîb-i Bağdâdî, Takyîdü’l-İlm, c.I, s.55¸Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.415, no:790; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.336, no:962, 963 ve c.XV, s.1368, no:43589; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.222, no:587.
(Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem) Yolların en güzeli de, Peygamber SAS Efendimiz’in yoludur.” diyoruz. Kitapların en efdali Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dır. Yolların da en efdali Peygamber SAS’in gösterdiği yoldur. Bunlardan başka yolların hepsi bâtıldır. Kitaplar da öyledir.
(Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ) “Bütün işlerin fenası şeriatte ve İslâmiyet’te yeri olmayan, sonradan uydurulan işlerdir. (Ve külle muhdesin bid’ah) Dinde olmayıp da sonradan uydurulan her şey bid’attir.” Bidat olan hiçbir amel kabul olunmaz. Bidat ile yapılan hiçbir amel kabul olunmaz.
(Ve külle bid’atin dalâleh) “Her bid’at dalâlettir. Peygamberin göstermediği her yol dalâlettir. ‘Bu da yoldur!’ diye onun arkasına takılan bid’at içerisindedir ve dalâlettedir. (Ve külle dalâletin fi’n- nâr) Her dalâletin akıbeti de ateştir. Sonu Cehennemdir yâni.”
b. Üstünlük Ancak Takvâ İledir
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:153
اَلْمُسْلِمُونَ إِخْوَة ، لاَ فَضْلَ لأَحَدٍ عَلَى أَحَدٍ، إِلاَّ بِالتَّقْوَى (طب.
وأبو نعيم عن محمد بن حبيب عن أبيه)
RE. 236/1 (El-müslimûne ihvetün, lâ fadle li-ehadin alâ ehadin, illâ bi’t-takvâ.) (El-müslimûne ihvetün) “Müslümanlar kardeştir. (Lâ fadle li- ehadin alâ ehadin) Kimsenin kimseye bir fazileti yoktur. (İllâ bi’t- takvâ) Ancak takvâ hali hariç.” Bugüne kadar okuduğumuz gerek müminler hakkında gerek müslümanlık hakkındaki hadisler hep fertlere aitti. Teker teker: Müslüman böyle olacak, mümin şöyle olacak…
Müslüman, hiç kimse onun elinden ve dilinden eziyet görmez:
153 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.25, no:3547; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.VIII, s.160, no:13080; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.234; Hubeyb ibn-i Hıraş RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.149, no:743; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.174, no:24588.
Ne elinden ne de dilinden.
Mü’min, her insan ondan emin olacak; malına da, canına da... Malından canından herkesin emniyetini kazanabilmiş insana mü’min derler.
Herkes de onun elinden dilinden selamette olursa ona da müslüman derler.
Müslüman müslümanın kardeşi olunca, ona kat’iyyen zulmetmez, onu kat’iyyen tehlikeli yollarda bırakmaz. Müslüman müslümanın kardeşi olduğu için, bir haceti olursa daima o hacetini yapmaya çalışır. Çalıştığı için de, onun hacetlerini Cenab-ı Hak dünyada da âhirette de ihsan eder.
Her kim bir müslüman kardeşinin bir sıkıntısını, bir darlığını, bir meşakkatini giderirse, Cenab-ı Hak da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından onu kurtarır.
Müslüman müslümanın kardeşi olmak dolayısıyla ona hiçbir suretle hıyanet edemez. Onu yalana nispet edemez. Onu hiçbir suretle yardımsız bırakmaz yani bırakamaz. Muhtaç olduğu yerde muhakkak onun yardımına koşacaktır.
Müslümanın müslüman üzerine ırzı da haramdır, malı da haramdır, kanı da haramdır.
Takvâ, [Peygamber Efendimiz kalbini işaret buyurdular.] ancak buradadır. İçerisini de de ancak Allah bilir. Sen onun içerisine bakıp da hükmetmeye muktedir değilsin. Peygamber SAS bile karışmadı. Peygamberin içine karışmadığı bir şeye sen nasıl karışıyorsun?
Hatta o zaman birisini bir adamı harp vesilesiyle öldürmüştü de, o da iman ettim ben dedi. Ettikten sonra öldürdü.
Rasûl-ü Ekrem sordu: “—Neden öldürdün onu, iman ettim dedi bak?” “—O yalancıktan dedi.” dedi.
“—İçini yardın da baktın mı?” dedi.
Şimdi bunlar Müslümanlık ve mü’minlerin fert fert kendi hareketlerini kendilerinin tanzim etmeleri idi.
Bugünkü dersimizde el-müslimûn. Müslimûn diye müslümanların bir araya gelişinden müslimûn oluyor. Bir araya geldikleri vakitte cemi olarak müslimûn. Müslümanların hepsi…
Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslümanlar da kardeştirler. Arap, Türk, Laz, Boşnak, Kürt, ne kadar millet varsa hepsi bir, ayırım yok… Hepsi dinde kardeştirler. Hiç kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü yoktur.”
Bunun parası çok, bunun da malı çok, bunun da kuvveti var, bunun da bilgisi var.ll Hiçbir farkı yok. İster paran çok olsun, ister malın çok olsun, ister bilgin çok olsun, müslümanlar birdir, kardeştirler. Hiç kimsenin kimseye üstünlük taslamaya hakkı yok, ancak üstünlük takvâda… Allah’tan korkun ne nisbette ise üstünlük o nisbettedir. Onun ölçüsü de günahlardır. Günahlara karşı nasılsın bakayım?
Günahlardan korunma ve kaçınma, herkesin kendisinin bileceği gizli bir şey. Günahlardan ne nisbette kaçınabiliyorsan, takvân o kadar var demektir. Kaçınamıyorsan, takvân yok demektir.
Takvânın adı var ama, kendisi bizden gayiptir. Ben senin içini kati’yyen bilmem. Zira takvanın yeri kalptir, gönüldür.
Gönül olunca, “Şu adam fena adamdır, şu adam şöyle kötü adamdır, şu adam böyle fena adamdır.” demek hiçbir müslümana câiz olmaz.
Bir müslümanı hakir görmek müttaki müslümana kat’iyyen yakışmaz. Çünkü onun içini Allah’tan başka kimse bilmez. Dış hareketler her ne kadar için aynasıysa da, içinin Allah’tan korkup korkmadığını Allah’tan başka hiç kimse bilmez.
Onun için bize düşen daima kardeşlerimize karşı hüsn ü zan.
Estaîzü bi’llah:
اِن الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللُّٰه ثُمَّ اسْتَقَامُوا (الأحكاف:٥٣)
(İnne’llezîne kàlû rabbüna’llàhu sümme’stekàmû) “O kimseler ki, Rabbimiz Allah dediler ve istikâmet üzerinde oldular.” (Ahkâf, 46/35)
İstikametin şartlarından birisi de müslümanların birbirlerine karşı hüsn-ü zan etmeleridir. Sû-i zan haramdır.
“—Ha bu adam Ahmet, onu sen bir bilsen, neler yapıyor o neler neler.”
Çeşit çeşit herkesin hakkında bir sû-i zan aldı mı ucunu bulamazsın. Sû-i zan alır götürür seni cehenneme kadar. Onun için müslümanın müslümana suizan etmesi haramdır.
Çünkü Kur’an’da Cenab-ı Hak;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْم
(الحجرات:12)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’ctenibû kesîran mine’z-zanni, inne ba’da’z-zanni ismün) “Ey iman edenler, zannın birçoğundan sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurât, 49/12)
Sû-i zandır o. “Sû-i zandan çok kaçının.” diyor Allah.
Bilmezsin canım sen… “O şöyle yapıp da bu şöyle yapıyor böyle ediyor.” diye hükmedersin ama bunların hiçbirisinin yeri yoktur.
Onun için sû-i zan haramdır. Mü’mine yakışan daima hüsn-ü zan etmektir. Sû-i zanlar birbirimizi ayırmaya vesile olur, hüsn-ü zanlar da birbirimizin toplanmasına sebep olur.
Ayrılmak mı iyidir, toplanmak mı iyidir?
c. Müslümanlar Bir Vücut Gibidir
Ramhürmüzî, Nu’man ibn-i Beşir RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:154
الْمُسْلِمُونَ كَالرَّجُلِ الْوَاحِدِ، إِذَا اشْتَكَى عُضْو مِنْ أَعْضَائِهِ، تَدَاعَى
سَائِرُ جَسَدِهِ (الرامهرمزي عن النعمان بن بشير)
RE. 236/2 (El-müslimîne ke’r-racüli’l-vâhidi, ize’ştekâ udvün min a’dàihî, tedâà sâiri cesedihî.)
154 Bezzâr, Müsned, c.I, s.488, no:3278; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.15, no:14; Ramhürmüzî, el-Emsâl, c.I, s.52, no:49; Nu’man ibn-i Beşir RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.153, no:759; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.178, no:24596.
(El-müslimîne ke’r-racüli’l-vâhidi) “Müslümanlar tek bir adam gibidir. (İze’ştekâ udvün min a’dàihî) Onun bir azası hasta olduğu
zaman, (tedâà sâiri cesedihî) vücudun diğer azaları da müteessir olur.” Yukarıda kardeş dedi, şimdi de diyor ki;
Müslümanlar tek bir adam gibidir. Yüz bin, bir milyon, 10 milyon, 100 milyon, 500 milyon, bir milyar; ne kadar müslümanlar varsa, her birisi dünyanın bir tarafında… Olsun varsın ama, hepsi bir adam gibidir.
Şu bizim cesedimiz var. Cesedimizdeki parçaların sayısını tam mânası ile bugün kimse söyleyemez. Söylenenler tahminden ibarettir. Şu vücut kaç milyon parçadan teşekkül etmiştir kim bilir. Ama bu teşekkül bir araya gelmiş bir vücut olmuş.
Eğer şimdi el dese ki: “—Yâhu bütün işleri ben görüyorum. Niye bu koca vücudun yükünü çekeceğim?”
Ayak dese ki: “—Bütün işleri ben görüyorum yahu. Nedir bu koca vücudun yükünü ben çekeyim. Ben de bir tarafa ayrılayım?”
Göz böyle dese, kulak böyle dese, bunlar ayrılsalar istiklâl temin etseler, kendi başlarına çalışmaya temin etseler neye yarar bu?
Bu vücut dağılır gider, hiçbir şeye yaramaz. Ne el iş yapabilir, ne ayak iş yapabilir, ne göz kulak iş yapabilir. Perişan bir surette mahvolurlar giderler.
Bizim toplumumuzda da böyleyiz. Bir teşekkül kurulur;
“—Yahu yiyorlar paraları be!”
“—Yesinler varsınlar yahu, bitmez bu be. Deryadaki su bitiyor mu?”
“—Bitmez…” Hüsn ü zan et yâhu. Edemez.
“—Bunu dağıtalım, bu olmayacak bu teşekkül. Dağılsın bu teşekkül, dağıtalım!” Bir başkasını kurarız, ona da başka bir türlü su-i zan. O da dağılsın. O da dağılır.
Elin memleketlerindeki dinsizler cemiyetler kurarlar, teşekküller yaparlar, yüzlerce sene binlerce sene de yaşatırlar.
Müslümanlar bir araya gelip de bir cemiyet kurup da yaşatamazlar. Ne ticarette, ne sanatta, ne başka şeyde… Çünkü içleri suizan ile dolu, İslâm’ın usullerine uygun hareketleri yok. Hepsi kendi başına baş olmak istiyor. Yani bütün vücut nasıl ayrı ayrı ayrılmak istiyor, bu teşekküller de böyle ayrılıp ayrılıp kendi başlarına çalışmak istedikleri vakitte tıpkı böyle perişan olur giderler.
Onun için şimdi bak bu ne güzel: (El-müslimîne ke’r-racüli’l- vâhidi) “Müslümanlar tek bir adam gibidir.” Bunu ezberlemek lazım. Hepimiz biliriz işitiriz de fakat içimize girmemiştir. Dilimizde vardır, içimize girmemiştir.
Onun için Cenab-ı Peygamber SAS Hazretleri bir hutbelerinde buyurdular ki: “—Ey dilleriyle iman edip de iman henüz içlerine yerleşmemiş kimseler.”
Dili ile iman etti ama iman henüz içeriye daha girmemiş. Onlara hitaben bir hitabede bulundu. Niçin?
Namazda imam Allahu ekber der, o da kolay. Hepimiz uyarız imama… Ama şöyle bir işte gelin uyalım desek, herkes bir tarafa gider. Hiç kimse kimseye uymaz. Hele para işine geldi miydi kıyametler kopar.
Şimdi izahcılar diyorlar ki: (El-müslimîne ke’r-racüli’l-vâhidi) “Müslümanlar tek bir adam gibidir. Yani, müslümanların hepsi bir ceset gibidir.” Cesetlerimiz ayrıdır, ayrı ama hepimiz biriz. Sen bensin, ben de senim. Aramızda fark yok. Bunu benimseyip de, bunu içimize yerleştirip de, gözlerimiz, kulaklarımız, bütün azalarımız bununla hareket edebilirse, o zaman biz ke’r-racüli’l-vâhid oluruz. Yoksa ancak ola ola geride kalırız.
Şu bakımdan diyeceğim ki: Meselâ dişimiz ağrıyor, başımız ağrıyor, gözümüz ağrıyor.
Ağrıyan gözdür, ağrısın dursun. Dişimiz ağrıyor, eh ağrısın dursun. Velev ki tırnağımıza bir şey oluyor, ayağımızın son yeri, ağrısın dursun desek olur mu?
Onun o ağrısı ile bütün vücut ilgileniyor. Rahatsız adam, ne konuşabilir, ne dinleyebilir, ne yatabilir, ne uyuyabilir.
“—Gözüm ağrıyor.” “—Ağrısın yahu yat uyu işte, rahatına bak!”
Yok, gözü ağrıyor, dişi ağrıyor; uyku yok, rahat yok.
Demek ki bir ağrı için bütün vücut elbirliği yapıyor. Uyutmuyor onu, herkes iştirak eder; el ayak, bütün âzâlar iştirak etmiş, o rahatsızlıktan dolayı hepsi rahatsız.
Şimdi bizim böyle bir rahatsızlığa iştirakımız acaba var mı yok mu? Meselâ cenazeler olur, haberimiz de olmaz. Komşudur gitmiştir, eh Allah rahmet eylesin. Ne ararlar ne sorarlar, ne biliriz ne ederiz. Ne de camiden haberi var, ne de bizim ondan haberimiz var.
Niçin? Öyle dağılmış, yani tefessüh etmiş bir cemiyet demektir artık. Birbirinden haberi yok, birbiriyle ilgisi yok, birbiri ile alâkası yok… Bir çocuk doğar, papaza giderler, çocuğu vaftiz ettirirler. Papaz onu bir suya sokar çıkarır. Ne yaparsa yapar, o papaza gitmediyse o çocuk gâvur olamaz.
Biz gâvurluk istemiyoruz el-hamdü lillah!
Geçen bir babadan bahsettiler. Çocuğu ecnebi memleketinde dünyaya gelmiş. İki yaşına herhalde girmiş, kocaman olmuş. Fakat kulağına ezan okunmamış çocuğun. Ecnebi memleket. Baba da genç, böyle şeyden haberi yok. Anne de genç, onun da haberi yok. Dedesi gelince sormuş;
“—Yahu bu çocuğun ezanını okuttunuz mu siz?” “—Ne ezanı?” “—Canım çocuk doğunca bir ezan okunur buna…” “—Aa, hiç haberimiz yok…” “—E hadi götürün hocaya da bir ezan okusun kulağına!” Getirmiş kocaman çocuğu hocaya…
Yahu insan bir ezan okumasını bilmez mi? Oku evde ezanını çocuğunun kulağına, hocaya getirmek şart mı?
Müslüman dini tam dindir. Öyle papaza ihtiyaç olduğu gibi hocaya ihtiyaç yoktur, kendin de okursun.
Fakat bir ezanı okumaya iktidarımız yok, ne diyeceksin sen? Bir ezanı okuyup sağ kulağına püf demeye, sol kulağına da kameti okuyup püf demeye iktidarımız yok…
Bir Âyete’l-kürsi okursun, üç Kul huvallah bir Elham okursun,
Kul eûzü’leri okursun;
“—Yâ Rabbi! Bunu sen şeytanların şerrinden, düşmanların şerrinden muhafaza et. Hayırlı bir evlat eyle!” diye bir güzel de dua yaparsın.
Yani bizim vücutlarımız, ne kadar parça olursa olsun hepimiz bir vücut gibiyiz, bir ceset gibi. Ama bu dilde işte, bunu fiiliyata getirebilmek lazım! İki baş memleket camilere bölünmüşüz. İstanbul’un aşağı
yukarı hemen 1000 taneden fazla camisi var. Her caminin de kendisine göre bir cemaati var. Bu cemaatler her ne kadar bölük bölük ise de yine aynı cemaat, birlik içinde hepsi bir yere tabidir:
إِنَّ أَفْضَلَ الْكِتَابِكِتَابُ اللَُّ ، وَأَفْضَلَ الْهَدْيِ هَدْيُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
صَلَّى اللَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّم ْ .
(İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh) “Kitapların en faziletlisi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kitabıdır. Allah-u Teàlâ’nın bize gönderdiği Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dır. (Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem) Yolların en güzeli de, Peygamber SAS Efendimiz’in yoludur.” Bütün cemaatlerin bu iki yerde toplanması lazım gelir. Eh el- hamdü lillâh buna, ne yapalım kusurumuz çok, dilimizle bunu söylüyoruz.
Cenab-ı Hak affetsin kusurlarımızı da, içimizden de bunu söylemeyi bize nasib etsin… Ve hareketlerimizi de bu dilimizdeki sözlere uygun etsin Cenab-ı Hak…
Bu sefer biz Kâbe-i Muazzama’dan gelirken, orada birisi bir dua tertip etmiş. Bizim bir hacı kardeşimize de bir tane vermişler, o da bana verdi. Güzel, bizim okuduğumuz duaların bir kısmı onda da var. Daha başka parçalar da eklemiş, böyle bir dua tertip etmiş oradaki adamcağızın birisi.
Alt tarafında yedi tane şey koymuş, bu duayı okumalı ama yedi şartı var bunun diyor. Birisi, sözün özüne uygun olacak diyor. Sözün özüne uygun olacak. Sözün başka özün başka fayda etmez bunlar sana diyor.
Lâ ilâhe illa’llah ne kadar büyük bir mâna taşır. Ne kadar büyük bir mana taşır! Muhammedün rasûlü’llah ne kadar büyük bir mâna taşır! Fakat bu mânaya biz hiç yaklaşmıyoruz. Lâ ilâhe illallah deriz.
İşte nerede bilmem, teybe almışlar. Teyp güzel bir nasihat nimeti. Güzelce zikir ediyorlar, teybe almışlar bir yerin zikrini. Kur’an, zikrini okuyor okuyor.
Dedim: “—Yahu bu teybe sevap yazarlar mı acaba şimdi? Güzel okuyor ama, teybe sevap yazarlar mı?”
Biz de tıpkı teyp gibi olmuşuz. Odundan mı ibaretiz, demir parçasından mı ibaret, tıkır tıkır, tıkır tıkır teyp gibi konuşuyoruz. Fakat hareketimiz bir türlü dilimize uymuyor. Ne birbirimize karşı hürmetimiz var, saygımız var, sevgimiz var...
d. İbadetin Başı Sükûttur
Onun için bugün yine bir yerde gördüm. Rahmetlik dedemin bir hocası varmış, Akkâ’ya sürgün edilmiş. Akkâ’dan dedeme yazdığı bir mektubun başında;
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:155
أَوَّلُ الُعِبَادَةِ الصَّمْتُ (هناد عن الحسن مرسلا)
(Evvelü’l-ibâdeti es-samtü) “İbadetin başı sükûttur.” Nasihatının baş sözü:
“—İbadetin başı sükûttur!” diyor.
İki şey koymuş: Lisânen ve kalben. Lisânen sükut ettiği gibi, kalbinin de sükun üzerine olması lazım! Çünkü insan bir dış ve bir içten mürekkep… İnsanın insanlığı bu dış ile için birleşmesinden oluyor.
İnsan evvela, ibadet yapabilecek insanın sükutu öğrenmesi lazım. Konuşmak kolay fakat bu sözleri zayi etmek, parayı zayi etmekten çok daha kötü... Canı zayi etmekten çok farklı… Bu can bize emanet, bu nefes bize emanet. Bunu boşu boşuna faydasız yerlere, mâlâyânî diyorlar, boş yerlere harcamanın ne kadar fena olduğunu bir bilebilsek. Onun önüne ancak sükût ile geçilebilir. Yoksa konuşmaya kalırsa, konuşta konuş. Meydanlar boş şimdi, herkes istediği gibi konuşuyor. Sen de konuş ne olacak!
(İze’ştekâ udvün min a’dàihî) “Onun bir azası hasta olduğu
zaman, (tedâà sâiri cesedihî) vücudun diğer azaları da müteessir olur.” İşte bazı yeriniz, mesela tırnağınız, parmağınız, ayağınızdaki bir ufak yer. Çıban çıkmış, bir şey olmuş, bir yara olmuş ağrır, sızlar bütün vücut muzdariptir. Bütün vücut ama, küllühû diyor.
155 Hennâd, Zühd, c.II, s.546, no:1130; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VI, s.5, no:3034; Süfyân-ı Sevrî Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.350, no:6885; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.287, no:44930,
Bütün vücut muzdariptir.
“—Bu böyle değil midir?” Tabiatıyla böyle olunca, müslümanın da böyle olması lazım. Her müslümanın derdine müslüman dert ortağı olacak. Her müslümanın acısına müslüman acı ortağı olacak. Her müslümanın ızdırabı ile her müslüman ızdırap içerisinde olacak.
Yoksa;
“—Eh benim rahatım iyi, keyfim iyi. Ne olacak, eh dünya yansa hasırım yok. Yaşa ha yaşa!”
Bu Müslümanlıkta yok.
Bu cuma işte nasip Çatalca Camisi’nde namaz kılmakmış. Hocaefendi güzel vaaz ediyordu. “İstersen odalar dolusu altının olsa, çok paran olsa israf haramdır!” dedi.
Aziz kardeş! Sözümüzü dinlemezsiniz ama yine ben söyleyeyim size: Sakın bu deniz kıyılarındaki yazlıklara özenmeyiniz ha! Ne kadar paranız çok olursa da olsun, orada vereceksiniz paraları, alacağınız zehir… Zehir yutacaksınız orada, zehir. Çoluk çocuğunuza da zehir yutturacaksınız. Sonra siz o çoluk çocuğunuzdan hayır bekleyemezsiniz.
Teneffüs edeceksen, yer istiyorsan memleketin birçok geniş yerleri var. Git köylerden bir köye, git sahralardan bir sahraya. İçerilere git, oradaki kardeşlerin hâli ile hem hallen, onlardan
ders al, onlara da ders ver. Deniz kıyısında boydan boya günaha batmaktan başka bir fayda yok. Hem o paracıkların zayi oluyor orada.
Ama söz dinletme imkânı mı var? Kat’iyyen…
Buradan çıkın gidebildiğiniz kadar gidin, o yazlıklar yapılmış mükemmel kocaman kocaman derya gibi hep. Herkes anadan doğma çıplak, yaşamak havasında… Nefes alacak, kumların üzerine mandalar gibi uzanmışlar, vücutları da meydanda…
“—E ne o?” Güneş banyosu yapacak. Güneşten istifade edecek. Allah’ın şu güneşe verdiği faydalar bize de tesir edecek.
Biliyor musunuz, SAS methiyesinde der ki;
اللَُّهمََّ صَلَِّ عَلَى سَيِِّدنَا مُحَمَّ دٍ بَحْرِ أَنْوَارِكَ، وَمَعْدِنِ أَسْرَارِكَ،
وَعَيْنِ عِنَايَتِكَ، وَشَمْسِ هِدَايَتِكَ .
(Allàhümme salli alâ muhammedin bahri envârike, ve ma’deni esrarike, ve ayni inâyetike, ve şemsi hidayetik.) “Allah’ım, nurlarının denizi, esrarının menbaı, inayetinin ta kendisi, hidayetinin güneşi Hz. Muhammed’e salât ü selâm eyle!” Bu deniz sudan ibaret, tuzlu su. Rasûlüllah’ın denizi nur denizi… Aynı zamanda hidayetin güneşi Peygamber SAS.
Sen bu vücudunu besleyeceksin de, güneşi de alacaksın da, o en büyük pehlivanlar var, adamı bir vuruşta yere yıkıyorlar. Bir tokatla yere yuvarlıyorlar. Eh onlar aslandan da kuvvetli olamazlar ya... Asıl sen imanının kuvvetine bak!
Veysel Karani’yi tarif ederlerken diyorlar ki, cılız bir adammış. Zayıf bünyeli. Fakat bugün 1300 küsur sene geçmiş, bütün müslümanların dilinde destandır Veysel Karanî. Hem okuması yazması da yoktur, fakat duaları o kadar büyük ve şâheserdir ki biz bugün onun dualarını okumaktan bile aciziz yani. Çoban adam, kıymet de veremeyiz. Fakat içindeki iman, işte mâlum hepsini biliyorsunuz. Rasûlü Ekrem hırkasını Hz. Ömer vasıtasıyla ona gönderdi. O da Ümmet-i Muhammed’in affı için secdeye kapandı Cenab-ı Hakk’a.
Böyle bir lütfa mazhar olan Veysel Karani çok zayıf bir adammış. Ama o mübarek yine cihadlarda dolaşa dolaşa bizim memleketlerimize kadar da gelmişler ki, galiba Siirt’te şimdi camisi filan yerinde var orada zannedersem. Allah şefaatlerine mazhar eylesin…
Aziz kardeş!
Vücutların kuvvetinde iş yok. İmanın kuvveti aklın kuvvetine bak. Herif bugün aya gidiyor, aklı var, işte kuvvetli, bak. İmanı olsun olmasın orası bize ait değil. Fakat aklı ile birçok şeyler bulup Ay’a gidiyor, Ay’dan da daha ileriye gidecek. Bugün envai çeşit fenleri çıkarmışlar, gözümüzün önüne doldurmuşlar. Biz
bunlara paralarımızı veriyoruz, seyrine bakıyoruz onların.
Bizim kafamız yok mu yahu, yoksa bu kafaları kesip atalım mı? Ne için çalışmaz bizim kafalarımız? Onlar bizden başka insan mı yani? İşte Allah’sız, peygambersiz adamlar ama kafalarını çalıştırıyorlar, yine dünyanın saadetine nail olmaya çalışıyorlar.
Biz müslüman olduğumuz için, “Allah’ın en sevgili, bahtiyar kullarıyız.” diyoruz, Peygamberimiz’le de övünüyoruz, kitabımızla da övünüyoruz ama bugün esir bir halde, mahkûm bir haldeyiz. Ekmek vermezlerse aç, su vermezlerse de perişan bir haldeyiz.
Müslümanların bir vücut gibi olması gerekmez mi? Niçin tutmuyorlar birbirlerini?
Biz birbirlerimizi tutsak, bugün onların hazinelerinden daha büyük hazinelere sahip oluruz. Onların kuvvetlerinden daha büyük kuvvetlere de sahip oluruz. Onlar aya gidiyorsa bizde güneşe gideriz, faraza. Ama bu içimizdeki fesatlık bize rahat vermiyor.
Şimdi ne acı, ne acı! Bugün fen devri. Şu memleketteki adlarını bilemeyeceğim, ne diyeceğim onlara, Mücadeleciler, Birlikçiler, şucular bucular diye kaç tane parti var.
“—Siz hepiniz müslüman mısınız?” “—Müslümanız el-hamdü lillâh.”
“—Davanız ne?” “—İşte Müslümanlık istiyoruz, şöyle yapalım diyoruz.” “—E niçin birleşmiyorsunuz?” Herkes kendi davasını beğeniyor.
“—Siz benim arkama gelin!” diyor.
“—Canım senin arkana geleceğimize, sen bizim arkamıza gel!”
“—Yok, gelemem!” Öyleyse kardeşlik nasıl olur?
Kardeşlik ancak uyumla, birbirine uymakla olur.
“—Birader bugün şöyle yapalım, böyle yapalım!”
“—Pekiyi, yapalım kardeş!” Pekiyi yani. Pekiyi demekle kardeşlik teşekkül eder. Pekiyi diyemiyorsan, bu kardeşlik teşekkül etmez.
Mücadele değil, ne partisi kurarsan kur, ne cemiyetini kurarsan kur, sopayla insan insan olmaz.
İnsan insandır, hayvanın bile sopayla hakkından gelemezsin, insan sopayla olur mu? Akılla, fikirle, ruhla, bilgi ile yapacaksan mücadeleyi öyle yap.
Yalnız şu kadar var ki, geçen gün bir eski kitap yollamışlar. Birisi yazmış, orada Müslümanlığı ele almış adam. Diyor ki: Bak Müslümanlık kelimesi nasıl gelmiştir. Müslümanlıkta
selamet var, teslimiyet var, İslâmiyet’te uyumluluk var, İslamiyette kardeşlik var, İslâmiyet’te birlik var… İslâmiyet böyle çekti insanları. Mücadelede kavga var, dövüş var, zorluk var, tehdit var, dövüş var. E bundan ne olur. Müslümanlık ne için yapmadı bunu?
Müslümanlıkta kardeşlik var. Sen de gel, bak Selâmet var, kimse kimseyi incitmeyecek dedi. Kimse kimseyi rahatsız etmeyecek dedi. Herkesin malı, canı, ırzı mukaddestir, birbirine haramdır dedi. Sen ise ters yoldan yürüyorsun. Böyle olmaz.
Niçin birleşmiyoruz?
Birleşemeyiz. Hepimizin içinde bir kurt var. O kurt bizi yiyor bitiriyor. Biz hep zannediyoruz ki Müslümanlık benim bildiğim gibi, başkasının bildiği gibi değil. Yahu bırak onu. O davayı bırak kitaba uy sen.
Kitap ne diyor:
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَة (الحجرات:10)
(İnneme’l-mü’minûne ihvetün) “Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 49/10) diyor. Peygamber SAS de, “Müslümanlar kardeştir.” diyor. Sen daha halâ niçin ayrılık ediyorsun? Allah affetsin kusurlarımızı… Bu birlikçilik değil, yıkıcılıktır bu. Ama adını birlikçi koymuş, yalan.
Bak diyor ki: “Müslümanlık bir ağaç gibidir. Ağaç birdir, kökü var; dalı, yaprağı, çiçeği, meyvesi, hepsi ayrı ayrı.
Ağacın hepsi meyve olur mu? Olmaz.
Hepsi yaprak olur mu? Olmaz.
Kimisi dal olacak, kimisi diken olacak, kimisi çiçek olacak kimisi meyve olacak, kimisi erken dökülecek, kimisi de tutacak sen de yiyeceksin onu… Hepsi ayrı ayrı. Ama bir ağacın
meyvesidir, hepsi hepsi çeşit… Dalın birisini aldın şöyle çekiştirdin. O dal kımıldamakla kalmaz, bütün ağaç sallanır.”
Sen dersin ki ben şimdi bu dalı çekiyorum, bu dal sallansın öteki dallar sallanmasın.
Yok, çektin miydi bütün ağaç çekenin kuvvetine göre sarsılır. Birlikleri vardır yani, irtibatları vardır birbirleriyle. Birbiriyle irtibatları olduğu için böyle acıyı hissederler. O sallamakla ağacın her tarafı az çok bir sallantıya mâruz kalır.
Diyor ki, şimdi Rasûlüllah’ın sözüne gelince: (El-müslimîne ke’r-racüli’l-vâhidi) “Müslümanlar tek bir adam gibidir. (İze’ştekâ udvün min a’dàihî) Onun bir azası hasta olduğu
zaman, (tedâà sâiri cesedihî) vücudun diğer azaları da müteessir olur.” Bütün müslümanlar bir kişi gibidir. Bunun cesed-i vahidi de var ama burada yalnız racüli’l-vâhid diyor. Racüli’l-vâhid deyince yani kadınlık ayrıdır diye bir şey anlaşılmasın. Cesed-i vâhid, bize daha uygun tabirle bir ceset gibidir; kadın erkek, çocuk büyük, hepsi bir. Azalarından bir uzuv; ister içeride ister dışarıda azalarından bir aza şikâyet ediyor. Bütün vücut rahatsız olur.
e. Keffâret Olan Şeyler
Taberânî, Cübeyr ibn-i Mut’im RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:156
الْمَشْيُ عَلَى الأَقْدَامِ إِلَى الْجُمُعَاتِ كَفَّارَات لِلذُّنُوبِ؛ وَإِ سْبَاغُ الْوُ ضُوءِ
فِي السَّبَرَاتِ، وَانْتِظَارُ الصَّ لاَ ةِ بَعْدَ الصَّلاَ ةِ (طب. عن نافع بن جبير
156 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.135, no:1573; Cübeyr ibn-i Mut’im RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IV, s.475, no:2608; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXIV, s.469; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.837, no:43328; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.195, no:24602.
بن مطعم عن أبيه)
RE. 236/6 (El-meşyü ale’l-akdâmi ile’l-cumuati, keffârâtün li’z- zünûbi; ve isbâğu’l-vudùi fi’s-seberâti, ve’ntizâru’s-salâti ba’de’s- salâti.) (El-meşyü ale’l-akdâmi ile’l-cumuati, keffârâtün li’z-zünûbi) Camilere yani cemaate yayan gitmek, ayakları ile gitmek
günahların kefaretidir. (Ve isbâğu’l-vudùi fi’s-seberâti) Soğuk havalarda abdesti tamam almak, (ve’ntizâru’s-salâti ba’de’s-salâti) ve namazdan sonra namazı gözlemek de öyledir.” Şimdi otomobil de var. Ben otomobile gideyim de yorulmadan gideyim. Ne kadar otomobilde de bir hareket varsa da burada ayakların hareketi, (ale’l-akdâm) demiş. Yoksa, (ale’l-merâkib) derdi, demedi. Merâkib, binekler, o zamanda da vardı, Atı var herkesin, merkebi var, devesi var, bir şeysi var. Onlara da binilir gidilebilirdi pekâlâ… Ama öyle demedi de; (ale’l-akdâm) ayaklar dedi.
Geçenlerde bir doktor hanımdan dinledim. Amerika’da bir hastalık türemiş. Hastalığı tetkik etmişler etmişler, bulamamışlar bir türlü ipin ucunu. Yahu demişler ki, yemekler gayet mükemmel, refah gayet mükemmel, her şey çok mükemmel. Bu hastalık nereden geliyor bu adama?
Beş yüz elli kişi de o tetkikatı incelemişler, incelemişler, ipin ucunu bulamamışlar. Demişler, bir de yoksul memleketlere gidelim de orada bakalım bu hastalık nereden geliyor, orada arayalım. Bakmışlar o memlekette o hastalık yok. Fakirlerin memleketinde o hastalık yok. Araştırırken araştırırken onun adını ferahlık hastalığı koymuşlar, rahatlık hastalığı.
Çünkü sabahleyin kalkıyor, otomobil kapının önünde hazır, biniyor, dairesine yahut işyerine gidiyor. Oradan iniyor koltuğuna oturuyor, hareket yok. Eh telefonda yanı başında, işini oradan hallediyor.
Fakat vücudun da bir hakkı var. Atın da hakkı var, atı ahırda besleyemezsin. Mutlaka ahırda beslediğin atı, günde bir saat koşturmak, gezdirmek mecburiyetindesin. Atın hakkı…
Gezdirmezsen ayakları tutulur hayvanın.
İnsanın da hakkı var, ayaklarını yürütecek. E bu yürütmeyi yapmıyoruz. Hiç olmazsa mescide giderken ayaklarımızla yürüyerek gidersek, hem vücudumuz istifade eder, hem de attığımız ayaklar nisbetinde sevap alırız. Camiye ne kadar uzaksakta o kadar da çok sevap alırız.
Ama bu gençlik devresine uygun gelir, ihtiyarlıkta da ister ki caminin yanında olsa evim diyerekten. Çünkü uzak bir mescide gitmeye gözü kesmez artık. Bir gün gitse de ikinci günü, üçüncü günü gidemeyecek hâle gelir.
Zordur ihtiyarlık! Allah hepimize sağlık afiyetler ihsan etsin.
Onun için gençliğin kıymetini bilmeli, gençlikte iken öyle pek rahata düşmemeli. Azıcık vücudu da yormalı, çalıştırılmalıdır. Nasıl dedelerimiz, “Çalışan demir pas tutmaz.” demiş. Azıcık toprakla uğraşmalı.
Bizim bir dişçimiz vardı, Allah rahmet eylesin. Bir doktora gitmiş muayene olmuş. Doktor bey bakmış;
“—O maşaallah demiş, sen çok sağlam bir vücuda mâliksin. Ne yapıyorsun böyle?”
“—Biraz arazim var. İşte akşam, dişçi kendisi, zamanı geçince giderim bahçeme, uğraşırım o tarlalarımla topraklarımla…” demiş.
“—Öyleyse ben de alayım bir parça yer de, ben de uğraşayım böyle toprakla…” demiş. Toprak biraz çalışınca insanı kuvvetlendiriyor, sağlam- laştırıyor.
Binâen aleyh bu şehir halkı, bâhusus o Kapalı Çarşı denilen çarşı felâket yeri. İnsan üç kuruş için canını orada harap ediyor. Hava almaz, güneş görmez. Ne o? Para kazanacak!
Allah Allah!..
Bak bak! Orada, yukarıdaki hadiste “Allah’ın rahmetine gark olurlar.” dedi. Bunda da diyor ki, böyle yürüyerek camilere, cemaatlere devam eden insanlar için, (keffârâtün li’z-zünûbi) “Adımları günahlarına kefarettir.” Mesela bir yemin ediyoruz şimdi, yemini bozmak için kefaret diyorlar ki, 10 miskini bulacaksın, 10 miskine işte bugünkü fitre
üzerinden 10’ar liradan 100 lira vereceksin. Bunu vermeden olmaz, kefaret olmuyor. E Ramazan’da oruç bozduysa, 61 gün oruç tutacaksın diyorlar, yahut 61 tane kişiyi doyuracaksın diyorlar.
E bizim her gün yaptığımız günahlar var. En çok günahımız boş sözlerin konuşulması, bir sürü Boş sözlerle vaktimizin geçirilmesi günahların başında gelir. Onları, defterleri elimize verseler de bizim, bir görsek…
Şimdi bizim bir arkadaş gelmiş, Arabistan’dan bir ses getirmiş, belki siz de dinlemişsiniz şimdi. Bunun yeni bir icadını adını yapmış Amerikalılar [video-kamera] Şimdi burada konuşurken, hepimizin resmini de alıyormuş televizyon gibi. Diğer tarafta herkesin resmini göstererekten, mesela benim resmimi almış sizinle beraber. Beni konuşturuyor siz de dinliyorsunuz. Böyle gösteriyormuş şimdi bu. Bu televizyonun bir ufağını yapmış adam demek ki.
Yarın da Japon bunu taklit edecek, ne olacak, dünyaya yayılacak.
Şimdi bu zaten içimizde mevcut. Sağımızdaki solumuzdaki melekler yaptıklarımızı kaydediyorlar. Bu televizyona niye ihtiyaç duydun?
İşte bu da attığımız adımlar yaptığımız günahlara kefaret olur. Yoksa bizim defterlerimizde yer bulunmaz inan olsun… Belki hatalıdır bu söz ya. Yani o kadar günahın içerisindeyiz ki, melekler de âciz yani günahlarımızı yazmaktan… İşte o boş sözlerimiz kâfi, yaramaz sözlerimiz kâfi, hatır kırıcı, gönül yıkıcı, şaka dediğimiz laflar kâfi bize… Onun biz alt tarafına bakmayız, menfaatimiz nasıl icap ediyorsa öyle konuşuruz. Ama o günahmış sevapmış orası ayrı...
Camilere yani cemaate yayan gitmek günahların keffareti
olduğu gibi, (ve isbâğu’l-vudûi fi’s-seberâti) soğuk havaarda abdesti güzel almak da günahlara keffarettir.
Kış günü evde de olsa, yahut camiye de gelseniz rüzgar bir taraftan, soğuk bir taraftan, bir abdest alacaksınız ama nasıl alalım?
“—Hemen şöyle çabucaktan ıslanıp camiye giriverelim soğuktan.”
Yok öyle değil. Orada abdesti mükemmel almak, yazın nasıl alıyorsan, kışın o soğukta da aynı şekilde abdesti güzelce almak, üç defa böyle güzelce yıkayarak almak.
O da nedir? O da günahlara keffarettir.
(Ve intizâru’s-salâti ba’de’s-salât) “Namazı kıldıktan sonra ikinci namazı beklemek de günahlara kefarettir.”
Yani günahlarımız otomatik olarak kendiliğinden silinir. Nasıl teyp makinesi şimdi bugünkü sözü alıyor, ertesi günü bir daha almak istiyor. Onu bir taraftan siliyor yenisini alıyor. İşte bizim istiğfarlarımız, bu camilere girişlerimiz, nasihatleri dinleyişimiz, yaptığımız diğer hayrât u hasenatlar, abdestler namazlar, bunlar da otomatik siliyor bizim günahlarımızı… Allah-u Teàlâ’nın rahmeti de pek mi bol, pek bol!.. Pek mi bol pek bol yani… Onu tasvire gücümüz yetmez. Günaha boğulmuş insanlarız biz. Eğer biz bu günahlarımızla muaheze olunacaksak, cehennemde yerimiz dopdolu. Ama o rahmet-i ilahi inşallah hepimizin böyle o günahlarını silecek ve cehennemin yüzünü göstermeden bizi cennete ulaştıracak.
Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri imanları kâmil, ahlâkları düzgün, kitapta denilen ahlak üzere müslüman olabilip, müslüman yaşayabilip, müslüman olarak göçebilmek devlet şerefini size de, bize de, bütün mü’min kardeşlerimize de nasib ü müyesser eylesin…
Li’llâhi’l-fâtihah!
18. 06. 1972 – İskenderpaşa Camii