04. RABBİNİZ BİRDİR, ATANIZ BİRDİR
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn...
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
إِن رَبَّكُمْ وَاحِدٌ، وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ، وَدِينَكُمْ وَاحِدٌ، وَنبِيَّكُ مْ وَاحِدٌ، وَ
لاَ فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى أَعْجَمِيٍّ ، وَلاَ عَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ، وَلاَ أَحْمَرَ
عَلَى أَسْوَدَ، وَلاَ أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَرَ، إِلاَّ بِالتَّقْوَى (ابن النجار عن
أبي سعيد)
RE. 123/1 (İnne rabbeküm vâhidün, ve inne ebâküm vâhidün, ve dîneküm vâhidün, ve nebiyyeküm vâhidün, ve lâ fadle li- arabiyyin alâ a’cemiyyin, ve lâ a’cemiyyin alâ arabiyyin, ve lâ ahmera alâ esvede, ve lâ esvede alâ ahmera, illâ bi’t-takvâ.)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Beraber bir salevât-ı şerife okuyalım:
“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)
Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin…
a. Rabbiniz Bir, Atanız Bir, Dininiz Bir…
İbnü’n-Neccâr, Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan rivayet etmiş.
Bir Kurban Bayramı’nda okudukları hutbede, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:59
إِن رَبَّكُمْ وَاحِدٌ، وَإِنَّ أَبَاكُمْ وَاحِدٌ، وَدِينَكُمْ واحِدٌ، وَنبِيَّكُ مْ وَاحِدٌ، وَ
لاَ فَضْلَ لِعَرَبِيٍّ عَلَى أَعْجَمِيٍّ ، وَلاَ عَجَمِيٍّ عَلَى عَرَبِيٍّ، وَلاَ أَحْمَرَ
عَلَى أَسْوَدَ، وَلاَ أَسْوَدَ عَلَى أَحْمَرَ، إِلاَّ بِالتَّقْوَى (ابن النجار عن
أبي سعيد)
RE. 123/1 (İnne rabbeküm vâhidün, ve inne ebâküm vâhidün, ve dîneküm vâhidün, ve nebiyyeküm vâhidün, ve lâ fadle li- arabiyyin alâ a’cemiyyin, ve lâ a’cemiyyin alâ arabiyyin, ve lâ ahmera alâ esvede, ve lâ esvede alâ ahmera, illâ bi’t-takvâ.)
(İnne rabbeküm vâhidün) “Rabbiniz birdir. Bütün beşerin, bütün mevcudatın, bütün mahlukatın Rabbi bir Allah’tır. Başka yaratan yoktur. Yaratan ancak Allah’tır.
(Ve inne ebâküm vâhidün) “Bütün insanlar Âdem AS’ın evlâdıdır. Bütün beşeriyet Adem AS’dan ve Havva Valide’den türemiştir. Binâen aleyh babanız da birdir. Hangi cinsten, hangi milletten olursanız olun, netice itibariyle aslınız Adem AS’dır. (Ve dîneküm vâhidün) “Dininiz de ind-i ilâhide İslâm dinidir.
(Ve nebiyyeküm vâhidün) Peygamberiniz de birdir, Muhammed Mustafâ SAS’dir.” Peygamberimizden önce de birçok peygamberler gelmiştir. Onların hepsinin kökü gene Peygamberimizdir. Bütün
59 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.411, no:23536; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.245, no:240; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.93, no:5655; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.19, no:7819.
peygamberler aldıkları füyûzatı Peygamberimiz’den almışlardır. Mûsa AS’ın, İsâ AS’ın ve diğer peygamberlerin bütün aldığı feyizler ve gösterdikleri mucizeler, kerametler hep Peygam- berimiz’den onlara intikal suretiyledir.
Öyle ise, (Ve lâ fadle li-arabiyyin alâ a’cemiyyin) “Arap olanın Arap olmayana üstünlüğü yoktur; (ve lâ a’cemiyyin alâ arabiyyin) Arap’tan gayrisinin de Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.” (Ve lâ ahmera alâ esvede) “Kırmızı olanın siyah olana bir üstünlüğü yok! (Ve lâ esvede alâ ahmera) Siyahın da kırmızı olana bir üstünlüğü yok! (İllâ bi’t-takvâ) Kim Allah’tan korkup sakınırsa, üstünlük ona mahsustur.”
İster siyah olsun, ister beyaz, ister kara, ister kırmızı; bunların hiçbirinin diğeri üzerine üstünlüğü yoktur. Ancak kim takva sahibi ise o üstündür. Siyahidir ama takvası vardır. Sarıdır ama takvası vardır. Onun kıymeti vardır. Yoksa Arap olmuşsun, Türk olmuşsun, bir kıymeti yok! Bütün beşer birdir.
Şamlı misafirler geldi bize. Kaside okuyorlar, o kasideyi (seyyidü’l-arabi) diye okudular. Biz, (seyyidü’l-arabi ve’l-acem) okuruz. Birkaç defa ikaz ettim:
“—Kardeş, bunun altına acemi de koy. Biz böyle okuruz.” dedim.
Efendimiz SAS yalnız Arabın seyyidi değil ki; ins ü cinnin seyyidi… Niçin böyle yapıyorsunuz? İşte o Araplık damarları içeriden daha tamamıyla atamamış. Müslüman ama… Allah kusurumuzu affetsin…
Hepimiz şimdi bu Allah’ın kullarıyız. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur. Bu yalnız siyahla beyaz arasında değil, Arap’la acem arasında değil, bizim de birbirimizi karşı bir üstünlüğümüz yok! Okumuşumuz var, okumamışımız var. Bilenimiz var, bilmeyenimiz var. Zayıfımız var, kuvvetlimiz var… çeşitli. Hiç kimsenin diğeri üzerine bir üstünlüğü yok! Ancak takva kimdeyse… şunun parası çokmuş, bunun malı çokmuş, bunun bilgisi çokmuş… Kıymeti yok. Takva varsa ne mutlu.
Yalnız akşam Muhiddin-i Arabi Hz.’nin bir yazısını okuyordum da hoşuma gitti:
“—İnsanlar iki türlü haşrolacaklar; cismanî ve ruhanî… İlimleri nisbetinde, ikisi de gelecek. İlmi nisbetinde cismi gelecek. Cismani kısmı da ameline göre kisve giyecek. Ameli nasılsa, ona göre kisve verilecek.
b. Peygamber Efendimiz’in Şefaati
Taberânî, Avf ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:60
إِنَّ رَبِّي تَبَارَكَ وَتَعَالٰى، خَيَّرَنِ ي بَيْنَ خَصْلَتَيْنِ: بَيْنَ أَ نْ يَدْ خُلَ
نِصْفُ أمَّتِي الْجنَّةَ، وَبَيْنَ الشَّفَاعَةِ؛ فَاخْتَرْتُ الشَّفَ اعَةَ (طب. عن عوف ابن مالك)
RE. 123/2 (İnne rabbî tebâreke ve teàlâ, hayyeranî beyne hasleteyni. En yedhule nısfü ümmetî el-cennete, ve beyne’ş-şefâati; fa’htertü’ş-şefâate.) Cenâb-ı Peygamber diyor ki: (İnne rabbî tebâreke ve teàlâ) “Rabbim tebâreke ve teàlâ, (hayyeranî beyne hasleteyni) beni iki şey arasında muhayyer kıldı. ‘Nasıl istersen öyle olsun!” dedi. (En yedhule nısfü ümmetî el- cennete ve beyne’ş-şefâati) Ümmetimin yarısını doğrudan cennete koymakla şefaat arasında…” “—İstersen ümmetinin yarısını doğrudan cennete koyayım, istersen sana şefaat hakkı vereyim, sen şefaat et!” dedi.
Râmuz’daki metinde yok ama başka rivayetlerde var:
60 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.68, no:126; İbn-i Ebî Asım, Sünneh, c.II, s.357, no:686; Avf ibn-i Mâlik RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.25, no:7828. Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.403, no:39078.
(Fa’htertü’ş-şefâate) “Ben şefaati tercih ettim.” buyuruyor.
Yâni yarısına kanaat etmedi, hepsinin affedilmesini ümid etti. Çünkü Cenab-ı Peygamber Efendimiz, birçok isimlerinde de geçer ya, hem şafi olmakla beraber çok da merhametlidir. Hiçbir kimsenin burnunun kanamasını istemez ümmetinde…
c. Cennette Efendi ve Köle
Ukaylî ve Hatîb-i Bağdâdî, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:61
إِنَّ رَجُلً دَخَلَ الْجنَّةَ، فَرَأَ ى عَبْدَهُ فَوْقَ دَرَجَتِهِ ، فَ قَالَ : يَ ا رَبِّ ،
عَبْدِي فَوْقَ دَرَجَتِي؟ فَقَ الَ : جَزَيْتُهُ بِعَمَلِهِ، وَجَزَيْتُكَ بِعَمَلِكَ
(عق. خط. عن أبي هريرة)
RE. 123/3 (İnne racülen dehale’l-cennete, feraa abdehû fevka derecetihi, fekàle: Yâ rabbi, abdî fevka derecetî? Fekàle: Cezeytühû bi-amelihî, ve cezeytüke bi-amelike.)
(İnne racülen dehale’l-cenneh) “Bir adam cennete girdi. (Feraâ abdehû fevka derecetihî) Girdi ama, cennette kendisinin dünyadaki müslüman kölesini, hizmetkârını kendisinden üstün
derecede, mertebesi daha yüksek olarak gördü.” (Fekàle: Yâ rabbî, hâzâ abdî fevka derecetî) Diyor ki: “Şu benim kölemdi yâ Rabbi, benden daha yüksek derecede; bu nasıl olur?” Çünkü daima köleler alt katta oturur, efendiler üst katta oturur. Bu usülden, adetten iken nasıl oldu da böyle oldu?”
61 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.216, no:3055; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VII, s.231, no:7356; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VII, s.129, no:3567; Ukaylî, Duafâ, c.I, s.437, no:251; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.19; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.89, no:25111; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.33, no:7847.
(Fekàle lehû: Neam, cezeytühü bi-amelihî, cezeytüke bi-amelike) Allah-u Telàlâ Hazretleri buyurur ki: “Evet, gördüğün gibi bu dünyada işlediği amellerin mükâfatını vererek onu bu dereceye çıkarttım; senin işlediğin amellerin karşılığı olarak da sana o dereceyi verdim. Onun ameli ona layık, senin amelin de buna layık. Sen yatıp uyudun, bu ibadet taat etti. Sen rahatındaydın, o eziyetteydi.”
d. Gizli Sadakanın Fazîleti
İbn-i Asâkir ve Râfiî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:62
إِنَ صَدَقَةَ السِّرِّ تُطْفِئُ غَضَبَ الرَِّب ، وَإِنَّ صِلَةَ الرَّحِمِ تَزِيدُ فِى الْعُمُرِ،
وَإِنَ صَنَائِعَ الْمَعْرُوفِ تَقِى مَصَارِعَ السُّوءِ، وَإِنَّ قَوْلِ لاَ إله إلاَّ اللهُ تَدْفَعُ
عَنْ قَائِلِهَا تِسْعَةً وَتِسْعِينَ بَابً ا مِنَ الْبَلََّءِ ، أَدْنَاهَا الْهَمُ (كر. والرافعي
عن ابن عباس)
RE. 123/4 (İnne sadakate’s-sirri tutfiü gadabe’r-rabbi, ve inne sılate’r-rahimi tezîdü fi’l-umuri, ve inne sanâia’l-ma’rûfi takî mesària’s-sûi, ve inne kavli lâ ilâhe illa’llàhu tedfeu an kàilihâ tis’aten ve tis’îne bâben mine’l-belâi, ednâhâ el-hemmü.) (İnne sadakate’s-sirri) “Gizli sadaka vermek, (tutfiü gadabe’r- rabbi) Hz. Allah Celle ve A’lâ’nın gazabını söndürür.”
Açık sadaka değil, gizli sadaka. Kimse bilmiyor yani. (İtfaiye
62 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVII, s.172; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.354, no:13726; Muaviye ibn-i Hayde RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.398, no:16242; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.59, no:7907.
nasıl söndürürse yangını, bu da Allah-u Celle ve A’lâ’nın gazabını söndürür. Cenab-ı Hak kulu cezalandırmak istiyor; fakat onun gizlice verdiği bir sadaka dolayısıyla, o cezasından vazgeçiyor. Gazabı söndürmek demek, onun verdiği sadakadan dolayı ona yapacağı cezayı yapmamak. Onun için sadakanın bu denilenlerden çok daha üstün faziletleri vardır. Onun için sadakayı gizlice vermek lazım!
“—O imam hatip çocukları neredeler? Siz misiniz? Nerede arkadaşın?” “—Şurada…” “—Hangi mekteptendiniz?” “—Gerede İmam-hatip…” “—Kaç lira istiyorlardı sizden?” “—Yüz ellişer lira…” Bunlar Gerede İmam Hatip talebelerindenlermiş. Bunların verdiği paradan yüz ellişer lira eksik kalmış borçları. Şimdi bunlara üç gün izin vermişler bu parayı nereden bulursanız bulun diye. Buraya da yollamışlar bunları şimdi “Oradan size verirler!” diyerekten. Şimdi ben de size bu sadaka bahsini anlattım ya, onların üç yüz lirasını inşâallah temin ederiz. Çıkan kardeşler bunu unutmamalı!
Hz. Allah-u Celle ve A’lâ’nın fermanında;
وَإِن تُخْفُوهَا وَتُؤْتُوهَا الْفُقَرَاء فَهُوَ خَيْرٌ لُّكُمْ (البقرة:١٧٢)
(Ve in tuhfûhâ ve tü’tûhe’l-fukarâe fehüve hayrun leküm) “Eğer o sadakaları gizleyerek fakirlere verirseniz, artık o sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/271) buyruluyor.
Meselâ zekât kısmının alenen verilmesi esastır. Çünkü vermeyen de zekât verir. Zekâtı vermeyenler varmış içimizde… Bu İslâm memleketi olduğu halde, zekâtı vermeyenler varmış içimizde, geçen tesadüf ettik. Allah affetsin…
Hem de demişler ki:
“—Hanımefendi! Senin bu parana zekât düşer.”
Bankadaymış parası da…
“—Ooo, öyle şey mi olur yâhu? Bizim bu paramız çalışmıyor ki… Bankaya koyduk, oradan az bir gelir getiriyor, ona zekat mı olur?” demiş.
(Ve inne sılate’r-rahimi tezîdü fi’l-umri) “Sıla-i rahim, akrabâ u taallûkat ile alâkayı kesmeyip, mümkün mertebe daima birbirlerini ziyaret etmek ömrü arttırır.” Akrabaların birbirine gidip gelmeleri, görüşüp konuşmaları, uzaktaysa hiç olmazsa mektupla haberleşmeleri, yakınsa gidip hal hatır sormaları; ihtiyaçları olduğu vakitte, ihtiyaçlarını temin etmeleri ömrü uzatır. Bu hizmeti yaparsa bir insan, akraba u taallukatıyla ilgisini kesmezse ömrü artar.
“—Ömür artar mı?” Orasını bilmem. Allah-u Teàlâ dilerse olur. Burada diyor ki:
“—Allah onun ömrüne bereket verir. Ömrü bereketlenir, on senesi bitmiyor, yirmi senesi bitmiyor. Çok huzurlu günleri olur. Fakat Allah-u Teàlâ’nın arttırmak ihtimali de vardır bunun içerisinde… Bereketli olmak dolayısıyla artması da muhtemeldir.
Bu sıla-i rahim dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın bir mükafatıdır.
“—Bu kulların, aralarında ünsiyet var, ülfet var, güzel geçinme var, birbirlerini ziyaret ediyorlar, kusurlarını affediyorlar, birbirlerine hüsnü muamelede bulunuyorlar, yardımda bulunuyorlar. Bunların ömrünü on sene daha uzatıvereyim!” der Cenab-ı Hak.
Bunun aksi de var tabii. Akraba u taallukatıyla ilişkisini kesmiş, amcam böyle diyor, teyzem şöyle diyor, halam böyle diyor, ne gidiyor, ne geliyor. Şöyle yaptılar, böyle yaptılar, şunu da şöyle dediler diye bir sürü bahaneler uyduruyor. Bunun da ömrü, bundan dolayı kısa olur.
(Ve inne sanâia’l-ma’rûfi takî mesària’s-sûi) “İyi işler, hayır işler işlemek, mesela cami yardımına, köprü yardımına, çeşme yardımına, devlet millet içinde ne ihtiyaçlar varsa bu gibi hayırlara iştirak etmek, yemekler yedirmek, ma’ruf olan işleri
işlemek insanı kötü ölümden muhafaza eder.
Mesela, Allah affetsin bir kardeşimiz var Tarsus’ta… Dün sordurdum bir arkadışımıza… Demiş:
“—Sizlere ömür, on beş gün evvel bir trafik kazıyla gitti.” Nasıl? Adam yolun ortasına arabayı koymuş. Gece hırsızlık yapacakmış. Işıklarını söndürmüş. Tabii taksi gelirken, arabayı görmüş ama hemen yana kırmış arabanın altına girmemek için. Öte taraftan gelen de o da onun karşısına çıkmış. İkisi bir müsademene hiç birisi kurtulamamış.
İşte bu kötü bir ölümdür. Bunları sadakalar önler. Ama diyeceksin ki;
“—Arabanın içindeki yedi sekiz kişiden hiç birisi bir hayır yapmadı mı?” diyeceksin.
Bilmem artık. Bazen böyle kazalar oluyor. Allan onlardan hepimizi muhafaza etsin… Evden çıkarken okuyarak, Allah’tan himaye isteyerek, muhafaza isteyerek; öyle çıkmak lazım! Hatta helalleşerek icab ederse…
(Ve inne kavli lâ ilâhe illa’llàhu tedfeu an kàilihâ tis’aten ve tis’îne bâben mine’l-belâi) “Kelime-i tevhid diyorlar işte bu ‘Lâ ilâhe illa’llah’ sözü, bunu söyleyen kimseden Allah 99 belâyı def eder. (Ednâhâ el-hemmü) En ufağı sıkıntı, kaygı…” Herkeste para olmaz ki, versin sağına soluna… Bunun en kolayı, Lâ ilâhe illa’llah sözünü çok söylemek…
Bu Lâ ilâhe illa’llah’ı bir kere söylemek, onu söyleyenden doksan dokuz tane belâyı def eder. En aşağısı hem, yani kaygı. Bazı dertleri olur, kaygılanır insan, onu giderir. Daha büyüğü kim bilir neler…
Şimdi gene Muhiddin-i Arabi Hazretleri, bu Lâ ilâhe illa’llah hakkında diyor ki:
Lâ ilâhe illa’llah’ın iki türlü tekellümü vardır. Birisi hakiki, birisi resmi. Resmi olan bizim Lâ ilâhe illa’llah deyip söylememizdir. Hakiki olan Lâ ilâhe illa’llah, mizana konmaz.
Çünkü mizana mukabili olmaz bir şeydir. Lâ ilâhe illa’llah’ın
mukabili yoktur ki o mizana konulsun. O bir Allah. E mizana konan Lâ ilâhe illa’llah resmi olan tevhidlerimizdir ki bunların da mukabili yok yani. Yer, gök, dağ, taş …. Terazinin bir gözüne koysan, diğer gözündeki Lâ ilâhe illa’llah ondan ağır gelir.
Onun içindir ki, bir insan Lâ ilâhe illa’llah’ı şöyle candan söyleyince, ondan doksan dokuz tane belâ def olunca, bir insan günde yüz kere Lâ ilâhe illa’llah diyecek olursa, onun kadar sevapla ahirete bir insan gitmeyecek, meğer ki ondan fazla söyleyen olursa…
Meselâ, bir başkası da iki yüz kere demiş. Fakat insan hiç olmazsa her gün bin tane demeli. Çünkü bizim bin tane anca bir taneye denk gelir.
Bu beş bin, on bin diyenlere şaşıyorum ben demiş. Nasıl diyorlar. Ben bir kere diyemiyorum demiş. O hakiki istiyor, hakiki çıksın ağzından. Çünkü la ilahe illahın manası çok geniş canım.
Lâ ilâhe illa’llah’ı söyledi mi insan, ondan başka bir şey beklenilmez. Halbuki biz hem Lâ ilâhe illa’llah diyoruz, hem de bir çok hataların, kusurların içine düşüyoruz.
Onun için bizimkileri bin tanesi hatta on bin tanesi bir tane anca olur. Onun için ne kadar çok dersek, o kadar faydalı olur.
e. Sadaka Ömrü Uzatır
Taberânî, Kuseyr ibn-i Abdullah’tan rivayet etmiş.
Pveygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:63
إِنَّ صَدَقَةٌ المُسْلِمِ تَزِيدُ فِي الْعُمُرِ، وَتَمْنَعُ مِيتَةَ السُّوءِ، وَيُذْهِبُ اللهُ بِهَا
الْفَخْرَ وَالْكِبْرَ (طب. عن كثير بن عبد الله عن أبيه عن جده).
63 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.22, no:31; Küseyr ibn-i Abdullah babasından, dedesinden.
Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.284, no:4609; Amr ibn-i Avf RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.361, no:16062; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.59, no:7909.
RE. 123/5 (İnne sadakate’l-müslimi tezîdü fi’l-umuri, ve temneu mîtete’s-sûi, ve yüzhibü’llàhu bihe’l-fahra ve’l-kibre.)
(İnne sadakate’l-müslimi tezîdü fi’l-umuri) “Müslüman’ın sadakası ömrü artırır, (ve temneu mîtete’s-sûi) ve fena ölümden kurtarır.” Burada da yine bir müslümanın verdiği sadaka. Yukarıda gizlice dedi, burada da “Doğrudan doğruya, nasıl verirse versin!” diyor. Yukarıda “Rabbin gazabını söndürür.” dedi, burada da şimdi, “Ömrü ziyade eder.” diyor. Orada, “Sıla-i rahim ömrü ziyade eder.” dedi, burada da “Doğrudan doğruya sadaka ömrü ziyade eder. Aynı zamanda kötü ölümden de insanı korur.” dedi.
Şimşek çakmış, yıldırım düşmüş, zelzele olmuş, bina altında kalmış, trafik belâlarına uğramış, şu olmuş, bu olmuş… “Sadaka bu gibilerden de korur!” diyor.
Onun için, Allah sıhhat vermiş, afiyet vermiş bizlere. Her gün bir kazancımız var az çok… Bu kazancımızdan her gün sadaka vermek, bizim üzerimize borçtur. Her gün sadakamızdan, kazancımızdan bir miktar ayırıp, onu da bir muhtacın lokmasına ilave etmek, her insana, her müslümana yakışan bir vazifedir.
Ama bununla beraber:
(Ve yüzhibü’llàhu bihe’l-fahra ve’l-kibre) “Aynı zamanda bu sadaka insandan fahri ve kibri, övünmeyi ve büyüklenmeyi de giderir.”
Şimdi asıl belânın büyüğü bu şey ki, insan zenginleştikte kibirlenir; gerek ilim cihetinden zenginleşsin, gerek hafızlık cihetinden zenginleşsin… Ses güzelliği bir afettir, yüz güzelliği bir afettir. Para güzel, para çokluğu da bir afettir. Şimdi bunlar çoğaldıkça, böyle bilgiler arttıkça, onun yanında kibir ile fahri de beraber halk eder, ikisi beraber artar.
Meselâ, sesi güzel bir hafızın yanına kibrinden giremezsin. Kimseyi beğenmez. Efendim, ilim de böyle yüksek oldu muydu, o da bakarsın kimseye metelik vermez. Niçin? Varlık da onunla beraber yürüyor. İşte bu sadakalar, o varlıklarla iftiharı da indirir aşağıya doğru, giderir. Onlar da senden kalkar.
Sırası gelmişken Niyazî-yi Mısri’nin bir şiiri aklıma geldi. Rahmetli Hocamız çok okurdu:
Ey derde dermân isteyen,
Yetmez mi dert, dermân sana?
Ey râhat-ı cân isteyen,
Kurban olandır cân sana.
Çok güzel bir sözdür bu. Dert, çok tabii. Ey derde derman isteyen. Dertler, karın ağrısı, baş ağrısı, vücut sıhhatsizliği, fakirlik… Hepsi bunun içerisinde. O dertler, en nihayet bir gün ecel gelir ki, bunları unutturur. Bu dertler de onunla beraber biter. Bunlara dert denilmez. Bunların ahirette mükafatı da var sabrettiğimiz taktirde. Sabrediyoruz, ona karşılık Cenab-ı Hak
çok mükafat veriyor.
Fakat asıl dert, Allah-u Teàlâ’nın mülkünde yaşar da bir insan, onun verdiği rızıklarla merzuk olur, yer, yaşar. Sıhhatı de yerinde Allah vermiş sıhhati de. Bununla beraber bu varlığın sahibi Allah-u Teàlâ’yı tanımadan ve ona inanmadan, Lâ ilâhe illa’llah deyip de mucibiyle amel etmeden gitmekten daha büyük dert yok… En büyük dert bu. Ama şu ilmin sahibiymiş, bu ilmin sahibiymiş, şöyle adammış, böyle adammış… Bunları hepsi fasa fiso. On para etmez hepsi. Asıl iş, varlığın sahibi Hz. Allah’ı tanımaktır.
Onun içindir ki, Hızır AS bir dağdan geçiyormuş. Tabii ilim lazım ama, bu Allah’ın verdiği göz kâfî... Allah bir göz vermiş ki, bu gözdeki hisler insanları uyandırmaya kâfi…
Şimdi Hızır AS dağda bir çobana rastlamış. Çoban yatıp kalkıyormuş;
“—Ne yapıyorsun?” demiş.
“—Namaz kılıyorum!” demiş.
“—Öyle namaz olmaz!” demiş.
Namaz böyle olacak diye namazı anlatmaya çalışmış.
Çoban tabii gözüyle bakmış ki, ucu bucu yok bu alemin. Semasına bakıyor bir çeşit, arzına bakıyor bir çeşit, denizine
bakıyor bir çeşit… “Bunların sahibi var, bir Allah!” diyor, başka bir şey bilmiyor. Okumak bilmiyor, bir şey bilmiyor. İlmi yok ama içinden Allah’a karşı bir inanç, bir bağlılığı var.
Hızır AS gelmiş buna, “Elham okuyacaksın!” demiş, rükû edeceksen, “Sübhàne rabbiye’l-azîm” diyeceksin, secde yapacaksın, “Sübhàne rabbiye’l-a’lâ” diyeceksin demiş, öğretmiş. Çoban da “Pekiyi…” demiş.
Hızır AS oradan ayrılmış. Bir deniz kıyısıymış bulundukları yer. O denizden çekilip gidiyor. Bu da “Allahu ekber” diyor, namaza duruyor. Fakat Hızır AS’ın dediklerini de unutuyor. Koşmuş Hızır AS’ın arkasından, suyun üstünde… Bakıyor ki Hızır AS, arkasından çoban suyun üstünde yürüyüp geliyor.
“—Aman bildiğin gibi yap!” demiş.
Allah’a inanç meselesi bu. Bunda okumuş, okumamış lazım değil. Allah’ın verdiği gözle sen ibret nazarıyla temaşa edersen, sen de görürsün!
Niyâzî-yi Mısrî Hazretleri ne güzel söylemiş:
Bir göz ki olmaya ibret nazarında;
Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde
Bakıyor, ibret almıyorsa, varlıkların sahibini tanıyamıyorsa, ne faydası var o gözün?
Geçen gün bir misafir geldi bana, Çeşme’den. Burada da ilahi falan okuyuverdi. Çok bir şey bilmiyor. Fakat diyor ki:
“—Bana Allah bir kafa verdi. Nerede ne duyduysam, o hep kafamdadır.” diyor.
Gelen hocalardan duyduklarını bana birer birer saatlerce saydı orada. Ben de şuraya yazdım bir tanesini:
Bu sekiz şeydir belâ-yı ehl-i dünyâ bil yakîn; Hırs u şehvet fahr u zînet lu’b u gaflet kibr u kîn
[Yakînen bil ki, bu sekiz şey dünya ehlinin belâsıdır: Hırs, şehvet, övünme, süs, eğlence, gaflet, kibir ve kin.]
Bundan ben de oraya not alıverdim. Bunlar belâ-yı azîm… Bir insan kibirli olursa, hasetçi olursa, riyakâr olursa, böyle gazabı, şehveti olursa çok felâket bir şeydir.
Dün gene gördüm, Muhyiddîn-i Arabi Hazretleri’nin kitabında… Hani insanların tekemmül etmesi için halvetlere girmek lüzumunu anlatırken o da demiş ki:
“—Halvete girmek, riyazete girmek ahlâkı temizledikten sonra, terfi içindir. Terfi yeridir oralar... Oraya kötü ahlâkla girdikten sonra, olmaz bu iş… Evvelâ ahlâkını dışarıda düzelteceksin; ondan sonra riyazete, uzlete çekileceksin!” diyor.
Bu çok acaip bir şey. Mâlûm ağaçlar hep yaşken eğilir, bükülür. Kartaldıktan sonra bir şey olmaz. Ne insandan, ne hayvandan ne de ağaçtan... Binâen aleyh kartaldıktan sonra bir insan kibirli, hırslı, gazaplı falan; altmış, yetmiş sene bu huy … Şimdi bundan bu huyu nasıl alırsın? Allah’a mahsus ondan o huyu almak artık, öyle gider. Onun için;
“—Kötü huyları teneşir temizler!” derler.
İşte bu böyledir. Allah cümlemizi nevm-i gafletten uyandırsın da iyi ahlakın sahibi olan kullarından eylesin… Henüz daha çocuklarımız küçükken, bu terbiyenin üzerinde durmak lazım. Ona o neşv ü nemayı vermek lazım! Yoksa kartaldıktan sonra bir şey olmaz.
Onun için sadakanın faydalarından birisi; böyle malın artmasına sebep olur. İkincisi; malların muhafazasına sebep olur. Üçüncüsü; Allah-u Teàlâ’nın gazabını söndürür. Dördüncüsü; ömrü arttırır, dört. Beşincisi; kötü ölümlerden korur. Altıncısı; insandan kötü huyları giderir, ahlakı güzelleştirir.
f. Fıtır Sadakası
Hàkim ve Beyhakî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:64
إِن صَدَقَةَ الْفِطْرِ حَقٌّ، وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ، صَغِيرٍ أَوْ كَبِيرٍ،
ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى، حُرٍّ أَوْ مَمْلُوكٍ ، حَاضِرٍ أَوْ بَادٍ؛ صَاعٌ مِنْ شَعِيرٍ،
أَوْ تَمْرٍ (ك. ق. عن ابن عباس)
RE. 123/6 (İnne sadakate’l-fitrı hakkun, vacibün alâ külli müslimin, sagîrin ev kebirin, zekerin ev ünsâ, hurrun ev memlûkün, hàdırın ev bâdın; sâun min şaîrin, ev temrin.)
(İnne sadakate’l-fitrı hakkun, vacibün alâ külli müslimin) “Fıtır sadakası her müslümana haktır, vaciptir; (sagîrin ev kebirin, zekerin ev ünsâ, hurrun ev memlûkün, hàdırın ev bâdın) küçük veya büyük olsun, erkek veya kadın olsun, hür veya köle olsun, şehirli veya köylü olsun... (Sâun min şaîrin, ev temrin) Arpadan veya hurmadan bir sa’ olarak.” Fıtır sadakası, Ramazan Bayramı’nda verdiğimiz sadakadır ki, güneş doğmadan evvel verilmesi vaciptir bunun. Herkes için yani. Evinizdeki köleniz için de, çocuğunuz için de, yeni doğan yavrunuz içir de, ölmek üzere olup da henüz daha ölmemiş olan dedeleriniz için de, nineleriniz için de bu sadakanın verilmesi gerekir. Bunun her sene ne kadar verileceğini Diyanet açıklar.
g. İnsanların Arasını Düzeltmek
Taberânî Hz. Ali RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:65
64 Hàkim, Müstedrek, c.I, s.569, no:1492; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.172, no:7515; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemal, c.XXXI, s.398, no:6855; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.141, no:17; Hatîb-i Bağdâdî, el-Müttefik ve’l- Münferid, c.III, s.132, no: 1007; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.
إِنَّ صَلََّحَ ذَاتِ الْبَيْنِ، أَعْظَمُ مِنْ عَامَّةِ الصَّلََّ ةِ وَالصِّيَامِ
(طب. عن علي)
RE. 123/7 (İnne salâha zati’l-beyni, a’zamü min àmmeti’s- salâti ve’s-sıyâmi) Şuna bakın, dikkat edin: (İnne salâha zati’l-beyni) “İki kişinin arasını düzeltmek...” İki kişi darılmış, küsüşmüş, birbirilerine iltifat etmeyen iki kimsenin arasını ıslah edip buluveriyorsunuz, aralarına giriveriyorsunuz.
(A’zamu min àmmeti’s-salâti ve’s-sıyami) “Geceleri kıldığın nafile namazdan, gündüzleri tuttuğun nafile oruçlardan daha büyüktür.”
Demek ki vazifemiz, insanları birbirinden ayırmak değil, insanları birbirine yanaştırmak. İnsani vazife… Birbirlerinden ayırırsan insanları, fitne fesat sokarsan, laf getirip götürürsen, gıybetçilik yaparsan, bunlar insanların birbirinden soğumasına sebep olur. Onun cezası da mutlaka sana ulaşır. Sen ne kadar gündüzleri oruç tutsan, geceleri de ibadât u tàat etsen faydası olmaz.
Efendimiz SAS’e geldiler, dediler ki: İki tane kadın var, bayıldılar, baygınlık geçiriyorlar. Oruçlular, oruçlarından dolayı sıcakta bayılıyorlar. Sizden bir yardım istiyorlar. Efendimiz dedi ki götürün buna kussunlar bunlar. Bu tabağın içerisine. Kustular, birçok irin, cerahat, et parçaları, kan parçaları…
“—Bunlar oruç tutuyor ama müslüman kardeşlerinin etini yemişler. Gıybet eden ölü kardeşinin etini yemiş gibidir. Bunlar bakın et parçaları, ağızlarından çıktı.” Gösteriyor ashabına. İşte bunlar kustular bunları. Demek
65 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.97, no:168; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IX, s.192, no:197; Hz. Ali RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.60, no:7911.
içlerinde o fenalıklar varken, bunların oruçları bunlara fayda vermez, nafile oruç. Onun için insanlarda islah-ı zâti’l-beyn çok efdaldir.
Dün bir arkadaş geldi. Kendisi başka uzak bir yerde müezzinmiş. Sofuluk taslar biraz. Dedi ki:
“—Hocaefendi bizim camimizin imamının dişleri altın. Ben bir çok hocalara da sordum, bu ağızları altın olan hocaların arkasında namaz caiz olmaz dediler. Ne yapayım ben?” dedi.
Demişler ki:
“—Sen onun arkasında namazını kıl, sonra git evde yeniden iade et. Ama demişler, cemaat anlamasın senin onun arkasında namaz kılmadığını. Fitneyi mucib olmasın cemaat arasında…”
Ne yapalım, şimdi o insanları yola getirmek kolay bir şey değil yani. Adam istiyor işte genç adam, ağzına yaptırıyor altını. Ne lüzum var ama?
Islah-ı zati’l-beyn için, fitneyi mucib olacak şeylerden de uzaklaşmak lazım!
h. Murabıtın Namazı
Ebü’ş-şeyh ve Beyhakî, Ebû Ümâme RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:66
إن صَلَّةَ الْ مُرابِطِ تَعْدِلُ خَمْسَمِائَةِ صَلََّ ةٍ، ونَفَقَةُ الدِّينَ ارِ وَالدِّرْهَمِ
مِنْهُ أَفْضَلُ مِن تِسْعِمِائَةِ دِينَ ارٍ يُنْفِقُهُ في غَيْرِهِ (أبو الشيخ، هب.
عن أبي أمامة)
66 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.43, no:4295; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.389, no:3724; İbn-i Ebî Âsım, Cihad, c.II, s.705, no:313; Ebû Ümâme RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.323, no:10714; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.61, no:7913.
RE. 123/8 (İnne salâte’l-murabıtı ta’dilü hamsemieti salâtin, ve nafakatü’d-dînâri ve’d-dirhemi minhü efdalü min tis’imieti dînârin yünfikuhû fî gayrihî.) (İnne salâte’l-murabiti ta’dilü hamsemieti salâtin) “Murabıtın, yâni Allah yolunda nöbet tutan kimsenin namazı, beş yüz namaza muadildir. (Ve nafakatü’d-dînâri ve’d-dirhemi minhü) Ve onun fi
sebilillâh bir dinar ve dirhem harcaması, (efdalü min tis’imieti dînârin yünfikuhû fî gayrihî) Allah yolunda olmayan 900 dinardan efdaldir.” Şimdi burada cemaatle kıldığımız bir namaz var. Bu yirmi beş, yirmi yedi derece arasında ihtilaflı bir sevabı var. Büyük camilerde, elliye kadar olduğu rivayet olunur. Kudüs’te beş yüzdür. Fakat murabıt demek, gözcü, hudutta düşman gözlüyor. Düşmanın içeriye girmesine mani olmak için gözcü… Bu gözcünün, gözcülük sırasında kıldığı namaz, beş yüz namaza muadil. Beş yüz namaz sevabı var. Bizimkinde yirmi beş cemaatle kılarsak… O tek başına kıldığı halde beş yüz namaz sevabı oluyor.
Adını unuttum, ne dede diyorlar, bir dede. Güzel bir söz söylemiş:
“—Gönlünü gözle, şeytanı oraya sokmamaya çalış. Bir kere şeytan askeri oraya girerse, onu oradan çıkartmak çok zordur.” Bunlar hep bildiğimiz şeylerdir. Allah muhafaza etsin. Bir istilaya uğradığı vakitte memlekette dövüşülüyor mesela. Gücümüz az geldi, girdi içeriye... Ona yalvarsak, yakarsak;
“—Yapma efendi, etme efendi… Burası bizim memleketimizdir, sen buradan çekil git de biz burada oturalım!” desek dinlerler mi bunu?
Onun karşısında onu çıkaracak bir kuvvet lazım. Ondan üstün bir kuvvet bulacaksın ki, o onu oradan kovsun. İşte Kudüs meydanda…
Şimdi içimize bir huy girdiği vakitte, o huyu söküp atmak emin olunuz yahudiyi oradan söküp atmaktan daha zordur. Onun için kötülükleri içeriye yerleştirmemek lâzım! Daha küçüklük devresinden beri… Allah cümlemizin muîni olsun, yardımcısı olsun…
Bu murabıt düşman girmesin diye hudutları gözlüyor. Ben de gönlünü gözle bakalım! Gönlünde Allah mı var, yoksa Allah’ın gayrı mı var? Onun için gönlüne Allah’tan gayrısını sokma! Soktun mu, çıkaramazsın bir daha…
Mesela mala bağlı olur insan, paraya bağlı olur, işte çoluğa çocuğa bağlı olur. Herkesin şimdi düşkünlüğü var bir şeye… O olmaz işte.
i. Bir Kişinin Yemeği İki Kişiye Yeter
İbn-i Mâce, Hz. Ömer RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:67
67 İbn-i Mâce, Sünen, c.IX, s.463, no:3246; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.259, no:7444; Bezzâr, Müsned, c.I, s.37, no:127; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.656, no:5819; Hz. Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.234, no:40717; Câmiü’l-Ehàdis, c.IX, s.62, no:7918.
إِن طَعَامَ الْوَاحِدِ يَكْفِي الاِثْنَيْنِ، وَإِنَّ طَعَامَ الاِثْنَيْنِ يَكْفِي الثَّلََّثَةَ وَ
الأَْرْبَعَةَ، وَإِنَّ طَعَامَ الأَْرْبَعَةِ يَكْفِي الْخَمْسَةَ وَالسِّتَّةَ (ه. عن عمر)
RE. 123/9 (İnne taàme’l-vâhidi yekfi’l-isneyn, ve inne taàme’l- isneyni yekfi’s-sâlise ve’l-erbaate, ve inne taàme’l-erbaate yekfi’l- hamsete ve’s-sittete.) (İnne taàme’l-vâhidi yekfi’l-isneyn) “Bir kişinin yemeği iki kişiye, (ve inne taàme’l-isneyni yekfi’s-sâlise ve’l-erbaate) iki kişinin yemeği üçe ve dörde, (ve inne taàme’l-erbaate yekfi’l- hamsete ve’s-sittete) ve dört kişinin yemeği de beşe ve altıya yeter.
İki kişilik yemek var, oturduk yiyeceğiz. Tak tak kapı çaldı, birisi geldi. Aman şu yemeği şuradan kaldır da şimdi misafir geldi, olmaz, ikimizi doyurmaz bu diyerekten yemeği kaldırmak, bahillik alametidir, sıkılığın alameti. Onu koy, ikinize de yeter bu yemek. Bir kişilik yemek, iki kişiye… Kanaat lazım.
Fakat şimdi bizim gençlerimizin arasında bir fikir türedi:
“—Ekmek yerseniz, şişman olursunuz. Ekmek yemeyin. Böylece kaşığı yemeğe verin!” diyor.
Yemek yiyecek de şişmanlamayacak. Ama misafir olduğu vakitte o kadar cemaate yemek mi yetişir? Kolay bir şey değil ki yemek yapmak. Sabahtan akşama kadar millet uğraşıyor yemek yapacağım diyerekten. Beş dakikada bitirir onu. Olmaz, kanaat her şeyde lazım. Bizim vücudumuz ekmekle hasıl olmuştur. Az yersin, şişmanlamazsın.
Yâni, “Birinki ikiye, ikininki üçe dörde, dört kişininki de beş veya altı kişiye yeter.” buyuruyor Efendimiz.
j. Deccal Medine’ye Giremez
Taberânî Temîm-i Dârî RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:68
إن طيبة المدينة، ومانَقْبٌ مِنْ أَنْقَابِهَا إِلاَّ عَلَيْهِ مَلَكٌ شَاهِرٌ سَيْفَهُ ،
لاَ يَدْخُلُهَا الدَّجَّالُ أَبدًا (طب. عن تميم الداري)
RE. 123/10 ((İnne taybete’l-medînete, ve mâ nakbün min enkàbihâ illâ aleyhi melekün şâhirun seyfehû, lâ yedhulühe’l- deccâlü ebeden.)
(İnne taybete’l-medînete) “Taybe Medine’dir. (Ve mâ nakbün min enkàbihâ illâ aleyhi melekün şâhirun seyfehû) Onun geçitlerinden hiçbir geçit yoktur ki, melekler orada kılıcını sıyırıp beklemiş olmasın. Deccal oraya ebediyyen giremez.”
k. Kur’an Bilgisi ve Cennetin Dereceleri
İbn-i Mürdeveyh, Hz. Aişe RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:69
إن عَدَدَ دَرَجِ الْجَنَّةِ، عَدَدِ آيِ الْقُرْآنِ، فَمَنْ دَخَل الْجَنَّةَ مِمَّنْ قَرَأَ الْقُرْآنَ
لَمْ يَكُنْ فَوْقَهُ أحَدٌ (ابن مردويه عن عائشة)
RE. 123/11 (İnne adede derece’l-cenneti, adede âyi’l-kur’âni, femen dehale’l-cennete mimmen karae’l-kur’âne lem yekün fevkahû ehadün.)
(İnne adede derece’l-cenneti, adede âyi’l-kur’âni) “Cennetin dereceleri, Kur’an’ın ayetleri adedincedir. (Femen dehale’l-cennete mimmen karae’l-kur’âne lem yekün fevkahû ehadün) Cennete
68 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.54, no:1269; Temîm-i Dârî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.248, no:34893; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.65, no:7922.
69 Kenzü’l-Ummâyl, c.I, s.512, no:2272; Câmiü’l-Ehàüdîs, c.I, s.512, no:7939.
giren kimseler içinde Kur’an okuyandan daha üstün kimse olamaz.” Bu konuda başka bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:70
يُقَالُ لِصَاحِبِ الْقُرْآنِ، إِذَا دَخَلَ الْجَنَّةَ: اقْرَأْ وَاصْعَدْ! فَيَقْرَأُ وَيَصْعَدُ
بِكُلِّ آيَةٍ دَرَجَةً، حَتَّى يَقْرَأَ آخِرَ شَيْءٍ مَعَهُ مِـنْ هُ (حـم . ه. ع. ش . عن أبي سعيد)
RE. 513/1 (Yukàlü li-sàhibi’l-kur’ân, izâ dehale’l-cenneh: İkra’ va’s’ad! Feyakrau ve yas’adu li-külli âyetin dereceten, hattâ yakraa âhira şey’in meahû minhü.) Sadaka rasûlu’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...
(Yukàlü li-sàhibi’l-kur’ân) “Kur’an-ı Kerim’den bir şeylere sahip olmuş olan bir müslümana, (izâ dehale’l-cennete) cennete girdiği zaman denilir ki: (İkra’ va’s’ad) Oku ve yüksel!” (Feyakrau ve yas’adu) “Bunun üzerine o cennetlik kul okur ve yükselir. (Li-külli âyetin dereceten) Her okuduğu ayet için bir derece yükselir. (Hattâ yakraa âhira şey’in meahû minhü) Yanındaki, yâni ezberindeki en son ayeti okuyuncaya kadar...”
Bakın, şimdi bu nimetler çok büyük nimetlerdir. Tebâreke Sûresi, otuz ayetten ibarettir. Bir insan bunu her akşam okursa, bakın ne müjde: Ona melekler gelip de sorgu sormayacak. Çünkü dünyadaki ameli, her gün okuduğu Tebareke Sûresi onu öyle karşıladı.
Bu gayet kolay ve basit bir şeyken, bunu bir kısmımız bilmiyor, bir kısmımız bilsek de yapamıyor. Ne kadar acaib…
Şimdi cennetin derecesinin nihayeti yok, Kur’an’ın nihayeti olmadığı gibi. İnsan der ki:
70 İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1242, no:3780; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.40, no:11378; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.495, no:1338; Ebû Nuaym, Mesânîd-i Firâsü’l-Mekteb, c.I, s.117, no:40; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.812, no:2331; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.172, no:26905.
“—Cennet ne kadar büyük olursa olsun, insan durdukça bıkar mı acaba?” der. Oradaki terfi-i derecât her gün ayrı ayrı tecelli eder. Onun için gene der ki: Cennet, burada yaşamak heveslilerine mahsustur. Burada yaşamak hevesli zavallılar, cennette hurilerle, çeşitli yemeklerle yaşasınlar. Fakat cennetin dışında bir yer vardır ki oradaki insanlar ne yemek isterler, ne içmek isterler… Onların yegâne maksatları Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhar olup ona bakmaktır. Başka şeyle ilgileri yoktur.
Allah cümlemizi cennetine dahil eylesin… Oraya lâyık değiliz ama onun fazlı geniştir, el-hamdü lillâh, lütfetsin…
Onun için, Kur’an okumasını her mü’min öğrenmeli! Daha küçük yaşında çocuğuna öğretmeli! Kur’an ile amel etmeli!
Bu sabah namazımızda cemaatimizin içinde bir genç vardı. Daha yirmi yaşında. Şimdi askerliğini yapmak üzere Isparta’ya gitti bu sabah. Camide Yasin-i Şerif’i oku dedim. Ezberden Yasin-i Şerif’i güzelce okudu. Yirmi yaşında bir çocuk o da, genç. Zamanın çocuğu… Fakat babasından aldığı terbiye ile bellemiş onu, güzel de okudu.
E şimdi birçok insan, gençlerimiz var ki yaşı yirmi değil de kırk olmuş belki, henüz daha Kur’an okumaktan mahrum, aciz. Fakat insan altmışta da okur, yetmişte de okur. Zor bir şey değildir. Yani Kur’an okumak çok zor bir şey değildir. Gözümüzde bunu çok büyütüyoruz. Yâni ne olacak yirmi sekiz harften ibaret. Her harfine bir gün uğraşsa, yirmi sekiz günde öğrenir demek ki. Halbuki o kadar da sürmez.
Bu kadar yetsin inşâallah bugünkü dersimiz… Allah cümlemizi afv u mağfiret etsin… Tevfikat-ı samedâniyesine mazhar eylesin… Hüsnü hatimelerle ahirete göçmeler nasib ü müyesser eylesin... Bildiklerimizle de amel nasib etsin…
El fatihah!
İskenderpaşa Camii