06. YENİ HİCRÎ YIL (1390)

07. ZANDAN VE YALANDAN SAKININ!



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn...

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


إِيَّاك مْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَب الْحَدِيثِ، وَلَ تَحَسَّس وا، وَل


تَجَسَّس وا، وَلَ تَنَافَس وا، وَل تَبَاغَض وا، وَل تَدَابَر وا، وَك ون وا


عِبَادَ اللََِّّ إِخْوَانًا؛ وَلَ تَحَاسَد وا، وَلَ يَخْط ب الرَّج ل عَلَى خِطْبَة


أَخِيهِ حَتَّى يَنْكِحَ، أَوْ يَتْر كَ (مالك. حم. خ. م. د. ت. عن أبي

هريرة)


RE. 175/12 (İyyâküm ve’z-zan, feinne’z-zanne ekzebü’l-hadîs…) İlâ âhiri’l-hadîs.

Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

“—Mefhar-i mevcûdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

“—Seyyidü’s-sâdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli

155

seyyidinâ muhammed…]

“—Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ râ salevât!

[Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin…


a. Su-i Zandan Sakının!


Mâlik, Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî. Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:68


إِيَّاك مْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَب الْحَدِيثِ، وَلَ تَحَسَّس وا، وَل


تَجَسَّس وا، وَلَ تَنَافَس وا، وَل تَبَاغَض وا، وَل تَدَابَر وا، وَك ون وا


عِبَادَ اللََِّّ إِخْوَانًا؛ وَلَ تَحَاسَد وا، وَلَ يَخْط ب الرَّج ل عَلَى خِطْبَة


أَخِيهِ حَتَّى يَنْكِحَ، أَوْ يَتْر كَ (مالك. حم. خ. م. د. ت. عن أبي

هريرة)


RE. 175/12 (İyyâküm ve’z-zan, feinne’z-zanne ekzebü’l-hadîs, ve lâ tehassesû, ve lâ tecessesû, ve lâ tenâfesû, ve lâ tebâğadù, ve lâ



68 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.1976, no: 4849; Müslim, Sahih, c.IV, s.1985, no: 2563; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.356, no:1988; Ebû Dâvud, Sünen, c.IV, s.280, no:4917; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.312, no: 8103; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.222, no:8461; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, c.V, s.295, no: 6702; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.500, no: 5687; Mâlik, Muvatta’, c.II, s.907, no: 1616; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.330, no:2533; Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.459, no:392; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.86, no:44026; Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.324, no: 867; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.345, no:9778.

156

tedâberû, ve kûnû ibâda’llàhi ihvânen; ve lâ tehàsedû, ve lâ yahtubü’r-racülü alâ hıtbeti ahîhi hattâ yenkiha ev yetrukü.)

(İyyâküm ve’z-zan, feinne’z-zanne ekzebü’l-hadîs) “Kötü zandan kendinizi koruyun! Çünkü en yalan söz budur.” (Ve lâ tehassesû) “Birbirinizin eksikliğini görmeğe ve işitmeye çalışmayın! (Ve lâ tecessesû) Birbirinizin, husûsî ve mahrem hayâtınızı da araştırmayın!” (Ve lâ tenâfesû) “Bir de almayacağınız bir malı, alıcıyı zarara sokmak için arttırmayın! (Ve lâ tebâğadù) “Birbirinize buğz etmeyin, kızmayın!” (Ve lâ tedâberû) “Birbirinize arkanızı çevirip küsmeyin! Küsüp de birbirinize sırt çevirmeyin! (Ve kûnû ibâda’llàhi ihvânen) Ey Allah’ın kulları, birbirinizle samimi kardeş olun!” (Ve lâ tehàsedû) “Birbirinize hased de etmeyin!”

(Ve lâ yahtubü’r-racülü alâ hıtbeti ahîhi hattâ yenkiha ev yetrukü) “Bir de bir kimse kardeşinin, evlenme teklifinde bulunduğu kadına, o nikâhlanıncaya veya vaz geçinceye kadar tàlip olmasın!”


Bu hadis-i şerifi hep beraber ezberleyebilsek çok iyi olur. Hadis-i şerifler kitaplarda yazılı olduğu için, kolayca alıp okuyoruz, ezberlemeye alışmıyoruz. Halbuki, hiç olmazsa kırk hadis ezberinde olan bir insan, yarın ulema safında hasrolunacak. Doğru dürüst belki bir hadis ezberimizde yoktur. Hep işte bu kitaplara güvenişimizden. Ama kitaplara güvenmekle beraber, ezberlesek daha güzel olur. Gençken olur da şimdi zor oluyor tabii. Bugün ezberliyoruz, yarın unutuyoruz.

Bu Buhari hadislerindendir aynı zamanda. Bizim gibi … müslümanlar için. Yani bu birçok … devamı … Efendimiz bizi zandan uzaklaştırır. Sakının diyor. Zanna … zannetmek yani. Bunu ben iyi zannediyorum yahut bunu ben kötü zannediyorum. Şöyle zannediyorum, böyle zannediyorum. Bildiğiniz şey. Bundan efendimiz bize, sakının diyor.

Tabii insan hüsn-ü zan ederse bir dereceye kadar ama su-i zanların altında insan hakikaten değilse kendini zor kurtarır. Bu

157

içeride olan bir töhmet, şuna bir şey isnad ediyor, iyi veya kötü. O içeride olan o töhmet, işte zan. Bundan kaçının! Kimseye içinizde böyle kötü bir şey beslemeyin.

Bu içeride beslenen kötü zan, haramdır. Nefis oraya meylediyor. Nefsin arzusuna uyuyor. Kalplerdeki sırlara, iç alemine ancak Allâmü’l-guyûb olan Hz. Allah vakıftır. E insan da;

“—Benim içime geliyor, bu böyledir. İçimden kanaat hasıl oldu ki şöyledir.” diyor.

Halbuki nefis o, iç alemi değil. O nefis onu öyle zannediyor. Kalp de ona yanaşıyor. Buna zan diyorlar, bu haramdır. Apaçık o sana belli oluncaya kadar o zandan vazgeç. Ama aşikâre hükümler çıktı ki, ha bu budur. O zaman mes’uliyetten kurtarırsın kendini. Görmedikçe ve duymadıkça bu içine gelen hal, şeytandandır.

Şimdi SAS Efendimiz diyor ki:

“—Bu zandan vazgeçin, kimseye su-i zan yapmayın! Delilsiz zanlar, hükümler, söylenen sözlerin en yalanıdır.”


Arkasından da buyuruyor ki:

(Ve lâ tehassesû) “Birbirinizin eksikliğini görmeğe ve işitmeye çalışmayın! (Ve lâ tecessesû) Birbirinizin, husûsî ve mahrem hayâtınızı da araştırmayın!” Bir tahassüs bir de tecessüs. İkisi de casusluktur da birisinin casusluğu araya girip kulak vermek suretiyle… Ona kulak veriyor, buna kulak veriyor. Ondan bir şey duyuyor, bundan bir şey duyuyor. O duyduklarını ihbar yapıyor. Yahut gözlemek suretiyle. Görüyor, ihbar ediyor. Bunu yapmayın. (ve la tecessesü)

Casuslukta kurnaz adam, sana gayet hoş görünerek, sana gayet mülayim görünerek, sana kendisini beğendirerek, senin yanında oturup senin haline vukuf peyda ediyor. Maksadı sana dost olmak, evlad olmak, kardeş olmak değil. Maksat o senin haline vukuf peyda edebilmek için hediyeler getirmiştir, kendisini sana arz etmiştir.

“—Aman beni de evlatlığa kabul edin, bana da dua edin!” diye yalvarıyor.

158

Çeşitli yolları var. Bu da tecessüs… Böyle kolaylık yollarıyla insanların hallerine vukuf peyda ederekten ihbar ediyor. Sakın bunu da yapmayın.

“—Ama çok para veriyorlar ya…”


Şimdi insanlar iki yoldan tekemmül ederler. Birisi bir evliyanın dizinin dibinde oturur, bir evliyanın nazarına mazhar olur, tekemmül eder. Fakat bu evliyayı bugün bulabilmek çok zor. Kibrit-i ahmer diyorlar, çok nadirdir. Hepsini evliya zannederiz ama insanın tekemmülüne vasıl olacak evliya çok nadirdir. Öyle bol değildir yani.

İkinci bir yol da peygamber SAS’in yoludur. Şimdi bir sahabe var, bir de evliyalar var. Sahabeler Rasûl-i Ekrem’den hiç vasıtasız nuru iktibas etmişlerdir. Onun huzur-u saadetlerinde bulunmak şerefiyle en büyük mertebeye vasıl olmuşlardır. Velev bir saat otursa da. Oradaki o nur-u nübüvvetten aldığı feyz, onu insanların en büyüğü etmiştir. Onun kıdemine yetişecek hiçbir evliya bulunmaz.

Evliyaların en büyüğü Veysel Karânî Hazretleri’dir. En büyük olmakla beraber, Rasûl-i Ekrem’in zaman-ı saadetlerinde de hayatta idi. Fakat mübarek yüzünü görmek devlet ve şerefine nail olamadığı için, sahabe değil tabiindir demişler.

Bir de ashab-ı kiramın içerisinde Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi RA var… Mekke zabtolundu. Herkes biata geliyor Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e. Bu Vahşi’ye dediler ki sen de bu fırsattan istifade sen de git, imanını izhar et dediler. O da sıkıla büzüle bir kafilenin arasına sıkıştı, girdi içeriye...

“—Yâ Rasulallah! Biz de imanla müşerref olmaya geldik.” dediler.

Rasûl-i Ekrem Vahşi’ye: “—Seni gözüm görmesin, çekil!” dedi.

Rasûl-i Ekrem ile o kadarcık görüşmesinden dolayı, sahabenin en ufağı olmasına rağmen, hiçbir evliya onun derecesine erişemez.


Onun için, nur-i nübüvvetten feyiz almak en büyük devlettir.

159

Rasûl-i Ekrem’in sözleridir bunlar. Bunları can u gönülden dinler, gönlünü Rasûlüllah’a bağlarsa, Rasûlüllah’ın nurundan feyz alır.

Şimdi o evliyayı bulsak ki, evliyalar Rasûl-i Ekrem’in halifeleridirler. Onun nazarına mazhar olan, Rasûlullah’ın sahabesi gibi o da kemale ulaşır. Niçin? O evliya Rasûlullah’tan aldığını etrafına dağıtır. Ama bunları bulmak zor olduğu için, en kolayı ilim yolunda gitmektir.

Onun için Lokman AS oğluna nasihat ederken;

“—Oğlum, tahsil-i ilim eyle! İlimle beraber edebi de tahsil et! Fıkıh ve hadisten de ayrılma!” dedi.

Dünyadaki kütüphanelerde kim bilir kaç yüz milyar kitap vardır. Fakat hepsinin iktibası şu iki kitaptan alınmıştır. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler. Ama herkes ayrı ayrı mütalaalar beyan etmiş. Tefsirler dolu, hadisler dolu, şerhler dolu, dolu dolu… Ama asıl iş kaynağını bulmaktır.

Onun için derler ki:

“—Tercümeler var canım işte, ne olacak Arapça’yı belleyip de?.. Bunun Türkçesini okuduk muydu seninle benim aramızda fark kalmaz. Ben de onun tercümesini okumuştum.”

Ama her tercüme edenin tercümesi doğru mudur, değil midir?


Bugün bir mesele çıktı da birçok kitaplar yazdı. Diyanet bazılarını tetkik etmiş, bunlar hiçbir işe yaramaz demiş. Hepsi bozuk demiş. Neden? E adam kendine güvenen yazıyor. Bir tedkik heyetinden, bir komisyondan geçmiyor ki…

Kur’anlar hafızların kontrolünden geçiyor. Bu tetkik olunmuştur, hatasızdır deniliyor. Mührü basıyorlar ondan sonra piyasaya sürülüyor. Ama çıkan kitapların hangisi böyle tetkikten geçiyor? Herkes kafasına göre yazmıştır. Yalan, doğru, piyasaya arz etmiştir. Herkes bugün kitap kapışıyor.

Onun için kökünü öğren, kökünden al feyzi. Başkasına… Şimdi bu casusluk denilen… Devlet için casusluk lazım da… Devlet tabii etrafındaki devletlerle olan her şeyi bilmesi de devlete lazım. Bu o demek değildir ki bütün casusluk ortadan kalsın… Casusluk devlet için lazım. Dış devletleri tetkik edecek.

160

Hangi devlet nasıl çalışıyor, neler yapıyor, ne işler ediyor? Onları bilecek, haber verecek. Biz de onların daha üstününü yapmak üzere hazırlanacağız. Burada lazım bu. Ona mukabil daha güzel çalışmak için bu hizmet lazım. Bunu kötü yollarda kullanmamak şartıyla.


(Ve lâ tenâfesû) “Bir de almayacağınız bir malı, alıcıyı zarara sokmak için arttırmayın! (Ve lâ tebâğadù) “Birbirinize buğz etmeyin, kızmayın! Size herkesin buğz edeceği şeyleri de yapmayın! Buğz etmeyin, buğz edilecek şeyleri de yapmayın. (Ve lâ tehàsedû) Birbirinize hased de etmeyin! Birbirinize sakın arka çevirmeyin!” Geçen birkaç kimseler gelmişler. Rica ediyorlar:

“—Hocaefendi, siz yaşlı başlı adamlarsınız, şu milletin arasına girseniz de… O ona küsmüş, bu buna küsmüş. Siz imamlar bunları barıştırsanız. İki müslüman birbirini tekfir ediyor; bu ona diyor gâvur, o buna diyor gâvur… Yahut daha başka meseleler... Siz araya girin de barıştırın!” diyorlar.

“—Mes’uliyet sizin!” diyor bir de arkasından. “Barıştıra- caksınız ki, müslümanlar birleşsinler de kuvvet olsunlar.” diyor.

Doğru. Sen o tarafa çekersen, ben bu tarafa çekersem; tabii sen de parçalanırsın, ben de parçalanırım. Ne sen bir işe yararsın, ne de ben bir işe yararım. Ya? Birleşmede çok fayda var, ayrılmada zarar var.

“—Bunu sen yap!” diyorsun da ben nasıl yaparım yâhu? Benim elimden gelmez, ama o daha başkalarına layık bir şeydir.


Şimdi bu hepimizin bildiği şeyler. Müslümanlar gruplaşmış bir şekilde... O grup öteki grubu beğenmiyor, öteki grup beriki grubu beğenmiyor. Ama herkes müslüman, herkes bildiğini yapıyor.

O diyor ki:

“—Ben filan yere dayandım, ben hepimizden üstünüm, en doğru yol benim yolum!” diyor.

Öteki diyor:

“—En doğru yol benim yolumdur.”

161

“—E ne olacak?” “—İşte sen kendi yolunda git, ben de kendi yolumdan gideyim!” “—Hepimizi kurt birer birer yesin!” demektir bu.

Nasıl inekler bir yerde otluyormuş da, böyle toplu olunca kurt bunlara tesir yapamıyor. Birbirlerine arka veriyorlar. Boynuzlarıyla kendilerini müdafaa ediyorlar. Kurt da bunu biliyor. Gitmiş içinden birisine demiş ki:

“—Yâhu senin tüyün, benim tüyüme benziyor. İşte şuyun da buyuma benziyor. Sen bunlardan ayrıl da biz beraber otlayalım şurada, gezelim. Buralar bizim olsun.” Bir tanesini kandırmış, ayırmış. Onu güzelce bir yemiş. Sonra ötekini kandırmış, ötekini kandırmış. Hepsini birer birer yemiş. Şimdi bu hale geldik yani. O kadar Allah bizi şaşırttırmış ki, gözler kör olmuş.


Dün bir hikâye söylediler, çok hoşuma gitti:

Timur buraya gelmiş. O kadar körlük ki şimdi tatar yakalıyormuş birisini.

“—Yat buraya, koy elini buraya. Ben baltamı alır gelirim.” diyormuş.

Herif oradan kımıldamıyor. Tatar gidiyor, çadırından silahını, bıçağını alıp geliyor. Herifi oradan güzelce bir kesiyor. Öyle bir körlük olmuş ki… Şimdi bugün de tıpkı o gün gibi.

O gün geçti. Ayıplıyoruz şimdi bunları, böyle şey mi olur diye. Bugün de aynısı olmuş. O kadar basiretsizlik var ki.

“—Bana bir şey olmasın da kime ne olursa olsun!” diyor.

Kendi davasından şu kadarcık bir feragat edemiyor.


(Ve lâ tedâberû) “Birbirinize arkanızı çevirip küsmeyin! Küsüp de birbirinize sırt çevirmeyin! (Ve kûnû ibâda’llàhi ihvânen) Ey Allah’ın kulları, birbirinizle samimi kardeş olun!” Peygamber SAS diyor ki:

“—Arkanızı çevirmeyin birbirinize!”

Kulağımıza girmiyor. Yâhu ben de müslümanım, bu da

162

müslüman… Bu da Allah diyor, ben de Allah diyorum… Bu da camide, ben de camideyim. Ne olacak bu birbirimize arka çevirmekten?

Ama biz üstünüz ya. Senin üstünlüğün kaç para. Yarın sen de o kurdun ağzında yem olacaksın. Bunu yapmayın! Böyle bir haliniz varsa af dileyelim birbirimizden, özür dileyelim. Hepimizi ağabey bilelim, büyük bilelim. Birbirimize hürmet gösterelim. Birbirimize arka çevirmeyelim!

Ayet-i kerimede:


إِنَّمَا الْم ؤْمِن ونَ إِخْوَةٌ (الحجرات:٠)


(İnneme’l-mü’minîne ihvetün) [Mü’minler ancak kardeştirler.] (Hucurat, 49/10) buyuruyor Allah-u Celle ve A’lâ.

Bu kardeşliği nerede buluruz biz? Allah cümlemizi affetsin…


Şimdi zelzele oldu ya,69 eğer bizde müslümanlıktan şu kadarcık koku olsa, o kardeşlerimizi orada çadır içerisinde inletmeyiz.

Bugün cenazeye gittik. Camide biraz fazlaca oturduk. Baktım ki başladı bir sızlanma… Cenaze namazını içeride kılıncaya kadar üşüdük, kaçtım oradan, gidemedim mezarlığa kadar.

E niçin? Baktım tahammülüm yok. Şimdi sen düşün ki evi yanmış, barkı yanmış. Çadırda ne yapacak bu adam? Çadır nedir yani? Kış gününde çadır nedir yani? İçinde ateş yakamayacaksın, ateşin yok. Mangalın yok, bir şeyin yok. Üstüne örtecek bir şeyin de yok. Olsa da orada ona bürünüp kalacaksın.

Şimdi oradaki müslümanlara düşen vazife, hemen oraya koşup, herkes oradan bir aileyi alıp, evine götürüp, çorbasını içirip, yatağına yatırıp ısıtmaktı onu. Yanı başında birçok memleketler var ondan zarar görmeyen. Oranın ahalisi koşacak; “—Aman kardeşlerim, başınıza bu felaket geldi, bize gidelim!”



69 Gediz Depremi; 28 Mart 1970 tarihinde, saat 23.00’te, Kütahya’nın batısındaki Gediz yöresinde meydana gelen deprem.

163

diyecek, ciğerine basacak. Getirecek evinde odasının bir tarafına onları oturtacak. Çorbasını getirip önlerine koyacak. E tabii bu felaket nasıl olsa geçecek birkaç gün sonra. Onun da yeri yurdu hazırlanacak.

Nasıl ki, sahabe-i kiram Mekke-i Mükerreme’den gelen muhacirleri bağrına bastı.


Samsun’da bir dişçimiz var. Genç, güzel sakalı var. Şimdi tabii o da dişçi olmak münasebetiyle, gelip diş yaptıranlar onun sakalına takılıyorlar. O da güzel müdafaa etmesini biliyor tabii. Arabası da var kendisinin, motoru. Motoruyla da köylere, beldelere gidip diş yapıyor. Diyor ki:

“—Rüzgâr estiği vakitte doğrudan boynuma vurursa, buradaki hareketi bozuyor. Başlıyor insanın kan devranı bozulmaya... Ama sakalım gelen rüzgârı önlüyor, ondan sonra buraları mahfuz kalıyor. O mahfuz oluşundan dolayı, kan deveranını güzelce yapıyor.” diyerek kendine göre çeşitli izahlar bulmuş.

İşte başımızda da öyle çok faydaları var. Ama biz bunları ne tetkik ettik, ne de etmeye ihtiyaç görüyoruz. Sünnet-i seniyyedir

164

diyerekten yapıyoruz, gidiyor.

Fitnelerden uzak kalmak lazım. Fitnelerin dillerle olanı, işte bak propaganda diyorlar ya buna... İyiye de gidiyor, kötüye de gidiyor. Kötü propagandalar kılıçtan daha şiddetlidir. Çünkü kılıç beş on kişiyi keser, onu yakalarlar atarlar aşağıya. Ama dilinki şark ile garp arasına kadar gidiyor işte. Radyosuyla gidiyor, gazetesiyle gidiyor, kitabıyla gidiyor. Her tarafa yayılıyor bu fitneler. Kılıçtan daha beterdir yani bu fitnenin yaygınlığı. Onun için onlardan sakının diyor Efendimiz.


b. Yalandan Sakının!


Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn-i Mâce ve Ahmed ibn-i Hanbel, Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:70


إِيَّاك مْ وَالْكَذِبَ، فَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْف ج ورِ ، وَإِنَّ الْف ج ورَ يَهْدِي


إِلَى النَّارِ؛ وَإِنَّ الرَّج لَ لَيَكْذِب ، ويَتَحَرَّى الْكَذِبَ، حَتَّى ي كْتَبَ عِنْدَ


اللََِّّ كَذَّابًا؛ وَعَلَيْك مْ بِالصِّدْقِ ، فَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ


يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ؛ وَإِنَّ الرَّج لَ لَيَصْد ق ، وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ، حَتَّى


ي كْتَبَ عِنْدَ اللََِّّ صِدِّيقًا (م. ت. د. ه. حم. عن ابن مسعود)




70 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.16, o:4721; Tirmizî, Sünen, c..VII, s.238, no:1894; Ebû Dâvud, Sünen, c.XIII, s.171, no:4337; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.53, no:45; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.384, no:3638; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.195, no:20606; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VIII, s.402, no:26112; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.138, no:259; Mâlik, Muvatta’, .VI, s.130, no:1570; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

165

RE. 176/5 (İyyâküm ve’l-kezibe, feinne’l-kezibe yehdî ile’l- fücûri, ve inne’l-fücûra yehdî ile’n-nâri; ve inne’r-racüle leyekzibü, ve yeteharre’l-kezibe, hattâ yüktebe inda’llàhi keziben; ve aleyküm bi’s-sıdkı, feinne’s-sıdka yehdî ile’l-birri, ve inne’l-birre yehdî ile’l- cenneti; ve inne’r-racüle leyasduku, ve yeteharra’s-sıdka, hattâ yüktebe inda’llàhi sıddîkan.) (İyyâküm ve’l-kezibe) “Yalandan sakının! (Feinne’l-kezibe yehdî ile’l-fücûri) Çünkü yalan fücura götürür. (Ve inne’l-fücûra yehdî ile’n-nâri) Fücur ise ateşe götürür. (Ve inne’r-racüle leyekzibü) Muhakkak ki bir kimse yalan söyler, (ve yeteharre’l-kezibe) ve yalan söylemekte devam ederse, (hattâ yüktebe inda’llàhi keziben) Allah indinde çok yalancı olarak yazılır.” (Ve aleyküm bi’s-sıdkı) “Size doğruluğu tavsiye ederim. (Feinne’s-sıdka yehdî ile’l-birri) Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. (Ve inne’l-birre yehdî ile’l-cenneti) İyilik de cennete götürür. (Ve inne’r-racüle leyasduku) Muhakkak ki bir kimse doğru konuşur, (ve yeteharra’s-sıdka) ve doğruluğa devam ederse, (hattâ yüktebe inda’llàhi sıddîkan) Allah indinde sıddîk diye yazılır.” Bu hadis-i şerif bizi yalandan men ediyor. Bu hususta bir hadiseyi size nakledeceğim:

Bir grup müslüman olmak üzere Rasûlüllah SAS’e ziyarete gelmişler. İçlerinden birisi:

“—Benim şöyle şöyle günahlarım, kusurlarım var; şunu da yaparım, bunu da yaparım. Beni bu kabahatlerimle kabul edersen, ben de sana iman edeyim!” demiş

Efendimiz SAS ona;

“—Yalanı bırak, kâfi…” buyurmuş.

Bunun üzerine söz vermiş adam, iman etmiş. Akşam olmuş, içki içecek. Yâhu yarın soran olursa, ben içmedim diyemeyeceğim için tevbeler tevbesi demiş içkiyi bırakmış. Zinaya gidecek, yine soracaklar. Hem sözümü yapmadığımdan dolayı, hem de o zinanın cezasını yiyeceğim. Şunu da, şunu da... Derken yalan söylememek için bütün günahlarını bırakmış.

Vakıa, yalanın da bir yeri vardır demişler, ama o zayıf kimseler içindir; kavîlere o yoktur.

166

Dün bir yerde rast geldim. İmam-ı Rabbani Hazretleri’ni o günün hükümdarı ziyarete gelmiş. İmam-ı Rabbani Hazretleri yerinden kımıldamamış. Etrafındaki gammaz herifler hemen gitmişler;

“—Efendim bak gördün mü? Sana hiç metelik vermedi! Sen bir hükümdarsın, seni hiç saymadı.” demişler.

Daha işte neler söyledilerse, herifin kızgınlığını celp etmişler;

“—Atın hapse!” demiş, hapse atmışlar.

Araya bir aracı girmiş. Demiş ki:

“—Yâ imam! Biliyorsun hükümdarlara karşı, takiyye diyorlar; böyle eğilip etek öpme gibi, tazim yapıyormuş gibi yapsaydınız. Ulema fetva vermiştir, sultanlara böyle yapmak caizdir. Sen de bunu yapıver de kurtul bu hapisten!” demiş.

O da demiş ki:

“—Zayıflar içindir o fetvalar...” Çünkü iki yol var. Birisi azimet yolu, birisi ruhsat yolu. Ruhsat yollarında fetvalar bol. Yapabildikçe yap. Ama azimet

167

denilen yol ehl-i takvâya göredir ki, ruhsata tenezzül etmezler.


Gece sabaha kadar uyumak ruhsat. Sabah namazına kalktıktan sonra sabaha kadar uyu, ruhsat… Azimet: Akşamdan erken yatar, gece kalkar teheccüd namazını kılar. Buna azimet derler. Her şeyde böyle…

Abdest almak namazdan namaza olursa ruhsattır. Namazdan çıktıktan sonra abdestiniz bozuldu, eh zararı yok. Öğlene kadar abdestsiz gezerseniz ruhsattır. Şeriat, “Niçin sen abdestsiz gezdin?” demez. Öğle namazına abdest alacaksınız, namazı gelip kılacaksınız.

Ama azimet; müslüman abdestini bozduğu vakitte tazesini almaktır. Suyumuz bol memlekette el-hamdü lillah. Su yoksa, teyemmüm etmek. Onun için müslüman ruhsata kaçtıkça yıkılır. Azimetle amel ettikçe Allah elinden tutar, yükseltir onu. İzzet ve saltanat sahibi olurlar. Ruhsatlarla amel onları yıkar, yerin altına batırır.

Onun için doğruluğu size tavsiye ederim. Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk insanları doğrudan doğruya yükseltir.

Bu kadarı yetsin de, Allah kusurlarımızı afv-u mağfiret etsin… Tevfikat-ı samedâniyyesine mazhar eylesin… Hakiki müslümanlık lütfunu hepimize ihsan etsin…


c. Vukùf-i Zamânî


Şimdi bir tane şey söyleyeyim size. Abdülhalik-ı Gücdevanî Hazretleri’nin on bir tane düsturu vardır. Müslümanlık düsturu. Hepsi şeriattır yani. Tarikat denilen nesne, şeriati sıkı tutmaktan ibarettir. Abdülhalik-ı Gücdevanî Hazretleri yaptığı nasihatinde, vukuf-i zamanî’den bahseder.

Hırsız var memlekette, biliyoruz. Evini soyar, malınızı soyar, şunu yapar, bunu yapar, hırsızdır. Bu hırsız, hırsızdır ama zamanı çalan hırsız kadar hırsız değildir. Ne çalmıştır? İşte bin liranı almıştır, on bin liranı almıştır. Ne olacak? Bin lira, on bin

168

lira gene bulunur. Zamanın bir anı bir daha bulunmaz. Milyonlar versen gene bulamazsın.

Zamanın kaybı kadar büyük fenalık yoktur. Gelir lak lak lak saatlerce konuşur. Ne konuşuyorsun yâhu? Senin işin yoksa benim işim var. Kahvehanelere git, gazinolara git. Hep zayi olmaktadır zaman, gaflet içerisinde geçmektedir. Sen bu zamanı nereden bulursun? Bu geçen saat ve saniyenin, zamanın, dünya senin olsa altınlarıyla beraber, o zamanın bir saniyesini geri çevirebilir misin? İmkânı var mı? Yok…

En kıymetli zamanlarını insan böyle kötü yollarda, israflarda geçirirken; zamanın en kıymetlisi, en iyi şeyde harcanır. En iyi şey, Allah yoludur. Geçenki dersimizde söyleyecektim ama o gün hatırıma gelmedi. Allah kusurumuzu affetsin…


Bu birincisi idi. Bir de on birincisi var. On birincisindeki dersi de, “Müslümanın nisbetini muhafaza etmesidir.” diyor.

“—Hangi yoldansın?” “—Hz. Ebû Bekrî Sıddîk’ın yolundayım!” “—Sen kimin yolundansın?” “—Ben de Hz. Ali’nin yolundanım.” Nisbetini muhafaza, Halik ile olan huzurunun muhafazasıdır. Halikıyle olan huzurun muhafazası nerede olur? Kötü yerlerde mi olur? Günah yerlerde mi olur bu huzurun muhafazası?

Onun için ayet-i kerimede Cenab-ı Hak Nuh AS’a:


إِن الَّذِينَ آمَن وا وَعَمِل وا الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَت وا إِلَى رَبِّهِمْ، أ ولَئِكَ أَصْحَاب


الْجَنَّةِ ه مْ فِيهَا خَالِد ونَ (هود:٣٢)


(İnne’llezîne âmenû ve amilü’s-salihàti ve ahbetû ilâ rabbihim ülâike ashabü’l-cenneti hüm fîhâ hàlidûn.) İman edip sàlih ameller işleyen ve Rablerine huzur ve huşû ile gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.] (Hûd, 11/23) diyor.

169

İman var, amel-i sàlih var. Ama o amel-i sàlihînde bir ahbet

kelimesini koymuş Cenâb-ı Hak, huzur ve huşû istiyor. Huzur ve huşu ile yap ibadetini diyor.

Vakit geldi, “Allàhu ekber” de namazını kıl! Sonra git, gene envai çeşit günahları işle… O değil ki maksat. Maksat, buradaki durduğumuz huzur-u ilahiyedeki aldığımız ruhu ikindi vaktine kadar devam ettirebilmek. İkindiden sonra akşama kadar devam ettirebilmek.


Dâimâ huzur-u ilâhiyede olduğunu unutmayacaksın, kaçırmayacaksın. Günaha hiç meydan yok. Çünkü daima Allah’ın divanındasın. Allah’ın divanında olan bir insan, namaz kılarken hırsızlık yapabilir mi? Yalan söyleyebilir mi? Günahlı bir iş yapabilir mi? Yapamaz… Çünkü divan-ı ilahiyededir.

Binâen aleyh bu divan-ı ilahiyi ömür boyunca muhafaza edebildiğin nisbetindir senin. Bu nisbeti muhafaza ettikçe bahtiyarsın. Edemedikçe zarardasın. Allah kusurlarımızı affetsin de kolay iş değil bunlar tabii.

Bir parayı kazanmak bile kolay değil. İnsan para kazanıyor, zengin oluyor ama kolayca mı oluyor ya? Kim bilir ne kadar ömür telef oluyor, ne kadar emekler telef oluyor. Allah’ın yolunun da ahiretteki kazancı buna bağlıdır.


d. Harama Bakmayın!


Saîd ibn-i Mansur ve Beyhakî, Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:71


اَلإِثْم حَوَّاز الْق ل وبِ ، وَمَا مِنْ نَظْرَة إِلَّ وَلِلشََّيْطَانِ فِيهَا مَطْمَعٌ



71 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.367, no:5434; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.329, no:2864; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.491, no:10101.

170

(سعيد بن منصور، هب. عن ابن مسعود، قال المناوى: موقوفًا بأسانيد كلها ثقات)


RE. 188/2 (El-ismi cevvâzü’l-kulûbi, ve mâ min nazratin illâ ve li’ş-şeytàni fîhâ matmaün.)

(El-ismi cevvâzü’l-kulûbi) “Günah, kalpleri müteessir eder,

heyecanlandırır. (Ve mâ min nazratin illâ ve li’ş-şeytàni fîhâ matmaün) Kadınlara hiçbir bakış yoktur ki, onda şeytanın tamâı olmasın.” Yapılan günahlar, kusurlar, kabahatlerden dolayı insanın bir müteessir oluşu vardır. Bir kabahat yaptı mıydı insan bu kabahatten bir üzüntü duyar kendisinde. Bu üzüntüden de kalpte bir heyecan hasıl olur:

“—Ah yapmasaydım, niçin yaptım?” Bu heyecan ve pişmanlık insanı bir tevbeye, istiğfara sevk ederse ne mutlu ona… Pişmanlık duyuyor, onu bir daha yapmamaya çalışıyor; o ne a’lâ...

Bir de pişkinlik olur insanda, Allah esirgeye… Bunlar yapıla yapıla pişer insan bir süre sonra, artık o heyecan hasıl olmaz kendisinde… Heyecan hasıl olmadığı için, bakarsın artık günahlar ona göre tabii bir hal alır. Tabii bir hal alınca artık o günahtan kaçmak da, sakınmak da kendisi için mümkün olmaz.

O kalbin çarpıntısı, demek ki Cenâb-ı Hakkın bir lütfu oluyor. İnsanları bir nedamete, bir pişmanlığa sevk ediyor. Eğer o nedamet ve pişmanlık oluyor da ondan vazgeçiyorsa, bir daha yapmamayı seçiyorsa, ne mutlu ona…

Bunlar böyle yapıla yapılan katmerleşiyor ve pişkinleşiyor insan. Artık o günahlar onun kalbinde bir tesir yapmıyor. Allah kusurlarımızı affetsin….


Bugün bir mesele sordular bana:

Adam buraya çalışmaya gelmiş. Üç beş tane eşkıya adamı almışlar, götürmüşler. Başlamışlar dövmeye. Dövüyorlar adamı,

171

diyorlar ki:

“—Bize beş bin lira verirsen, biz seni bırakacağız.” Adam söz veriyor:

“—Karım benden talâk-ı selâse ile boş olsun, size bu beş bin lirayı vermezsem!” diyor.

Diyorlar ki:

“—Biz seni bırakalım, sen de bu beş bin lirayı bize getir.”

Tabii adam gitmiş. Karısı da var evde… Karıyı ben evden kovayım artık. Onlara da söz verdim, dedim bu lafı ağzımdan çıkardım. Fakat ….

Şimdi bu insanlarda kötülük ne kadar katmerleşiyor ki gayri meşru bir şeyi yapmak da hoşuna gidiyor. Adamı öldürecek, ailesine musallat… Ama içeride hiçbir heyecan olmuyor. Demek ki bu ölmüş bir insandır. Hayatı var ama hayatının maneviyatı tamamiyle gitmiş, kuru bir hayat, zarardan başka bir şey değil. Şimdi buna ne demek lazım gelir?


Şu gözlerimiz var ya, bu gözlerimiz nurdan ibarettir. Işık olmayınca göz göremiyor. O nur elinden alındığı için artık göz görmez bir hale geliyor. Şimdi göz gördüğü vakitte, Allah bu gözü vermiş ki bize;

“—Bir ibret alsınlar. Benim masnuatımı görsünler, mahlû- katımı görsünler, mevcudatımı görsünler, bana intikal etsinler. Anlasınlar ki varlığın bir sahibi var, bu varlık sahipsiz olmaz.

İnsan görünce tabii idrak edecek ki, bu koskoca alem nasıl duruyor kendiliğinden. Bunun için uzun kitapları okumaya lüzum yok. İşte Allah’ın verdiği bu basiret gözleriyle düşünüp tefekkür ederse, işte tepemizdeki Ay’a gidiyor Amerikalılar. Ne anlıyor? İşte orada koca bir cisim duruyor. Vaktiyle;

“—Ay bizim dünyamızdan kopmuş da gitmiş.” diyorlardı.

Halbuki dünyamızdan çok evvel yaratılmış olduğunu kendileri itiraf ettiler. Demek dünyadan çok evvel yaratmış Cenab-ı Hak

onu. Ama boşlukta duruyor, saniyesini şaşırmadan her ay yirmi dokuz, otuz gün arasında bize geceleyin ışığını veriyor. Bize de diyor ki

172

“—Ben Allah’ın mahlûkuyum. Allah beni sizin için yarattı. Siz de Allah’ın mahlûkusunuz. Siz de Allah’a yalvarın!”

Bu gözleri Allah bize ibret için vermiş. O yüzden büyüklerimizden birisi demiş ki:


Bir göz ki ibret olmaya nazarında,

Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.


Bu göz, ama bu gözden ibret alacasınız, bu gözü verene dönecesiniz. Bu gözü verene dönemiyorsan, onu idrak edemiyorsan, o göz baş üzerinde bir belâdır. İnsanı kötülüklere, fenalıklara sevk eder durur.

Onun için bu gözünü kötülüklere baktırma, günah yerlere verme ki, o nur gitmesin elinden. O nurun bir gidişi var, ölümle gidiyor. O ayrı. Bir de bir nur daha vardır ki hayattayken gider.

Bu göz işte koyundaki göz gibi, hayvandaki göz gibi yemeden içmeden başka bir şey anlamaz. Yesin, içsin, yatsın. Halbuki bu göz onun için değil. Bu göz ancak Allah-u Teàlâ’nın masnuatını görecek, Allah’a gidecek.

Çünkü insan bir levhayı görünce, “Kim yaptı bu levhayı?” der. Güzel bir eser görünce, “Bu kimin eseri?” der. Neden? İntikal var. O eserin sahibine intikal ediyor. Bu eserin sahibine intikal ediyorsun da, bu koca varlığın sahibini merak etmez misin?

Bugün ucunu bucağını bulamıyorlar, kâinat hudutsuz bir alem… Her çeşit mevcudat var içerisinde… Bunun sahibi kim acaba? Bunun sahibi, varlıkların sahibi olan Hz. Allah… Gördüklerin seni buraya sevk ediyorsa, ne mutlu sana.

Şimdi o diyor ki:

“—Sen bu gözünü sakla! Öyle olur olmaz her şeye gözünle bakıp da onu kirletme!”


Amasya’da bir muhterem zatımız var, sizden de soruyor, selam söylüyor. O bir mektup yazmış. Tanımaz bizi ama yazmış. Leylâ ve Mecnun’dan da iki beyit yazmış içerisine. Arapçasını söyleyemeyeceğim ama Türkçesini de yazmış, şerh de etmiş

173

kendisi, Türkçe tarifi şöyle:

Birisi Mecnun’a diyor ki:

“—Ey Mecnun, sen Leylâ’yı görmek istiyorsun ama senin bu gözlerin herkesi görüyor. Herkesi gören göz, Leylâ’yı görmeye lâyık değildir. Binâen aleyh sen Leylâ’yı görmek istiyorsan, bu gözleri göz yaşlarıyla sil, yıka, temizle de ondan sonra bak Leylâ’ya!” diyor.

Bu Leylâ’dan da Mevlâ’ya geçmek lazım. Leylâ Allah’ın kulu. Allah’ın kulunu görebilecek gözü ayırıyor da, Mevla’yı görecek göz nasıl ayrılmasın.

Onun için dünya mülevveleriyle kirlenen göz, hakkı göremez. Masnûâta koyunun baktığı gibi bakar. Koyun da görüyor bu masnûatı… O baktığından nasıl bir şey anlamıyorsa, bu gözle de bir şey anlamayız. Çünkü idrak nuru sönüyor insanda.


Bakınız, bu göz bizde var ama, şu güneş nuru olmazsa görür mü gözümüz? Görmez. Gece verseler elimize kitabı, oku bakalım deseler. “Lamba getirin!” deriz, “Elektriği açın!” deriz. Demek ki bu göz, bir ışığa muhtaç. Bu ışıkla ancak görüyor. Bu ışık ancak maddiyatı gösterir. Maneviyatını gösteren ışık da nurdur. O nurdan da mahrum olunca ancak üstünü görür, altını göremez.

Altını görebilmek için Allah-u Teàlâ’nın verdiği nuru muhafaza etmek lazım. O nuru muhafaza edebilirsen, gözün bunun dışını da görür, bu alemin içini de görür.

İnsanı Allah-u Teàlâ çok büyük mahluk olarak yaratmış. Yani şu koca kainat var ya, o koca kainatın zübdesidir bu insan. Bu zübdesi olduğu için çok büyüktür. Şimdi bir cesedimiz var. Bu cesedimizi ölünce toprağa gömüyoruz. Orada çürüyüp gidiyor. Ama bu cesedi idare eden bir ruh var ki onunla konuşuyor, onunla görüyoruz, işitiyoruz. Onu bizden alınca, görmemiz de, işitmemiz de, söylememiz de, hareketlerimiz de muattal kalıyor.

Bu ruh o kadar büyük şeydir ki, Allah-u Teàlâ’nın yaratışı bu, bizim değil. O bu alemin şeysi değil, diğer bütün alemi var, o alemin mahlûkudur. O ruh, kocaman…

Ama onu Cenab-ı Hak nasıl atomu dürmüş dürmüş de ufacık

174

bir zerre halinde, hakkından gelinmeyen bir varlık oluyor atom dedikleri ufacık bir zerre. O atom gibi bir ruh, cesedin

içerisindeyken daracık işte. Şu vücut ne kadar bir şey, bu vücudun içerisinde ikamet edecek. Fakat bu vücuttan çıktı mıydı, şu gördüğün koca kainatı doldurabilecek kuvvettedir bu.

Şimdi acem şairi diyor ki: “Sen ne zaman ki ruhuna hakim olursun, ne zaman ruhunu elinde tutarsın, ruhuna sahip olursun. Ruhuna hakim olursan, haccı ekber, senin haccın o gün olur diyor. Ruhuna hàkim olduğun gün, hacı olmuş olabilirsin. Beş bin lirayı verse, herkes hacı. Ama asıl ruhuna sahip olduğun vakitte, hacı o zaman olabilirsin.

Şimdi bu insanın ruhu ama bunu iyi dinleyin, bu insanın ruhu bu bedendeyken, bazı insanlar vardır ki tekemmül etmiştir, ruhu bedenindeyken, kâinata gene hakimdir. Öldükten sonrayı beklemez. Öldükten sonra umumiyetle dağılacak. Hakiki kimselerin ruhları, kâinatı dolduracak. Ama hakiki olmayanlar başka. O günah durdurur kendisini, m… olarak gidiyor, onun ruhu değil.

İman ile kemâla ulaşmış ruh sahipleri, öldükten sonra ruhları kâinatı doldurduğu gibi, ölmeden de ruhlarına hakimdir bunlar. Bu böyle olduğu için Rasûlüllah SAS’in ruhunu bir de düşün şimdi. Bu bizim gibi aciz beşerin ruhu, kâinatı böyle doldurunca, kâinat onun için yaratılmış olan bir peygamberin ruhunu düşün artık.


Onun için Abdülaziz-i Debbağ diye Faslı bir evliya var. Amadır, ilmi de yoktur. Tahsil etmemiştir yani, ümmidir. Fakat güzel bir eseri vardır. Soruyorlar:

“—Sen bunları okumadığın halde bu sorgularımıza bu cevapları bu kadar dürüst olaraktan nasıl verebiliyorsun? Hep kitaba uygun sözlerin. Kur’an’ın ve hadislerin ahkâmına uygun olarak cevap veriyorsun. Sen ümmi bir adamsın, bu kadar sözleri nasıl buluyorsun?” Diyor ki:

“—Ben Rasûlüllah SAS’in ruhuyla her zaman görüşüyorum.

175

diyor. Karşılaştığım müşkil suallerimi soruyorum Rasûlallah’a: ‘—Yâ Rasûlallah! Bunu soruyorlar bana, ne diyeyim bunlara?’ O da diyor ki şöyle de; ben de öyle diyorum.” Bu nasıl oluyor? İşte tekemmül eden insanlar için… Şimdi güneş nasıl böyle etrafı doldurmuş. Nur-u Rasûlüllah da kâinatı böyle doldurmuştur. Medine-i Münevvere’ye gitmeye lüzum yok. Onun ruhu her yerde böyle mevcuttur. Yalnız onun ruhuyla iltisak peyda edebilecek bir kudret lâzım!

Nasıl ki, iki madde yan yana gelince uygun gelirse birbirine, mutabakat hasıl olursa… Sünnet-i seniyyeye ittibâ etmek suretiyle, mutabakat-ı Rasûlüllah oldu muydu onun da … kabilinden ….


E şimdi bugün misali var. İşte İngiltere’de, Amerika’da, Almanya’da icat edilen aletler, bugün buradan konuşuyorsun, oradaki adam seni dinliyor. Oradaki adam konuşuyor, sen dinliyorsun burada… Neden? İşte teknik bilgiler vasıtasıyla

konuşuyor.

E bu insanın yaptığı hünerler bugün bunu meydana koyuyor da, Allah-u Celle ve A’lâ’nın mükemmel bir insanı yarattığı kudreti sen inkâr edersen ne olur? Allah kulundan aciz midir ki? Kulu bunu yapabiliyor, bir gemi yapıyor, her çeşit aleti içine koyuyor. Bu gemiye bu lazım diyor.

Allah-u Teàlâ da bu vücudu yaratırken, her şeyi içine koymuş. Yere de göğe de hàkim… Yeri de göğü de Allah bu kuluna musahhar kılmış. Allah sana bunları musahhar kılmışken, sen Allah’tan gayriye yönelirsen, Allah’a mı kul olursun, başkasına mı kul olursun? Onun için Allah bu kadar nimetlerle bizi nimetlendirmişken, onun kıymetini bilip, bu nimetleri verene dönmek lazım! Ondan özür dilemek lazım! Aczini itiraf etmek lâzım, istikameti istemek lazım!


Onun için şimdi diyor ki burada:

Bu gözü Allah bize vermiş, haramlara bakmak için değil, günahları işlemek için değil. Bunlardan ders alacaksın. Ders

176

alamazsan, kötü yollara bakarsan, şeytan ondan bir hisse alır. Senin o bakışından, fırsat eline geçer şeytanın. O fırsatla sana

vesveler ilka eder. O fırsat ile sana şehveti ilka eder, enva-i çeşit dünya şeylerini ilka eder. Sen de bakarsın ki, onun ilka ettiği yollara doğru yönelir gidersin o bakışla…

Onun için Kur’an’ı Azimü’ş-şan’da Allah-u Celle ve A’la, kadına da erkeğe de emrediyor:


ق لْ لِلْم ؤْمِنِينَ يَغ ض وا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظ وا ف ر وجَه مْ (النور:٠٣)


(Kul li’l-mü’minine yeğuddù min ebsàrihim ve yahfezù fürûcehüm) [Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar.] (Nur, 24/30) buyruluyor.

Kadınlara serbest mi? Hayır! Onlar için de;


وَق لْ لِلْم ؤْمِنَاتِ يَغْض ضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ ف ر وجَه نَّ (النور1)


(Ve kul li’l-mü’minâti yağdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehünne) “Ey habibim, erkeklere söylediğin gibi kadınlara da söyle, onlar da gözlerini muhafaza etsinler, nâ-mahreme bakmasınlar ve namuslarını payimâl etmesinler, korusunlar.” (Nûr, 24/31) buyruluyor. Onlara da bakmak yasağı var.

Efendimiz SAS Hazretleri’nin hane-i saadetlerine a’mâlar gelmişlerdi. O sırada hane-i saadetlerinde, ezvâc-ı tahirat validelerimiz de bulunuyorlardı. Rasûl-i ekrem SAS gelince, a’mâları çıkardı. Dediler ki:

“—Yâ Rasûlallah onlar kör, görmüyorlar.” “—Siz görmüyor musunuz? Sizin seslerinizi de onlar duymuyor mu?” dedi.


Allah akıbetlerimizi hayretsin. Göz çok büyük alem. Şu ufacık bir şey ama çok büyük alem, çok büyük hüneri de var. Cazibesi de o nisbette kuvvetlidir.

Bakmayın dediğine Cenab-ı Hakk’ın, bakmayacağız.

177

“—Bakarsak ne olur canım? Güzele bakmak sevaptır derler.” Güzel de olsa, mahrem olmayana bakmak haramdır. Ancak, denize bakmak sevap, alimin yüzüne bakmak sevap, Kâbe’ye bakmak sevap, Mushaf’a bakmak sevap…

Mushaf’a, yâni Kur’an-ı Kerim’e bakarsan, nur olur gözün. Gözünün nurunu arttırmak istiyorsan, Kur’an oku! Alimlere bak, onların meclisinde bulun! Anana babana bak şefkatle... O zaman gözünün nurları artar.

Ama günaha bakarsan, gözünün nuru kaybolur. Bu da işin mânevi ciheti… Maddî ciheti de, bu bakışlarda Cenab-ı Hak bu gözün içerisine bir cazibe koymuş.


Geçen komşular gelmişler, dediler ki:

“—Bir moda icat ettik. Hanımlarımıza gayet güzel bir şekilde manto giydireceğiz. Çok hoş, herkes beğenecek.” “—E ne olacak?” “—İşte bununla gezinecek sokaklarda…”

Ben dedim, fakirane bana kalırsa:

“—Kadının tesettürü evidir. Kadın evinden dışarıya çıktı mıydı, neyin içerisine sokarsan sok. Çarşafa sok, mantoya sok… Kadınların giydiği sayalar var, onlara sok, neye sokarsan sok. Şu gözün bir tanesi gene kâfidir insana…”

Hani bazı kadınlar eskiden tek gözüyle bakarlardı böyle. O tek göz bile yeter. İnsanın mahiyetini oraya resmeder. Nasıl fotoğraf makinaları resim alıyor, gözler de aynı şekilde resim alır. Baktı mıydı, onun sureti onun içerisine akar gider. Bu akış bahusus gençlerde birçok günahlara vesile olur. Birçok fenalıklara vesile olur.

Onun için Cenâb-ı Hak diyor ki:

“—Bakmayın!”

En güzeli bakmamak. Eskiden kadınlarımızın çarşafı ve üzerinde bir peçesi vardı gözlerinde… Gözlerini ve yüzlerini örtücü bir peçe var idi.

178

Hacda rahmetlik Hamdi Efendi, tefsir sahibi. Diyor ki:

“—Ben İstanbul’a geldiğim vakitte, İstanbul kadınlarının vaziyeti, böyle idi. Güzelce çarşaflarını giyinmişler, yüzle- rini de peçeleriyle örtmüşler. Bir de ellerinde şemsiyeleri vardı. Şemsiyelerini önüne böyle perde tutar, öyle gezerlerdi.” diyor.

Şimdi o günle bugün arasında çok bir zaman geçmedi. Elli senelik, altmış senelik bir vakitte her şey değişti. Altmış sene evvel insanlar böyle gezerdi, onların nesli böyle oldu. Bugünkü insan böyle, bakalım bunun nesli nasıl olacak? Onun için bu şeytanın tamahına, hilesine yol bırakmamak lazım. Bu yolu açtın mıydı onun arkasından sen hakkından gelemezsin. Senin elinde o kuvvet yok. Yolu açmışsın bir kere…


Bunun için Hacı Bayram-ı Velî’nin bir halifesi var, bir güzel şiir söylemiş ama hatırımda yok, o şiirinde diyor ki o zat:

“—Şeytanı bir kere içeriye sokma, düşmanı içeriye sokma! Düşman içeriye girdikten sonra, çıkarmak çok zordur, çok zor!” diyor.

Dünya hadiseleri de gösteriyor ya. Memlekete bir düşman girdi miydi, kolaylıkla çıkıyor mu? Dünya kadar kan akıyor, dünya kadar israf oluyor, zayiat oluyor. Galebe çalabilirsen kovuyorsun. Galebe çalamazsan yine kovamazsın, oturur orada.

İşte Yahudi Kudüs’e girdi, mis gibi oturuyor orada şimdi. Allah def etsin… Niçin? Karşısındaki kuvvet ona çıkartmaya kâfi gelmiyor demek ki. Çıkarması çok zor. Koymamak lazım! Koydun mu bitti iş. Onun için şeytana perde, gözleri kapamak.

179

Onun için bir tarikat var, Nakşibendî diye. Onun bir piri var, Buhara’lı Muhammed Bahaeddin Hazretleri… O on bir tane şart koymuş müridlerine. O on bir şarttan birisi:

“—Nazar ber kadem: Gözünüzü yumun, ayağınızın ucundan başka bir yere bakmayın!” Yolda gidiyorsun, sağa, sola, şuraya, buraya bakma. Ayağının ucuna bak, yolunda devam et. Niçin? Gözün böyle sağa baktıkça, sola baktıkça, ileriye baktıkça etrafında gördüğün hadiseler senin kalbine intikal eder. Göz manevi bir yol ile kalbe akıtıyor gördüklerini. Kalbe akıtınca, o kalp ne yapsın şimdi. Doldu birçok pisliklerle… Onun için gözünü ayağının ucundan ayırma, başka yere bakma!

Buna bir mana da vermiş bir büyük. Bu ayağının ucuna bakmak demek, o demek değil. Ya? Gözünü demiş fevka’l-Arş bakacaksın, büyük olmaya çalışacaksın. Öyle önüne eğilip de küçülme, büyük olmaya çalış. Büyük insan olmaya çalış.

180

Allah-u Teàlâ bizi büyük insan olarak yaratmış. Bu büyük insanlığın kıymetini bilip büyümeye çalışmak lazım. Aya gitmek için herif dünyanın parasını harcıyor. Milyarlar harcıyor. Halbuki insan bir anda gidiyor. İnsanda eğer maneviyat kuvveti kuvvetliyle bir anda ayı keşfeder gelir sana.

Onun için Allah-u Teàlâ bizi günahlardan muhafaza etsin; gözümüzü de, bütün azalarımızı da, kulaklarımızla beraber.

Onun için Leyla’nın o sözünde ikinci bir kısımda da diyor ki:

“—Sen Leyla’nın sözlerinden faydalanmak istiyorsun fakat kulakların alemin sözleriyle dopdolu. Başkalarının sözleriyle dopdolu olan bir kulak, Leyla’nın sözlerinden faydalanamaz!” diyor.

Allah cümlemizi affetsin… Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin… Hakiki müslüman olarak yaşayıp, hakiki müslüman olarak ahirete göçen bahtiyarların zümresine sizi de, bizi de ilhak buyursun….

Li’llâhi’l-fâtihah!


İskenderpaşa Camii

181
08. NUH AS’IN KAVMİNİN HELÂKİ