16. EBDALLARIN ÖZELLİKLERİ

17. İSLÂM’IN ESASLARI



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


اَلإِسْلاَم عَلاَنِيَةٌ، وَالإِيمَان فِي الْقَلْبِ؛ ث مَّ ي شِير بِيَدِهِ إِلَى صَدْرِهِ:


اَلتَّقْوَى هَاه نَا! اَ لتَّقْوَى هَاه نَا! (حم. ن. ع. عن أنس وصحح)


RE. 189/6 (El-islâmü alâniyetün, ve’l-îmanü fi’l-kalbi; sümme yeşîrü bi-yedihî ilâ sadrihî: Et-takvâ hâhünâ! Et-takvâ hâhünâ!) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

“—Mefhar-i mevcûdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

“—Seyyidü’s-sâdât Muhammed Mustafâ râ salevât!” [Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

“—Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ râ salevât!

[Allàhümme salli alâ seyyidenâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed…]

Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin…


a. İman ve Takvâ Kişinin Kalbindedir.

367

Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî, ve Ebû Ya’lâ, Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:160


اَلإِسْلاَم عَلاَنِيَةٌ، وَالإِيمَان فِي الْقَلْبِ؛ ث مَّ ي شِير بِيَدِهِ إِلَى صَدْرِهِ:


اَلتَّقْوَى هَاه نَا! اَ لتَّقْوَى هَاه نَا! (حم. ن. ع. عن أنس وصحح)


RE. 189/6 (El-islâmü alâniyetün, ve’l-îmanü fi’l-kalbi; sümme yeşîrü bi-yedihî ilâ sadrihî: Et-takvâ hâhünâ! Et-takvâ hâhünâ!) (El-islâmü alâniyetün) “İslâmiyet alenidir, açıktır. (Ve’l-îmanü fi’l-kalbi) İman da kalptedir. (Sümme yeşîrü bi-yedihî ilâ sadrihî) Sonra eliyle göğsüne işaret etti: (Et-takvâ hâhünâ! Et-takvâ hâhünâ) Takvâ buradadır! Takvâ buradadır!”


İslâm dedin mi aleniyet var, açıklık var. Allahu ekber derken, namaza dururken, herkes senin namaz kıldığını görüyor. Rükû ediyorsun, secdeye varıyorsun; bu hareket görülüyor. Görünce bu hareket İslâm’ın harekâtıdır. “Bu adam müslümandır.” diyerek şehadet edilir. Eğer bir gâvur da gelse, saflarımızın arasına girse, bu hareketiyle biz onun İslâmiyet’ine şehadet ederiz. Çünkü bu hareket İslâm’a taalluk eden bir harekettir. “Bu adam da İslâm olmuştur, gelmiş bizim aramıza girmiş bu hareketi yapıyor.” deriz.

Fakat, iman gönüldedir, kalptedir. Onun dışarıdaki alâmeti İslâmiyet’tir. İslâm iman vardır da bu imanı dolayısıyla İslâmiyet’ini ifâ ediyor. Onun İslâmiyet’i, imanına da delalet eder. Binâen aleyh iman kalptedir ama onun alâmeti İslâm’ın hareketleridir. İslâmî hareketleri yapan bir insanın da biz imanı olduğuna şehadet ederiz. “Bu da mü’mindir.” deriz. “Müslüman



160 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.134, no:12404; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XI, s.11, no:30955; Ukaylî, Duafâ, c.VI, s.197, no:1405; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.115, mo:393; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.I s.21, no:160; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V. s.301, no:2923; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.207; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.111; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.33, no:44; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.20, no:10155.

368

olduğu gibi mü’min.” de deriz.

İslâmiyet şuna da benzetilebilir: İslâmiyet bir su olarak; iman da bir ağaç olarak düşünülürse, imanı sulayan ve besleyen bir şeydir. Ağaç ne kadar kendi kendine bitmiş olursa olsun sulanmadıkça bir müddet sonra kurur. Gerek su rahmet-i ilâhiye ile gökten gelecek; dağlardaki gibi ıslanacak da yetişecek. Ya da bizim kendilerimizin ekip de suladıklarımız gibi sulanmak suretiyle o neşv ü nemâ bulacaktır. Neşv ü nemâ bulduktan sonra meyvesini veriyor. İşte o meyve iman meyvesidir. O İslâm suyu onu suladı, iman da meyvesini verdi. İman meyvesini verince, bakarsın ki insanlar da melek gibi olur.

Onun için, iman kalptedir ama onun alâmeti de İslâmiyet’tir. İslâmiyet olan yerde iman vardır. İmanın olduğu yerde de İslâmiyet vardır.

Efendimiz, eliyle göğsünü işaret ederek: “—Takvâ denilen şey buradadır!” buyurmuş.

Bunu üç kere tekrarlamış.


Takvâ denilen şey iç âlemindedir. Allah korkusu bir insanda mevcutsa, o Allah korkusu imanının icabıdır. O Allah korkusu onu kötülüklerden, yasaklardan men eder. İmân ve İslâmiyet’in insanlar üzerindeki en büyük tesiri, onları kötü huylardan, kötü ahlâklardan, günahlardan uzak tutmasıdır. Binâen aleyh insan kendi hareketine bakar:

“—Benim hareketlerim beni günahlardan uzaklaştırıyor ve beni haramlardan uzaklaştırıyor; demek ben müslümanım, bende iman var demektir.” “—Bende iman var ama beni günahlara sevk ediyor. Kötülükleri günahları da işletiyor.”

Öyleyse, o iman çok zayıflamış belki bir gün sönüverecek Allah esirgeye! Binâen aleyh onu önlemek lazım. Bu günahlardan kendini korumaya çalışmak lazım ki, iman neşv ü nemâ bulabilsin. Onun suyu da İslâmiyet’tir.


b. İslâm İzzetlidir


Dâra Kutnî ve Beyhakî, Aiz ibn-i Amr el-Müzeni RA’dan rivayet etmişler.

369

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:161


الإِسْلاَم أَعَز مِنْ ذَلِكَ، اَلإِسْلاَم يَعْل و، وَلَ ي عْلَى عَلَيْ هِ (الروياني، قط. ق. ض. عن عائذ بن عمرو المزني)


RE. 189/7 (El-islâmü eazzzü min zâlike, el-islâmü ya’lû, ve lâ yü’lâ aleyhi.)

(El-islâmü eazzzü min zâlike) “İslâm bundan çok azizdir. İslâm çok kıymetlidir, yâni müşriklerle dostluk olmaz. (El-islâmü ya’lû) İslâmiyet üsttedir, (ve lâ yü’lâ aleyhi) bunun üstüne çıkılmaz.

Galiptir, mağlub olmaz.” İslâm aziz; kıymetli, bulunur bir şey değil. Eşi olmayan bir nimettir. Allah onu bize lütfetmiştir. Allah’ın o lütfuna çok teşekkür edip, onu muhafaza edebilmek lazımdır. Bu bir lutf-ı ilâhîdir ve bize vermiştir. Kâinatta bu kadar insan var hepsine nasip olmuş mudur?

Olmamıştır. Ama analarımız babalarımız vasıtasıyla bize nasip olmuş. El-hamdü lillah. Binâen aleyh onlara da çok teşekkür etmek vazifesindeyiz ki eğer onlar olmasaydı biz Allah esirgeye ya Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın şurasının burasının bir ücra köşesinde bir kilise adamı olarak yetişseydik ne olurdu bizim hâlimiz? Nereden bulurduk İslâm’ı, nereden dönerdik İslâm’a?

Bu bize Allah’ın büyük bir lütfudur ki, bir İslâm diyarında müslüman anadan babadan bizi dünyaya getirmiş, bu İslâm da miras olarak elimize geçmiş. Bu İslâm nimetinin —en aziz bir şeydir— kıymetini bilmek lazım. Milyonlara değişilmez, milyonlar burada kalacak hepsi. Ne kadar servetin olursa olsun, onların hepsi gözünü yumuncaya kadar. Göz yumdun mu hepsi bitiyor. Fakat İslâm seninle beraber âhirete gidecek.


Bu aleme ahiret saadeti için gelinmiş. Bu âlem bizim mekânımız değil. Bu âlem muvakkat bir âlem, burası bir geçiş



161 Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.205, no:11935; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.I, s.184, no:167; Aiz ibn-i Amr el-Müzeni RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.77, o:310; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.10, no:10137.

370

yeridir. Bu geçiş yerinde neler alacağız?

Alacağımız numaraya göre, ahirette derecelerimiz ayrılacaktır. Bunu muhafaza edebilmek için de bize Cenâb-ı Hak kitap göndermiş, peygamber göndermiş, çıkış yollarımızı göstermiş, el- hamdü lillâh. Buna riayet ederek yaşarsak ne mutlu bize ki öldükten sonraki saadet; bu saadetlerin hiçbirine benzemez, bunların hiçbiri saadet değil.

Hangisi saadet? Ürdün kralı orada “Kralım!” diyordu, kuruluyordu, bugün başına gelenlere bak! Onun uğruna ne kadar kanlar akıyor orada. Bu saadet midir yani! Arkasından bir gün ölüm gelir. Onun hesabını verebilecek mi veremeyecek mi? Kim bilir neler etti!


Onun için, İslâm çok aziz bir şeydir ki onun kıymetini biliniz. Bugün beş kuruşumuz düşerse, beş liramız düşerse acınıyoruz. İslâm’a keder veren bir şey başımıza geldiği vakitte niçin acınmayalım? Demek ki bizde şuur mu eksik, neyimiz eksik? Bu aziz şeyin kıymetini bilemiyoruz da bunu dünyanın ufacık tefecik menfaatlerine kolayca veriyoruz.

İslâmiyet’in alâmetleriyle olacak İslâmiyet… İslâm’ın namazı, İslâm’ın orucu, İslâm’ın zekâtı, haccı; bunlar hiçbir şeye değişilemez. Eğer bir kusur oluyorsa, kusuru bulup bunları tasfiye etmek lazım! İslâmiyet iman ve mücahede gerektirir.

Ot, rüzgâr vurdukça sallanır, yere yatar. Yere yatar ama kırılmaz. Yine düzelir. Kusursuz, hatasız insan olmaz. Fakat tövbelerle onları derhal telafi edip, bir daha yapmamanın yoluna bakacağız. Bu sallantılar imanı da kuvvetlendirir, kökü de kuvvetlendirir. Bunlar da ayrıca bir rahmet-i ilâhîdir.


Onun için; Müslümanlık, müşriklerle dostluk etmekten çok azizdir, onlara tenezzül etmez. Bir müşrik ile bir hıristiyan ile dostluk etmeye, onu velî edinmeye İslâmiyet tenezzül etmez. Çünkü kendisi hadd-i zâtında en büyük bir varlıktır. Sahibi de Allah’tır. Kendisinin sahibi olan Allah’ı bırakacak da, kalkacak bir müşrikle arkadaşlık edecek. Bu şuursuzluğun en başında gelen bir tezahürüdür.

Bir müslüman öldüğü vakitte çok malı kalmış. Akrabası mesela gâvur, o müslüman olmamış. Birisi müslüman olmuş da

371

akrabadan diğeri müslüman olmamış. O gelip de; “—Bu benim kardeşimdir!” diyerek onun mirasını alamaz.

Çünkü o gâvurdur. Müslümanın mirasına hakdar değildir, layık değildir, alamaz. Bir gâvur öldüğü vakitte müslüman da onun mirasını alamaz. Kardeşindir ama o müslüman olmamış, gâvurken ölmüş. Onun da birçok mirası kalmış, sen de gidip onun mirasını alamazsın! Çünkü onun mirası sana layık değil.

Layık değil dediysem; onun mirasına ben tenezzül etmem. İslâmiyet azizdir, gâvurun malına tenezzül etmez. Onun için “Onun malına, malı da ona layık değildir.” demiş. Miras almaz.

Allahu Celle ve A’lâ diyor ki, estâizü bi’llâh:


يَا أَي هَا الَّذِينَ آمَن وا لَ تَتَّخِذ وا الْيَه ودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ (المائدة:51)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû lâ tettahizü’l-yehûde ve’n-nasârâ evliyâe.) “Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dostlar edinmeyin!” (Mâide, 5/51)

Onlar cibilliyet iktizasıyla, yaradılış itibariyle dost edinmeye layık adamlar değildirler. İslâm bunlarla dostluk yapamaz. Bir müslüman bir yahudiyi, bir nasarayı velî edinemez.

Ne kadar ince bir derstir.


لَ تَجِد قَوْمًا ي ؤْمِن ونَ بِاللََِّّ وَالْيَوْمِ الآْخِرِ ي وَاد ونَ مَنْ حَادَّ اللَََّّ وَرَس ولَه


وَلَوْ كَان وا آبَاءه مْ أَوْ أَبْنَاءه مْ أَوْ إِخْوَانَه مْ (المجادلة:٢٢)


(Lâ tecidü kavmen yü’minûne bi’llâhi ve’l-yevmi’l-âhiri yüveddûne men hadde’llàhe ve rasûlehû ve lev kânû âbâühüm ev ebnâühüm ev ihvânühüm) “Allaha ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmin, Allaha ve resulüne muhalefet eden kimselerle —

velev ki onlar, bunların babaları, oğulları veya kardeşleri

olsunlar— dost olduklarını, birbirlerini sevdiklerini göremezsin!” (Mücadele, 58/22)

“Bir kavim ki Allah’a iman etmiş, “Lâ ilâhe illa’llah Muhammedün rasûlü’llah” demiş; iman sahibi olmuş, müslüman olmuş. Sen bir müslümanı Allah’a âsi olan, isyan eden, muhalefet

372

eden Allah yolundan ayrılan bir kavimle dost bulamazsın!

Müslüman, Allah yolundan ayrılan kimseyle dostluk edemez, onu sevemez; isterse babası olsun, isterse oğlu veya kardeşi olsun…


Kardeşlerim! Hasan Basri Çantay Efendi’nin tefsirinde bu ayete baktım, en iyi o izah etmiş. Hamdi Yazır Efendi’nin tefsirine baktım, o atlamış. Hasan Basri Hoca onu güzel açıklamış, ona bakın!

“—İsterse baban olsun!” diyor Allah… “—İsterse baban olsun; mademki Allah’a muhalefet ediyor, mademki Rasûlullah’a muhalefet ediyor; o senin hakiki baban değil, onu dost edinemezsin!” diyor.

Harpler de gösteriyor: “Filan müslüman, babasını öldürdü.” diyor. “Filanca amcasını öldürdü. Filan, akrabasından filanı öldürdü…” Niçin?

Onlar kâfir safındaydı. Kâfir safında olan insanları; müslüman, “İsterse babam olsun, ne olacak?” diye vurdu. Değil mi ki Allah’tan ayrılmış, Allah yoluna muhalefet ediyor, müslümanlığı tanımıyor; o insanla nasıl dost olunur?


Allah bu İslâmiyet’i bize tam mânasıyla, kâmil olarak nasib ederse, ashâb-ı kirâmın imanı, İslâmiyet’i gibi olursa ne mutlu!

Peygamberimiz’in vefatından bir müddet sonra İslâmiyet bir vakit zaafa düştü, bâtıl mezhepler meydan aldı. Mutezile ileriye geçti. Bütün herkesin akidesini bozdu. Rasûl-i Ekrem SAS o mutezile mezhebinin alimlerinden bir tanesine üç gece “Benim sünnetimi ihyâ et!” diyerek hitapta bulunmuş.

Alim demiş ki:

“—Yâ Rasûlallah! Ben 33 seneden beri Mutezile mezhebine hizmet ediyorum, Mutezile mezhebini öğrendim. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Senin sünnetini nasıl ben izah ederim?”

“—Allah yardımcındır.” demiş.

“—Nedir senin yolun yâ Rasûlallah?”

“—Benim yolum benim sünnetim ve benim ashabımın yoludur.” buyurmuş.

Bak ne güzel! Peygamber’deki terbiyeyi, edebi görüyor musun? “Benim yolum…” deseydi kâfi değil miydi? Ama ashabını da içine kattı. Niçin?

373

Ashab-ı Kiram Peygamber’i tamamıyla benimsemiş insanlar, Peygamber’i tamamıyla içlerine basmış insanlar. Onun için Hz. Ebû Bekir diyor ki: “—Ben helâya da gitsem, benim gözümün önünden Rasûlullah gitmiyor!”

Niçin? O Rasûlullah’ta öyle bir fenâ olmuş ki nereye giderse gitsin daima Rasûlallah’la beraber! Daima! Ashab-i Kiram hep böyle!

Onun için, Hz. Osman RA, bir gün aynaya baktı ki, insan aynaya bakınca aynada kendini görecek… Aynada baktı ki, Rasûlüllah!

“—Neden, nasıl oluyor bu?” Bu Rasûlüllah’ta fâni olmuş. Her şey onlara Rasûlüllah görünüyor. Aynaya baktı, aynada da Rasûlullah’ı gördü.

Niçin? Rasûlüllah uğrunda varlığını yok etmiş. Kendinde benlik yok. Kendi yerine Rasûlullah kàim olmuş. Hepsi bir olmuşlar.

374

Onun için Rasûl-i Ekrem diyor ki:162


اَلْم ؤْمِن ونَ كَرَج ل وَاحِد (حم. م. عن نعمان بن بشير)


(El-mü’minûne keracülin vâhidin) “Müslümanlar, mü’minler bir adam gibidir; iki değildir.”

Birdir hep, garp-şark hepsi müsavi. Bu İslâmiyet’te durmadıkça biz hep sallantıda gideriz. Bu İslâmiyet’in şuurunu tadıp, hep yekvücut olmuş gibi can cana, baş başa ne zaman sarılırsak, kanımız canımız hep bir can; ne zaman bu hâle gelebilirsek işte o zaman biz müslümanız. Yoksa;

“—Ben yaşayayım, sen ölürsen öl!” deyip bir tekme de üzerine sen vurursan…

“—Ben beş vakit namazımı kılan bir müslümanım.”

Senin gibi müslüman her yerde dolu…

Geçen bize diyorlar ki:

“—Hocaefendi, şuraya bir şey yapacağız. Lütfen söyleyiverir misin cemaate, bize biraz yardım etsinler.”

Söylemek ister mi, işte inşaat göz önünde… Arife tarif gerekmez. Göz önünde… Burası elbette müslümanların yardımıyla olacak. Gökten gelip melekler yapmayacak ya bu işi. Biz yapacağız.

Binâen aleyh her müslüman vicdanına danışacak, elindeki imkân dâhilinde bir yardım yaparsa, bakarsın üç gün sonra orada da müslümanların bir yurdu olacak, Kur’an kursu olacak…

Okuyacaklar, ilim öğrenecekler. Oraya biz de iştirak etmiş olacağız.

Meselâ şu camiyi o adamcağız kesesine güvenmiş yapmış. Ne güzel değil mi? Ama bugün bunu yapan babayiğit pek nadir! O zaman çok varmış, bugün pek nadir. Sebebi de Allah bilir ama biz hayırlara iştirakte biraz zayıf olduğumuzdan! Çoğumuz bari iştirak edelim de böyle bir abide meydana getirelim. Aynı sevabı bizi de veriyor. Bunu yapan ne sevabı alırsa, bunu bin kişi de yapsa hepsine Allah aynı sevabı veriyor. Lütfu da Allah’ın bu



162 Müslim, Sahîh, c.XII, s.469, no:4686; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.271, no:18417; Nu’man ibn-i Beşîr RA’dan.

375

kadar geniş. Onun için bizi iştirak ettiriyor hayırlara… “—Ben bunu yaptıracağım, siz karışmayın!”

Öyle iş yok! Bu kadar müslüman iştirak etsin de onlar da kurtulsun, onlar da sevap alsın. Onun için çok güzeldir İslâmiyet’in bu nimetleri… Allah bu nimetlerden ayırmasın.


c. İslâm On Direk Üzerine Kuruludur


Taberânî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:163


اَلإِْسْلاَم عَشَرَة أَسْه م ، وَ قَدْ خَابَ مَنْ لَ سَهْمَ لَه : شَهَادَة أَنْ لَ إِلَهَ


إِلَّ اَللََّّ وَهِيَ الْمِلَّة ؛ وَاَلثَّانِيَة اَلصَّلاَة وَهِيَ اَلْفِطْرَة ؛ وَاَلثَّالِثَة اَلزَّكَاة وَهِيَ


اَلط هْر ؛ وَاَلرَّابِعَة اَلصَّوْم وَهِيَ اَلْج نَّة ؛ وَاَلْخَامِسَة اَلْحَج ، وَهِيَ اَلشَّرِيعَة ؛


وَاَلسَّادِسَة اَلْجِهَاد وَهِيَ الْع رْوَ ة ؛ وَاَلسَّابِعَة اَلأَْمْر بِالْمَعْر وفِ وَه وَ اَلْوَفَاء ؛


وَاَلثَّامِنَة اَلنَّهْي عَنِ اَلْم نْكَرِ، وَهِيَ اَلْح جَّة ؛ وَاَلتَّاسِعَة اَلْجَمَاعَة ، وَهِيَ


اَلأ لفَة ؛ وَاَلْعَاشِرَة اَلطَّاعَة وَهِيَ اَلْعِصْمَة (طب. طس. عن ابن عباس

وفيه حامد يضع الحديث)


RE. 189/8 (El-islâmü aşeretü eshümin, ve kad hàbe men lâ sehme lehû: Şehâdetü en lâ ilâhe illa’llàhu, ve hiye’l-milletü; ve’s- sâniyetü es-salâtü, ve hiye’l-fıtratü; ve’s-sâlisetü ez-zekâtü, ve hiye’t-tuhru; ve’r-rabiatü es-savmü, ve hiye’l-cünnetü; ve’l-hàmisetü el-haccü, ve hiye’ş-şerîatü; ve’s-sâdisetü’l-cihâdü ve hiye el-urvetü; ve’s-sâbiatü el-emru bi’l-ma’rûfi, ve hüve’l-vefâü; ve’s-sâminetüen-



163 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.344, no:11958; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VIII, s.39, no:7893; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.189, no:104; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

376

nehyü ani’l-münkeri ve hiye’l-huccetü; ve’t-tâsiatü’l-cemâatü ve hiye’-ülfetü; ve’l-aşiretü’t-taatü, ve hiye’l-ismetü.) (El-islâmü aşeretü eshümin) İslâmiyet on sehimden ibarettir. (Ve kad hàbe men lâ sehme lehû) Kendisinde bir tanesi noksan olan kimse hüsrandadır: 1. (Şehâdetü en lâ ilâhe illa’llàhu ve hiye’l-milletü) “Lâ ilâhe illa’llah diye şehadet etmek ki, bu dindir.”

2. (Ve’s-sâniyetü es-salâtü, ve hiye’l-fıtratü) “İkincisi, namaz ki o fıtrattır.” Âdem AS’dan beri bütün insanlara emrolunmuş bir ibadettir.

3. (Ve’s-sâlisetü ez-zekâtü, ve hiye’t-tuhru) “Üçüncüsü, zekât ki o temizliktir.” 4. (Ve’r-rabiatü es-savmü, ve hiye’l-cünnetü) “Dördüncüsü, oruç ki o kalkandır.” Oruç tutmak suretiyle nefse karşı ve cehenneme karşı kalkanı elimize almış oluyoruz.

5. (Ve’l-hàmisetü el-haccü, ve hiye’ş-şerîatü) “Beşincisi, hac ki o şeriattır.”

6. (Ve’s-sâdisetü’l-cihâdü ve hiye el-urvetü) “Altıncısı, cihad ki o urve (sarılmak)tır.” 7. (Ve’s-sâbiatü el-emru bi’l-ma’rûfi) “Yedincisi, emri bil-maruf ki, o vefadır.”

8. (Ve’s-sâminetüen-nehyü ani’l-münkeri ve hiye’l-huccetü) “Sekizincisi, nehy-i ani’l-münker ki o hüccettir.” 9. (Ve’t-tâsiatü’l-cemâatü ve hiye’-ülfetü) “Dokuzuncusu, cemaattir ki, o ülfettir.” 10. (Ve’l-aşiretü’t-taatü, ve hiye’l-ismetü) “Onuncusu, taattır ki o da ismettir.”


Konya’da bir okul mecmuası çıkıyor. Bize de bir tane yolluyorlar. Bugünkü nüshasında cihad hakkında bir efendi, ismi altında yok, güzel bir yazı yazmış. Çok hoşuma gitti. Mecmuayı size de tavsiye ederim. Alınız, hem o mecmua orada daha güzel gelişir, yaşar.

Bir arkadaşımız vardı, rahmetlik oldu. Onun yanında bir Ermenî varmış. Bu Ermenî’nin gözleri de körmüş. Kör olduğu halde her gün bir Ermenî gazetesi alırmış. Arkadaşı sormuş:

“—Agop, gazetede ne var?”

“—Bilirsin ben görmem ki; ne olduğunu bilmem.”

377

“—Neden alıyorsun onu?”

“—Ben alayım ki o yaşasın!” demiş.

Bir kör Ermeni’nin şuuruna bakın:

“—Ben alayım da o gazete yaşasın!” diyor.

Bir müslüman, müslüman gazetesini yaşatmaya çalışmaz, müslümanın zıddı olan şeyleri alır. Bir misli iki misli de alır ama bir müslümanınkini almaz. Şuur bu kadar! Sonra müslümanlık davasında başta gelir.


Onun için cihad yalnız düşmanla cephede dövüşmek değildir ki! Cihadın hududu yoktur, hepsi câizdir. Evvela nefsinle cihad edeceksin, çoluk çocuğunla cihad edeceksin, konun komşunla cihad edeceksin; cihadın bin bir çeşidi vardır. Onlarla cihad edeceksin, onları İslâm’a sokacaksın. Kendin İslâm’a girdikten sonra etraf da senin arkandan girecek.

İslâm bir ışıktır. Işığı görünce herkes arkasına takılır. Aziz kardeş! Çin bugün kaç milyon diyorlar Allah bilir. O kadar adamın içerisinde birçok müslümanlar var ya; iki tane müslüman Çin’e gitmiş, iki tane… Tarih diyor ki: “—Çin’deki bugün kaç milyon müslüman varsa, onları müslüman eden o iki müslümandır.”

Bir orduyla orasını zapt edip de onlara, “Müslümanlık böyledir, yapacaksınız!” denmemiş. İki müslüman ticaret için gitmiş. Çinliler bakmışlar; “Ne iyi adamlar bunlar, ne doğru adamlar, ne güzel adamlar, nur gibi adamlar.” demişler.

“—Siz nesiniz yahu?”

“—Biz İslâm dininin salikleriyiz.”

“—Şu sizin dininizi bize de telkin edin, ne güzel şeymiş!” demişler.

Çin’deki bu kadar insanlar bu suretle müslüman oluvermişler. O Müslümanlık nurdur. O nuru keşfettin mi, ışığın başına toplananlar gibi senin arkandan çok insanlar gelir. Pervane nasıl ışığın etrafında dolanırsa insanlar da böyle nurun etrafında toplanırlar. Yalnız o nuru bizim göstermemiz lazım! Onun için onun zirve dediği en üst noktası cihaddır. Oraya çıkmak lazım. Aşağıda kalırsan kıymetin yok. Ama tepeye çıkarsan kuleye çıkarsan her tarafı seyredersin. Herkes de seni görür, sen de herkesi görürsün.

378

İslâmiyet’in en üst katı cihad katıdır. O da herkese nasip olmaz. En kâmil insanlar kimlerse onlara nasip olur. Onun için ashâb-ı kirâm Rasûlüllah Efendimiz SAS’in zamân-ı saadet- lerinde birçok zamanlar ayaklarından çarıklarını çıkarmamışlar. Bu harpten o harbe, bu harpten o harbe… Dedelerimiz öyle değil miydi? Harpten korkulmazdı.

Harp insanların tekemmülüne vesile olur. Eğer Cenâb-ı Hak bizi melek gibi yaratsaydı hepimiz, bütün insanlık, beşeriyet hepsi birbirini seviyor, canını yüreğine basmış, herkes kardeş gibi yaşıyor. Bugünkü tekemmül olur muydu, olmaz mıydı?

Hiçbirisi olmazdı. Bu günkü tekemmül; o havada uçuşlar, aya gidişler, hep cihadların semeresidir. Cihadlar insanları sevk ediyor, mağlup olmamak için ötekinden daha üstün olmak için icatlar yapmak ona sevk eden cihad şahikası.

Bir kimsenin ki içinden cihad sevgisi silinmiştir, o esarete mahkûmdur. Allah muhafaza!


Yedincisi: (Emri bi’l-ma’ruf.) “İyiliği emretmek.” Herkese, evvela kendine ma’ruf ile emredeceksin! Allahu Teâlâ’nın dediklerini yapmak için nefsini zorlayacak. Allah-u

379

Teâlâ’nın dediklerini yapabilmek için zorlayacaksın. Kötülüklerinden de men etmek için kendini zorlayacaksın. Bu, emr-i ma’ruf. Evvela nefsinde tatbikata çalışacaksın. Ondan sonra etrafındakilere de tabii sırasıyla…

Bunu yaptın mı Allah-u Teàlâ’ya olan sözüne sadıksın, sözünü yapıyorsun demek.

Emr-i ma’rufla beraber nehy-i münker de ayrı bir vazifedir. Namazını kıl, orucunu tut, haccını yap diye nasıl emrediyorsan; zina etme, faiz yeme, günah işleme diye de emredeceksin.

Efendi kardeşler! Hırsızlardan bazı hırsızlar vardır ki kitaplara bugün adları geçmiş, hırsızlıklarına tevbe etmişler, aldıklarını geri vermişler. Tevbekâr olmuşlar, büyük adam olmuşlardır. Büyük adamların sırasına girmiş ömürleri hırsız olan insanlar var. Hırsızlık yapmış ama pişman olmuş. Nedamet etmiş, tevbe etmiş, salâh-ı hâl etmiş, hakkını sahiplerine vermiş. Hepsinden helallik almış, Allah’a dönmüş.


Fakat bu faiz o kadar büyük derttir ki doğduğundan ölünceye kadar her gün haram yiyor! O hırsızın haramlığıyla bunun haramlığı arasındaki farkı bulabilir misiniz?

Bu ıslah-ı nefs ediyor, tevbe ediyor; bu faizden tevbe edecek insanlar nadirâttan çıkıyor. O da nadirâttan ama bu kadar büyük bir derttir ki hem yiyorsun hem yediriyorsun hem de müdafaa ediyorsun efendi! Bugün faizsiz iş olmaz, diyorsun. Bu ticaret yürümez, diyorsun. Adeta nerdeyse helaldir diyesin geliyor!

Allah’ın helalini haram eden, haramını helal eden insan müslüman olur mu? Müslüman; helali helal bilir, haramı da haram bilir.


“—Servet sahibi olacağız.”

Olalım, peki, nefsimiz istiyor tabii. Milyoner olalım, çok servet sahibi olalım. Fakat bu servetler bize ne fayda temin ediyor, onu hesaplayabilir misiniz?

Bugün memlekette çıkan kardeş kargaşaların yegâne sebepleri servetlerin sahibidir. Fukara yapmaz bu boğuşmayı.

İsmail Hakkı Hazretleri’nin bir eserinde gördüm, diyor ki;

“—Bir insan yemek yerken yemeği yediğini başkaları görüyor. O yediği yemeği gördüğü halde ona yedirmiyor, buyurun demiyor.

380

O yemekten bir vücuda öyle ârıza olur ki onun derdine şifa bulunmaz!”

Derdine şifa bulunmaz. O gözden akan zehir o yemekte öyle bir zehir gibi eriyor da onu yiyen insan öyle bir hastalıklara müptela oluyor; doktor doktor dolaş, çare bulamazsın. Hoca hoca dolaş, çaresi yok. Çaresi o fakir mü’minin gönlünü yapmaktır. Ama bugünün zengini bunu yapıyor mu? Hâşâ ve kellâ! Senede bir araba değiştiriyor. Senede bir konak değiştiriyor. Yazı ayrı, kışı ayrı …


Hatırıma gelmişken söyleyeyim, işittim:

Yahudi hahamı yahudilere demiş ki: “—Bu sene yazlığa gitmeyeceksiniz! İsrâil’de muharebe var. Oradaki kardeşlere para lazım. Verin paraları, oraya götüreceğiz. Hasta vs. olup da mutlaka gitmek istiyorsanız harcadığınız para kadar da bize vereceksiniz!”

Yahudiler; “Baş üstüne haham efendi!” demişler itaat etmişler de paraları vermişler İsrâil’e göndermişler.

Acaba bir hocaefendi bunu derse, kaç tane müslüman bunu dinler? Ölç şimdi aradaki farkı…

Allah kusurumuzu affetsin… Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar etsin...


Onun için Peygamber SAS, Üsâme denilen köleyi ordunun başına geçirdi. Ordunun içerisinde Hz. Ömer var, ordunun içerisinde Hz. Ebû Bekir var, Hz. Osman var…

“—Yâ Rasûlallah! Bu köle nasıl olur da bizim başımıza geçer biz dururken?” demediler. (Semi’nâ ve ata’nâ) “İşittik ve itaat ettik.” dediler.

Binâen aleyh başa geçenin sözünü dinlemek müslümanlığın şartıdır. Bu, müslümanlığın içerisindedir. Söz dinlemiyorsan, müslümanlığın senin olsun…


(Ve’t-tâsiatü el-cemâatü) “Dokuzuncu erkân, cemaattir.”

“—Biz şimdi cemaat miyiz değil miyiz?” diye size sorsak ne dersiniz?

“—İşte cemaatiz, bak buraya toplandık…”

Hayır, biz bugün kat’iyen cemaat değiliz! Çünkü vücutlarımız

381

toplanmıştır burada ama gönüllerimiz birbirinden ayrıdır… Gönüllerimiz ne zaman birleşirse, biz o zaman cemaat oluruz. Gönüller birleşmedikçe, bu laftan ibarettir. Onun için cemaatte gönüllerin birleşmesi, teslimiyet lazım.

İslâmiyet’te en büyük mevki teslimiyet makamıdır. Allah’a teslim, Allah’ın kuluna da teslimdir. Bu teslimiyeti yapamıyor musun! Bunun için demişler ki; “—Büyüklerin velev ki yanlış da olsa hareketlerine itiraz haram, kat’iyyen haramdır.”

Teslim olacaksın. Senin aklın ermez. Onun için cemaat, teslimiyetle toplanan, içleri dışları bir olan cemaattir. Peygamber ve Peygamber’in ashabı gibi. Cemaat ona derler.


(Ve hiye el-ülfetü) “O ülfettir.” Hepimize bir ders düşecek. Ülfet, ünsiyet; cemaatle olur. Ben âcizane sakalım var, ihtiyarım… Başkadır. İlk devirlerde önüme gelene selâm veriyordum, İstanbul âdetini bilmiyordum. Biz köylerimizde alışmışız, her gördüğümüze “Selâmün aleyküm” deriz. Herkes de bize “Ve aleyküm selâm” der. Burada da öyle zannettim.

Selâm veriyorum, hiç kimsenin kulak astığı yok. “Ve aleyküm selâm” deyip geçiyorum. Geçen gün yine kapıdan indim, beyefendi yukarıya doğru geliyor. Kafasını eğmiş. Kendi işiyle meşgul. Selâm vereyim mi vermeyeyim mi düşündüm. Versem gürültüye gidecek, boşa gidecek. Fakat ver! Onu melekler sana reddederler. O etmezse etmesin!

Bir memleketteyiz. Hepimiz aynı milletiz. Aynı evladız. Dinimiz ayrı da olsa, bir gâvur da olsa geçerken, “Sabah-ı şerîfleriniz hayrolsun!” dediğin vakit gâvur da “Senin de sabah-ı şerîflerin hayrolsun!” diyor. Gâvur ama memleketimizde yaşadığı için dostluk icabı söylüyor da, bir müslüman bunu niçin diyemiyor bilmem! Bu ülfetsizlik…


إِنَّمَا الْم ؤْمِن ونَ إِخْوَةٌ (الحجرات:٠)


(İnneme’l-mü’minûne ihvetün) “Ancak mü’minler kardeştir.” (Hucurat, 49/10)

382

Mü’minler hani kardeşti? Kardeş kardeşinin selâmını da almaz mı be! Para istesek para vermiyor başka, para da istemiyoruz. Selâmdır bu; Allah’ın selâmıdır. Selâm Allah’ındır. Benim değil. Selâm Allahu Teâlâ’nın ismidir. Allahu Teâlâ’dan selâmet; Allah’tandır.

Ben dua ediyorum: “—Allah’ın selâmı senin üzerine olsun kardeşim. Allah seni yer gök, dünya ahiret felâketlerinden sâlim kılsın.”

Müslüman: “—Oh ne iyi, seni de sâlim kılsın kardeşim!” diyemiyor.

Kimisi mevkiine mağrur, kimisi saltanata mağrur, kimisi servetine mağrur, kimisi bilgisine mağrur… Benim gibi garibe kim tenezzül edecek ya! Kendisi gibi bir saltanat sahibi geçerse iltifat ederek elini sıkar, “Nasılsın?” der. Kendisi gibi bir bilgili karşısına çıkarsa “Efendim, nasılsınız?” der, iltifat eder. Bir zengin karşısına çıkarsa o ona da iltifat eder. Ama bize kim iltifat edecek?

Biz kendimiz gibi bir sakallı bulursak ona “Selâmün aleyküm!” diyeceğiz o da bize, “Aleyküm selâm” diyecek.

Allah cümlemizin taksirâtını affetsin...

383

Müslümanlık on direk üzerinde duruyor. Demek ki müslümanlığın dokuzuncu rüknü, dokuzuncu direği cemaattir. Cemaatsiz müslümanlık yaşamaz.

“—Dağa gidelim orada müslümanlığı yapalım…”

Cuma kılamayız. Bayram da kılamayız. Müslümanlığın erkânını da bilemeyiz. Müslümanız ama dağda olamaz Müslümanlık, kalabalık içerisinde cemaat içerisinde yaşanılır. Birinin bilmediğini bir diğeri öğretecek, o ona öğretecek, birbirlerine yardım edecekler. Bu suretle Müslümanlık yaşayacak.

Onun için bizim müslümanlıkta bu kardeşlikten ayıran şeyleri bana duyurursanız çok teşekkür edeceğim.

Biz hep müslüman olduğumuz halde niçin bu kardeşlik sıfatıyla muttasıf olamıyoruz?

Adımız kardeş!

İki kardeş; birisi babadan gelme kardeş, birisi ruhen kardeş. Müslümanlıkta iman dolayısıyla kardeşiz. Müslümanlıkta iman hep bir yerden, kökten gelmiştir. Ondan dolayı kardeşizdir. Öteki baba cihetinden kardeşizdir ki onun yeri topraktır. Baba ölür, kardeşler ölür, biter gider. Ama iman dolayısıyla olan kardeşlik ölmez. O ahirette de bâkîdir. Burada ölüme kadar durur, ölümden

384

sonra biter. Fakat ahirette iman dolayısıyla olan kardeşlik ölmez ve orada da kendisini muhafaza eder. Onun için iman kardeşliği; vücut kardeşliğinden, baba kardeşliğinden daha mukaddem ve daha evladır.

Onun için mü’minler mademki kardeştir; niçin kardeşlik vazifesini birbirlerine karşı yapamazlar, bunun sebebi nedir?

Bunu arıyorum, bulamıyorum. Bunu bulabilirseniz, beni de bundan dolayı uyandırabilirseniz hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.

Onuncusu: (Ve’t-tâatü) İslâmiyet’i ayakta tutan onuncu direk taattir; ibadetle taattir.

“—Direği alınca kubbe göçer mi?” Muhakkak! Direği alınca kubbe göçer. Bu direkler alınınca, kubbe de aşağıya doğru güm diye göçer. İslâmiyet kubbesi on direk üzerinde duruyor. Birini aldınız mı hepsi aşağı doğru iner.


d. Çinlilerin Dünyaya Hàkim Olması


Deylemî, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:164


اَلأَشْرَار بَعْدَ الأخْيَارِ خَ مْس ونَ وَمِ ائَةَ سَنَة ، يَمْ لِك ونَ جَمِيعَ أَهْ لِ


الد لنْيَ ا، وَه م الت رْك (الديلمى عن ابن عمر)


RE. 189/9 (El-eşrâru ba’de’l-ahyâri hamsûne ve miete senetin, yemlikûne cemîa ehli’d-dünyâ, ve hümü’t-türkü.) (El-eşrâru ba’de’l-ahyâri hamsûne ve miete senetin) “Şerliler, hayırlılardan sonra yüz elli senedir. (Yemlikûne cemîa ehli’d- dünyâ) Dünya ehlinin hepsine hakim olurlar. (Ve hümü’t-türkü) Onlar da Türklerdir.” Bu Türk’ten murad, Tatâr-ı kebîr, yani Çin Mecusileridir.

Allah şerlerinden dünyayı da korusun, bizleri de korusun…



164 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.125, no:433; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.24, no:10162.

385

e. İçki Beş Şeyden Yapılır


Hakîm-i Tirmizî, Nu’man ibn-i Beşîr RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:165


اَلأَشْرِبَةِ مِنْ خَمْس : مِنَ الحِ نْطَةِ، وَالشَّعِيرِ، وَالتَّمْرِ، وَالزَّ بِيبِ،


وَالْعَسَلِ؛ فَمَ ا خَ مَّرَ فهو خَ مْ رٌ (الحكيم عن النعمان بن بشير)


RE. 189/10 (El-eşribetü min hamsin: Mine’l-hıntati, ve’ş-şaîri, ve’t-temri, ve’z-zebîbi, ve’l-aseli; femâ hammera fehüve hamrun.)

(El-eşribetü min hamsin) “İçki beş şeyden yapılır: (Mine’l- hıntati) Buğdaydan, (ve’ş-şaîri) arpadan, (ve’t-temri) hurmadan, (ve’z-zebîbi) kuru üzümden, (ve’l-aseli) ve baldan. (Femâ hammera fehüve hamrun) Bu şerbetlerden hangisi aklı örterse, aklı giderirse, o hamrdır, şaraptır.” Efendimiz “İçki beş tane…” demiş ama bugün belki sayısı bilinemeyecek kadar çeşitleri çoğalmış, yani nevîleri artmış. Kökü bu beşidir: Buğdaydan olur, arpadan olur, hurmadan olur, üzümden olur, baldan olur vs.

Bir şey ki insanın aklını gideriyor, o hamrdır yani şaraptır. Aklı gideren, serhoş eden her şey haramdır.

“—Ben şarap içmedim.”

“—Ne zıkkım içersen iç, aklın yerinde mi?” “—Değil!” “—Demek ki sen şarabı içmişsin, içtiğin şaraptır.

İçkiyi yasak eden ayet-i kerime şöyle:


إِنَّمَا الْخَمْر وَالْمَيْسِر وَالأَنصَاب وَالأَزْلَم رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ،




165 Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.253, no:37; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.IX, s.234, no:17051; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.III, s.249; Nu’man ibn-i Beşîr RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.24, no:10163.

386

فَاجْتَنِب وه لَعَلَّك مْ ت فْلِح ونَ (المائدة:٠٩)


(İnneme’l-meysiri ve’l-ensâbu ve’l-ezlâmü ricsün min ameli’ş- şeytân, fe’ctenibûhu lealleküm tüflihûn.) [Aklı örten içki ve benzeri şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.] (Mâide, 5/90)

İçki şeytanın amellerinden bir ameldir, günâh-ı kebâirdir. Bu günâh-ı kebâirden kendimizi kurtaracağız.

Sonra bir de bunların sagàirleri var; ufak tefek dediğimiz hatalar. Bunlar da ufak tefek deyip de geçmeyeceğiz. Ufak tefektir ama bir kıvılcım koca bir binanın yanmasına da vesile olur. Binâen aleyh ondan da kaçınmak lazım.

Allah cümlemizi affetsin… Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar etsin… Hakiki müslümanlığı bize ölmeden tatmak nasib ü müyesser eylesin… Bu mi’racları bize lütfu ihsan eylesin… Hz. Muhyiddîn-i Arabî’nin 36 tane mi’racı varmış; Allah ondan bize de

nasib ve ihsan buyursun… Âmin.

El-fâtihah!


İskenderpaşa Camii

387
18. AMELLERİN KARŞILIĞI