19. ÜÇ ŞEYE BAKMAK SEVAP

20. ALLAH’A VE RASÛLÜNE HİCRET



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l- müttakîn...Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


اَلنِّكَاحُ سُنَّتِي، فَمَنْ لَمْ يَعْمَلْ بِسُنَّتِي، فَلَيْسَ مِنِّي؛ وَتَزَوَّجُوا، فَإِنِّي


مُكَاثِر بِكُمُ الأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ؛ وَمَنْ كَانَ ذَا طَوْلٍ، فَلْيَنْكِحْ؛ وَمَنْ


لَمْ يَجِدْ، فَعَلَيْهِ بِالصِّيَامِ، فَإِنَّ الصَّوْمَ لَهُ وِجَاء (ه. عن عائشة)


RE. 239/5 (En-nikâhu sünnetî, femen lem ya’mel bi-sünnetî, feleyse minnî; ve tezevvecû, feinnî mükâsirun bi-kümü’l-ümeme yevme’l-kıyâmeti; ve men kâne zâ tavlin, fe’l-yenkih; ve men lem yecid, fealeyhi bi’s-sıyâmi, feinne’s-savme lehû vicâün.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Beraber bir salât ü selâm getirelim:

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd.


a. Nikâh Benim Sünnetimdir

565

Namazdaki şaşırmanın sebebi olan nikâh meselesi.

İbn-i Mâce, Hz. Aşe RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:197


اَلنِّكَاحُ سُنَّتِي، فَمَنْ لَمْ يَعْمَلْ بِسُنَّتِي، فَلَيْسَ مِنِّي؛ وَتَزَوَّجُوا، فَإِنِّي


مُكَاثِر بِكُمُ الأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ؛ وَمَنْ كَانَ ذَا طَوْلٍ، فَلْيَنْكِحْ؛ وَمَنْ


لَمْ يَجِدْ، فَعَلَيْهِ بِالصِّيَامِ، فَإِنَّ الصَّوْمَ لَهُ وِجَاء (ه. عن عائشة)


RE. 239/5 (En-nikâhu sünnetî, femen lem ya’mel bi-sünnetî, feleyse minnî; ve tezevvecû, feinnî mükâsirun bi-kümü’l-ümeme yevme’l-kıyâmeti; ve men kâne zâ tavlin, fe’l-yenkih; ve men lem yecid, fealeyhi bi’s-sıyâmi, feinne’s-savme lehû vicâün.) (En-nikâhu sünnetî) “Nikâh, benim sünnetimdir. (Femen lem ya’mel bi-sünnetî, feleyse minnî) Kim ki benim sünnetimi yapmazsa, benden değildir. (Ve tezevvecû) Evlenin, (feinnî mükâsirun bi-kümü’l-ümeme yevme’l-kıyâmeti) zira ben, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim. (Ve men kâne zâ tavlin, fe’l-yenkih) Kim güç sahibi ise evlensin! (Ve men lem yecid, fealeyhi bi’s-sıyâmi) Kim de bulamazsa, oruç tutsun; (feinne’s-savme lehû vicâün) zira oruç onun için bir enemedir.”


Nikâh; Allah’a iman edenler arasında iki şahit, şâhideyni âdileyn huzurunda akt olunan bir evlenme aktidir.

Âdil; sevabı seyyiâtından fazla demek. Günahsız insan yoktur, günahı vardır ama azdır, hasenâtı daha çoktur. Hayır hasenâtı mâruf olan iki tane insanı bulduk mu, bu iki insanın huzurunda



197 İbn-i Mâce, Sünen, c.V, s.439, no:1836; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.313, no:6920; Hz. Aişe RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.271, no:44407; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.312, no:24976.

566

yapılan akte nikâh diyorlar.

Bu, ilk müslümanlar devrinde gayet basitti. İki tane şahit

huzurunda, biri, “Ben seni aldım.” der, diğeri de, “Ben de sana vardım.” der, nikâh olur, biter.

Hatta daha kolaylık olması için diyelim ki birisi Ankara’da birisi İstanbul’da. Birbirleriyle evlenmeye karar vermişler. Buradaki; “Ben sana vardım.” diyor, iki şahit nazarında mektubu yazıyor. Bu şahitlerin huzurunda, “Ben sana zevceliğe, helalliğe vardım.” diyor.

Mektup gidiyor. O da alıyor mektubu, okuyor, iki tane şahit çağırıyor. “Bu kadın bana varmış. Ben de bunu zevceliğe, helalliğe kabul ettim.” diyor. Nikâh akdi oldu. Başka merasime lüzum yok.

Fakat bu, bir devir içindi. O devir sadâkat devri, istikamet devri, doğruluk devri. Sonra bu devir geçti de yalancılık ve hileler başladı.

Baktılar ki, öyle her şahitle iş olmayacak. İzinnâme çıkmasına karar verildi. Nikâh için hakime gidilir. Hakimden izinnâme çıkar. Ondan sonra nikâhlar kıyılır. O devir de geçti.


Bugün evlenecek adam gidecek; “Biz evleneceğiz.” diyecek. İki taraf imza verecek. Doktordan kağıt götürecek, mahalleden kağıt götürecek, ikâmetgâh götürecek. Memleketlerinden, nüfuslarından kimlikleri sorulacak. Ondan sonra 15 gün askıda duracak. Sonra; “Gelin evlenin bakalım, nikâhlarınızı kıyalım!” diyecekler. O günkü nikâhla bugünkü nikâhın farkı. Yalnız şu

kadar var ki evlenen kimselerin her ikisinin de müslüman olması şart.

Nikâh, iman durdukça durur. İman gidince nikâh da gider. Nikâhın duruş kuvveti, imana bağlıdır. İman olduğu müddetçe nikâh yerinde durur. İman gitti mi, nikâh da kendiliğinden gider. Boşamaya lüzum yok. “Ben seni boşadım.” demeye lüzum yok. İman gitti miydi nikâh da gitti.


Onun için geçen derste; “hükmen gâvur olmak” diye bir şey geçti. Kendilerine hükmen gâvurluk isnat edilen insanların

567

tanımı kısaca şöyledir:

Şer’an tâzimi vacip olan bir şeyi tahkir veya istihfaf. Bu umumi bir tabir. Şer’an, tâzimi vacip olan bir şeyi istihfaf veya tahkir edenin küfrüne hükmolunur. Mesela namazın şer’an tâzimi vaciptir. Kur’an’ın şer’an tâzimi vaciptir. Camilerin şer’an tâzimi vaciptir. Buna göre Kâbe’nin şer’an tâzimi vaciptir. Oruçlarımız da öyle. Bunlardan birine birisi dil uzatırsa istihfaf veya tahkir makamında konuşursa hükmen kâfir olur.

Meselâ dese ki:

“—Namaz senin karnını doyurmaz!” Pekâla ne doyuracak?

“—Para!” Kâfir oldu gitti.

Tahkir ediyor; aynı zamanda eğleniyor. Bunların hepsine ayrı ayrı misal vermek olmaz da, tabir şu:

“—Şer’an tâzimi vacip olan bir şeyi tahkir veya istihfaf, insanın hükmen gâvur olmasına sebep olur.” Sen ind-i ilâhîde müslümansın, oraya karışmayız. Müslümanlar seni hükmen müslüman saymazlar. Yine şer’an tahkiri vacip olan bir şeyi tâzim etmek de küfrün bir boyutudur. Mesela âyinlere iştirak etmek. Kiliselere gidiyor, kilisedeki âyinlere iştirak ediyor. Buna mümasil birçok misal vardır, ayrı ayrı söylemenin belki mahzuru olur. Fakat şu tabir her şeye şâmildir. Bu tabiri güzel bellemek lazım.


İslâm beş esas üzerinedir:

1.Namaz,

2.Oruç,

3.Zekat,

4.Hac,

5.Kelime-i şehadet.

Fakat bunlar ibadet kısmıdır.


İslâm hukuku beş esasa bağlıdır: 1. İtikad

568

2. İbadet

3. Muâmelât; işler, ticaretler.

4. Münâkehât, nikâhlar.

5. Mücâzât. Bu beş şey de o beş şeyin mütemmimi. O beş şey bundan çıkmış. Binaen aleyh, nikâh da şeriatin icabıdır.


Adam diyormuş:

“—Allah biliyor ya biz evlendik. Ben seni aldım, sen de bana vardın. Şahit mahit ne yapacaksın sen?” Bu, istihfaf ve tahkir, insanın İslâm’dan çıkmasına sebep olur. Onun için nikâhın devamı, imanın devamına bağlıdır.

İmandan çıkan bir adam şer’an tâzimi vacip olan bir işi tahkir ederse İslâm onu İslâm’dan çıkarmıştır. Onun için nikâhına itibar olunmaz. “Tecdîd-i nikah ve tecdîd-i iman edecek ve hacca gittiyse haccını da tekrar edecek.” diye fıkıh kitaplarımızda yazar. Daha uzun malumat isteyenler mütalaa etsinler.


“—Bu benim sünnetimdir. Kim ki benim sünnetimle âmil olmazsa o benden değildir.” buyuruyor.

Çok ağır… Bu sözü büyüklerimiz incelemişler. “Benden değildir.” deyince, “Çıktı, gitti” anlamına gelmez. “Benim hakiki ümmetim değil. Ümmetim ama züefâdan, bîçâre…” Kapıdan içeri adım atmıştır da hakiki mü’min değildir.


Bugün bir arkadaş geldi. Bir müslüman hakkında konuşurken;

“—Ben bunu mü’min saymam!” diyor.

Kendisine gadirler olmuş. Bu gadirlerden dolayı müslüman saymamak olmaz. Müslümanın zayıftır yahut kusurlusudur, günahlıdır. Binaen aleyh kusurlar, günahlar dolayısıyla kişi küfrü icap etmedikçe müslüman Müslümanlıktan çıkmaz.

Binaen aleyh, sünnetler de şer’an tâzimi vacip olan, Peygamberimiz’den bize miras gelen şeylerdir. Onlara da hürmet

569

lazımdır. Binaen aleyh sünnetlere de böyle tahkir ve istihfaf yollu kelimeler kullanılırsa, o da insanın İslâm’dan çıkmasına sebep olur.


Meselâ, sakala taarruz ediyor; sünnettir!

“—Elleriyle yemek yerlermiş.” diyor, bunu istihfaf ediyor.

Efendimiz’in merkebe de bindiğini rivayet ederler. Çıplak ayakla yürüdüğünü rivayet ederler.

Ayaklarımızı mesh ediyoruz. Mesela Acemler bizim mesh dediğimize dâhil olmazlar; “Ayağını yıka!” derler. Biz ayağımıza mesh üzerinden mesh ederiz; o da çıplak ayağına mesh eder. Bunlar sünnetlere muhalif hareketlerdir. İnsanların hükmen İslâm’dan çıkmasına sebep olur.

Onun için sünnetlere de dokunmaya gelmez. Mesela çocuklarımızı sünnet ettiriyoruz. O da sünnettir. Ettirmesen gavur olmazsın. Fakat sünneti tahkir edince hükmen İslâm’dan çıkarsın. Sünnetin fevâidi vardır, çoktur ama kesmeyenler de dünyada yaşıyor.

Tahkir ve istihfaf sadedinde ‘Kesmeyelim!’ dese, kaideye göre şer’an tâzimi vacip olan şeyi tahkir veya istihfafından dolayı küfrüne hükmolunur.” demişler.

(Feleyse minnî) de o tabirde. “Bütün sünnetlere teşmil edebilirsiniz.” diyorlar.


(Ve tezevvecû) “Öyleyse ey ümmetim siz evlenin! (!einnî mükâsirun bi-kümü’l-ümeme yevme’l-kıyâmeti) Zira ben kıyamet günü, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim.” Ne kadar çok olursanız o kadar iyidir.

(Ve men kâne zâ tavlin, fe’l-yenkih) Kim güç sahibi ise evlensin! Kim de bulamazsa, oruç tutsun;


(Ve men kâne zâ tavlin, fe’l-yenkih) “Serveti yerinde, varlığı yerinde, kuvvet kudreti yerinde, gençliği yerinde olan her genç evlensin, bekâr durmasın.”

(Ve men lem yecid, fealeyhi bi’s-sıyâmi) “Fakat fukara, meskeni

570

yok, geçindirecek durumu yok. Sıhhatinde de belki kuvvet yok; onun çaresi oruca devam etmektir. (Feinne’s-savme lehû vicâün) Çünkü açlık onun erkekliğini söndürür; başka taraflara gitmeye, hata işlemeye kuvveti, takati kalmaz. Onu korur, mukâyed eder.” Vicâ; hayvanların iğdiş yapıldığı gibi, erkeklerin de çeşitli vasıtalarla erkekliğinin alınmasıdır. Bu onun yerine kaimdir. “ Eskiden azgın hayvanların husyeleri, “Zarar vermesin.” diyerek taş arasında ezilirmiş. Şimdi makineler icat edildi; makinelere çıkarıyorlar, onların erkek damarlarını kurutuyorlar. Ondan sonra ondan zarar gelmiyor. Vicâ budur.

Şimdi insan oruç tuttuğu takdirde, bu tuttuğu oruç onun damarlarını kurutmuş olur. Kendisine de zararı olmaz başkasına da zararı olmaz. Onun için nikâh denilen şey vardır.


Nikâhın bir de talâk kısmı vardır. Nikâh ayrı bir kitaptır. Beş meseleden birisi nikâhtır. Nikâhın içerisine talak da dahildir. Süt kardeşlik de dahildir.

Birisi;

“—Ben filanı alacağım.” demiş.

“—O senin sütkardeşindir, alamazsın!” demişler.

Hatta birisi birisini istemiş:

“—Biz seninle süt kardeşiz. Benim seninle evlenmem caiz

olmaz.” demiş.

“—Yok, biz seninle din kardeşiyiz. Din kardeşi olmamızın nikâhlanmamıza zararı yoktur.” demiş.

Ana baba nesliyle olan kardeşlikte, kardeşi alamazsın. Ama süt emmekle olan kardeşlikte de kardeşinle evlenemezsin!

Talâk meselesi de uzun ve ayrı bir meseledir. Binaen aleyh talâkta asıl mühim olan, imanın muhafazasıdır. İman muhafaza olmadı mı talâk kendiliğinden olur. Buna dikkat etmek lazım. Çünkü kelime-i küfrün kökü, şer’an ta’zimi vacip olan bir şeyi tahkir ve istihfaftır.


Hac mevsiminde hacılık, haccı tahkir ve tâzim manasında çok kelimeler kullanılır. Neymiş? Bu paraları oraya götürüp de

571

Araplara yediriyormuşuz. Buna benzer bir sürü laf gider ki hac, İslâm’ın şartlarından birisidir ve Allah Teâlâ’nın emridir. Buna karşı istihfaf veya tahkir edici kelimeler kullanmak tehlikeli bir şeydir. Bunlardan son derece sakınmak lazımdır.

Hatta Kur’an kelimelerinden bir kelimeye hatta harflerinden bir harfe bile taarruz, insanı hükmen küfre sevk eder. Kur’an’ın üzerine oturmak, fıkıh kitaplarının üzerine oturmak, bunları tahkirdir. Sen ne kadar tevhid de etsen, ne kadar namaz da kılsan, oruç da tutsan hükmen damgayı yemişsindir. Artık senin yaptığın ibadetlere bakılmaz. Tesettür de bunun içerisine dâhil; hepsi bunun içerisine dâhildir.


b. İnsanı Cennete Götüren Üç Şey


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:198


اَلنِّيَّةُ الحَسَنَةُ تُدْخِلُ صَاحِبَهَا الْجَنَّةَ، وَالْخُلْقُ الْحَسَنُ يُدْخِلُ صَاحِبَهُ


الْجَنَّةَ؛ وَالْجِوَارِ الْحَسَنُ يُدْخِلُ صَاحِبَهُ الْجَنَّةَ؛ قَالَ رَ جُ ل : يَ ا رَسُولَ


اللَّ، وَ إِنْ كَ انَ رَجُ ل سُوءً؟ قَالَ: نَ عَمْ، عَلٰى رَ غِمَ َأنْ فِكَ (الديلمي عن

جابر).


RE. 239/6 (En-niyyetü’l-hasenetü tüdhılü sâhibehe’l-cennete; ve’l-hulku’l-hasenü yüdhilü sâhibehü’l-cennete; ve’l-civâru’l-hasenü yüdhilü sâhibehü’l cenneh; kàle raculün: Yâ rasûla’llah! Ve in- kâne racülün sûen? Kàle: Neam, alâ rağıme enfeke.) (En-niyyetü’l-hasenetü tüdhılü sâhibehe’l-cennete) “Güzel niyet,



198 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.305, no:6895; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.421, no:7259; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.314, no:24984.

572

sahibini cennete sokar. (Ve’l-hulku’l-hasenü yüdhilü sâhibehü’l- cennete) Güzel ahlâk da sahibini cennete sokar. (Ve’l-civâru’l- hasenü yüdhilü sâhibehü’l cenneh) Ve güzel komşu da komşusunu Cennete sokar.” (Kàle raculün) Birisi sordu: (Yâ rasûla’llah) “Yâ Rasûlallah, (Ve in-kâne racülün sûen) “O dediğiniz komşu, kendisi kötü komşuluğu iyi olsa da mı?” (Kàle: Neam, alâ rağıme enfeke) Evet, sen istemesen de… Burnun yere sürtülsün; evet, o güzel huy onu cennete sokacaktır.”


Güzel niyet; “Şu işi şöyle yapacağım, cami yaptıracağım, medreseler yaptıracağım, fakirleri doyuracağım!” gibi güzel güzel niyetler... Bu güzel niyetleri yapamasa dahi, güzel niyetleri beslediğinden dolayı cennete dahil olur. O niyet onu cennete sokar.

Güzel ahlâk; Peygamber SAS’den tevarüs eden güzel ahlâk, sahibini cennete sokar.

Güzel komşuluk; “Komşulukta ne var?” diyeceksiniz ama komşularla güzel geçinmek, onların hatalarına karşı mukabelede bulunmamak ve onlara elden gelen yardım, ikram ve ihsanı yapmaktır. Onları “Gâvurdur, yahudidir.” diye ayırmamak suretiyle onların ihtiyaçlarına koşmaktır. Bu da sahibini cennete sokar. Ne kadar güzel bir şey!


(Kàle raculün) Dinleyicilerden birisi sordu: (Yâ rasûla’llàh, ve in kâne racülün sûen) “Yâ Rasûlallah! O dediğiniz komşu ya kötü bir komşuysa?”

(Kàle: Neam, alâ rağime enfeke) “Evet, burnun yere sürtülsün, o güzel huy onu cennete sokacaktır. O kötü komşuya yapılan bir yardım dolayısıyla cennete girilecektir.

Adamın kötülüğü ayrıdır. Kötülüğü zararı kendisinedir. Sana düşen vazife, güzel komşuluk yapmaktır. Komşuluk hakkına riayetinden dolayı da Allah-u Teâlâ seni cennete sokar.


c. İman İle Ölen Cennete Gidecek

573

“—Burnun yere sürtülsün!” bir tâbirdir. Hatırlarsanız, Ebu Zer RA’ın sorusuna da böyle cevap vermişti. Peygamber SAS Efendimiz Müslümanlığı, imanı tarif ederken

buyurdu ki:199


أتاني جِبْرِيلُ، فَبَشَّرَنِي: أنَّهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لاَ يُشْرِكُ بِاللَِّ


شَيْئًا، دَخَلَ الجَنَّةَ . فَقُلْتُ: وَإِنْ زَنٰى، وَإِنْ سَرَقَ؟َ فَقَالَ : وَإِ نْ


زَنٰى، وَإِ نْ سَرَقَ؟ (حم. خ. م. عن أبي ذرَ)


RE. 10/4 (Etânî cibrîlü febeşşerenî: Ennehû men mâte min ümmetike lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en, dehale’l-cennete. Fekultü: Ve in zenâ ve in sereka? Kàle: Ve in zenâ ve in sereka.) (Etânî cibrîl, febeşşeranî) “Cebrâil bana geldi ve beni tebşir etti, müjdeledi. (Ennehû men mâte min ümmetike lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en) ‘Ümmetinden herhangi bir kimse Allah’a şirk koşmadan vefat ederse, ahirete göçerse; (dehale’l-cenneh.) o cennete girer.’ dedi.” (Fekultü) Bunu dinleyen Ebû Zer, diyor ki: (Ve in zenâ ve in seraka) “Yâ Rasûlallah! O adam zinâ etse de, hırsızlık yapsa da cennete girecek mi?” (Kàle: Ve in zenâ ve in seraka.) Rasûlüllah SAS buyurdu ki: “Ey Ebâ Zer, burnun yere sürtünsün senin! Zina da yapsa, hırsızlık da yapsa, Allah’a şirk etmeden ölen bir insan cennete girecek.”

Ama biraz geç girecektir, o başka…



199 Buhàrî, Sahîh, c.XX, s.76, no:5963; Müslim, Sahîh, c.I, s.254, no:137; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.161, no:21471; Bezzâr, Müsned, c.II, s.96, no:3997; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.171; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.274, no:10955; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.VII, s.7, no:1943; Ebû Zerr-i Gıfârî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.66, no:239; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.179, no:283.

574

Onun için, Lâ ilâhe illa’llah, Muhammedün rasûlü’llah’ın kıymetini bilmek gerekir. Bu öyle bir cevherdir ki, bulunur bir şey değildir. Paralarla hiçbir şey bulunmaz; bu tevhidlerle her şey bulunur.

Zaman da parayla alınmaz. Zamanı kaçırmamak gerekir. Zamanlarla para kazanılır. Zamanlar parayı kazandırır. Fakat paralar zamanı kazandırmaz; buna dikkat etmelidir.

(El-vaktü nakdün) “Vakit nakittir.” dedikleri bu olsa gerek.


d. Doğru Niyetin Mükâfâtı


Hatîb-i Bağdâdî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:200


النِّيَّةُ الصَّادِقَةُ مُعَلَّقَة بِالْعَرْشِ، فَإِذَا صَدَقَ الْعَبْدُ نِيَّتَهُ، تَحَرَّكَ الْعَرْشُ


فَيُغْفَرُ لَهُ (خط. عن ابن عباس)


RE. 239/7 (En-niyyetü’s-sàdıkatü, muallakatün bi’l-arşi, feizâ sadeka’l-abdü niyyetehû, teharrake’l-arşu ve yuğferu lehû.) (En-niyyetü’s-sàdıkatü, muallakatün bi’l-arşi) “Niyet-i sadıka Arş’a ilişiktir. (Feizâ sadeka’l-abdü niyyetehû) Kul niyetinde sadık olursa, (teharrake’l-arşu ve yuğferu lehû) Arş (sevincinden) hareket eder, sallanır ve niyet sahibi mağfiret edilir.” Arş’ın sallanması demek, Arş’ın memuru olan meleklerin; “Bu adamın niyet-i sâdıkası meydana geliyor.” diyerek Arş’ı ihbar etmesidir. Cenâb-ı Hak da bu niyet-i sâdıkasıyla onu affeder.” Meselâ dedi ki: “—Yâ Rabbi! Tevbeler tevbesi, beni affet! Artık bundan sonra



200 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.448, no:6926; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.420, no:7249; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.314, no:24985.

575

sâdıkane bir tevbeyle, günah işlemeyeceğim.” Bu niyet-i sâdıka, Arş’ın sallanmasına, oradaki meleklerin bunu ilan etmeleri üzerine o adamın mağfiretine sebep olur. Onun için, içten gelen tevbe, kişinin mağfiretine vesile olur.


e. Cennetten Çıkan Nehirler


Hatîb-i Bağdâdî, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:201


اَلنِّيلُ، وَالْفُرَاتُ، ودجلة، وسيحان، وجيحان من أنهار الجنة (الخطيب عن أبي هريرة)


RE. 239/8 (En-nîlü ve’l-furâtü, ve dicletü, ve seyhânü, ve ceyhânü min enhâri’l-cenneti.) ““Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan

nehirleri, cennet nehirlerindendir.” Cennet nehirlerine benzer. Bereketi çoktur, hayrı çoktur, neması çoktur. Birçok faydaları vardır; cennet nehirleri gibi faziletleri, iyilikleri vardır. Böyle olmakla beraber bunlar iyi ve kötü her yerde isti’mal olunabilir, kullanılabilir.

Cennet nehirleri gibi teşbih olunmuşsa da bu nehirlerle istincâ olunur, yıkanılır; caizdir. Fakat bizim “Zemzem” denilen kuyumuzun suyuyla belden aşağısı yıkanmaz. Bazı hacı efendilerimiz hamamlara yıkanmaya gidiyorlar. Zemzem suyuyla ancak göbeğine kadar yıkanabilirsin. Göbekten aşağısına o suyu kaçırmak doğru olmaz. Ona şer’an tâzim lazımdır.


f. Köylünün ve Şehirlinin Hicreti


Taberânî ve Beyhakî, Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan



201 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.55: Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.345, no:35342; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.314, no:24986.

576

rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:202


الْهِجْرَةُ هِجْرَتَانِ: هِجْرَةُ الْحَاضِرِ، وَهِجْرَةُ الْبَادِي؛ فَأَمَّا الْبَادِي فَيُجِيبُ


إِذَا دُعِيَ، وَيُطِيعُ إِذَا أُمِرَ؛ وَأَمَّا الْحَاضِرُ فَهُوَ أَعْظَمُهُمَا بَلِيَّةً، وَأَعْظَمُهُمَا


أَجْرًا (طب. ق. عن ابن عمرو)


RE. 239/9 (El-hicretü hicretân: Hicretü’l-hâdır ve hicretü’l- bâdî; feemme’l-bâdî feyücîbu izâ duiye, ve yutîu izâ ümira; Ve emme’l-hâdiru, fehüve a’zamühümâ beliyyeten, ve a’zamühümâ ecran.) (El-hicretü hicretân) “Hicret iki türlüdür: (Hicretü’l-hâdır ve hicretü’l-bâdî) Şehirlinin hicreti, bedevinin hicreti. (Feemme’l-bâdî feyücîbu izâ duiye) Bedevi olanın vazifesi, çağrıldığında icabet eder, (ve yutîu izâ ümira) ve emredilenlere de itaat eder. (Ve emme’l-hâdiru, fehüve a’zamühümâ beliyyeten) Şehirlinin hicretine gelince, o, ikisinden belâsı büyük, (ve a’zamühümâ ecran) ve mükâfatı da daha büyük olanıdır.”


Hicret, malum, bir yerden bir yere aktarılmak.

Bu hicret iki türlüdür: (Hicretü’l-hàdır ve hicretü’l-bâdî) “Birisi şehirlinin hicreti, diğeri de bâdî denilen köy halkının, çölde yaşayan insanların bir taraftan bir tarafa hicretidir.” Efendimiz diyor ki: “—Çöllerde yaşayan insanların, köyleri de dahil etsek olur;



202 Neseî, Sünen, c.XIII, s.53, no:4095; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.159, no:6487; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.243, no:20928; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.56, no:26; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.425, no:7788; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XI, s.579, no:5176; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.300, no:2272; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIX, s.96; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXXIV, s.220; Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan.

577

şehir haricinde yaşayan insanların, davet-i Peygamberî vâkî olduğu vakit, derhal işlerini güçlerini bırakıp cihada icabet etmeleri vaciptir. Nereye emrolunduysa oraya gitmeleri gerekir.” Emrolunduğu yere gitmek ve davet-i Peygamberî’ye icabet etmek bu bâdî ehline, şehir halkının dışında kalan kısma vaciptir.


Şehir halkına gelince; onlar davete gitmeyecekler mi?

Gidecekler ama onlar mukadder, hazır askerdir. Fakat çöllerde yaşayan insanlar, uzak şehirlerden gelmek mecburiyetindedir.

(Fehüve a’zamühümâ beliyyeten) Bunu kaç defa okudum ama bugün anlıyorum: “Şehirde yaşayan insanların belâsı çok büyüktür.” demiş Peygamber SAS Efendimiz.

Düşünün şimdi. O günkü şehirler daha âlâ. Her zaman şehirler köylerden iyidir. “Fakat o şehirlerin belası çok büyüktür.” diyor Peygamber Efendimiz.

Bunu anlayabiliyor musun bakayım? Bu beliyye nedir?

Elektirikler yanıyor, buzdolapları tıkır tıkır işliyor. Fırınlar filan her şeyi mükemmel. Buz gibi sular oluyor. Yollar asfalt. Otomobiller kapının önünde hazır. Uşaklar filan var ama; şehirde yaşayanların belâsı büyüktür.

Şehirde imtihan var; gözünü yumacaksın, her şeye karışmayacaksın, burnunu her şeye sokmayacaksın. Saymakla bitmez birçok şeyler. Bu hizmet, zahmet ve imtihan dolayısıyla şehirlerin beliyyesi çok büyüktür.

(Ve a’zamühümâ ecran.) “Sabredebildikleri takdirde ecirleri de çok büyüktür.” Mesela ezanlar okunuyor, diyor ki: “—Sabahları ezanlardan rahatsız oluyorum.” Bu devirde hoparlörler çıktı; çok uzak yerlere kadar ezan sesi gidiyor.

“—Bizi sabah uykusundan mahrum ediyor.” diyor.

Sabahleyin müslüman uyur mu hiç?


g. Günahlardan Hicret Etmek

578

Hicretle ilgili Peygamberimiz’in ikinci buyruğu var:203


اَلْهِجْرَةُ هِجْرَتَانِ: أَحَدُهُمَ ا أَ نْ تَهْجُرَ السَّيِّئَاتِ، وَ الأُخْرٰى أَنْ تَهْجُرَ إِلَى


اللَِّ وَ رَسُولِهِ ؛ وَلاَ تَنْ قَطِعُ الْهِجْرَةُ مَا تُ قَبِّلَتِ التُّوْبَةِ؛ وَلاَ تَزَالُ التَّوْبَةَ مَ قْبُولَةً


حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنَ الْ مَغْ رِبِ: فَإِذَا طَلَعَتْ طُبِعَ عَ لٰى كُلِّ قَلْبٍ بِمَ ا


فِيهِ، وَكَفَى النَّاسَ الْعَ مَلِ (حم، طب، عن عبد الرحمن بن عوف

ومعاوية عن ابن عمرو)


RE. 239/10 (El-hicretü hicretân: Ehadühümâ en tehcüre’s- seyyiâti, ve’l-uhrâ en tehcüre ila’llâhi ve rasûlihî; ve lâ tenkatiu’l- hicretü, ma tükabbileti’t-tevbeti; velâ tezâlü’t-tevbete makbûleten hattâ tatlüa’ş-şemsü mine’l-mağribi; feizâ taleat, tubia alâ külli kalbin bimâ fîhî, ve kefe’n-nâse’l-ameli.) (El-hicretü hicretân) “Hicret iki türlüdür: (Ehadühümâ en tehcüre’s-seyyiâti) İkisinden biri, senin günahları terk etmendir. (Ve’l-uhrâ en tehcüre ila’llâhi ve rasûlihî) Diğeri ise Allah ve Rasulüne hicret etmendir. (Ve lâ tenkatiu’l-hicretü, ma tükabbileti’t-tevbeti) Hicret, tövbenin kabulü devam ettikçe, kesilmez. (Hattâ tatlüa’ş-şemsü mine’l-mağribi) Ve güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe de makbul olmakta devam eder. (Feizâ taleat, tubia alâ külli kalbin bimâ fîhî) Doğunca da, herkesin kalbi, içinde bulunduğu hal üzere mühürlenir. (Ve kefe’n-nâse’l- ameli) O zaman insanlara amel kâfi gelir.”



203 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.381, no:895; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.I, s.23, no:59; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.347, no:7006; İbn-i Hibbân, Sikàt, c.III, s.264, no:866; Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.657, no:46262; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.366, no:25087.

579

Burada da yine “Hicret iki kısımdır.” diyor.

Birisi, günahlardan kaçmaktır. Nerede olursan ol,

günahlardan kaçabildin mi, hakiki muhacirsin. Nereye gidersen git günahlar da seninle gelir; sen yine muhacir olamazsın.

İkincisi de Allah ve Rasûlü’ne kaçmaktır.

“—Mülk Allah’ındır. Nereye kaçıyorsun?”


فَفِرُّوا إِلَى اللََِّّ (الذاريات:0)


(Fefirrû ila’llàh) “ O halde Allah’a kaçın!” (Zâriyât, 51/50)

Allah’a nasıl kaçacaksın? Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından kaçınmak suretiyle.

Emirlerine itaat edip yasaklarından sakındığın takdirde sen muhacirsin. İstersen evinde otur istersen başka yerde otur. Bu hicret Mekke’nin alınmasıyla, fetholunmasıyla yasaklandı.

Artık kimsenin bir taraftan bir tarafa gitmesine lüzum yok.

Ehl-i Mekke, Medine’ye hicret ediyordu, Peygamberin etrafında toplanıyorlardı. Bu hicret vacipti. Nerede yaşarsa yaşasın emre itaat için derhal Peygamber’in etrafına toplanmak üzere hicret etmesi, her müslümana vacipti. Fakat Mekke feth olunduktan sonra artık İslâm ülkeleri arasında ayrılık kalmadı. Binaen aleyh hicrete lüzum yok.

Artık İslâm kuvvetlendi. İslâm kuvvetlendikten sonra nerede yaşarsan yaşa. Buna imtisalen bugün İslâm hudutlarının dışarısında yaşayan birçok insan ve millet vardır. İslâm şehirlerinde ibadetlerini, taatlerini, her şeyi yapmak mümkün oluyor.


Fakat insan biraz ince düşünürse İslâm diyarının dışında kaldığın takdirde bu hicretin sakıncalarını anlayabilir. Bugün belki oralarda rahatsın, namazını ibadetini güzel yapabiliyorsun. Ama yarını da düşünmek lazımdır. Yarın başka bir kavmin idaresi altında senin Müslümanlığın ne kadar serbest kalabilir?

580

Bunu bilemediğin için çoluk çocuğunu bir an evvel oradan kurtarıp bir İslâm memleketine aktarman gerekir. Bizim dedelerimiz öyle yapmışlar. Biz eğer oralarda kalsaydık, dedelerimiz kalsalardı biz de onların içerisinde mecburen komünistlerin aynısı olacaktık. Ama Allah razı olsun ki onlar bunu idrak etmişler, vaktiyle memleketlerimize hicret etmişler, tabiatıyla bizi o âfetten kurtarmışlar.

Onun için onlara ne kadar hayır dua etsek azdır. Bugün başka türlü insanın kendisini oradan kurtarmasına imkân yoktur. Binaen aleyh, bu hicret kat’iyyen münkati olmaz, kesilmez; tevbe kabul olunduğu müddetçe...” “—Tevbenin kabulü ne zamana kadardır?” “—Can gırtlağa gelinceye ve güneş şarktan değil garptan doğuncaya kadar tevbe makbuldür.” Ne zamanki güneş garptan doğacak ve dolayısıyla tabiat değişecek, nizam bozulacak Bu nizam bozulunca, herkes kıyamet alâmeti olduğunu anlayınca işin felakete vardığını görecek. “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Artık “Aman yâ Rabbi!” yok. Herkes olduğu hal üzerinde neyse o. Güneş garptan doğduğu zaman, o gün kalpte ne varsa o hâli üzerinedir. Ondan sonra herkesin ameli kendisinedir.


h. Yöneticilere Hediye Vermek


H harflerini sıraladığı için hicretten sonra el hediye.

Hediyelere geldik.

Abdürrezzak, Câbir ibn-i Abdullah RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:204


اَلْهَدَايَا لِلأُمَرَاءِ غُلوُل (عب، عن جابر حسن أي حديث حسن)



204 Abdürrezzak, Musannef, c.VIII, S.147, NO:14665; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.115, no:15082; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.367, no:25089.

581

RE.239/11 (El-hedâyâ li’l-umerâi gulûlün.) “Âmirler için hediye vermek hainliktir.” Taberânî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz yine buyurmuşlar ki:205


اَلْهَدِيَّةُ إِلَى الإِمَامِ غُلُول (طس. عن ابن عباس)


RE.239/12 (El-hediyyetü ile’l-imâmi gulûlün.) “İmama, devlet başkanına hediye vermek hainliktir.” Hediye; birbirimize karşı yaptığımız bir ikram ve ihsandır. Bu ihsânı âmir mevkiinde olan insanlara yapmak hainliktir.

Çünkü hediyeyle onun gönlünü alacaksın, ona istediğini yaptıracaksın.


i. Hediye Sevmeye Sebep Olur


Taberânî, İsmet ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:206


اَلْهَدِيَّةُ تَذْهَبُ بِالسَّمْعِ وَالْقَلْبِ وَالْبَصَرِ (طب. عن عصمة بن مالك)


RE. 239/13 (El-hediyyetü tezhebü bi’s-sem’i ve’l-kalbi ve’l-



205 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.199, no:11486; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VII, s.77, no:6902; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.268, no:6744; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.111, no:15063; Câmiü’l-hàdîs, c.XXII, s.367, no:25090.

206 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.183, no:488; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s- Sahabe, c.XV, s.231, no:4816; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.268, no:6746; İsmet ibn-i Mâlik RA’dan.

Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.157, no:220; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.350, no:7015; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.111, ho:15063; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.367, no:25091.

582

basari.) “Hediye işitmeyi, duyguyu ve görmeyi giderir.” Hediye veren adamın kusuru görülmez, hatalı sözleri işitilmez olur.

Sevilmeyecek bir adamı, hediyesinden dolayı seversin. Buna cibiliyet-i insaniye, tabiat-ı insaniye diyorlar.

“—İkram eden insanı sevmek…” diye bir şey vardır.

Bir tanesi ev bağışlıyor; bir de ayağınızın altına araba vermiş. Bir de, “Maaşınızın iki katı sizin olsun!” diyor. Kim sevmez bu adamı?

Tabiatıyla seveceksin. Fakat işte bu sevgi dolayısıyla onun hakkındaki bütün bilgilerin elinden gider.


j. Hediye Hàkimin Gözünü Kör Eder


Deylemî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:207


اَلْهَدِيَّةُ تُعْوِرُ عَيْنَ الحَكِيمِ (الديلمي عن ابن عباس)


RE. 239/14 (El-hediyyetü tü’virü ayne’l-hakîmi.) “Hediye hakimin gözünü kör eder.” Artık o adamda kusur göremez. Sevdiğinin kusurunu göremezsin. Kusuru, sevmediğin adamlarda ararsın. Sevdiğin adamda kusur göremezsin.


k. Hediye, Allah’tan Gelen Bir Rızıktır


Hakîm-i Tirmizî, Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:208



207 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.335, no:6969; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.111, no:15064.

583

اَلْهَدِيَّةُ رِزْ ق مِنَ اللَِّ طِيب ، فَإِ ذَا أُهْدٰى إِ لٰى أَحَدِكُمْ فَلْيَ قْبَلْ هَا، وَ لْيُعْطِ


خَيْرًا مِنْهَا (الحكيم عن ابن عمرو)


RE. 239/15 (El-hediyyetü rizkun mina’llâhi tîbün, feizâ ühdâ alâ ehadiküm felyakbelhâ, velyu’ti hayran minhâ.) (El-hediyyetü rizkun mina’llâhi tîbün) “Hediye, Allah tarafından güzel bir rızıktır. (Feizâ ühdâ alâ ehadiküm felyakbelhâ) Sizden birisine hediye verildiğinde, onu kabul etsin! (Velyu’ti hayran minhâ) Kendisi daha güzelini ona versin.”

“—Bu hediye Allah’tan geldi, ne yapalım?” diyorsun. Amir mevkiindeysen, senin için bu hediye caiz değildir. Hâkimsin; senin için caiz değildir. Hediyeyi alınca hükmünü hediye verene doğru kaydırırsın. Hediye biraz da bolca bir şeyse, o insan artık iyiden iyiye adama yaklaşır. Âciz mahlûkuz! İnsanlar birbirlerine hediye veriyorlar; muhabbete vesiledir. Hediyeler insanların birbirini sevmesine vesile olduğu için Efendimiz:209



208 Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.II, s.123; Abdullah ibn-i Amr ibnü’l- As RA.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.116, no:15091; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.368, no:25092,


209 Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.208, no:594; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.169, no:11726; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.479, no:8976; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.9, no:6148; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.III, s.268, no:100085; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.III, s.464, no:1462; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.104; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXI, s.225; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XIII, s.313, no:2935; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.190, no:7240; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.IV, s.260, no:6716; Hz. Aişe RA’dan.

Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.381, no:657; Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan.

Mâlik, Muvatta’, c.V, s.397, no:1413; Atâ Rh.A’ten.

584

تَهَادَوْا تَحَابُّوا (ق. عن أبي هريرة)


(Tehâdev tehàbbû.) “Hediyeleşiniz ki birbirinizi sevesiniz.” buyurmuştur.

Hediye; insanların birbirlerini sevmesine de vesile olur.

Onun için az veya çok herkesin kudreti nisbetinde birbirine yapacağı ikrama hediye derler ki, bu, Allah-u Teâlâ’nın rızkıdır. O el vasıtasıyla sana sevk edilmiştir.

Sizden birinize bir hediye verildiği zaman ve siz âmir olmadığınız takdirde, bunu kabul edin. Fakat ondan daha hayırlısını ona verin.

Hemen alırken değil, aldıktan sonra; onunki gibi değil, ondan daha hayırlısını hediye verin. O bir liralık bir hediye getirirse, sen ona iki liralık bir hediye götür.

“—Fakat hediye alan adamın hediye verecek durumu olmazsa fukara olursa o da dua etsin.” buyurmuşlar.


Bursamız’dan bir hocaefendi Erzurum’a gitmiş. Bursamız’ın da hatibi var. Muhterem bir zâttı. Tutmuş buna biraz pirinçtir, yağdır, peynirdir koymuş, götürmüş;

“—Buyurun Efendim, Bursamız’ın mahsulleridir, size hediyedir.” demiş. “—Yok evlâdım, alamam!” demiş.

“—Niçin?” “—Benim sana mukabele edecek durumum yok ki, senin bu verdiğine karşı daha fazlasını vereyim.” “—Biz sizden bir şey beklemeyiz duanız yeter.” “—Bende o da yok yâhu!” demiş, tevazu göstermiş.

Hediyelerin kabul edilip edilmeyeceği hususunda tasavvuf kitaplarında uzun uzun meseleler söylenmiş.

Bazı büyükler de bunlardan istifade ederek hediye kabul etmemişler. Hediye kabul etmemişler ama bir cihetten haklı gibidirler; çünkü gelen hediyelerin ekserîsinin helâlden olmadığı zannına kapılırlar. Bu bir suizan olmakla beraber hakikaten

585

kazancında haram olan bir kimsenin getirdiği hediyeyi kabul etmemek lazımdır. Bu da bizim vazifemizdir.

Biliyorsun ki bu adam haramdan kazanıyor. Kumar oynuyor, içki satıyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor. “Biz sizin davetinize gelemeyiz, yemeğinizden yiyemeyiz; sizin kazancınızı yemek helal olmaz.” diyerek kabul etmemek lazımdır.


l. Hediyeyi Kabul Edin!


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:210


اَلْهَدِيَّةُ رِزْ ق مِنَ اللَِّ ، فَمَنْ قَبِلَهَا، فَإِنَّمَ ا يَقْبَلُهَا مِنَ اللَِّ؛ وَمَ نْ يَرُدُّهَا،


فَإِنَّمَا يَرُدُّ عَلَى اللَِّ (أبو عبد الرحمن عن أبي هريرة)


RE. 239/16 (El-hediyyetü rızkun mina’llàhi, femen kabilehâ, feinnemâ yakbelühâ mina’llàhi; femen yeruddühâ, feinnemâ yerüddü ale’llàhi.) (El-hediyyetü rızkun mina’llàhi) “Hediye Allah Teâlâ’dan bir rızıktır. Hediye Allah’ın rızıklarından bir rızıktır. (Femen kabilehâ feinnemâ yakbelühâ mina’llàhi) Kim ki onu kabul ederse, Allah’tan kabul ediyor.” Çünkü o rızık ona Allah’tan gönderiliyor. Asıl gönderen, sevk eden Allah’tır. Öteki arada vasıtadır.

(Femen yeruddühâ feinnemâ yerüddü ale’llàhi) “Senin hediyeni istemem diye reddedersen, Allah’ın sana sevk ettiği rızkı geri çevirmiş olursun.” Bunlar ince meselelerdir.


m. Vitir Namazı



210 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.348, no:7009; Ebû Hüreyre RA’dan,

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.116, no:15092; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.368, no:25093.

586

H harfleri bitti vav harfleri başladı.

Tayâlisî, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Hibbân, Dâra Kutnî, Hàkim, Taberânî, Beyhakî ve Ziyâü’l-Makdîsî, Ebû Eyyûb el-Ensârî RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:211


الْوِتْرُ حَقٌّ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ، فَمَنْ شَاءَ أَوْتَرَ بِسَبْعٍ، وَمَنْ شَاءَ أَوْتَرَ


بِخَمْسٍ، وَمَنْ شَاءَ أَوْتَرَ بِثَلاَثٍ، وَمَنْ شَاءَ أَوْتَرَ بِوَاحِدَةٍ؛ فَمَنْ غُلِبَ


فَلْيُومِىءْ إِيمَاءً (ط . والدارمي، د. ن. حب. قط . ك. طب . ق.

ض. عن أبي أيوب)


RE. 239/17 (El-vitrü hakkun alâ külli müslimin, femen şâe evtera bi-seb’in, ve men şâe evtera bi-hamsin, ve men şâe evtera bi- selâsin, ve men şâe evtera bi-vâhidetin. femen gulibe felyûmi’ îmâen.) (El-vitrü hakkun alâ külli müslimin) “Vitir namazı her müslümana vacibtir. (Femen şâe evtera bi-seb’in) Kim dilerse yedi

kılsın, (ve men şâe evtera bi-hamsin) mim dilerse beş kılsın, (ve men şâe evtera bi-selâsin) kim dilerse üç kılsın, (ve men şâe evtera bi-vâhidetin) kim de dilerse bir rekât kılsın. (Femen gulibe felyûmi’ îmâen) Kimin uykusu gelirse, îmâ ile kılsın!”




211 Ebû Dâvud, Sünen, c.IV, s.206, no:1212; Neseî, Sünen, c.VI, s.215, no:1693; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.23, no:4553; Abdü’r-rezzak, Musannef, c.III, s.19, no:4633; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.147, no:3962; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.171, no:443; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s429, no:7246; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXIII, s.591, no:4874; Ebû Eyyûb el-Ensârî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.405, no:19523; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.500, no:25413.

587

Kıldığımız vitr-i vacipten bahsediyor. Vitir her Müslümana haktır yâni vaciptir. Hak demek vacip demektir. İmâm-ı A’zam bu kelime üzerine vitrin vacip olduğuna hükmetmiştir.

Cenâb-ı Peygamber çok kolaylıklar göstermiştir. Nasıl ki her şeyde kolaylık varsa, burada da vardır. Buyurmuş ki:

“—İsteyen üç kılar, isteyen beş kılar, isteyen yedi, isteyen de bir kılar.” Buradan bir kılmayı Şâfî almış. Cenâb-ı Peygamber’in bu emrinden istifade etmiş.

“—Baktınız uykudan bir türlü kendinizi alamıyorsunuz; o zaman hemen imâ ile kılın, borçtan kurtulun!” buyurmuş.

Bunun ikinci bir hadisi daha var:

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:212


اَلْوِتْرُ عَلَىَّ فَرِيضَة ، وَ هُوَ لَكُمْ تَطَوُّع ؛ وَالأَضْحٰى عَلَىَّ فَرِيضَة ، وَهُوَ


لَكُمْ تَطَوُّع ؛ وَالْ غُسْلُ يَوْ مَ الْ جُمُعَةِ عَلَىَّ فَرِيضَة ، وَ هُوَ لَ كُمْ تَطَوُّع

(عامر بن محمد البسطامي في معجمه والديلمي وابن النجار

عن ابن عباس).


RE. 240/1 (El-vitrü aleyye farîdatün, ve hüve leküm tetavvuun; ve’l-edhâ aleyye ferîdatün, ve hüve leküm tetavvuun; ve’l-guslü yevme’l-cümuati aleyye ferîdatün, ve hüve leküm tetavvuun.) (El-vitrü aleyye farîdatün) “Vitir namazı benim için farzdır; (ve hüve leküm tetavvuun) ama sizin için nafiledir.” İşte bu nafile sözünden İmam Şâfî sünnetine dâhil etmiş. Biz vücûbuna dâhil ederiz; çünkü vitir için evvelden hakkun dedi.

İmâm-ı Âzam, bu hak kelimesinden alarak vücûbuna kail



212 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.428, no:7245; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.407, no:19541; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.2, no:25418.

588

olmuş. Buradaki tetavvuun kelimesinden de İmam Şâfî istifade ederek o da nafileye kail olmuş.

(Ve’l-edhâ aleyye ferîdatün ve hüve leküm tetavvuun) “Kurban bayramında kestiğimiz kurban benim için farz, (ve hüve leküm tetavvuun) ama sizin için nafiledir.” Bizim için sünnet-i müekkededir, vacip kuvvetindedir. Vacip kuvvetinde bir sünnettir.

Sünnetleri ikiye bölmüşler. Sünnet-i zâide olan kısım. Nafileye de tetavvû diyorlar. Ama müekked olan kısım, İmâm-ı Âzam’a göre vacip kuvvetinde olan bir sünnet oluyor. Yani bizim için kurban vaciptir.


(Ve’l-guslü yevme’l-cümuati aleyye ferîdatün) “Cuma günü gusletmek bana farzdır; (ve hüve leküm tetavvuun) ama sizin için nafiledir.” buyuruyor Peygamber SAS.

Cuma bahsinde çok uzun hadislerle Cuma günü her mü’minin gusletmesi gerektiği söylenmiştir. Burada her ne kadar tatavvu dediyse de demin arz ettiğim gibi “Sünnet-i kavi olarak vacip hükmündedir” diyenler de var.

Onun için Cuma günleri her halde gusletmeye çok dikkat etmek lazım. Ya bir gün önce, yahut Cuma günü temiz elbiselerini giymelidir. Bir müslümanın Cumaya mahsus bir kat elbisesinin olması lazımdır. O elbisesini giyip Cumaya merasim-i mahsusu ile gelir.

Evet, bizde kılık kıyafet yoktur ama Cuma günü için her halde müslümanların elbisesi olması lazımdır.

Camilerdeki ibadet, tâzimi vacip olan bir ibadettir. Hem de başka bir tazime hiç benzemez.

Cuma günü gusül almak Peygamberimiz’e farz, ümmete sünnettir. Bazı ulemâmıza göre sünnet-i kavî vacip hükmünde olduğu için dikkate şâyandır.

Temiz elbise giyinecek, yeni elbise giyinecek, koku sürünecek. Cumaya evvel vakitte girecek. Cumadan evvel Sure-i (Kehf’i) okuyacak, sure-i Duhân’ı okuyacak. Daha başka bildikleri varsa onları okuyacak. Kur’an’ı okuyacak, zikrini yapacak, tesbihini

589

yapacak, ibadetle meşgul olacak.

Sonra Cuma vakti camiye gelecek. Biraz uzunca olur ama olsun. Namazı kılarsın. Allah Teâlâ;

“—Namazı kıldıktan sonra işe dağılın.” buyuruyor.

Fenteşirû diyor ama bu fenteşirû başka mânalar da içeriyor:

“—Siz artık dağılın; hastalarınız varsa onları ziyaret edin, va’z u nasîhat meclisleri varsa oralara gidin. Va’z u nasîhat dinleyin. Akraba-ı taallûkatınıza ziyaretler yapın. Birbirinize gidip gelin. Cenaze namazlarınız varsa onları kılın.

Bir insan Cuma günü gusleder, bir fakire sadaka verir, cenaze namazını da kılarsa, bu adamın mağfûrîn zümresine idhâl olunacağına dair haberler de vardır.


n. Yalnızlık ve İyi Arkadaş


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:213


الْوَحْدَةُ خَيْر مِنْ جَلِيسِ السُّوءِ، وَالْجَلِيسُ الصَّالِحُ خَيْر مِنَ الْوَحْدَةِ ؛


وَإِمْلاَءُ الخَيْرِ خَيْر مِنَ السُّكُوتِ ، وَالسُّكُوتُ خَيْر مِنْ إِمْلاَءِ الشَّرِّ

(ك. ه. هب. والخرائطي وأبو الشيخ والعسكري عن أبي ذر)


RE. 240/2 (El-vahdetü hayrun min-celîsi’s-sûi, ve’l-celîsü’s- sàlihu hayrun mine’l-vahdeti; imlâü’l-hayri hayrun mine’s-sükûti, ve’s-sükûtü hayrun min emlâi’ş-şerri.) (El-vahdetü hayrun min-celîsi’s-sûi) “Yalnızlık, fena arkadaştan hayırlı, (ve’l-celîsü’s-sàlihu hayrun mine’l-vahdeti) iyi arkadaş ise yalnızlıktan hayırlıdır. (İmlâü’l-hayri hayrun mine’s- sükûti) İyi şey yazılması sükuttan hayırlı, (ve’s-sükûtü hayrun



213 Hàkim, Müstedrek, c.III, s.387, no:5466; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.256, no:4993; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXVI, s.215;

Kenzü’l-Ummâl, c,IX, s.43, no:28446; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.4557, no:342.

590

min emlâi’ş-şerri) sükût da şer yazılmasından hayırlıdır.”


Yalnızlık kötü komşudan, kötü arkadaştan iyidir.

Canın mı sıkılıyor? Kötü komşu ile oturmaktan yalnız kalmak hayırlıdır.

Güzel arkadaş, güzel arkadaş ortamı, o da yalnızlıktan hayırlıdır. Arkadaşın salihse, güzelse sen ondan istifade edersin; o da senden istifade eder. Hayırlı konuşmalar olur. Bu, yalnızlıktan, uzletten hayırlıdır.

İki taraf da gerek dünyaya ait, gerek ahirete ait hayırlı konuşmalar yapıyor. Bu sükuttan daha hayırlıdır. Sükûttan bir şey çıkmaz, sükût ölülere mahsustur.

Fakat şer konuşmalar yapmaktan sükût daha hayırlıdır.

Konuştuğun şeyler hayra yaramıyorsa, sükût etmek daha a’lâdır.


Cenâb-ı Hak hepimizi afv u mağfiret eylesin… Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar eylesin... Cenâb-ı Hak cümlemizi sevdiği hakikî müslümanlar zümresine dâhil eylesin ve sevdiği hakiki amellere muvaffak eylesin… Amasya’da bir arkadaşımız var. Güzel mektuplar yazar. Dedikodulu laflar etmez. Yazdığı mektupta bana Hz. Ali Efendimiz’in bir duasını nakletmiş:

“—Yâ Rabbi! Bana izzet cihetinden senin bana Rab oluşun kâfidir. Bana da ihtiyaç cihetinden senin gibi bir Allah’a kul olmam kâfidir. Başka iftihar istemem, başka izzet de istemem.” Allah’a çok şükür ki bizi müslüman yaratmış, el-hamdü lillâh. Bu izzet bize yeter artar.

Li’llâhi’l-fâtihah!


16. 07. 1972 - İskenderpaşa Camii

591
21. ÇOCUK GÖNÜL MEYVASI