13. MÜCÂHİD KİMDİR?

14. HAMİLELİĞİN MÜKÂFATI



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


الْمَجَالِسُ ثَلاَثَة : غَانِم ، وَسَالِم ، وَشَاجِب ؛ فَأَمَّا الْغَانِمُ فَ الَّذِي


يَذْكُرُ اللَُّ، وأمَّ ا السَّالِمُ يَسْكُتُ، وَالشَّاجِبُ الَّذِي يَخُوضُ فِي


الْبَاطِلِ (العسكري عن أبي هريرة)


RE. 233/3 (El-mecâlisü selâsetün: Gànimün, ve sâlimün, ve şâcibün; feemme’l-gànimü fe’llezî yezküru’llahi, ve emme’s-sâlimü yeskütü, ve’ş-şâcibü’llezî yehûdu fi’l-bâtıli.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


“—Mefhar-i mevcûdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

“—Seyyidü’s-sâdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

“—Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ râ salevât!

[Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

(Allàhümme salli salâten kâmileten, ve sellim selâmen

375

tâmmen, alâ seyyidinâ muhammedini’llezî tenhallü bihi’l-ukad, ve tenfericü bihi’l-küreb, ve tukdà bihi’l-havâicü, ve tünâlü bihi’l- rağâibü, ve hüsne’l-havâtimi, ve yüsteska’l-gamâmü bi-vechihi’l- kerîm, ve alâ âlihî ve sahbihî fî külli lemhatin ve nefesin, bi-adedi külli ma’lûmin leke.) Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimiz’in şefaatine cümlemizi nâil eylesin…


a. Meclisler Üç Çeşittir


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:115


الْمَجَالِسُ ثَلاَثَة : غَانِم ، وَسَالِم ، وَشَاجِب ؛ فَأَمَّا الْغَانِمُ فَ الَّذِي


يَذْكُرُ اللَُّ، وأمَّ ا السَّالِمُ يَسْكُتُ، وَالشَّاجِبُ الَّذِي يَخُوضُ فِي


الْبَاطِلِ (العسكري عن أبي هريرة)


RE. 233/3 (El-mecâlisü selâsetün: Gànimün, ve sâlimün, ve şâcibün; feemme’l-gànimü fe’llezî yezküru’llahi, ve emme’s-sâlimü yeskütü, ve’ş-şâcibü’llezî yehûdu fi’l-bâtıli.) (El-mecâlisü selâsetün) “Meclisler üç kısım üzerinedir: (Gànimün) Bir meclis ganimet meclisi, (ve sâlimün) bir meclis sükut meclisi, (ve’ş-şâcibü’llezî yehûdu fi’l-bâtıli) bir meclis de günah meclisidir.”

Yani toplantılar şu üç şeyden ibaret: Ya orada ibadet taat olunur, sevap kazanılır; yahut sükut edilmek suretiyle günahtan kurtulunur; veyahut insanı tamamıyla günahlara sokan toplantılardır.

Burada “ganimet meclisi” diye zikrolunan meclis, bu zikir meclisidir. Zikir meclisleri ganimet meclisleridir. Ganimet diye harplerde kazanılan, düşmandan alınan mal mülk ve sâireye

ganimet tâbir ediliyor. Allah-u Teâlâ’nın zikriyle meşgul olunan



115 Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.147, no:25451; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.129, no:24485.

376

yerler, meclisler bu ganimetlerden sayılır. Orada savaşta] dünyanın fâni metâı ele geçer, burada da âhiretin ebedî saadet ve selameti ele geçer.


Bunun için geçenlerde ehl-i zikri izah ederken, bir şey gördüm de çok hoşuma gitti. Onun için bunu tekrar ediyorum.

Ehl-i zikir, Lâ ilâhe illa’llah diyenler olmakla beraber Cenâb-ı Zü’l-celâl Hazretleri Kur’ân-ı Azîmüşşân’da ehl-i zikri;


فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ (النحل:٣)


(Fes’elû ehle’z-zikri in küntüm lâ ta’lemûne) “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun!” (Nahl, 16/43) diyerekten ehl-i ilimle açıklamış.

Zikir adamlarımızın çoğu bugün cahildir, bir şey bilmezler. Ancak o Allah demesini yahut Lâ ilâhe illa’llah demesini öğrenmiştir onu söyler. Ama ilim meselesinden bir şey sorulduğu vakitte onu halledecek iktidarı yoktur.

Öyleyse bu ehl-i zikir kimdir?

“—Ehl-i zikir, ehl-i ilimdir.” demişler.

Yalnız bugün okuduğum kitapta, “Ehl-i ilim ehl-i zikirdir.” diyor. İlim adamı mıdır, öyleyse zikir adamıdır, ehl-i zikirdir o. Çünkü Allah o adı ona vermiş. Yani alimler zâkir olurlarsa alimlerdir. Zâkir oldukları müddetçe alimdir, zâkir değilse alim değildir.

Bu Ay’a giden bilginler de dolu dünyada ama kıymeti yoktur. Bilgi de bir metâ’dır. Para insanlarda ne kadar kıymetse, bilgi de öyle bir kıymettir, dünya metâından ibarettir. Bu bilgilerin sayesinde dünyada rahat edersin, âhirete bir şey yok. Âhiretteki ameldir. Bilgin âhirete yarıyorsa bunun başı da zikrullah ile başlıyor.

Onun için ehl-i zikir deyişinin, Cenâb-ı Hakk’ın, “Ehl-i zikirden sorun!” deyişinin sebebi, ilim adamlarının ehl-i zikir olmasına bağlı. İlim insanı ehl-i zikirse; ibadetinde, taatında, zikrullahında sabit, kàim bir insan ise ona sor soracağını. Yoksa ibadetten taattan haberi yoksa, bilgileri sayesinde gelişi güzel ömrünü geçiriyorsa, onun yanından uzak ol, demek istemiş.

377

b. Kadının Allah’a En Yakın Hali


Bugünkü dersimiz kadın hakkında…

Taberânî ve İbn-i Hibbân, Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:116


الْمَرْأَةُ عَوْرَة ، وَإِنَّهَا إِذَا خَرَجَتِ اسْتَشْرَفَهَا الشَّيْطَانُ، وَإِنَّهَ ا أَقْرَبُ مَا


تَكُونُ إِلَى اللَِّ، وَهِيَ فِي قَعْرِ بَيْتِهَا (طب. حب. عن ابن مسعود)


RE. 233/14 (El-mer’etü avretün, ve innehâ izâ haraceti’steşrafehe’ş-şeytànü, ve innehâ akrabü mâ tekûnü ila’llàhi, ve hiye fî ka’ri beytihâ.) (El-mer’etü avretün) “Kadın avrettir, (ve innehâ izâ haraceti’steşrafehe’ş-şeytànü) dışarı çıkınca şeytan onu gözler. (Ve innehâ akrabü mâ tekûnü ila’llàhi) Kadının Allah’a en yakın olduğu zaman, (ve hiye fî ka’ri beytihâ) evinin en derin yerinde olduğu zamandır.”


Bu hususta dinimizin, şeriatın yolları on taneydi ya, on yoldan bir tanesi de iyilikle emir, yasaklardan men etmek idi. Şeriatın onda birisi, onuncu parçası daima iyilikle emredeceksin: Emr-i mârûf nehy-i ani’l-münker yapacaksın. Her Cumada hatip hutbede bunu okur. Müslümanlığın, İslâm şeriatının ilk başında emr-i mârûf nehy-i ani’l-münker gelir. Bununla her müslüman mükellef ve muvazzaftır. Her müslüman, ehl-i îmânım diyen her insan emr-i mârûf yapacak, nehy-i ani’l-münker yapacak. Emr-i



116 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IX, s.295, no:9481; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.III, s.189, no:2890; Bezzâr, Müsned, c.I, s.324, no:2061; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.384, no:7698; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.93, no:1685; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.156, no:2116; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.423; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VIII, s.451, no:4565; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.411, no:45158; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.148, no:24532.

378

mârûf, Allah’ın emirlerini tebliğ; nehy-i ani’l-münker, Allah’ın yasaklarından herkesi men etmeye çalışmak. Fakat buna herkesin gücü yetmez, bunu bölümlere ayırmışlar.

Her ne olursa olsun, şimdi buradaki kadın meselesi bizim hepimizin kendisine taalluk eden bir meseledir. Hanımımız İslâm hanımına uygun bir hanım mıdır? İslâm’ı kabul etmiş, İslâm üzerine yaşayan bir hanım mıdır değil midir, onu tetkik etmek lazım.

Bugünkü insanları şöyle gözümüzün önüne alacak olursak, bakıyorsunuz birçok insanlar bugün tesettür denilen şeyi kabul etmiyor yahut yapamıyor, neyse... Buna insan havsalasında tâbir bulmak da güç, söylemesi de müşkül.

Nasıl insan bunları bu duruma sokabilir yani? Bu senin hanımınsa, bu senin kızınsa, bu senin evladınsa sen bunu ateşte nasıl yakarsın?


Şimdi ilk zamanın insanlarını, İslâm’dan evvelki insanları hepimiz ayıplarız. İsmini unuttum şimdi, birisinin kızını düşman tarafı gelmiş esir almış, kızını da kaçırmışlar oradan. Baskınlar yapıyorlarmış böyle, Araplarda âdet. Baskınlar yapıyorlar, koyununu, keçisini, devesini, ne bulursa katıyor önüne götürüyor. Bu arada karısını, kızını da kaçırmışlar.

Bir müddet sonra sulh olmuşlar, barışmışlar kabileler birbirleriyle ama adam oğluyla kızı evermiş. Bir müddet sonra da

babasına;

“—Eh sulh olduk, istersen kızını al.” demiş.

Kıza da: “—Muhayyersin, ister gittiğin yerde kal, ister babanın evine dön!” demiş.

Kız: “—Ben evlendim artık, çoluğa çocuğa da karıştık, dönemem babamın evine!” demiş.

O kabile reisi olan zât, “Kızım benim evime neden dönmedi?” diyerek bundan çok üzülmüş. Ondan sonra ne kadar kız evlâdı olursa, “Bunlarda hayır yok!” diyerekten diri diri gömmüşler. Diğer kabileler de, Arap kabileleri de buna iltihak ederekten onlar da başlamışlar kız çocuklarını diri diri gömmeye. Bu cahiliyet devrinde, tâ Peygamberimiz’in zamanına kadar devam edegelmiş.

379

Bunun Sûre-i Fâtır ve Sûre-i Şems’de güzel izahları vardır.


Tabii o zaman öldürme bir cinayettir. Tabii öldürüyor ama o bir sabîdir, öldüren kendi bir günaha giriyor tabii, katil oluyor başka. Fakat o sabî ölmek suretiyle günahlardan kurtulmuş oluyor, eh bir an evvel Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşuyor. Ölüyor ama Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti geniş ona dahil oluyor.

Ya bugünün insanı ne yapıyor? Evladını diri diri cehenneme atıyor. O mezara atıyordu, bu da cehenneme atıyor.

Neden? Dinini bilmeyen bir evlat, imanını bilmeyen bir evlat yetiştirmek kadar acı bir şey var mıdır acaba?

Bir babanın ilk vazifesi, nasıl onu mektebe gönderip de A’yı Be’yi öğretiyorsa, ona İslâm’ın şartlarını da öğretecek ve tatbik de ettirecek. Şartı öğretmek kâfi gelmez.

Onun için bizim akaid meselesi ile muhaddisîn arasında bir fark var. Bizim akâidimizde dil ile ikrar, kalp ile tasdik şart. Fakat muhaddisîn meselesine gelince muhaddis der ki: “—Dil ile ikrar, kalp ile tasdik, (ve amelün bi’l-erkân) erkânına göre amel etmektir.” Ki, bu iman çok kavîdir. Kavîyi almak zayıfı almaktan elbette evlâdır.


Binâen aleyh, dil ile ikrar ettin, kalbinle de tasdik ediyorsun ki Allah birdir, bu mülkün sahibidir, varlıkların sahibidir. Rezzâk’tır, Rahîm’dir, Kerîm’dir, bir sürü sıfatlarıyla beraber. Ama amelün bi’l-erkân yok. Öyle olmadı işte, amelün bi’l-erkân

olmazsa olmadı. Sen yemeğin faydalı olduğunu biliyorsun, içmenin de faydalı olduğunu biliyorsun, yüreğin yanıyor içmiyorsun, karnın acıkıyor yemiyorsun. Eh netice itibariyle zayıflıyor ve ölüyorsun.

Kabahat kimin? Yemeyenin ve içmeyenin.

Binâen aleyh, İslâm dinini bilip de işlememek, ekmek ve su varken yememeye benzer.

Onun için kadın hakkındaki söz söylemeyi bugün zâid gibi görüyorum. Çünkü iş çok çığırından çıkmış bir durumda…

Halbuki bunu ufacık akl-ı selîm sahibi idrak eder, düşünürse ki ben müslüman mıyım? Müslümanım.

“—Müslümanlıkta tesettür var mıdır, yok mudur?”

380

Şunu, aklıma geldi, söyleyeyim. Mekke ahalisi vaktiyle kadınlarına hakim durumda idi. Sert adamlar, kadınlarına sözlerini geçirmişler ne derlerse o oluyor. Kadın itiraz edip bir şey yapamıyor, erkeğinin hükmünde. Muhâceret olmuş, Medîne-i Münevvere’ye gelmişler. Medîne-i Münevvere’nin halkında da aksine kadınlar hakim. Kadınlar erkekler üzerinde nüfuz sahibi.

Şimdi Mekkelilerle Medineliler arasında bu râbıta olunca, Mekke kadınları, Medine kadınlarından öğrendikleri usul üzerine erkeklerine karşı dirsek çevirmeye başlamışlar.

“—Biz Mekke’deyken böyle değildik yahu, buraya gelince neden bunlar böyle oldu?” diyerekten erkekler Peygamber Efendimiz’e şikâyete gelmişler. İş anlaşılıyor ki insanlar, mıntıkalardaki insanlara uyuyor.


Biz de bugün Avrupa ile temas halindeyiz, onlar buraya gelir, biz oraya gideriz. Gide gele oranın âdât ü an’anesi de bizim içimize girmiş, şimdi oradaki çıplaklık buraya da gelmiş. Ama o gâvur, biz Müslümanız. Onun yaptığını biz nasıl yaparız?

Burasını düşünmek lazım bir de.

Bunu düşünemeyince insan tabii; “—O da adam, biz de adamız.” der. “—Ama o gâvur?”

“—O da Allah’ın kulu değil mi?”

“—O gâvur da Allah’ın kulu…”

Ne yapalım? Mülk Allah’ın, Allah nasıl isterse öyle tasarruf eder. Bu gavuru da yaratmış, onun da bir hizmeti var yeryüzünde. O gavuru yaratmasaydı Ay’a da giden olmazdı, bu makineleri de yapan olmazdı. Onun da lüzumu var demek.

Onun için kadın hakkındaki sözleri ben sizin bilgilerinize bırakırım. Onun için herkes bu hususta nasıl davranması lazım gelirse öyle davransın.

Çünkü çocuk daha küçük yaşından alışır. Küçük yaşında ne şekilde alışırsa, o şekilde yaşar gider. Babasından anasından nasıl telkin aldıysa, o telkin üzerine yaşar. Eğer öyle bir telkin almadıysa, dininden uzaksa, dininden haberi yoksa tabiatiyle zamanla uyacak. O zaman artık kimi ayıplarsanız ayıplayın!


İslâm devrinde, İslâm’ın ilk devrinde kadınlarımız camiye

381

gelirler, Rasûlüllah’ın arkasında namaz kılarlardı. Fakat bir müddet sonra Rasûlüllah onların namazlarını, ilk devir bu, namazlarını mahalle camilerinde veyahut da evlerinde kılmalarını tavsiye etti. Bunun üzerine hanımlardan birisi geldi;

“—Yâ Rasûlallah! Ben sizin arkanızda namaz kılmayı istiyorum. Bu büyük şeref, bir devlettir.”

Hangimiz istemeyiz Peygamberin arkasında namaz kılmasını?

Hepimiz isteriz. Bu kadın da istiyor;

“—Yâ Rasûlallah! Biz de senin arkandan namaz kılalım!”

E Peygamber Efendimiz’in arkasındaki namazla lâlettayın başka adamın arkasındaki namaz bir olur mu? Elbette ki bir olmayacak.

Efendimiz SAS razı olmadı. Razı olmadı! Senin evinden çıkıp da buraya kadar geleceksin, benim arkamda namaz kılacaksın; o zaman tramvay yok, otobüs yok, otomobil yok, insanlar arasında kalabalık da yok. Herkes de zaten melek gibi o zamanın insanları.

Öyle bir devirdeyken bile, sabahleyin de erken, karanlık ortalık, öyleyken bile Rasûlüllah razı olmadı, onların kendi arkasında gelip de namaz kılmalarına. Dedi, mahalle caminizde, mümkünse evinizin en derin, ka’r diyor, yani başkaları tarafından görülmesi imkân olmayan bir köşesinde kılınız namazınızı. Bu sizin için en güzel bir şeref.


Bilirsiniz ki kadının üç vasfı vardır: Birisi yüzü, birisi sözü, birisi de gözü… Yüzü, gözü, sözü meydanda olduktan sonra onu sen hangi kılığın içerisine sokarsan sok, hangi kılığın içerisine sokarsan sok, onun tîneti neyse o tînetini icrâ edecek.

Onun için, onların en güzel örtüleri evlerinde oturmak. Gideceği vakitte efendisiyle, büyük annesiyle, şununla bununla edep dairesinde bir yere gidilir gelinir; mesela anasının evine, babasının evine, komşusunun evine gidecekse bu şekilde gider gelir. Öyle lâlettayın gidip gelmek olmaz. Görüyorsunuz hepimizin bildiği şeyler, bunları söylemeye bile lüzum yok.


Hanımdır, yatağından kalkmış; sabahleyin kapının önünden manav geçiyor, yiyecek satanlar elma, armut, bir şey satıyor. O kılığıyla çıkıyor: “—Bana şundan veriver, bundan da ver! diyor.

382

Keseyi alıyor, onun önünde dolduruyor, götürüyor evine koyuyor, bunu da yiyor. Beyi de biliyor bu işi. Bakkala da gidiyor o kılığıyla, her yere gidiyor.

İslâm ile ne kadar barışır bu iş? İslâm şuuruyla nasıl barışır bu iş? Bir şey diyemeyiz.

Emr-i ma’rûf yapamazsın, nehy-i ani’l-münker yapamazsın. Yaparsan başına bela olur. Allah affetsin kusurlarımızı… Onun için burada diyor ki: “—Kadının Allah’a en yakın olacağı an… Allah’a yakınlık var ya, bu yakınlık ân, ancak evinin derin bir köşesindeki Cenâb-ı Hakk’a yönelişidir.”

“—Sen benim kalbime bak!” diye şimdi piyasanın bir lafı var. Bunlar boş laflar, bunlar şeytan lafları. Kalbin numûnesi insanın hâlidir. Doktor adamın yüzüne bakınca bu adam hastadır, sağlamdır daha yüzünden anlar, muayeneye bile lüzum kalmaz.


c. Kocanın Hakkı Önemli


Taberânî ve Ziyâü’l-Makdîsî, Zeyd ibn-i Erkam RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:117


الْمَرْأَةُ لاَ تُؤَدِّي حَقَّ اللَِّ عَلَيْهَ ا، حَتَّى تُؤَدِّيَ حَقَّ زَوْجِهَا كُلَّهُ؛ لَوْ سَأَلَهَا


وَهِيَ عَلَى ظَهْرِ قَتَبٍ، لَمْ تَمْنَعْهُ نَفْسَهَا (طب. ض. عن زيدبن أرقم)


RE. 233/15 (El-mer’etü lâ tüeddî hakka’llàhi aleyhâ hattâ tüeddiye hakka zevcihâ küllehû; lev seelehâ ve hiye alâ katebin, lem temna’hu nefsehâ.) (El-mer’etü lâ tüeddî hakka’llàhi aleyhâ hattâ tüeddiye hakka zevcihâ küllehû) “Kadın kocasının bütün hakkını ödemedikçe Allah’ın hakkını ödemiş olmaz. (Lev seelehâ ve hiye alâ katebin, lem temna’hu nefsehâ) Eğer kocası onu, deve eğerinin üstünde



117 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.200, no:5084; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.IV, s.565, no:7643; Zeyd ibn-i Erkam RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.412, no:45161; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.565, no:7643.

383

iken de istese, men etmemesi icab eder.”


Kadının yapması gereken iki hakkı var: Birisi kocasının hakkıdır, birisi de Allah’a olan borcu, insanlık, İslâmlık borcudur. Bu hiçbir kadın yoktur ki, Allah’a olan borcunu ödeyebilsin. Hiç kalkmıyor secdeden, daima namazda... Bu kadın Allah’a olan hakkını ödeyemez, ta ki kocasına olan hakkı ödemedikçe… Kocasına karşı bir vazifesi var o kadının. Kocasına karşı o kadınlık vazifesini lâyık-ı vechile yapamadıkça, Allah’a karşı vazifesini yapmış sayılmaz o kadın. Ne kadar çok elinden kitap düşmüyor okuyor, namazında niyazında ama kocasına karşı ihmalkâr... O ihmalkârlığından dolayı Allah-u Teàlâ onun kendisine olan ibadetini kabul etmez. Evvela kocasının hakkını yerine getirecek.

Niçin?

Kocası onu besliyor, ekmeğini o getirip veriyor ve o nikâhı da ona kıyılmıştır. Onun hukukuna riâyet edecek, onun izni olmadıkça, evden dışarı çıkmasına da izin yoktur. Bir yere gideceği vakitte: “—Efendi, müsaade ederseniz ben bugün filan yere gitmek istiyorum.” diye izin alacak.

E efendisi de düşünür, lazım mıydı diye. Münasipse, “Eh haydi git!” der. Değilse, “Yok ben geleyim de beraber gideriz.” der yahut götüreyim der. Niçin?

Efendim affedersiniz, muhabbetten dolayı olur bazı şeyler.

Kadın zayıf mahlûktur. Kadın mahlûkların en zayıfıdır. Saçı uzun aklı kısa dedikleri tâbir üzerine… İnsanlarda da bugün şehvet galebesiyle insanların şeytanı pek boldur. Şeytan mutlaka görünmeyen şeytan değil, insanlardan da şeytanlar vardır. Bu insan şeytanlarının çok acaip durumları vardır.


Ben geçen dinlediğim bir hadiseyi size anlatacağım. Dinlediğim bir hadise, adam dert yanmak için geldi, söylüyor. Ben de o hadiseyi kapalı olarak size söylüyorum.

Evinin karşısındaki bir adam, menhus, ahlâksız bir adam evin genç hanımına kafayı takmış ve nasıl aldattıysa aldatmış, hanım evden kaçmış. Sonra buluyorlar, iş meydana çıkıyor. O adam da iş meydana çıkınca mahalleden kaçıyor. Her türlü fenalıkları yapan

384

bir adammış. Ama Allah esirgeye, insanın ailesini böyle iğfal edip, kaçırmış durumdaki bir insana siz ne derseniz bilmem artık.

Nasıl tasavvur ederseniz?

Bu insan insan mıdır? İnsan kılığında bir canavar. Şeytan demek bile doğru değil, yani şeytandan da aşağı... Çünkü şeytan bu işleri yapamaz.

Ne oldu? O aile söndü şimdi. Çünkü adam iğrendi, “Ben seni bir daha kabul etmem!” dedi. Öteki de kabul etmedi, götürdüler babasının evine teslim ettiler.


Eh, bunu yapan insan neden yapabildi?

Yalnızlık fırsatından ve hanımların zayıflığından. Büyük muhitlerde, yüksek muhitlerde bulunuyorlar. Kadın kısmı evinin içinde olacak, yüksek muhitlerde değil. Fukara bir aile de değil, oldukça müreffeh bir ailenin hanımı böyle bir akıbete düşerek hanesini söndürmüş bulunuyor. Bu İslâmî kaidelere riâyetsizliğin sonucu olan bir şey. Onun için, bu gibi şeytanlar dünyada hiçbir zaman eksik olmaz Bizim çocukluğumuzda da vardı. Kadınlar çarşaflıydı o zaman, çarşaflıyken de bu gibi hadiseler olurdu. O zamanın çapkınları da o zamana göre çeşitli hileler yapar dururlardı. Onun için en iyisi, aile hanımlarının evlerinde oturmasıdır. Bunlar şimdi bağırırlar: “—Biz esir miyiz?”

Ne derlerse desinler, sen işin temiz tarafına bak!


Hazreti Âişe Validemiz’i bilirsiniz, Peygamber SAS Efendimiz’in hanımı.

Bu insan ne kadar tîneti bozuk bir insandır ki, ona da iftira ettiler. Peygamber SAS’le araları bozuldu, ayet-i kerîme gelmeseydi ayrılacaklardı. Ayet-i kerîme geldi, iş düzeldi. Âyet-i kerîme gelmeseydi babasının önünde de, Rasûlüllah’ın önünde de, bütün İslâm cemaatinin önünde de acı bir hadise olacaktı. E bu insan tîneti, ölçüye gelmeyen bir şey.

Evet Lâ ilâhe illa’llah diyor ama içi nasıl bakalım? İş Lâ ilâhe illa’llah demekle bitmiyor ki! Erkânına göre amel etmek gerekiyor.

Onun için İslâm’da en mühim şey bildiğiyle amel edebilmektir.

385

İnsan bildiğini yaptı mı, bilmediğini de Allah-u Teàlâ o kimselere öğretir. Sebebini halk eder, öğrenirler onlar. Yalnız kuru bilgi bir fayda temin etmiyor.


Onun için, Allah-u Teàlâ’ya olan hakkını kadın ödeyemez; kocasının hakkını tamamıyla ödemedikçe… Kocasının hakkını tamamıyla ödemedikçe, Allah’a olan kulluk borcunu ödemiş sayılmaz.

Bu hususta birçok kitaplar, yazılar vardır. Mevdûdî denilen bir alim varmış Pakistan’da. Bunun kadın hakkında bir yazısını anlatacağım. Kadın hakkında ne eser yazdıysa, yazmışsa, bu eseri takdim ediyorlar.

Kadının hadisesi çok mühimdir. En müreffeh, en rahat, en temiz kadın İslâm kadınıdır. Avrupa’ya gittik biz, Almanya’ya, sokakta kimse yok, evlerde kimse yok.

“—Yahu nerede bu hanımlar?” dedik.

“—Hepsi fabrikada…” dediler.

Erkek bir işe gidiyor, hanım da bir işe gidiyor. Akşam olunca

geliyorlar evlerine, Allah ne verdiyse konservelerle filan idare ediyorlar. Çünkü kanun ikisini de çalışmakla mükellef kılmış.

“—İkiniz de çalışacaksınız, hayat ortaktır!” diyor.

“—Sen de çalışacaksın, ben de çalışacağım, bu evi beraber idare edeceğiz!” diyorlar.

Ama İslâm’da öyle demiyor. İslâm’da diyor ki: “—Erkek çalışır, hanım evde dâhiliye nâzırıdır. Erkek hâriciyecidir, inşaatta çalışır, evinin nafakasını, ekmeğini tedarik eder. Hanım da evin temizliğiyle, çamaşırıyla, yemeğiyle ve

sairesiyle meşgul olur.

E bu hanım işe gidince, evin işi tamamıyla muattal kalır. Ya yabancı hizmetkârların eline kalacak veyahut kir pis pas içerisinde kalacak.

“—Nasıl konuşuyorsun sen hocaefendi? Bugünkü hayat nizamı bu senin söylediklerinle kabil-i te’lif mi?”


“—Bak yahudi ne yapıyor, dünyayı altüst ediyor. Biz de karılı kocalı beraber çalışalım elbirliğiyle, daha müreffeh bir hayat

yaşayalım!” derler.

Tenkit ederler ama bizim dedemizin, babamızın zamanında

386

böyle değildi. Biz eski devri de gördük, şimdikini de görüyoruz. Eski devirde bizim yalnız babalarımız çalışırdı, çok müreffehtik. Hem akşamdan eve gelinir, bir gaz lambası yanardı. Sokaklarda da gaz lambası vardı. Elektrik filan da yoktu. Fakat evin içerisinde tatlı bir hayatımız vardı.

E hanım da, annemiz de çalışsaydı, ninemiz de çalışsaydı, kız kardeşlerimiz de çalışsaydı başka mı olacaktık?

Yine öyle olurduk. Çünkü şu anda kadınların kazandıkları süse yetmiyor, saltanata yetmiyor, kendisinin işte bir sürü israfları var, bunlara da yetmiyor.

Yalnız ne var arada? Arada yalnız olan bir şey var, perde

yırtılıyor. Perde yırt-ılıyor, ondan sonra da önüne geçmenin imkânının olmadığı hepimizce mâlum.


Allah-u Teàlâ kadını çok değerli yaratmıştır. Kadın çok büyük bir cevherdir, yani bulunur bir cevher değildir; altından, gümüşten, yakuttan, mercandan daha kıymetlidir. Şimdi ne acı şeydir ki, kuyumcular bir altını, bir bileziği kasalarının içlerine, kilitlerler, sandıklara saklarlar. Niye? Bizim altınlar çalınmasın diye.

Senin altınından daha çok kıymetli olan kadınını sen niçin saklamıyorsun? O daha çok kıymetlidir. Çünkü o aynı zamanda senin neslinin idamesine yarar bir hazinedir.

Affedersin aziz kardeş, atlar vardır ya, atların methiyesi hakkında çok hadisler vardır. Bu atların içerisinde Arap atları meşhurdur. Bu Arap atları evlenme zamanları geldiği vakitte, başka cinsten döl almasın diye kendi cinsinden bir erkek ata çekerler. Ondan sonra onun fercine bir kilit takarlarmış, ki başka hayvanla temas edip de başka havyandan nesil almasın diye… O kadar korurlarmış.

Hayvanların korunmalarına dikkat ediliyor da, insanların korunmasına dikkat etmemek ne kadar acı bir şeydir! Allah muhafaza… Bu evin, neslin idamesine yarar bir şey olduğu için buna çok dikkat etmek lazım.

Bizim bir mirasımız vardır, ölürüz, biz bir miras alırız. Kimden alacağız mirası? Babamızdan alacağız.

Babamız başkasıysa, kimden alacağız?

387

d. Hamileye Verilen Sevaplar


Taberânî, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:118


لِلْمَرْأَةِ فِي حَمْلِهَا إِلَى وَضْعِهَا إِلَى فِصَالِهَا، كَالْمُرَابطِ فِي سَبِيلِ اللََِّّ؛


فَإِنْ مَاتَتْ فِيمَا بَيْنَ ذَلِكَ، فَلَهَا أَجْرُ شَهِيدٍ (طب. عن ابن عمر)


RE. 233/16 (El-mer’etü fî hamlihâ ilâ vad’ihâ ilâ fisâlihâ, ke’l- murâbıtı fî-sebîli’llâhi, fein mâte fîmâ beyne zâlike, felehâ ecrü şehidin.) (El-mer’etü fî hamlihâ ilâ vad’ihâ) “Bir kadın hamileliğinde, doğum yapıncaya kadar, (ilâ fisâlihâ) çocuğu memeden keseceği güne kadar, (ke’l-murâbıtı fî-sebîli’llâhi) Allah yolunda nöbet bekleyen kimse gibidir. (Fein mâte fîmâ beyne zâlike) Bunlar arasında ölürse, (felehâ ecrü şehidin) ona şehid ecri vardır.”


Bir kadın hamile olduğu vakitten itibaren, o hamlini vaz edinceye kadar, yani doğum yapıncaya kadar, bak ne devlet veriyor İslâm kadına: Harpte, harp meydanında düşman karşısında nöbet bekleyen bir askere Cenâb-ı Hak ne sevap veriyorsa, bu kadın da aynı sevabı alıyor. Düşman karşısında nöbet bekleyen askerin aldığı sevabı Cenâb-ı Hak bu anneye de veriyor!

Oluyor ya bu, bazen doğum hadiselerinde ölüyorlar. O zaman

da ona şehid ecri veriliyor. Nasıl bu asker orada düşman karşısında şehid oluyorsa, bu hamile kadın da biraz rahatsızlık dolayısıyla doğum yapamadı. Buna da o zaman şehid sevabı veriliyor. Eskiden böyle doktorlarımız, ebelerimiz yoktu. Bu tür zorlukların karşısında bazen ölüm hadiseleri oluyordu. Hâlen de



118 Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.560, no:7630; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.IV, s.298; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.411, no:45159; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.148, no:24533.

388

olmaktadır. Annelerin kıymetleri çok yüksek.


e. Çocuk Emzirmenin Önemi


Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.236, no:6708;

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.411, no:


اَلْمَرْأَةُ إِذَا حَمَلَت ،كَانَ لَهَ ا حَالُ أَجْرِ الصَّ ائِمِ الْ قَائِمِ، اَلمُ خْبِتِ الْمُجَاهِدِ


فِي سَبيِلِ اللَِّ؛ وَإِذَا ضَرَبَهَا الطَّلَقُ، فَلاَ تَدْرِي الْخَ لاَئِقُ مَ ا لَهَا مِن الأجر؛


فَإِذَا وَضَعَتْ ، كَانَ لَهَ ا بِكُ لِّ مَصَّةٍ أَوْ رَضَعَة، أَجْرُ نَ فْ سٍ تُحْيِيهَا؛ فَإِذَا


فَطَمَتْ ضَرَبَ الْمَلَكُ عَلٰى مَنْ كِبَيْهَا، وَقَالَ : اِسْتَأْنِ فِي الْ عَمَ لَ (أبو الشيخ

عن عبد الرحمن بن عوف)


RE. 233/17 (El-mer’etü izâ hamelet, kâne lehâ hâlü ecri’s- sàimi’l-kàimi, el-muhbiti’l-mücâhidi fî sebîli’llâhi; ve izâ darabeha’t-talâku, felâ tedri’l-halâiku mâ lehâ mine’l-ecri; feizâ vadaat, kâne lehâ bi-külli massatin ev rad’atin; ecru nefsin tuhyîhâ; Feizâ fetamet darabe’l-melekü alâ menkibeyhâ, ve kàle: İste’nifî’l-amele!)


(El-mer’etü izâ hamelet) “Kadın, hamile olduğunda; (kâne lehâ hâlü ecri’s-sàimi’l-kàimi) gündüzleri oruçlu, geceleri ibadetle geçiren; (muhbiti’l-mücâhidi fî sebîli’llâhi) Allah’tan son derece korku üzere olan bir mücahide ne sevabı veriyorsa, Cenâb-ı Hak ona da aynı sevabı verir.”

(Ve izâ darabeha’t-talâku,) “Onu ağrı tuttuğunda, (felâ tedri’l- halâiku mâ lehâ mine’l-ecri) kendisine verilecek sevabı mahlûkattan kimse bilemez, mükafâtı o kadar büyüktür.

(Feizâ vadaat) “Çocuk dünyaya geldikten sonra, (kâne lehâ bi- külli massatin ev rad’atin) annesini her bir emmesinde ve soğurmasında, (ecrü nefsin tühyîhâ) bir canı kurtarmış insanın, hayata kavuşturmuş insanın sevabı neyse, o kadar sevap verilir.”

389

(Feizâ fetamet) “Artık çocuk büyüdü, sütten kesme zamanı, memeden kesme zamanı geldi, memeden kesildi. Kesildiği zaman da, (darabe’l-melekü alâ menkıbeyhâ) bir melek gelir, hanımın böyle omuzlarına vurur, (ve kàle) sonra der ki:

(İste’nifî’l-amele) ‘Şimdi anadan doğmuş gibisin, hiçbir günahın yok. Artık bundan sonra muhayyersin, nasıl istersen. İster günah kazan, ister sevap kazan, ister amellerini yeniden yap artık.’ der.”

Çok büyük mükâfâtlara mazhar olur.


f. Kadının Cennete Girmesi


İbn-i Zenceveyh, Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:119


اَلْمَرْأَةُ إِذَا صَلَّتْ خَمْسَهَا، وَ صَامَتْ شَهْرَهَا، وَأَحْ صَنَتْ فَ رْجَها، وَأَطَاعَتْ


بَعْلَهَا؛ فَلْتَدْخُلْ مِنْ أَيِّ أَبْوَابِ الْجَنَّةِ شَاءَتْ (ابن زنجويه عن أنس)


RE. 234/1 (El-mer’etü izâ sallet hamsehâ, ve sâmet şehrehâ, ve ehsanet fercehâ, ve etàat ba’lehâ; feltedhul min eyyi ebvâbi’l- cenneti şâet.) (El-mer’etü izâ sallet hamsehâ) “Bir kadın beş vakit namazını kılarsa, (ve sâmet şehrehâ) bir ay orucu tutarsa, (ve ahsanet fercehâ) iffetini de muhafaza ederse… (Ve etàat ba’lehâ) Efendisine, kocasına da itaat ederse, Cennetin hangi kapısından isterse oradan Cennete girer.” İffetin muhafazası çok önemlidir. İffetin muhafazasında çok dikkatli olmak gerekir. İffetin muhafazası, muhakkak zina hâli değildir. Evet zina yapmamaktır ama zinanın mukaddemâtı vardır. Onun için Cenâb-ı Hak;




119 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.234, no:6702; İbn-i Adiy. Kâmil fi’d- Duafâ, c.III, s.176; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.308; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.145, no:24526.

390

وَلاَ تَقْرَبُوا الزِّنَٰٓى (الإسراء:2)


(Ve lâ takrabu’z-zinâ) “Zinaya yaklaşmayın!” diyor.

Dikkat eder misiniz: “Zinayı yapmayın!” demiyor, “Zinaya yakın olmayın!” diyor.

Niçin? Bakışlar, görüşler, sohbetler, temaslar filan insanın duygularını harekete getirir, bakarsın olmadık hadiseler meydana geliverir. Onun için “İffetini muhafaza etmek, bu gibi hadiselere meydan vermemek demektir.

Bir de efendisine itaat ettiği müddetçe… Efendisinin sözünden dışarı çıkmıyor.

“—O çarşıya, hanım da sokağa!”

Yok öyle şey! Ancak efendisinin izni dairesinde olursa, orada bereket olur, rahatlık olur, yümn olur, lütuf olur, ihsan olur, feyiz olur, her şey olur.


Yalnız meşhur bir hikâye vardır;

Bir demirci efendi varmış, sülehâdan bir zât. Demiri eliyle tutar öyle dövermiş. Ateş tesir etmezmiş.

“—İşte evdeki bereket benim sebebimden oluyor. Ben demir dövmek suretiyle helal kazanıyorum, günahlardan kaçınırım, haram işlemem, namazımda niyazımda iyiyim, bu evin bereketi ondan ileri geliyor.” demiş.

Hanım da demiş ki:

“—Hayır ondan ileri gelmiyor, senin bereketin benden ileri geliyor!”

“—Yapma yahu?”

“—Eh, bak yarın gör bakalım, senin bereket mi benim bereket mi? demiş.

O gün eve sütçü gelmiş. Hanım sütü alırken dikkat etmemiş, kolu biraz sıyrılıvermiş. Sütçü de görmüş.

Demirci her zamanki gibi eliyle kızgın demiri tutup çalışırken, o gün demir yakıvermiş elini… Eli yanmış, çalışamamış.

Akşama gelmiş demiş ki;

“—Bugün iş göremedim yahu elim yandı.” demiş.

Hanımı sormuş:

“—Neden yandı biliyor musun?” demiş.

391

“—Hayır!” demiş. “—Ben elimi gösterdim de ondan Allah’ta senin elini yaktı.” demiş.

Bu acaip bir hikayedir ama ders alınacak bir hikâyedir, ibret alınacak bir hikayedir. Hikâyeleri sen hep boşa sanma.


Onun için, hanım efendisine itaat ettiği müddetçe hanımdır. Efendisine itaat etmiyorsa, o hanım hanım sayılmaz.

O zaman diyor ki: “—Bunlara riayet ederse, Cennetin her kapısından isterse giriş serbest.”

Her kapının adamı ayrı cennette. Herkes sınıfına göre o kapıdan girecek cennete… Fakat bu hanım için, böyle bir hanım için Cenâb-ı Hak diyor ki: “—Senin için her kapı serbest, hangi kapıdan istersen o kapıdan gir!” diyor ve kendisine imtiyaz veriliyor.

En güzeli de Firdevs cennetiymiş. Allah hepimize Firdevs kapısını nasib etsin…


g. Hastalık Allah’ın Kamçısıdır.


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:120


المَرَضُ سَوْطُ اللَِّ فِي الأَرْضِ ، يُؤَدِّبُ بِهِ عِبَادَهُ

(أبو علي الخليلي في جزئه عن جرير)


RE. 234/2 (El-maradu savtu’llàhi fî’l-ardı, yüeddibu bihî ‘ibâdehû.)

(El-maradu savtu’llàhi fî’l-ardı) “Hastalık Allah’ın yeryüzündeki bir kamçısıdır. (Yüeddibu bihî ibâdehû) Kullarını bununla terbiye eder.”

Hastalık, demek ki bize terbiye için geliyor. Hatalarımızı, kusurlarımızı telafi edebilmemiz imkânını veriyor. Düşün taşın ve



120 Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.306, no:6680; Câmiü’l-Ehàdis, c.xxıı, s.151, no:24542.

392

sebebini anla, tevbe ve istiğfar et, vazgeç bu işten ki şifa bulasın.

Canım şimdi bizim doktor beylerin ilaçları çok, el-hamdü lillâh iyi güzel oluyor. Ama birçok paraların da gider, birçok da eziyetler çekersin. Asıl çare Allah-u Teàlâ’ya dönebilmek. Var bir kusurun, o kusurdan ileri gelmiştir.

“—Yok efendim, ekmeği şöyle yedim de, yemeği böyle yedim de, suyu da soğuk soğuk içtim oradan oldu.”

Bunlar şirke kadar insanı götürür. Her zaman içiyorduk soğuk suyu olmuyordu da bugün neden oldu bu? Her zaman terliyoruz olmuyordu da bu sefer neden oldu?

İşte bir sebebi var. Ha onun sebebi, Allah-u Teàlâ insanı terbiye etmek için bir hastalık veriyor tabii. Sen onu Allah’tan bil de onun sebebini ara, ona karşı tevbe et, istiğfar et. “—Aman yâ Rabbi! Bir daha yapmam!” de, bak çabucak kurtulursun.


h. Hastalık Günahları Döker


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:121


اَلمَرِيضُ تَحَاتُّ خَطَايَاهُ، كَمَا يَتَحَاتُّ وَرَقُ الشَّجَرَةِ (ع. عم. ن. والبغوي، والباوردي، طب. وأبو نعيم، ض. عن خالد بن عبداللَّ

عن جده)


RE. 234/3 (El-marîdu tehâttü hatâyâhü kemâ yetehâttü veraku’ş-şecerati.) Hastanın günahları, ağacın yaprağının döküldüğü gibi dökülür.


Birçok ravileri de var. Ebû Yâlâ, Abdurrezzak, Neseî, el-



121 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.70, no:16705; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.210, no:6637; Heysemî, Memaü’z-Zevâid, c.III, s.28, no:3794; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXV, s.102; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.IV, s.370, no:2543; Esed ibn-i Kürz RA’dan.

Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.151, no:24544.

393

Begavî, el-Bâverdî, Taberânî, Ebû Nuaym, Ziyâ el-Makdisî, Halid ibn-i Abdullah’tan rivayet etmişler.

Demek hastalık geldiği vakitte bir sebep, “Bütün günahlarını döker.” diyor.

Ama hastalıktan kalktığı vakitte anasından doğmuş gibi kalkar. Bir nimettir o. Tevbe ederiz, tevbenin makbul olup olmadığını bilemeyiz.

“—Tevbe ettik ama, acaba Allah kabul etti mi tevbemizi?”

Tevbenin şartları var çünkü. Ettiğin hatayı bir daha yapmayacaksın, eğer hak hukuk varsa hak hukuku iâde edeceksin, namazların varsa kılınmamış onları kılmaya çalışacaksın, bu şartla ind-i ilâhî kabul olursa ne mutlu! Ama hastalık geldiği vakitte o Allah-u Teàlâ’nın bir rahmeti, lütfu olaraktan sabır neticesinde bunların hepsini affediyor Cenâb-ı Hak, mağfiret ediyor, günahlarından tamamıyla dökülmüş olarak kalkıyor.

“Yani sonbaharda ağaçlar yapraklarını nasıl dökerse, -temsil de böyle- hasta da hastalıktan kalkınca böyle günahlarından dökülmüş olarak kalkar.”

Nasıl ki ağaçlarda hiç yaprak kalmıyor kış gelince, tevbe edince de günahlar kalmaz.


i. Tahıldan Yapılan İçkiler


Taberânî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:122


اَلْمِزْرُ كُلُّهُ حَرَام أَبْيَضُهُ، وَأَحْمَرُهُ، وَأَسْوَدُهُ، وَأَخْضَرُهُ

(طب. عن ابن عباس)


RE. 234/4 (El-mizrü küllühû harâmun, ebyaduhû, ve ahmeruhû, ve esvedühû, ve ahdaruhû.)



122 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr c.XI, s.101, no:11176; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.345, ro:13157; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.152, no:24546.

394

(El-mizrü küllühû harâmun) “Zahireden yapılan içimliklerin hangisi olsa, sekir verdi mi, hepsi haramdır. (Ebyaduhû, ve ahmeruhû, ve esvedühû, ve ahdaruhû) Beyazı da, kırmızısı da, siyahı da, yeşili de haramdır.”


Mizr, darıdan yapılan boza… Bunun için bazıları dediler ki, bu boza Mısır bozasıdır. Bu, buradaki boza buna ait değil, Mısır’daki boza çokça içilirse sarhoş da edermiş adamı diye. Fakat bizim memleketimizde de büyüklerimizden birtakım insanlar, muhterem zevât bu bozayı da içmemişler.

Niçin?

Mizr denilen şeyin beyazı da, kırmızısı da, siyahı da, yeşili de hangi renkte olursa olsun haramdır.

Arpa suyundan ve darıdan yapılan bu gibi şeyleri içmekte ihtiyat etmişler ve içmemişler. Süt varken, ayran varken, güzel şerbetler varken, memleketimizde el-hamdü lillâh hepsi bol…

Onun için böyle insanı şarhoş edici veya şüpheli olan şeylerden kaçınmak lazım! Şarhoş etmese de şüphe mi var kendisinde, müslümanın şüpheden de, şüpheli şeyden de kaçması lazım! Onun için, bu gibi şeylerden uzak olmak daha evlâdır.


Hatta ve hatta bugün bizim meyve sularımız da güzeldir. Güzeldir ama israf bakımından bakınca, günde on lira, on beş lira versin de bir kasa su alsın içsin, ona herkesin gücü yeter mi?

Senin çocuk içerken, benim çocuk da imrenecek tabii, benim gücüm yetecek mi ona?

Her gün dört tane şişe alsan, beş lira eder. Beş lirayı ben her gün oraya verebilecek kudrette değilim ki! Benim çocuk da özenecek, ben de özeneceğim. Binâen aleyh bu özenci önlemek için de varlıklı olan insanların da ihtiyatlı davranıp, bunları ya kimseye göstermeden evine soksun, içsin, veyahut da içmeyiversin, o da nefsine sabrediversin.

Bunda ne fadàil var?

Üzüm var memleketimizde en iyisi, elmanın iyisi, portakalın iyisi, her şeyin iyisi var. Bunu kendi evinde pekâlâ yedin mi, onun yapacağı meyve suyundan daha ucuz, daha efdal, daha temiz... O orada kaplarda saklamak ve birçok muamelelerden geçmek

395

suretiyle, tabiatiyle bu hassaslığı da kaybediyor.


j. Kişi Arkadaşının Dini Üzeredir


Bunu da okuyalım da burada kalsın;

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:123


اَلْمَرْءُ عَلٰى دِينِ خَلِيلِ هِ، وَلاَ خَيْرَ فِي صُحْبَةِ مَنْ لاَ يَرَ ى لَكَ مِنَ


الْخَيْرِ، مِثْلَ الَّذِي تَرٰى لَهُ (العسكري عن أنس)



RE. 234/5 (El-mer’u alâ dîni halîlihî, ve lâ hayra fî suhbeti men lâ yerâ leke mine’l-hayri, misle’llezî terâ lehû.) (El-mer’u alâ dîni halîlihî) “Kişi, dostunun dini üzerindedir. (Ve lâ hayra fî suhbeti men lâ yerâ leke mine’l-hayri, misle’llezî terâ lehû) Senin kendisine tanıdığın hak ve saygıyı o sana tanımıyorsa, o adamla arkadaşlıkta hiç bir hayır yoktur.”


Bak şimdi hatırıma geliverdi. Ben ilk hocalık şeysinde vazifesinde iken hatiplik yaptığım bir camide bu hadisi okuduğum vakit, orada dinleyen bir hocaefendi varmış, “Onu bana ver!” dedi, o hadisi. Duymamış demek ki, yazdık verdik kendisine.

Şimdi burada aynen geliyor;

“—Kişi dostunun dini üzerinedir.”

Çok kıymetli bir söz, kişi dostunun dini üzerinedir! Dostun hangi dindeyse, sen de ondansın.

Dostum gavurdur, faraza, ne yapalım şimdi?


Dostunun dini neyse, kişi de o dindedir. Çok acib, çok ibretli bir derstir. Hazreti Abbas’a sormuşlar: “—Efendim, bir adam var, beş vakit namazında niyazında,



123 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.73, no:907; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.247; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.38, no:24821; Camiü’l-Ehàdis, c.XXII, s.140, no:24519.

396

şöyle böyle ama, konuştuğu insanlar hep yaramaz insanlar.” demişler.

“—Neticede yeri cehennemdir.” demiş.

“—Yapma yahu!” demişler.

“—Evet!” demiş. “O arkadaş onu çekecek, oraya götürecektir.” demiş.

Kötü adamlar madem ki onun dostudur, o dostu onu kendi hâline benzetecek. Onun için derler ki: “—Kişiyi öğrenmek istiyorsan dostlarına bak, kimlerle konuşuyor? Kimlerle oturup kalkıyor? Onun hâli meydana çıkar.”

İyi kimselerle oturup kalkıyorsa, bu iyi insandır.

Hatta ona demişler ki: “—Bir adam var kötüdür, yani çok eksiklikleri var, noksanlıkları var; fakat hep iyi insanlarla oturup kalkar.” demişler.

“—O da cennettedir.” demiş.

Neden? O iyilikler, o iyi adamlar onu çekecekler iyiliğe, netice itibarıyla iyiliğe götürecekler.


Onun için, senin kendisine tanıdığın hak ve saygıyı o sana tanımıyorsa, o adamla arkadaşlıkta hiçbir hayır yoktur “Dostluk tasavvur olunmaz. Ancak din işlerinde uygunluk yapabildiğin takdirde arkadaşına, onunla dost olabilirsin. Sana dinde uymuyorsa, onunla olan dostluk dostluk sayılmaz.

Onun için ayet-i kerimede buyruluyor ki:


الأَْخِلاَّء يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلاَّ الْمُتَّقِينَ (الزخرف:67)


(El-ehillâu yevmeizin ba’duhum li-ba’din ‘adüvvün ille’l- müttakîne.) “Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesnâ…” O gün o dostlar ki, dinden hariç hallerde birbirleriyle dost olmuşlar. Mesela sarhoşların birbirleriyle dostlukları vardır, başka insanların dostlukları vardır. Fakat bu dostlar o gün, yâni

kıyamet gününde hep birbirlerine düşman olacaklardır.”

Niçin?

Dostluğu hakîki değil, menfaat için yapılmış dostluklardır.

397

Menfaatler için yapılan dostluklar ise zarardan ibarettir ve âhirette pişman olur. Birbirlerini tenkit ederekten ümüklerine sarılacaklar, ellerine sarılacaklar, çeşitli hallerle, “Keşke bununla dost olmasaydım!” diyerekten nedâmetler ve pişmanlıklar arz edecekler.

Onun için sen evvela dostunu tayin et, kiminle dost olabilirsin?

Mutlaka dinini iyi bilen ve dinini iyice hürmet, riâyet eden bir kişiyi kendine dost seçebilirsen, bu senin için bir bahtiyarlıktır. Maazallah bunun yerine dinsizleri kendine bahtiyar ve dost edinirsen, bu da senin aleyhinde büyük bir felakettir.

Şu ikiyi de söylemeden geçemeyeceğiz yine, pek önemli bir konu:


k. Dua Ederken Ellerin Tutulması


Ebû Dâvud ve Ziyâü’l-Makdîsî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:124


الْمَسْأَلَةُ أَنْ تَرْفَعَ يَدَيْكَ حَذْوَ مَنْكِبَيْكَ، وَالاِسْتِغْفَارُ أَنْ تُشِيرَ بِأُصْبُعٍ


وَاحِدَةٍ، وَالاِبْتِهَالُ أَنْ تَمُدَّ يَدَيْكَ جَمِيعًا (د. ض. عن ابن عباس)


RE.234/6 (El-mes’eletü en terfea yedeyke hazve menkibeyke, ve’l-istiğfâru en-tüşîra bi-esbuin vâhidetin, ve’l-ibtihâlü en temudde yedeyke cemîan.) (El-mes’eletü en terfea yedeyke hazve menkibeyke) “Allah’tan istemek, ellerini omuzların hizasına kaldırarak yapılır. (Ve’l- istiğfâru en-tüşîra bi-esbuin vâhidetin) İstiğfar tek parmakla işaret ederek yapılır. (Ve’l-ibtihâlü en temudde yedeyke cemîan) Tazarru ise elleri fazla uzatmaktır.”




124 Ebû Dâvud, Sünen, c.IV, s.288, no:1274; Ziyâü’l-Makdîsî, el-Ehàdîsü’l- Muhtàre, c.IV, s.47, no:468; Beyhakî, Deavâtü’l-Kebîr, c.I, s.141, no:187; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

398

Dua ediyoruz, burada çok çeşitli yalvarmalar var. Allah kusurlarımızı affetsin…

Kimisi böyle tutar ellerini, “Benim hocam böyle dedi.” der. Ne desen dinlemez artık, bundan ayıramazsın. Kimisi işte böyle yapıyor, kimisi başka türlü yapıyor.

Burada bakın Efendimiz SAS ne diyor: “—İki elini omuzların hizasına böyle kaldıracaksın!” Çünkü istemenin bir usülü var, böyle ne diyeceğini bilemeyecek bir şekilde, “Verirsen ver, vermezsen verme!” gibi olan istekler istek sayılmaz. İsteyince candan istemek lazım ve aşk ile istemek lazım.

Onun için, tazarru ve niyaz, kolları fazla uzatarak, hatta şu koltukaltındaki beyazlar görününceye kadar… Çünkü onlar bizim gibi elbise giymezlerdi de üzerlerine ince bir şeyleri var. Onu açtıkları vakitte, kollarının altı falan da görünüyor.

“—Aman yâ Rabbi! Aman yâ Rabbi!” Kolları da yorulur tabii. Yorulur da yorulduğu vakitte aman ya Rabbi diye böyle içten gelen bir tazarru ile istediği vakitte bu

399

istekler de boşa gitmez. Onun için isterken böyle istemek lâzım!

Herkes şöyle yaparmış. Neyine lazım. Nasıl yaparsa yapsın. Sen peygamberin dediğine bak. Peygamber nasıl diyor? Böyle diyor.

“—Ama bizim hoca da böyle söyledi!” “—Senin hocan Allah mı, Peygamber mi yâhu?” Çok şaşkınlık var bizim içimizde... “Hocam böyle dedi.” diyerek dönmüyor. Bak burada Peygamber’in sözü var. Peygamber’in sözünde de böyle yapacaksın diyor. Sen diyorsun ki böyle yapalım. Olmaz o. Hangi insanlar ne yaparsa yapsınlar… Yalnız yağmur dualarında böyle yapılır, yağmur değmesin diyerekten.


l. Mescidler Allah’ın Evleridir


Şimdi şunu da okuyalım:

Hàkim, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:125


الْمَسَاجِدُ بُيُوتُ اللَِّ، وَالْ مُؤْمِنُ ونَ زَ وارُ اللَِّ، وَحَقٌّ عَلَى الْمَزُورِ أَنْ يُكْرِمَ


زَائِرَهُ (ك. في تاريخه عن ابن عباس)


RE.234/7 (El-mesâcidü büyûtu’llàhi, ve’l-mü’minûne zâru’llàhi, ve hakkun ale’l-mezûri en yükrime zâiruhû.) (El-mesâcidü büyûtu’llàhi) “Camiler Allah’ın evleridir, (ve’l- mü’minûne zâru’llàhi) ve müminler de Allah’ın ziyaretçileridir. (Ve hakkun ale’l-mezûri en yükrime zâiruhû) Ziyaretçisine ikram etmesi, ziyaret edilen üzerine haktır.”


Şu mescidler, biz bunlara cami diyoruz. Hatalı, yanlıştır. Cami toplantı yeri demek. Toplantı yeri birçok yerler vardır. Bir topluluk varsa oraya toplanma yeri derler. Ev, salon ve saire gibi



125 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.216, no:6654; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.580, no:20347; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.154, no:24550.

400

yerler hep cami sayılır. Toplantı yeri sayılır.

Burası mesciddir. Alınların yere koyulup, secde edildiği yer. Aynı zamanda toplantı yeridir, hem de ibadet yeridir. Onun için cami demektense, mescid demek daha evladır. Ben bunu çok zaman evvel bilmiyordum. Cami, cami diyordum. Araplar soruyorlar: “—Sen neredensin?” “—Ben İskenderpaşa Camii’nin imamıyım!” diyorum.

“—Ne demek bu?” diyor.

“—Allah Allah… Caminin imamıyım işte canım.” “—Cami toplantı yeri, her yerde toplanılır. Toplantı yerinin imamı olur mu? Mescidin imamıyım desene…” diyor.

“—Ha işte mescidin imamıyım!” Demek ki biz de bilmiyormuşuz, gafletteymişiz. Çünkü görenek öyle gelmiş. Hangi camiye gidiyorsun? Filan camiye gidiyorum. Mescide gidiyorum. Allah’a kulluk etmeye gidiyorum.

Mescid dediğin vakitte, ancak camiler hatıra gelir. Allah kusurlarımızı affetsin…


Şimdi bu mescidlerin fadailinden bahsediyor:

(El-mesâcidü büyûtu’llah) Buna izafî teşrîfiyye diyorlar. Allah’ın evi olmaz. Kalp de Allah’ın evidir ama izafi teşrîfiyye diyorlar. Kendini izafet kılmakla Allah-u Teàlâ şeref veriyor buraya. Bu şerefi Allah-u Teàlâ bu mekanlara bahşettiğinden dolayı beytullah deniliyor. Yoksa Allah’ın evi olmaz.

Cami olan bu mescidler Allah’ın evleridir ki Allah’ın şeref verdiği yerlerdir. Diğer bir hadiste bu cami yarın bu kılığıyla huzur-u rabbu’l-alemine, mahşer meydanına gelecek. Mahşer yerinde cemaatini içine alıp, köprüden öyle selametle geçirecek. Caminin fadàili çoktur. Bir tanesi şöyle aklıma geldi şimdi:

Bu mahşer meydanına bu kılığıyla gelecek. Ama sen diyeceksin ki bu beş yüz seneden beri toplanan cemaati bu cami nasıl alacak? Bu cami o zaman ruhaniyet alemi. Böyle yüz milyon, bir milyon, on milyon bunun içerisinde kaybolur gider. Nasıl şu beynin içerisine on milyon hücre koymuş Cenâb-ı Hak. On milyon hücre nasıl girer bu beynin içerisine? Koyan Allah. Bunun içerisine on milyon da koyar, yüz milyon da koyar işte. Orada bizi selametle o köprünün üzerinden geçirecek. Köprüden yalnız

401

başımıza geçsek, ayağımızın kayma ihtimali çok. Ama böyle caminin içerisinde geçersek, kaymadan geçeriz inşâallah.

Onun için camilere hürmet ve saygıda çok mübalağa etmek lâzım!


(Ve’l-mü’minûne zâru’llàhi) “Müminler de Allah’ın ziyaretçileridir.” Mü’minler, Allah-u Teàlâ’yı ziyarete gelmişizdir. İşte herkes bir alemde geziyor şimdi. Biz de Allah-u Teàlâ’nın evine geldik, onun ziyaretçisiyiz. Mânevi ziyaretçi diyorlar. Bu manevi ziyaretçi olunca, ev sahibine borçtur ki, misafirine ikram etmek. Evin sahibi Allah olunca, artık neyi nasıl ikram eder bilmem. Bir kere şu kapıdan içeriye girerken ne kadar günahımız varsa alıyorlar üzerimizden. Allah’ın huzuruna giriyor. Allah’ın huzuruna günahlarla girilmez. Diyor ki:

“—Alın bunların günahlarını da öyle gelsinler yanıma!”

Burada Allah’ın huzuruna çıkacağız. Bizim namazımız kadar güzel ibadet yoktur ya.

“—Allahu ekber.” Bunu beş defa söyleriz. Ama lafla değil. Allah’ın büyüklüğünü böyle duyurmaya çalışıyoruz. Kendimize de duyurmak nasib etsin Cenâb-ı Hak. Bizim arkamızdakilere de duyurmak nasib etsin…


Şimdi buradan aklıma bir şey geldi. Allah-u Teàlâ bilmek kula mümkün müdür? Kul Allah’ı bilebilir mi? Bilemez. Görse de bilemez. Allah bizim karşımızda tecessüm etse, kendisini gösterse gene biz Allah’ı bilemeyiz.

Çünkü buyrulmuş ki:126


مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ، فَقَدْ عَرَفَ رَبهُ .


(Men arafe nefsehû, fekad arafe rabbehû) “Kim nefsini bilirse, Rabbini de bilir.” İnsan kendisini bildiği zaman Rabbini de bilir diyor. Şimdi bizim en güzel bilginlerimiz doktorlarımızdır. Yararlar, keserler,



126 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.2, s.1529, no:2532.

402

biçerler, vücudun her tarafına çok vakıftırlar. Onlarda bugün kaç tane müslüman bulursun? Dini hakiki, sağlam kaç tane bulursun. En iyi o biliyor işte. Bildiği halde Allah yoluna girmeyen sürüyle.

E kendimizi bilmek mümkün mü? Hayır, imkânı yok. Bir kafanın teşkilatını layıkıyla bilmek beşerin kuvvetinin dışındadır. E bunu, bütün vücudun harekâtını nasıl bir intizamla yürütüyor. Bunu anlamak kolay değil.

“—E kolay işte canım. Sinirler, kemikler, etler, deriler…”

Yunusun dediği gibi, “Ete, kemiğe bürüdüm geldim dünyaya!” demiş ama, bak şu konuşmaları nelerle ihsan ediyor Cenâb-ı Hak. Görmelerdeki, şu gözdeki, kulaktaki hadsiz, hesapsız varlıkları adam akıllı bilebilmek ancak Allah’ı bilmeye vesile olabiliyor.

Onun için birçok büyüklerimiz çeşitli kitaplar yazmışlar. İnsanın nasıl meydana geldiğini, nasıl iradelerini kullandığını, nasıl teşekkül ettiğini, nasıl kemâle gelip ahirete göçtüğünü anlatan birçok eserler var. Ama ne kendi biliniyor, ne Allah biliniyor. Çünkü bu okumalar kâfi gelmiyor insana.

Ne güzel diyor Niyâzî-yi Mısrî Hazretleri::


Bir göz ki olmaya ibret nazarında;

Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde!


Göz var ama ibret yok. Bir şeyi görmekle iş bitmiyor ki, o görüşten lazım gelen ibreti alabilip de Allah’a dönebiliyorsan, ne mutlu sana! Yoksa her mahlûkta var göz, para etmez ki…


Onun için mü’minler Allah’ın ziyaretçileridirler. Müminler kendilerini bilebildikleri zaman Allah’ı bilebilirler. Onun için ne güzel demiş:

“—Kendimizi bilmekten aciziz biz, Allah’ı nasıl bilebiliriz?” Allah-u Teàlâ’yı bilmek ancak itikat meselelerinde Cenâb-ı Hakk’ın sıfat-ı zâtiyyesi ve sıfat-ı subûtiyyesi vardır. Onları anladık mıydı… Doksan dokuz esma-i hüsnâ da onun içerisinde, Allah böyledir deriz.

Yoksa onun üstüne çıkmaya peygamberlerin de gücü yetmemiştir. Peygamberler de orada aczlerini itiraf etmiştir. Allah ancak cennete görülecek, fakat gene hakikatı bilmek beşerin tâkatı haricindedir. Yalnız bize düşen bu varlığın sahibini

403

Allah’a idrak vermiştir. Bakın, bize deseler ki: “—Şu oturduğumuz cami tabiatın eseridir. Bunu ne yapan var ne eden var. Bu eskiden beri böyleydi, bilmediğimiz senelerden bu böyledir.” İnanır mıyız buna? Deriz ki: “—Bak bu çerçeveyi, bu camı, bu kubbeyi, şu duvarı, şu sıvayı, şu yazıları bir yapan var, bir elin hüneri bu. Bunu işçiler işlemiş, ustalar yapmış. Bu tabiatın eseri olabilir mi?” İnsanın aklı var yâhu, düşünür: “—Hayır, sen yanlışsın!” der.

Üstünde oturduğumuz halıya dese ki: “—Tabiatın eseridir bu. Kaç bin seneden beri bu böyledir.” “—Be akılsız, aptal, bak işlenmiş bu! Kimisi yeşil, kimisi kırmızı, kimisi beyaz; birçok renkler yan yana getirilmiş, bu halı meydana gelmiş. Bir yapıcısı var bunun, öyle olur mu?” der.


E sen bir caminin tabiatın eseri olamayacağına inanıyorsun da, bu hesapsız kainattaki varlıkların tabiatın eseri olduğuna nasıl inanıyorsun da Allah’ı bırakıp da tabiata inanıyorsun a zavallı? Bu varlıklar tabiatın değil, tabiatı icad eden Allah’ın malıdır. Tabiatı da icad eden Allah’tır. Onu da Allah o suretle

404

halk etmiştir. Bak ne intizam. Güneş aynı dakikada doğar, aynı saniyede batar, Ay da öyledir, bütün yıldızlar da öyledir ki, bu hesaba uygun olarak herif bugün attığı füzesini saati satine, dakikasına yerine düşünebiliyor. Neden? İntizam kâmil… İntizam olmazsa yapamaz onu.

Onun için biz bugün Allah-u Teàlâ’nın ziyaretçileriyiz. Evine geldik, artık onun lütfuna kimsenin aklı ermez. inşâallah hem mağfirûn olaraktan içeri sokar. Şimdi kapıdan çıkarken de melekler der: “—Ya Rabbi! Bunların günahlarını ne yapacağız? Verelim mi kendilerine?”

Bize sorulsa biz aciziz. “Verin kendilerine!” deriz. Allah’ın rahmeti bol, rahim. Onun için kitabının başında;


بِسْمِ اللََِّّ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ


(Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.) “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…” diyerek kullarını kendisine çekiyor. Ben Rahmân’ım, ben Rahîm’im, benden korkmayın! Benim rahmetin

405

her şeyin üstünde.


وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ (الأعراف:6)


(Ve rahmetî vesiat külli şey) “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ne kadar eşya varsa, hepsini ihata etmiştir benim rahmetim.” (A’raf, 7/156)

Onun için kul camiden çıkarken; “—Kulumun günahlarını atın deryama!” der. İnsan camiden çıkarken günahsız olarak çıkar. Yalnız bu aldatmasın bir şey var, kul hakları helallaşmaya muhtaçtır. Sahipleriyle helâllaşılmadıkça Cenâb-ı Hak onları affetmiyor.

Onun için, kul haklarına son derece riayet etmek gerekir. Yaptığımız diğer bazı hatalar, kusurlar; inşâallah böyle abdestlerimizle, namazlarımızla mağfiret-i ilahiyeye uğrar. Ve son nefeste giderken hüsn-ü hatimelerle inşâallah “Allah… Allah… Allah…” diyerek, “Lâ ilâhe illa’llàh… Lâ ilâhe illa’llàh… Lâ ilâhe illa’llàh…” diyerek, “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûlühû” diyerek ruhumuzu teslim etmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin…


Dün bize bir teyp getirdiler. Teyp, Samsun’da bir kadın hasta olmuş, bayılma hali gelmiş kendisine, bayılmış. O baygınlık halinde konuşmaya başlıyor kadın. Çok konuşuyor. Hemen teybi getirmişler. O kadının bütün konuşmalarını almışlar. Bize de getirmişler: “—Bak bu kadın neler konuşmuş. Dinle de bunun bir zararlı tarafı var mı Hocaefendi?” diye…

Epeyce bir dinledik. Hep güzel güzel nasihatlar. Kadının artık tabii dünyadan gözleri sıyrılıyor. Ahiret alemlerinin halleri açılıyor. Ah burasını bir görseniz diyor. İki de bir ona görülen bağların, bahçelerin, nelerse artık. Bunları bir türlü anlatmaya imkan göremiyor da ah bir bilseniz oraları diyor. Ne güzellikler var diyor. “Aman namazınızı bırakmayın, Allah yolundan ayrılmayın!” diyerek güzel güzel nasihatlar etmiş.

Yalnız acı bir tarafını da şey yaptım. Orada hacıefendilere takıldı.

406

“—Ey hacıefendiler, siz gidiyorsunuz ama, o pis ayaklarınızla o mukaddes toprakları kirletmeyin! Defolun buradan!” dedi o teypteki.

Hacıların halleri de demek ona ma’lûm olmuş. O bilerekten söylemiyor tabii. Onun içerisine o konuşturmayı nasıl tespit eden kimse onu söylettiriyorlar onları. O söylettirildiği takdirde hacılara karşı da böyle bir acı lisan kullandı. Niçin? Allah hepimizi affetsin…


Bir sefer bizim otomobillere izin verilmedi, gidemediler. Biz de dedik ki, hükümetin planlarına uygun değil, sokmadı, İstemedi gitmesini. Oraya gidince duyduk ki bizim şoförlerimiz otomobillerin içerisine dünyanın esrarlarını saklamışlar. Götürürlerken orada gümrüklerde ele geçirilmiş.

E tabii Rasûlüllah’ın beldesine giriyor bu esrarlar. Bu tür adamları Rasûlüllah ben istemem mi dedi, ne dediyse, o ilham buradakilerin gönlüne asıldı, “Yok, gidemezsin, otomobille!” dediler. Sebebi;

“—Oraya esrar kaçakçılığına mı gidiyorsun sen mübarek adam? Yoksa hacı mı götürüyorsun?” Ama bir tanesi yapar, bin tanesi çeker. Ne yapalım. Allah cümlemizi affetsin… Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar eylesin...

Mescid hakkında başka hadisler varsa da onları da gelecek derslerimize bırakalım! İslâm’ı, hakiki İslam’ı yaşayabilmek şeref ve devletine sizi de bizi de, bütün Ümmet-i Muhammed’i de nail eylesin...

Li’llâhi’l-fâtihah!


28. 05. 1972 – İskenderpaşa Camii

407
15. MÜSLÜMANLARIN KARDEŞLİĞİ