17. MÜ’MİNE BELÂLARIN GELMESİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn...
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ’lemû eyyühe’l-ihvân... Enne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu teàlâ aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَكُونُ لَهُ الْمَنْزِلَةُ عِنْدَ اللَِّّ، فَمَ ا يَبْلُغُهَا بِعَمَلٍ ، فَلاَ يَزَالُ اللُّ
يَبْتَلِيهِ مِمَّا يَكْرَهُ، حَتَّى يُبَلِّغُهُ ذٰلِكَ (حب. ك. عن أبى هريرة)
RE. 100/1 (İnne’r-racüle letekûnü lehü’l-menziletü inda’llàhi, femâ yeblüğuhâ bi-amelin, felâ yezalü’llàhü yebtelîhi mimmâ yekrahü, hattâ yubelliğuhû zâlike.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Beraber bir salevât-ı şerife okuyalım:
“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)
Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin…
a. Belâlara Sabrın Karşılığı
İbn-i Hibbân ve Hàkim, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:337
إِنَّ الرَّجُلَ لَيَكُونُ لَهُ الْمَنْزِلَةُ عِنْدَ اللَِّّ، فَمَ ا يَبْلُغُهَا بِعَمَلٍ ، فَلاَ يَزَالُ اللُّ
يَبْتَلِيهِ مِمَّا يَكْرَهُ، حَتَّى يُبَلِّغُهُ ذٰلِكَ (حب. ك. عن أبى هريرة)
RE. 100/1 (İnne’r-racüle letekûnü lehü’l-menziletü inda’llàhi, femâ yeblüğuhâ bi-amelin, felâ yezalü’llàhü yebtelîhi mimmâ yekrahü, hattâ yubelliğahû zâlike.) (İnne’r-racüle letekûnü lehü’l-menziletü inda’llàhi) “Kişinin Allah indinde Allah’ın istediği bir derecesi, bir mertebesi olur. (Femâ yeblüğuhâ bi-amelin) Ama işlediği ibadet ve taatlerle o mertebeye ulaşamaz. (Felâ yezalü’llàhü yebtelîhi mimmâ yekrahü) Allah onu nâhoş, hoşuna gitmeyen şeylere müptela kılar, müptela kılar, müptela kılar; (hattâ yubelliğuhû zâlike) nihayet onu o makama ulaştırır.
Cenab-ı Hak her kul için, ahirette hem cennette hem de cehennemde yer hazırlamıştır. Yani hepimizin yerleri hazırdır. Cennette de var, cehennemde de var. İki yerimiz var. Cennetteki yerimizi kazanırsak, ne a’lâ... Cehennemdeki yerini kazanan da ne fena...
Gâvurun da cennette de yeri var, cehennemde de yeri var. Gâvurun da böyle… O cennetteki yerini kaybediyor, mü’minin cehennemdeki yerine mirasçı oluyor. İki yeri oluyor onun cehennemde… Mü’minin de cennette bir kendi yeri var, bir de o kazanamayan gâvurdan miras olarak bir yeri var; iki yeri var.
Fakat insan bazen tembellik, atalet dolayısıyla o makama erişemiyor. Cennete gideceği yerine erişemiyor. Yapamıyor vazifeleri doğru dürüst, erişemiyor bir türlü… Ama girecekti oraya. Orası da onun için takdir olunmuş yer. Öyleyse Cenab-ı
337 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.169, no:2908; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.495, no:1274; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.482, no:6095; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.327, no:6786; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.282, no:6304.
Hak onu ibtilâ, çeşitli dertler, musibetler, ibtiânın nev’i çok ya… Bu çeşitli ibtilâlarla mübtelâ kılar. O ibtilâlara sabır da verir kendisine… O sabır dolayısıyla, o cennetteki yerini yine ona verir.
Bir hikâye hatırımda kalmış:
Allah-u Teàlâ’nın velilerinden bir veli… Veli olmak dolayısıyla tabii onun derecesi de yerinde, velilik makamına erişmiş. Velilik makamına erişmiş ama cennetteki yerine ulaşamamış. O yeri hakkedememiş yani.
Son nefese gelmiş, canı bir süt istemiş, demiş:
“—Yâhu bir yudum süt bulunmaz mı?” Bir bardak süt getirmişler, tam içecekken, Cenâb-ı Hak meleklere demiş ki:
“—Dökün şu sütü, içemesin!”
O sütü içirttirmemiş ona… Tabii bu halde de ruhu kabzolunmuş. Kabzolununca, melekler sormuşlar:
“—Yâ Rabbi! Bu senin sevgili, iyi bir kulundu. Senden bir süt istedi de vermedin, nasib etmedin ona!” demişler.
Demiş ki:
“—O kulumun benim indimde bir mertebesi vardı ki, ona bir ibtilâ kalmıştı erişmesi için. Ona eriştirmek için o sütten onu mahrum ettim ama, o mükemmel yere nail olacak.” Onun için ibtilâlara sabretmek lazım, bir... İkincisi de ibtilanın da karşılığı ibadetlerdir. İbadetleri kavi olanlara ibtilâ az olur. Derecesi yüksek olanlar başka… Meselâ enbiyanın ibtilası en büyüktür. Ondan sonra evliyasının gelir. Onların ibtilâları başka…
Bizim ibtilâlarımız, kendimize göre. Bunlara biz sabrettiğimiz taktirde veyahut ibadetlerimizi kuvvetlendirdiğimiz taktirde… Namazımıza bir namaz daha katıyoruz. Orucumuza bir oruç daha katıyoruz. Sadakamıza bir sadaka daha katıyoruz. İnsanlarla muaşeretimizde iyilikler yapıyoruz. Bu ibadetler ibtilâları karşılar. Çünkü:
اَلصَّدَقَةُ تَرُدُّ الْبَلاَءَ
(Es-sadakatü terüddü’l-belâe) [Sadaka belâları önler.]
demişler.
Dua da öyle. Demek bu ibadetler, bu hayr u hasenatlar insanın ibtilâlarını önler.
İbtilâya uğramayan insanları da pek makbul saymazlar. Onun için derler ki:
“—İbtilâya uğramayan insan, iyi insan değildir. İnd-i ilâhiyede makbul bir insan olsa, bir ibtilâya uğraması lâzımdı.” Bir karı koca hikâyesi de vardır. Karısı demiş:
“—Senden ayrılalım artık! Bu kadar sene yaşıyoruz seninle. Senin bir dert, belâ, musibet gördüğün yok. Herhalde Allah’ın yanında iyi bir adam değilsin!” demiş.
Rasûlullah’a gider olmuşlar, aralarını ayırmak için. Yolda adamın ayağına bir taş takılmış, ayağı kanamış.
“—Hanımı geri dönmüş. Bundan sonra beraber yaşayalım, çünkü ibtilâ geldi!” demiş.
Yani ibtilâları insan hoş karşılamalı! Bunun bir hikâyesini de bir zaman görmüştüm. Meselâ bu insanların, şimdi bu devirde yemeye, içmeye, zevk u safaya çok daldıkları bir devir. Bu zevk u safa, yeme içmeler de insanları ibtilâya kendi kendine düşürüyor. İnsanın midesini en çok bozan şey, yemeklerin çeşitliliğidir. Onun için ashab-ı kiramın zamanında doktor, iş bulamamış. Sebebi: hepsi perhizkâr, az yiyorlar, doyurmuyorlar karınlarını…
Karınlarını doyurmaktan hasıl olan ibtilâlar çok çeşitlidir, çok fena. Meselâ yerken, ellerini yıkayarak sofraya otursa… Bugün mikrop diyorlar ya. Ama diyeceksin ki:
“—Biz çatal, kaşık kullanıyoruz. Derimizi sürtmüyoruz!..” Çatal, kaşık da o misalde. Hanginizin çatal kaşığı yüksek dereceli suda kaynatılıyor? İşte bulaşıkların arasında yıkanıp gidiyor.
Onun için bir şey daha gördüm de hoşuma gitti. Bizim Pakistanlılar var ya onlar çok biliyorlar, çok da geziyorlar. Londra’da galiba bir yemek yiyorlarmış, bir lokantaya girmişler. Yemekleri elleriyle yiyorlar. Tabii oradaki İngilizlerin nazar-ı dikkatlerini çekmiş. “Nasıl adam bunlar?” gibilerden. Dikkatli dikkatli bakıyorlar. Bunlar da sezmişler tabii onların öyle bakışlarını. Gitmiş birisini kolundan tutmuş, bulaşıkhaneye götürmüş. O bulaşıkhanedeki o çatalların, kaşıkların yıkanış
tarzını göstermişler. Demiş:
“—Ben elimi günde beş defa yıkıyorum. Bir de yemek yemeden evvel zaten yıkadım. Hem benim elimdir, zararı yok. Başkasının da değil. Sizin bu kaç kişinin ağzına giren çatal-kaşıkla yemekten, benim elimle yemem daha iyi… Benim elimle yememde taaccüb edilecek bir şey yok!” demiş.
Zaten lokantaya gitmemem için, benim babam bana vasiyet etmişti. Ben de size bir vasiyet edeyim:
“—Lokantadan yemek yemek, müslümana yakışmaz. Lokantacının yaptığı yemek, kim bilir nasıl yemektir. Yağı kim bilir nasıl yağdır. Kendisinin din ile alakası ne kadardır. Besmele’si var mıdır, yok mudur? Bunlar hep şüpheli şeylerdir. Kullandığı yağlar ne çeşit yağdır?” Onun için insan kuru ekmek yese, peynir ekmek yese, zeytin ekmek yese bir zarar gelmez. Bazen bir öğünü geçirir de akşam gidince evinde, Allah’ın verdiklerinden ne güzel yer. Hem kanaatkâr olmuş olur.
Sonra öğlenleyin yemek yemek şart da değil yani. Biz alışmışız da, bir öğlen yemeğini kaçırmak, sanki bir öğlen namazını kaçırmak kadar üzücü geliyor bize. Allah affetsin kusurlarımızı…
b. Sıla-i Rahimin Önemi
İbnü’n-Neccâr, Enes RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:338
إِنَّ الرَّحِمَ لَتَعَ لَّقُ بِالعَرْشِ يَوْ مَ الْ قِيَامَةِ، فَتَقُولُ : يَ ا رَبِّ اِقْطَ عْ مَنْ قَطَعَنِي،
وَصِلْ مَنْ وَ صَلَنِي (ابن النجار عن أبى هدبة عن أنس)
RE. 100/2 (İnne’r-rahime letealleku bi’l-arşi yevme’l-kıyâmeti, fetekùlü: Yâ rabbi, ıkta’ men kataanî, ve sıl men vasalanî.)
338 Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.360, no:6940; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.309, no:6365.
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
(İnne’r-rahime letealleku bi’l-arşi yevme’l-kıyâmeti) “Rahim, akrabalık bağlantısı, kıyamet gününde Arş-ı A’lâ’ya yapışır.” Bu sıla-ı rahim dediğimiz, hep bizim Türkçe bildiğimiz, akraba u taallukatımızla olan alâkayı kesmemek. Amca, dayı, teyze, hala mesela... Bunların her birisi birer memlekette de olsa. Bunun adı, rahim olan ad, kendi adı, rahmet için demişler. Ve Arş’ta asılı duruyor öyle. Müracaat ediyor diyor ki:
(Yâ rabbi, ıkta’ men kataanî) “Akraba u taallukatıyla alakasını kesenleri sen de kes yâ Rabbi!” (Ve sıl men vasalanî) “Sen sıla ediver yâ Rabbi, sıla-i rahmi yapanları…”
Onun için, geçen derste geçmişti galiba. Ömrün uzamasına, rızkın çoğalmasına sebeplerden birisi de akraba u tallûkatı ile sıla yapmak… İnsan eşiyle, dostuyla bir sıla yapıyor; “Bu benim eşimdir, dostumdur, akrabamdır, şu kadar zamandan beridir görüşürüz!” diyerekten gidiyor ziyaret ediyor. Onu kendisine bir borç sayıyor.
Bir bakımdan parçalanmış, amcadır, dayıdır, teyzedir, haladır… Bu gibi akrabaları unutmak, insanlığa da yakışmaz. Onun için daima… Ama ben büyümüşüm de milyoner olmuşum. Yahut daha büyük bir adam olmuşum. Öteki kalmış çok fakir. Tenezzül edemiyorum artık gidip de ona “Nasılsın amca, dayı!” demeye. İşte bu çok çirkin şey…
c. Halim Selim Olmak Berekettir
Harâitî, Hz. Aişe RA’dan rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:339
إِنَّ الرِّفْقَ يُمْن ، وَإِ نَّ الْخُرْقَ شُؤْم ؛ وَإِ نَّ اللَّ تَعَالَى إِذَا أَرَادَ بِأَهْلِ بَيْتٍ
خَيْراا، أَدْخَلَ عَلَيهِمْ بَ ابَ الرِّ فْقَ؛ وَإِ نَّ الرِّفْقَ لَمْ يَكُنْ فِى شَيْءٍ إِلَِّ
339 Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.54, no:5461; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.310, no:6370.
زَانَهُ، وَإِ نَّ الْخُرْقَ لَمْ يَكُنْ فِي شَيْءٍ إِلَِّ شَانَهُ (الخرائطي في مكارم
الأخلاق عن عائشة)
RE. 100/3 (İnne’r-rıfka yümnün, ve inne’l-hurka şü’mün, ve inna’llàhe teàlâ izâ erâde bi-ehli beytin hayran, edhale aleyhim bâbe’r-rıfka; ve inne’r-rıfka lem yekün fî şey’in illâ zânehû, ve inne’l-hurka lem yekün fî şey’in illâ şânehû) (İnne’r-rıfka yümnün) “Halim selim olmak, yumuşak olmak berekettir. (Ve inne’l-hurka şü’mün) Şiddetle muamele etmek, sertlik uğursuzluktur.” Şimdi iki şey var insanların huyları içinde; birisi yumuşaklık, birisi de sertlik. (Ve inna’llàhe teàlâ izâ erâde bi-ehli beytin hayran) “Cenabı Hak bir ev halkına hayır murad etti miydi, (edhale aleyhim bâbe’r-rıfka) onlara rıfk kapısını açar, yumuşaklık kapısını açar. Baba yumuşak, anne yumuşak, kızlar yumuşak, oğlanlar yumuşak… Birbirlerine hürmetli, aile icapları ne ise hepsi birbirine mutî… Büyükler de küçüklere karşı öyle güzel muameleler yaparlar. Bu Cenab-ı Hakk’ın bir lütfudur o eve, o aileye. Bir aile de ki bunun tersinedir, şiddet var. Baba sert, anne sert, çocuklar sert, hepsi sert…
Bak şimdi ne diyor: (Ve inne’r-rıfka lem yekün fî şey’in illâ zânehû) “Hangi yerde hangi işte böyle yumuşaklık olursa, o ziynetli olur, tatlı olur, güzel olur, şanlı şerefli olur. (Ve inne’l- hurka lem yekün fî şey’in illâ şânehû) Sertlik, şiddet yani rıfkın zıttı olan şeyler, hangi şeyde olursa, hangi işte olursa olsun, onun sonu çirkin olur, iyi olmaz. Akıbeti iyi gelmez. Sen sertliğinle bugün borunu öttürebilirsin ama, yarın bu boru ötmez olur. Sertlikle idare olmaz.
d. Hacerü’l-Esved ve Makàm-ı İbrâhim
Ahmed ibn-i Hanbel, İbn-i Hibban, Hâkim, Tirmizî ve Beyhakî Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:340
إِن الرُّكْنَ وَالْمَقَامَ يَاقُوتَتَانِ مِنْ يَاقُوتِ الْجَنَّةِ، طَمَسَ اللَُّّ نُورَهُمَا، وَلَوْ
لَمْ يَطْمِسْ نُورَهُمَا، لأََضَاءَتَا مَا بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ (حم . حب . ك. ت. هب. ق. عن ابن عمرو)
RE. 100/4 (İnne’r-rükne ve’l-makàme yâkùtetâni min yâkùti’l- cenneh, tamesa’llàhu nûrahümâ, ve lev lem yatmis nûrahumâ, leedàetâ mâ beyne’l-meşrıkı ve’l-mağrib.) Rükün; aslında “köşe, direk” demek. Buradaki rükün,
340 Tirmizî, Sünen, c.III, s.421, no:804; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.213, no:7000; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ’, c.VI, s.321, no:1585; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVII, s.382; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX s.24, no:3710; Beyhakî, Sünenü’s-Suğra, c.IV, s.41, no:1287; Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RAdan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.217, no:34741; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.311, no:6373.
Kâbe’nin Hacerü’l-Esved konulmuş olan köşesi demek. Hacerü’l- Esved kasdediliyor.
(Ve’l-makàm) Makam’dan maksat da Makam-ı İbrâhim… İbrâhim AS Kâbe’yi bina ederken iskele gibi bir taş kullanmış, üstüne basarak inşaatı onunla yapmış. Onun adı da Makam…
(İnne’r-rükne ve’l-makàme yâkùtetâni min yâkùti’l-cenneh) “Rükn ile makam cennet yakutlarından iki yakuttur. (Tamesa’llàhu nûrahümâ) Allah-u Celle ve A’lâ bunların nurunu almıştır. (Ve lev lem yatmis nûrahumâ) Onlar o kadar nurluydu ki, eğer onların nurunu almasa idi, (leedàetâ mâ beyne’l-meşrıkı ve’l-mağrib) onlar doğu ile batı arasını nurlandırırlardı.
Meselâ, Ay da vaktiyle Güneş gibiydi. Güneş nasıl ziyasını veriyor gündüzün, Ay da veriyordu aynı ziyayı. Fakat ayın artık
ziya vermesine lüzum kalmadı demek ki, Cenab-ı Hak onun kudretini aldı elinden. O şimdi geceleyin vazifesini yapıyor, Güneş’ten aldığı ışığı bize yansıtıyor. Cenab-ı Hak, Aydan aldığı gibi bu yakutların da ziyasını almış.
Başka bir hadis-i şerifte bildiriliyor ki, “Cennet hurileri parmaklarını gösterseler yeryüzündeki insanlara, güneşin nuru kaybolurdu.” diyor.
e. Kıyâmetin On Alâmeti
Tayâlisî, Ahmed ibn-i Hanbel, Müslim, Taberânî ve İbn-i Hibbân, Huzeyfe ibn-i Esîd el-Gıfârî RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:341
إنا السَّاعَةَ لَِ تَقُومُ حَتاى يَكُ ونَ عَشْرُ آيَ اتٍ: اَلدُّخَانُ، وَالدَّجَّالُ، وَ الدَّابَةُ،
وطُلُوعُ الشَّمْسِ منْ مَغْرِبِهَا؛ وَثَ لاَثَةُ خُسُوفٍ: خَسْف بِالْ مَشْرِقِ، وخَسْف
341 Müslim, Sahîh, c.XIV, s.94, no:5162; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.6, no:16186; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.173, no:3033; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.143, no:1067; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.355;
Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.257,no:38639; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.315, no:6381.
بالمَغْرِبِ، وخَسْف بِجَزِيرَةِ الْ عَرَبِ؛ وَنُزُولُ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ، وَفَتْحُ يَأْجُوجَ
وَمَأْجُوجَ، وَ نَار تَخْرُجُ مِنْ قَعْرِ عَدَنَ، تَسُوقُ النَّاسَ إِ لَى الْمَحْشَرِ، تَبِيتُ
مَعَهُمْ حَيْثُ بَاتُوا، وتَقِيلُ مَعَهُمْ حَيْثُ قَالُوا (ط. حم . م . طب . حب .
عن حذيفة بن أسيد الغفارى)
RE. 100/5 (İnne’s-sâate lâ tekùmu hattâ yekûne aşru ayâtin: Ed-duhânu, ve’d-dâbbetu, ve’d-deccâlu, ve tulûu’ş-şemsi min mağribihâ; ve selâsetü husûfin: Hasfun bi’l-meşrikı, ve hasfun bi’l- mağribi, ve hasfun bi-cezireti’l-arab; ve nuzûli ise’bi meryem, ve fethü ye’cûce ve me’cüc, ve nârun tahrucu min ka’ri adene, tesûku’n-nâse ile’l-mahşer, tebîtu meahüm haysü bâtû, ve takîlu meahum haysü kàlû.) (İnne’s-saate lâ tekùmu hattâ yekûne aşru ayâtin) “On alâmet belirmedikçe kıyamet kopmaz. Kıyamet bu on alâmet görüldükten
sonra kopacak.” diyor. Onları sayıyor: 1. (Ed-duhân) “Duman.” 2. (Ve’d-dâbbeh) “Dabbetü’l-arz.” Yerden çıkan bir hayvandır. Kaçan kurtulmaz, koşan da tutamaz. Nasıl hayvandır artık bilemem. O zaman görülecek.
Dabbe, üç tanedir demişler: Birisi Mehdi’nin zamanında çıkacak. Birisi İsa AS zamanında çıkacak. Birisi de güneş batıdan doğduğu zaman çıkacak.
3. (Ve’d-deccâl) “Deccalın çıkması.” 4. (Ve tulûu’ş-şemsi min mağribihâ) “Güneşin doğudan değil de batıdan doğması.” 5. (Ve selâsetu husûfin: Hasfun bi’l-meşrikı) “Üç tane yere batma olayı olacak: Birisi maşrıkta…”
6.Ve hasfun bi’l-mağribi. “Birisi mağribde, batıda...” 7. (Ve hasfun bi-cezîreti’l-arab) “Birisi Arap Yarımadası’nda.”
Birisi şarkta, birisi garpta, bir de cezire-i arabda batma olacak.
Yalnız buraların artık hareketsiz hale gelmesi. Zelzeleler dolayısıyla, nasıl şeyler olacaksa. Allah Ümmet-i Muhammed’i muhafaza etsin…
8. (Ve nuzûlü îse’bi meryem) “İsâ AS’ın yeryüzüne inmesi.” 9. (Ve fethu ye’cûce ve me’cüc) “Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddinin yıkılıp, açılıp Ye’cüc ve Me’cüc’ün yeryüzüne dağılması.”
Bunların adını işitiyoruz, kendilerini görmedik. Bunlar bir yerde mahpus ve saklı oldukları rivayet olunur. Bunlar da artık o kapandıkları yerden çıkma fırsatını bulacaklar.
10. (Ve nârun tahrucu min ka’ri aden) “Aden ülkesinin derinliğinden bir ateşin çıkıp, (tesûku’n-nâse ile’l-mahşer) insanları mahşere doğru sevk etmesi. (Tebîtu meahum haysü bâtû) Nerede gecelerlerse, onlarla beraber geceliyor; (ve takîlu meahüm haysü kàlû) nerede gündüzlerlerse orada gündüzlüyor. İnsanları önüne katan bir ateş…” Bu Arz-ı Mahşer’in neresi olduğuna dair rivayetler varsa da Allahu a’lem bi’s-savab…
Bu on alâmet olmadıkça kıyamet kopmaz!
f. Mü’min ve Fitneler
Ebû Dâvud ve Taberânî, el-Miktad ibn-i Esved RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:342
إِن السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنَ، إِنَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنِ ، إِنَّ السَّعِيدَ
لَمَنْ جُنِّبَ الْفِتَنُ؛ وَلَمَنْ ابْتُلِيَ فَصَبَرَ، فَوَاهاا ثُمَّ وَاهاا (د. طب. ونعيم
342 Ebû Dâvud, Sünen, c.XI, s.332, no:3719; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.252, no:598; Bezzâr, Müsned, c.I, s.333, no:2112; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.175, no:2021; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LX, s.179; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.176; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.200, no:758; Miktad ibn-i Esved RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.318, no:6387.
بن حماد فى الفتن، حل. عن المقداد بن الأسود)
RE. 100/6 (İnne’s-saîde lemen cünnibe fiten, inne’s-saîde lemen cünnibe fiten, inne’s-saîde lemen cünnibe fiten; ve lemen übtüliye fesabera, fevâhâ sümme vâhâ.) (İnne’s-saîde lemen cünnibe fiten) “Mutlu insan, saîd insan, bahtiyar insan fitnelerden uzak tutulmuş insandır. Fitnelerden korunmuş insandır.”
Hani saadet diyoruz ya biz. Saadet, şekavet, Leyle-i Berat’ta hepimizin hakkında yazılıyor. Saadet asıl o kimseler içindir ki, fitnelerden uzak oluyor. Fitnelere sokulmuyor, fitnelere karışmıyor. Çeşitli fitneler dünyanın başından, kıyamete kadar devam edecektir. Sen bu fitnelere karışma!
Cenab-ı Peygamber bu sözü üç defa tekrarlamış:
(İnne’s-saîde lemen cünnibe fiten) “Mutlu insan, saîd insan, bahtiyar insan fitnelerden uzak tutulmuş insandır.”
Said insanlar bu fitnelere karışmaz.
Fitneleri önü yaldızlı gibi görünüyor da sonu istendiği gibi gelmiyor. Meselâ izahı da biraz zorcadır. İnsan diyor ki işte
“—Bu idare yapamıyor, bu idareyi kaldıralım, yerine şöyle bir idare koyalım!” Kendimizin yapacağını, eski yapanlardan daha iyi gördük, bu eski idareyi kaldırmaya karar verdik. Düşüncemiz iyi ama, arkasından eski idareyi aramaya başlıyor insan. Onun için bu fitnelere karışmaktansa, karışmamak daha evlâ...
(Ve lemen übtüliye fesabera) “İnsan bu fitneler içinde bulunursa, oluyor ya bazen; bu sefer de sabır lazım. Fitnenin içinde bulunduk nasılsa… En güzel şey, sabırlı olmaktır.”
Bunu başka bir yerde görmüştüm de orada da diyor ki: Böyle fitneler devrinde, ölmek mi iyi, öldürmek mi iyi? Gelmiş kapına, “Öldüreceğim seni!” diyor. Ben de seni öldürürüm amma, bir insanı öldürmek bir binayı yıkmaktır. Öldürüp katil olmaktansa,
ölmek daha efdaldir.” diyor.
Ama birkaç şekli var bunun. Meselâ yolda hırsızlar kesti
önünü, “Paraları çıkarın!” dedi. Şimdi burada o adama paraları
verip de kurtulmak mı iyi? Yahut kapımıza geldi, evimizde, paraları verip de başımızı kurtarmak mı lazım, yoksa paramızın yahut ırzımızın muhafazası için silahımız varsa silahımızı çekip, bıçağımız varsa, bıçağımızı çekip onunla dövüşmek; ya öldürmek, ya ölmek… Burada ölürsek, şehid oluruz.
Malımızın muhafazası için direneceğiz.
“—Vermiyorum paramı!” Herif de o zaman ver diyerek, vuracak. Vurur da ölürsek, şehid oluruz.
“—Al!” demek yok yani.
Yerine göre muamele lazım!
g. Düşük Çocuğun Anne Babasını Cennete Sokması
İbn-i Mâce, Hakîm-i Tirmizî, Beyhakî ve Hatîb-i Bağdadî, Hz. Ali RA’dan rivayet etmişler. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:343
إِن السِّقْطَ لَيُرَاغِمُ رَبَّهُ ، إِذَا أَدْخَلَ أَبَوَاهُ النَّارَ، فَيُقَالُ : أَيُّهَا السِّقْطُ
الْمُرَاغِمُ رَبَّهُ أَدْخِلْ أَبَوَيْكَ الْجَنَّةَ، فَيَجُرُّهُمَا بِسَرَرِهِ حَتَّى يُدْخِلَهُمَا
الْجَنَّةَ (ه. والحكيم، هب. خط. فى المتفق والمفترق عن على)
RE. 100/7 (İnne’s-sıkta leyurağimu rabbehu, izâ dehale ebevâhü’n-nâr, feyukàlü: Eyyühe’s-sıktü’l-merağımü rabbehû edhil ebeveyke’l-cenneh, feyecürrühümâ bi-sererihi hattâ yudhilehüme’l- cenneh)
Sıkt düşük demek. Doğum zamanı kemâle ermeden rahimden ölü doğan çocuğa sıkt derler. Düşük diyoruz, düşük yaptı kadın;
343 İbn-i Mâce, Sünen, c.V, s.93, no:1597; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.360, no:468; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.354, no:12009; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.139, no:9763; Hz. Ali RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.285, no:6577; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.318, no:6388.
bebeğini normal şekilde dünyaya getiremedi, bebeği vaktinden evvel ölü olarak doğdu. Ya azaları teşekkül etmiş, ya biraz daha erken, ya biraz daha sonra, neyse… Düşük…
(İnne’s-sıkta leyurağimu rabbehu, iza dehale ebevâhü’n-nar) “Annesi babası, dünyadaki kusurlarından dolayı cehenneme atılınca. Müslüman ama dünyadaki kusurlarından dolayı cehenneme atılınca, Rabbine ısrarla dua eder. Rabbine (yurâğimü) demek, Allah’ın emrine rağmen, ‘Öyle yapma yâ Rabbi!’ diye ısrar etmek demek yâni. Ona rağmen, Allah’ın istediğine, hükmüne, emrine rağmen, “Ya Rabbi! Atma bunları cehenneme!” diye ısrar eder yâni.
Neden? Ana babasına acıdığı için. Onlar cehenneme düştü diye, yanacaklar diye acıdığından Rabbine yalvarır, yakarır, ısrar eder, değiştirtmeye uğraşır yâni.
(Feyukàlü) “Onun üzerine ona denilir ki:
(Eyyühe’s-sıktü’l-merağımü rabbehû) “Ey Rabbi ile böyle işi değiştirmek için uğraşıp duran düşük bebek! (Edhıl ebeveyke’l- cennete) Haydi ana-babanı sok cennete!” denilir.
Evlenmek çok iyidir, bekarlık iyi değildir. Şimdi bak evlenmekteki faziletlerden bir tanesi. Evlendik, bir çocuğumuz oldu ama dünyaya gelmesi mukadder değilmiş. Gelmeden düştü, öldü. Bunun da Cenab-ı Hak’tan ind-i ilahide bir hakkı var. Babası, anası da günahkâr, cehennemlik olmuşlar.
Bu düşen çocuk diyor ki:
“—Yâ Rabbi, anamı, babamı cehenneme atıyorsun; ben onlarsız olmam!” diyor, yalvarıyor.
Çeşitli şeylerle Cenab-ı Hak da ona izin veriyor;
“—Haydi ana-babanı sok cennete!” deniliyor.
h. Aranızda Selâmı Yayın!
Buhàrî Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:344
344 Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.343, No: 989; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
إن السَّلامَ اِسْم مِنْ أَسْمَاءِ اللَِّّ تَعَالٰى وُضِعَ فِي الأَرْضِ فَ أَفْشُوا
السَّلامَ بَيْنَكُمْ (خ. في الأدب عن أنس)
RE. 100/8 (İnne’s-selâme ismün min esmâi’llâhi teàlâ, vudıa fi’l-ardı, feefşü’s-selâme beyneküm) (İnne’s-selâme ismün min esmâi’llâhi teàlâ) “Selâm Allah-u Teàlâ’nın isimlerinden biridir.” Sabahları her gün okuruz Sûre-i Haşr’ın arkasında. Estaizü bi’llâh:
هُوَ للُّ الَّذِي لَِ إِلَهَ إِلَِّ هُوَ ، الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلاَم (الحشر:٣)
(Huva’llàhü’llezî lâ ilâhe illâ hû, el-melikü’l-kuddûsü’s-selâm) [O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir. (Haşr, 59/23)
Cenâb-ı Hak isimlerini sayarken, bize her zaman hatırlatıyor. Selâm, esmâ-i ilahiyyedendir. Rahmân nasıl Allah-u Teàlâ’nın ismiyse, Rahîm nasıl Allah-u Teàlâ’nın ismiyse, Melik nasıl Allah- u Teàlâ’nın ismiyse Selâm da Allah-u Teàlâ’nın isimlerinden bir isimdir. Onun için ona hem hürmet, hem saygı, hem sevap bekleme var.
(Vudıa fi’l-ard) “Yer yüzüne bu isim konuldu. Cenâb-ı Hak yerdeki insanlara bunu verdi. (Feefşü’s-selâme beyneküm) Öyleyse aranızda selâmı yayın! Aranızda bununla selâmlaşın!” “—Benim ismimi hem hatırlayacaksın, hem hatırlatacaksın!”
İki taraflı. “Es-selamü aleyküm!” diyoruz, o da “Ve aleykümü’s- selâm” diyor. Hem biz ona dua ediyoruz, hem o bize dua ediyor. Selâmet istiyoruz birbirimize… Ne kadar güzel!
“—Allah işlerini âsân etsin, vücuduna sağlık versin, ömrüne
Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.116, no:25255; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.319, no:6390.
bereket versin, işlerine kolaylıklar versin. Seni çeşitli afetlerden muhafaza etsin...” Ben de ona diyorum:
“—Allah seni de muhafaza etsin, senin de işlerini rast getirsin… Vücudunu sıhhatli etsin, ömrünü uzun etsin… Gelecek kaza ve belâlardan da muhafaza etsin…” Ne güzel! Çok uzun. Onun için bunu bırakmayın dilinizden. Birbirinizle karşılaştığınız vakitte daima “Es-selamü aleyküm!” diyerekten birbirinizle iltifatta bulunun. Hem selam hem de sevap… Sevap kazanıyorsun. Bir tanesine on tane. İki tane
olursa, yirmi tane. Üç tane olursa, otuz tane sevap var.
“Es-selâmu aleyküm ve rahmetu’llàh!” var, bir de “Berekâtühû var.
“—Es-selâmü aleyküm!” derlerse, sen de onlara, (Ve aleyküm selâm ve rahmetu’llàh!” de.
Eğer o sana, “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!” dediyse, sen de ona “Ve aleykümü’s-selâm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!”
diye karşılık ver. Hem sevaplarınız çok olur, hem de dualarınız makbul olur inşâallah…
ı. Selâm Mü’minlerin Selâmlaşmasıdır
Taberani Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:345
إنا السَّلامَ اِسْم مِنْ أَسْمَاءِ اللَِّّ تَعَالَى، وَضَعَهُ فِي الأَرْضِ ، تَحِيَّةا
لأَهْلِ دِينِنَا، وَ أَمَانا ا لأَهْلِ ذِمَّتِنَا (طب. عن أبي هريرة؛ وأورده
ابن الجوزي في الموضوعات)
RE. 100/9 (İnne’s-selâme ismün min esmâi’llâhi teàlâ,
345 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.396, no:2287; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.135, no:203; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.113, no:25238; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.320, no:6391.
vadaahû fi’l-ardı, tahiyyeten li-ehli dîninâ, ve emânen li-ehli zimmetinâ) (İnne’s-selâme ismün) “Selâm Allah-u Teàlâ’nın isimlerinden biridir. (Vadaahû fi’l-ard) Yeryüzüne Allah onu koymuştur, indirmiştir yâni, nasib etmiştir, insanlara vermiştir. (Tahiyyeten li-ehli dîninâ) Bizim dinimizin mensupları için selâmdır; (ve emânen li-ehli zimmetinâ) bizim himayemizdeki, İslâm ülkelerindeki ehl-i zimmet denilen gayri müslimler için de bir emandır bu…” Yâni, bizim himayemizde olanları da biz Sırplar gibi yapmıyoruz, Ruslar gibi yapmıyoruz.
i. Önce Selâm Veren Daha Üstündür
Taberanî, Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:346
إنا السَّلاَمَ اِسْم مِنْ أَسْمَاءِ اللَِّّ تَعَالَى، وَضَعَهُ فِي الأَْرْضِ، فَأَفْشُوهُ
بَيْنَكُمْ؛ فَإِنَّ الرَّجُلَ الْمُسْلِمَ إذَا سَلَّمَ عَلَى الْقَوْمِ ، فَرَدُّوا عَلَيْهِ، كَانَ
لَهُ علَيْهِمْ فَضْلُ دَرَجَةٍ ذَكَّرَهُمْ، فَإِنْ لَمْ يَرُدُّوا عَلَيْهِ رَدَّ عَلَيْهِ مَنْ هُوَ
خَيْر مِنْهُمْ وَأَطْيَبُ (طب. عن ابن مسعود)
RE. 100/10 (İnne’s-selâme ismün min esmâi’llâhi teàlâ, vadaahû fi’l-ardı, fe’fşûhü beyneküm; feinne’r-racüle’l-müslime izâ selleme ale’l-kavmi, fereddû aleyhi, kâne lehû aleyhim fadlü derecetin zekkrehüm, fein lem yeruddû aleyhi, redde aleyhi men hüve hayrun minhüm ve atyebü.)
346 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.182, no:10391; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.432, no:8782; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.358, no:1039; Bezzâr, Müsned, c.I, s.288, no:1771; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.117, no:25266; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.320, no:6392.
(İnne’s-selâme ismün min esmâi’llâhi teàlâ) “Selâm Allah-u Teàlâ’nın isimlerinden bir isimdir. (Vadaahu fi’l-ard) Allah onu yeryüzüne koymuştur. (Fe’fşûhü beyneküm) Selâmı aranızda yayın!” Efşû demek, ifşa edin, yayın; Selâmün aleyküm’ü çok deyin, yaygınlaştırın demek.
(Feinne’r-racüle’l-müslime izâ selleme ale’l-kavmi) “Sizden biriniz insanlara selâm verdi; (fereddû aleyhi) insanlar da ona ‘Aleyküm selâm.’ dediler. (Kâne lehû aleyhim fadlü derecetin zekkrehüm) Selâmı verenin, öteki kavim üzerine fazileti vardır. (Li-ennehu zekkerehum) Halbuki vermesi sünnet, alması farz ama fazilet cihetinden veren daha faziletlidir. Çünkü sebep oldu ona, ona hatırlattı. ‘Ve aleyküm selâm!’ demeye mecbur etti.
(Fein lem yeruddû aleyhi) “Selâm verdik, alan olmadı. Hiç kimsenin umurunda değil. Herkes işiyle uğraşıyor. (Redde aleyhi men hüve hayrun minhüm ve atyebü) O selâm boşa gitmez. Onu onlardan daha hayırlı olan melekler alırlar, karşılık verirler bu selma…” Onlar madem yapamadılar o reddi. Sen de kızıp, “Bunlar selâmı kabul edecek adam değil!” deme! Ver sen selâmı, vazifeni yap. Onun iadesini melekler yapar o zaman.
j. Yaşlı Kimsenin Zinâ Etmesi
Bezzâr, Büreyde RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:347
إنا السَّموَاتِ السَّبْعَ، وَالأَرَضِينَ السَّبْعَ، وَالْجِبَالَ، لَتَلْعَنُ الشَّيْخَ الزَّانِي؛
وَإِنَّ فُرُوجَ الزُّنَاةِ ، لَيُؤْذِي أَهْلَ النَّارِ نَتْنُ رِيحُهَا (البزار عن بريدة)
RE. 100/11 (İnne’s-semâvâti’s-seb’a, ve’l-aradîne’s-seb’a, ve’l- cibâle, letel’anü şeyha’z-zâni; ve inne fürûce’z-zünâti, leyü’zi ehle’n-
347 Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.315, no:13005; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.321, no:6394.
nâr; netnü rîhuhâ.) (İnne’s-semâvâti’s-seb’a) “Yedi kat semâ, (ve’l-aradîne’s-seb’a) ve yedi kat yer… Yâni ayağımızın altındaki yedi kat yer, başımızın üstündeki yedi kat sema; (ve’l-cibâle) ve dağlar, (letel’anü şeyha’z-zâni) ihtiyar zinâkâra lânet ederler.”
(Ve inne fürûce’z-zünâti) “Zânîlerin tenasül cihazları, (leyü’zî) veyahut (leyüezzi ehle’n-nâr) cehennem ehlini kendi azaplarının üstünde ayrıca ezâlandırır. (Netnü rîhuhâ) Zanilerin tenasül uzuvlarındaki çirkin koku, cehennemde azap görmekte olan cehennemlikleri ayrıca ezâlandırır. O kadar pis kokar bunların uzuvları, tenasül cihazları…” Allah muhafaza etsin cümlemizi ve cümle Ümmet-i Muhammed’i…
Zina çok kötü bir şey. Çok kötü bir şey olmakla beraber kötülüğü iki türlü… Birisi; genç biri kötülük yapar, zina eder. Onun bir günahı vardır. O ona verilir. Bir de yaşını başını almış, artık gençlik kudreti elinden gitmiş. Fakat daima gene o alışmış olduğu kötü adetin peşinde dolaşıyor. Bunun günahı daha büyük.
Yerler, gökler, dağlar, taşlar, melekler bu yaşlanmış zinâkâra, yaşlı fakat kötülük peşinde dolaşan bedbahta lânet ederler.
Bu gibi kötülüklerle ömürleri geçen insanlar, cehenneme atıldığı vakit, cehennem ehli bile bunlardan ezalanacaklar. Çünkü kokuları o kadar çirkin olacak ki:
“—Nereden geldiniz, bizim cezamız bize yetiyordu da siz nereden bizim başımıza geldiniz. Nedir sizin bu fena kokularınız!” diye onlardan nefret edecekler.
Onun için, Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Azîmu’ş-şân’da:
وَلَِ تَقْرَبُوا الزِّنَا (الإسراء:2)
(Ve lâ takrabu’z-zinâ) “Zinaya yakın olmayın!” (İsra, 17/32) diye çok güzel bir tavsiyede bulunmuştur. Çünkü ateşle barutun bir arada durması ne kadar tehlikeliyse, kadınla erkek bir arada bulundu mu, tehlike o kadardır.
Onun için bir kadın, bir erkek yalnız kaldı mıydı üçüncüsü
muhakkak şeytandır bunların arasında. Bu şeytan ne yapacak, yapacak; onların başına o felâketi geçirecektir. Çünkü bir şehvet var içimizde... Bu şehveti tahrik edici haller meydana geldikten sonra, insanın kendisine mâlik olması pek nadirdir.
Eski zamanda bir memleket varmış. O memleketin bir misafirhanesi varmış. Fakat oraya konan her misafirin sabahleyin ölüsü çıkarmış. Gene böyle bir genç gelmiş bir gün misafir. Demişler:
“—İşte şurada bir yer var yatacak ama burada şimdiye kadar kalanlardan hiçbir tanesi sağlam çıkmadı. Kendine güveniyorsan sen de git!” demişler.
Ne yapsın, kış vakti, barınacak yer lazım! Adam girmiş oraya. Bir cinnî, kadın kılığında gece vakti gayet güzel bir endam ile karşısına çıkmış. O da mumu yakmış, yanında mum yanıyormuş. Elini böyle muma tutarmış, eli yanarmış tabii mumdan. Çekermiş.
“—Ey nefis, bak. Şimdi ona aldanırsan, bu mumun yandığı gibi yanacaksın!” Sabah olmuş, adam selâmetle çıkmış. Herkes karşılamış. Tebrik etmişler, maşallah demişler. Sormuşlar:
“—Nasıl oldu?” “—Ne var ya hu?” Demişler:
“—Buradan kimse çıkmıyordu.” Demiş:
“—Buradan çıkmamalarının sebebi, o cinnî kıza aldanıyorlardı, o aldanmaları dolayısıyla cinnî de onları boğuyordu.” “—Sen?” “—Ben ateşe elimi koydum. Yandıkça elimi çektim. Nefse dedim ki: ‘Felâket var burada!’ dedim, kendimi emniyette kıldım. O da bana bir şey yapamadı, kurtuldum çıktım!” demiş.
Binâen aleyh bir kadınla bir erkek bir arada olursa, üçüncüsü şeytan… Bugünün gençliği, kudreti, kuvveti ile buna hakim olamaz. Yani evliya da olsa insan, zor çıkar. Onun için en iyisi, Şeyh Sa’dî-yi Şirâzî’nin dediği gibi:
به دريا در منافع بی شمار است
اگر خواهی سلامت در کنار است
Be deryâ der menâfi’ bî şumârest
Eger hâhî selâmet der kenârest
“Denizde çok menfaatler vardır ama, sen selamet istiyorsan o kenardadır.” dediği gibi karışmamak, katılmamak bunların yanına. Hatta en ihtiyarı da olsa... Çünkü onun en ihtiyarından şeytan bile pabucu sopayla kurtarmış. Çünkü şeytanın yapamadığını o ihtiyar yapmış. Onlardan bile uzak kalmak en iyi çaredir, bu lânete müstahak olmamak için.
Allah bugün yan yana okuyan talebelere yardım etsin…
k. Gerçek Pehlivan Kimdir?
İbn-i Münde ve Beyhakî, Hz. Hafsa RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:348
إِنَّ الشَّدِيدَ كُلَّ الشَّدِيدِ الَّذي يَمْلِكُ نَفْسَهُ عِنْدَ الغَضَبِ
(ابن منده، هب. عن خصفة)
RE. 101/1 (İnne’ş-şedîde külle’ş-şedîdi’llezî yemlikü nefsehû inde’l-gadabi)
(İnne’ş-şedîde) “Tam mânâsıyla kuvvetli olan…” Şedîd Arapça’da şiddet kelimesinden geliyor, şiddetli demek. Amma kuvveti çok olan pehlivanlara da şedîd derler Araplar.
(İnne’ş-şedîde külle’ş-şedîd) “Tam mânâsıyla pehlivan olan insan; tam mânâsıyla gücü kuvveti yerinde olup da önüne kim geliyorsa devirecek gibi olan şiddetli, kuvvetli olan, pehlivan olan
348 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.210, no:3341; Hafsa RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.522, o:7716; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.321, no:6397.
insan kimdir? (Yemlikü nefsehû inde’l-gadabi) Gazab anında, gazablandığı zaman kendisine, nefsine sahip olabilen kimsedir. Pehlivan odur.”
Bir adam geldi Rasûlullah’a, dört tarafından ahlâkı sordu. Dört tarafta da Cenâb-ı Peygamber: “—Gazap etme, gazap etme, gazap etme!” diye cevap verdi.
Gazap, ahlâk-ı mezmumeden bir tanesi. Onun için iyi ahlakları ele geçirebilmek, Cenâb-ı Hak’ın insanlara verdiği bir nefis var ya, bu nefsin terbiyesine bağlı… O kadar kötü bir şeydir ki bu nefis, Feravun’dan da beterdir. O Firavun’un belki bazı iyi meziyetleri de vardır, fakat bu nefsin hiçbir iyi meziyeti yoktur. Hep kötülüktür ve hep insanı Allah’tan uzaklaştırıp, cehenneme sokmaktır onun işi… Allah-u Teàlâ insanı yaratmış ve bunu da insanın başına musallat kılmıştır. Bizi de bu dar-ı dünyada böyle boğuşmaya yollamıştır.
Bu boğuşmada bize de: “Emirlerime riayet ederseniz, ahlâklarınız da güzel olursa, bu nefsin istediklerini yapmazsanız…” Ki, Ramazan’da yapmıyoruz Allah’ın izniyle. Karnımız acıkıyor, canımız su da istiyor. Ne suyunu veriyoruz, ne ekmeğini veriyoruz, ne kavga gürültü ediyoruz. Birisi bize çatarsa;
“—Ben oruçluyum!” diyerek kavga gürültü de yapmıyoruz.
Demek ki, bu bir ayda kendimize bir kıymet veriyoruz, nefisle mücadelede... Bu işi ne kadar çok uzatabilirsek, ne kadar çok üzerinde durabilirsek, nefsimize o kadar hakim olabiliriz. Nefsimize ne kadar hàkim olabilirsek. O nisbette de hürriyetimize sahip olabiliriz.
Şimdi aklıma gelen: Cennet var ya, cennet bu dünyada hürriyeti kazananların yeri... Bu hürriyeti bu dünyada kazananlar ise, nefisleriyle mücadele edip, mücadelede muvaffak olanlardır. Düşmanla mücadele olduğu için, o da gazidir yine. Hem de öteki harpte ölen gazi gibi değildir. Ya gazidir, ya şehiddir. İster muvaffak olsun, ister muvaffak olamasın. Muvaffak olabilirse ne mutlu... Oluyor ya daima mücahedede, bazen mağlup da oluyoruz. Mağlup olmak da gene bir meziyettir yani teslim olmaktansa… “Mağlup olduk, ne yapalım!” Ama
dövüşmek lazım!
Binâen aleyh, nefisle de muhakkak uğraşmak lazım. Ne demek? Onun sözünü dinlememek, istediğini yapmamak. Ama bu o kadar zor ki, hele bu devirde, deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Allah muinimiz, yardımcımız olsun…
Ama bu kendi başımıza olursa, elbette muvaffak olamayız ama bizim sahibimiz var Hz. Allah... Hz. Allah’a yalvarır, yakarır, arkamızı ona dayar, “Sen yardımcımız ol yâ Rabbi!” diyerek ondan da imdatlar bekleriz. O da imdadına geliverirse…
Ama burada güzel şey söylüyor. İmam Gazali’nin çok güzel sözleri var. Bir araziye tohum atarsın. Tohum atmadan evvel orayı sürersin. Güzel lazım gelen şeylerini yaparsın. Cenab-ı Hakk’a dersin ki:
“—Yâ Rabbi! Sen de yağmurunu ver!” Yahut su kanallarından açarsın, su verirsin. Oradan ümidin vardır ki, Allah bu sene sana bire on, yirmi, otuz bir mahsul verecektir. Ama sen yeri sürmemişsin, çöl bir yere götürmüşsün, tohumu atmışsın. Orada da Allah’tan istiyorsun ki bu çölde benim de arazimde mahsülüm olsun. Bu hayalden ibaret diyor.
Binaen aleyh insanın mücahedesiz ve mücadelesiz tekemmül istemesi, hayalden ibarettir. Yalvar dur Allah’a…
Allah-u Teàlâ buyuruyor ki:
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا (العنكبوت9)
(Ve’llezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) “Bizim yolumuzda cihad edenlere, biz çıkış yollarını, hidayet yollarını gösteririz!” (Ankebut, 29/69)
Benim yolumda mücadele et ki, ben de senin yolunu açayım! Onun için bu gazap da bir kötü huy... Bazı yerlerin insanları, umumiyetle sert adam oluyorlar. Huylar sirayet ediyor birinden diğerine… Bu adamı yumuşatmanın imkânı olmaz. Her gün dövsen de yapamazsın, hapse katsan da yapamazsın. Ya?
O nefsiyle mücadele edecek de Allah içine bir şey verecek, arzu edecek. “Bu sertlik çok kötü bir huy, herkesle kavga ediyor, dövüşüyor, bilmem ne. Bu iyi bir şey değil. Nasıl kurtulayım?” diye çare arayacak.
İşte kurtulmak için Allah’a yalvaracaksın ama yoluna da müracaat edeceksin. At vahşi oluyor, ısırgan oluyor. Yolunda gitmiyor. Onu bir riyazete çekiyorlar. Bir kazığa bağlayıp da döndürüyorlar. Veriyorlar kamçıyı… Derken derken at mum gibi oluyor.
Aygır diyorlar ya kırlarda tutuyorlar, yabani hayvan. Yola gelmemiş, ıslah olmamış. Ama erbabının eline geçince, onu kuzu gibi yapıyor. Ayıyı oynatıyor, köpeği oynatıyor. Çeşitli aslanları oynatıyor. Götürüp, paraları verip biz de seyrediyoruz. Demek ki, Allah’ın yabani mahlûklarını bile bir yola getirmenin yolunu bulmuş insanlar. E bizim de elbette nefislerimizi ıslah etmenin bir yolu var.
Rasûl-i Ekrem SAS’in huzurunda toplanan o ashab-ı kiram gökten melek olarak inmediler, bunların da her birisi çeşitli cani idiler vaktinde. Fakat iman şerefiyle müşerref olunca Rasûlüllah’ın halkasına girdikten sonra melekleri de geçtiler. Neden? O sohbetin feyzi, bereketi onları muma çevirdi. Ne eski şiddetleri kaldı, ne eski yaramazlıkları kaldı. Hepsini bıraktılar. Hem dünyanın isimleri altınla yazılacak mükemmel insanları oldular. Allah onların hürmetine bizi de affetsin… Bizi de onların silsilesiyle karıştırsın…
Onun için İmam-ı Gazali Hazretleri gene bu hususta diyor ki:
“—Mutlaka sen ahlâkının güzelleşmesini istiyorsan, ahlâkı güzel insanlarla beraber düşüp kalkmanın yollarını bul! En güzeli odur. Fakat bugün bu gibi insanları bulmak çok zordur. Öyleyse onların eserlerini okumaktan daha iyisi yok. Bu iyi insanların eserlerini bul, onları oku, onlara karşı elbette gönlünden bir meyil olacaktır. Bu meyil dolayısıyla, imkânı varsa paçayı kurtarırsın!” demiş.
l. Ay ve Güneş Bir Şahıs İçin Tutulmaz!
Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim ve Neseî, İbn-i Cerîr ve Taberânî, Ebû Bekre RA’dan; Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim, Neseî ve İbn-i Mâce Ebû Mes’ud el-Ensàrî RA’dan; Ahmed ibn-i Hanbel, Müslim, Buhàrî ve İbn-i Hibban, Muğire ibn- i Şube RA’dan rivayet etmişler.
Böyle, bu kadar kuvvetli bir hadis-i şerif zor bulunur.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:349
إن الشَّمْسَ والقَمَرَ، لَِ يَنْكَسِفَانِ لِمَوْتِ أَحَدٍ، وَلَِ لِحَيَاتِهِ، ولَكِنَّهُمَا
349 Neseî, Sünen, c.V, s.397, no:1479; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.188, no:6763; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.580, no:1883; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Bezzâr, Müsned, c.II, s.249, no:5911; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.446, no:3268; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Neseî, Sünen, c.V, s.382, no:1468; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.576, no:1870; Nu’mân ibn-i Beşir RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.421, no:1016; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.95, no:694; Muğîre ibn-i Şu’be RA’dan. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.320, no:6093; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.466, no:8383; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.340, no:2162; Ebû Mes’ud el-Ensàrî RA’dan. İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.87, no:2843; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.625, no:21559; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.333, no:6418.
آيَتَانِ مِنْ آيَاتِ اللَِّّ، يُخَوِّفُ اللُّ بِهِمَا عِبَادَهُ، فَإِذَا رَأَيْتُمْ ذٰلِكَ، فَصَلُّوا،
وَادْعُوا، حَتَّى يَنْكَشِفَ مَا بِكُمْ (حم. خ. ن. ابن جرير، حب. عن أبي بكرة؛ حم. خ. م. ن. ه. عن أبي مسعود؛ حم. خ. م. ن. عن ابن عمر؛ حم. م . خ . حب. عن المغيرة؛ د. عن جابر؛ ن. عن
ابي هريرة؛ ن. م. عن عائشة؛ طب. ق. عن ابن مسعود)
RE. 101/2 (İnne’ş-şemse ve’l-kamera lâ yenkesifâni li-mevti ehadin, ve lâ li-hayâtihî, velâkinnehümâ âyâtâni min âyâti’llâhi, yuhavvifu’llàhu bihimâ ibâdehû, feizâ raeytüm zâlike fesallû, ve’d’ù, hattâ yenkeşife mâ biküm.) (İnne’ş-şemse ve’l-kamera lâ yenkesifâni li-mevti ehadin, ve lâ li-hayâtihî) “Güneş ve Ay birisinin ölmesi üzerine ve yaşaması üzerine tutulmaz. Ölüm ile hayat ile ilgili değildir.”
(Velâkinnehümâ âyâtâni min âyâti’llâhi) “Bunlar, Ay ve Güneş Allah’ın azametini gösteren iki delildir. (Yuhavvifu’llàhu bihimâ ibâdehû) Bununla kullarını korkutur.” (Feizâ raeytüm zâlike) “Böyle bir hadise olduğunda, (fesallû, ve’d’ù, hattâ yenkeşife mâ biküm) açılana kadar, namaz kılın, dua edin!”
Şimdi Ay tutulması, Güneş tutulması… Bugünkü bilgilerimize göre bunlar Cenab-ı Hak’ın tepemize koyduğu gök cisimlerinden ibaret… Güneş’le Ay arasına Dünya giriyor, Güneş’le Dünya arasına Ay giriyor, Güneş’ten gelen ziyaları, muvakkat bir zaman için kesiliyor. Arkasından gene açılıyor.
Bunu eskiden, cadılar tutuyor diye iddia ederlerdi, havaya silah atarlardı. Hatta ben de küçüktüm, bizim de bir silahımız vardı. Ben de bir silah attığımı hatırlıyorum, bilmediğim halde… Halbuki cahillik adeti tabii. Cadı, buradan atılacak silahtan korkacak da, orada Ayı tutmuş da, bırakacak. Ama bu eskiden bu zamana kadar gelmiş böyle şeyler.
Onun için Cenab-ı Peygamber, o devirde de varmış demek ki, Cenab-ı Peygamber ne güzel diyor. Çünkü oğlu İbrahim de o gün vefat etmişti. İbrahim’in vefatıyla, Ay da tutuldu. “Ay da İbrahim’in matemine katıldı. O da matem ediyor.” dediler. O zaman Efendimiz dedi ki:
“—Bir kişinin ne doğumu, ne de ahirete intikalinden dolayı ne Ay tutulur, ne Güneş tutulur. Lâkin bu iki gök cismi, Allah-u Teàlâ’nın ayetlerinden bir ayettir ki, insanlar ibret nazarıyla baksınlar.
Trafikte işte şuradan geçerken polis dur diyor, sen orada duruyorsun.
“—Canım, gideyim ben!” “—Yok, şimdi buradaki geçecek. Sana yol yok, sen bekle burada!” diyor.
Göğün de trafikçileri var. Onlar Ay’a diyor, dur burada. Niçin? Buradan şimdi bir gök cismi geçecek, ona yol ver diyor. O onun önünden geçerken bize de karanlıkları geliyor,
Yani bu da gelişi güzel bir şey değildir ha! Yukarıda bu kadar yıldız var, sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Onların da hepsini yolu var. Hepsi işte devrini yapıyorlar. Eğer bunlar kendi başına olsa, bizim arabaların çarpıştığından çok fazla çarpışırlar birbirlerine... Fakat oradaki trafikçi memurları olan melekler, bizim gibi uykuda değiller, hepsi uyanık varlıklar... Hiç birisinin yolunu şaşırttırmıyorlar. Hepsi yollarına muntazaman devam etmektedirler.
Bazı gazeteciler yazdılar:
“—Filan yıldız, filan zamanda gelecek, filan yıldıza çarpacak, şöyle olacak, böyle olacak!”
Uydurma… Onların hepsinin yolu muntazamdır. Ama Allah murad ediyorsa birisinin yıkılmasını, o başka…
m. Ay ve Güneş Tutulmasında Namaz Kılın!
Ahmed ibn-i Hanbel, Mâlik, Buhari, Müslim, Neseî ve Ebû Dâvud, Hz. Aişe RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:350
إنا الشَّمْسَ والقَمَرَ آيَتَانِ مِنْ آيَاتِ اللِّ، لَِ يخْسَفَانِ لِمَوْتِ أَحَدٍ، وَلَِ
لِحَيَاتِهِ؛ فَإِذَا رَأَ يْتُمْ ذٰلِكَ فَ ادْعُوا اللَّ، وَكَبُّروا وَصَلُّوا، وَتَصَدَّقُوا يَا أمَّةَ
محَمَّدٍ! وَاللُّ مَا مِنْ أَحَدٍ أَ غْيَرُ مِنَ اللِّ، أَنْ يَزْنِيَ عَبْدُهُ أوْ تَزْنِيَ أَ مَتُهُ .
يَا أُمَّةَ مُحمَّدٍ، وَاللَِّّ لَوْ تَعْلَمُونَ مَا أَ عْلَمُ، لَضَحِكْتُمْ قَلِيلاا، وَ لَبَكَيْتُمْ
كَثِيراا، اَللَّهُمَّ هَلْ بَلَّغْتُ؟ (مالك، حم. خ. م. ن. د. عن عائشة)
RE. 101/3 (İnne’ş-şemse ve’l-kamera âyâtâni min âyâti’llâhi, lâ yahsifâni li-mevti ehadin velâ li-hayâtihî; feizâ raeytüm zâlike fe’d’u’llàhe, ve kebbirû ve sallû, ve tesaddakù yâ ümmete muhammed! Va’llàhu mâ min ehadin ağberu mina’llàhi, en yeznî abdühû, ev teznî emetühû. Yâ ümmete muhammed, va’llàhi lev ta’lemûne mâ a’lemu, ledahiktüm kalîlen, ve lebekeytüm kesîren, allàhümme hel bellağtü?) (İnne’ş-şemse ve’l-kamera âyâtâni min âyâti’llâhi) “Hiç şüphe yok ki Güneş ve Ay Allah’ın varlığının, kudretinin belgesi, delili olan Allah’ın ayetlerinden iki ayettir.” (Lâ yahsifâni li-mevti ehadin velâ li-hayâtihî) “Birisinin doğması, ölmesi üzerine bu Ay tutulması, Güneş tutulması
350 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.159, no:986; Müslim, Sahîh, c.IV, s.443, no:1500; Neseî, Sünen, c.V, s.366, no:1457; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.164, no:25351; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.II, s.324, no:1395; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.89, no:2845; Mâlik, Muvatta’ (Rivayet-i Yahyâ), C.I, s.186, no:444; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.571, no:1859; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.306; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.98, no:2446; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.322, no:6101; Hz. Aişe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.821, no:21551; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.326, no:6406.
olmaz.” (Feizâ raeytüm zâlike fe’d’u’llàhe, ve kebbirû ve sallû, ve tesaddakù yâ ümmete muhammed!) “Bu hali gördüğünüzde dua edin, tekbir getirin, namaz kılın, sadaka verin ey Ümmet-i Muhammed SAS!”
(Va’llàhu mâ min ehadin ağberu mina’llàhi, en yeznî abdühû, ev teznî emetühû) “Allah’a yemin ederim ki, kulunun ve cariyesinin zina etmesinde, Allah’tan gayretli kimse olmadı.”
(Yâ ümmete muhammed) Ey Ümmet-i Muhammed, (va’llàhi lev ta’lemûne mâ a’lemu) Allah’a yemin ederim ki, siz benim bildiğimi bilseydiniz; (ledahiktüm kalîlen, ve lebekeytüm kesîren) az güler, çok ağlardınız. (Allàhümme hel bellağtü) Yarabbi tebliğ ettim mi?” Cenab-ı Hak bizi yaratmış el-hamdü lillah… Bizden istediği biz kullarının kendisine kulluk etmesidir. Kul kulluktan ayrılıp da emirlerine imtisal etmedi, kötü yollara düştü müydü, onun için Cenab-ı Hak çok darılır. Bahusus zina gibi bir hallerin işlenmesi, Cenab-ı Hakk’ın gayret-i ilahiyesine dokunur.
“—Sana ben sıhhat verdim, para da verdim, çalışıyorsun. Al namusunla bir aileyi, şeriatin sana helâl ettiği şeyden faydalan! Haram ettiği şeye neden düşüyorsun? Başkasının tarlasına tohum ekmek ne kadar çirkinse… Bu tarla senin değil; Ahmed’in tarlası, Mehmed’in tarlası... Kendi tarlan dururken, Ahmed’in, Mehmed’in tarlasına tohum ekip, sonra bu mahsul benimdir diye iddia etmek ne kadar çirkinse; Allah’ın sana helal ettiğini bırakıp da haramlardan zevklenmek, bundan çok daha çirkindir.
Geçenlerde bir delikanlı geldi, hiç sıkılmadan da söyledi. Biraz insanda haya olur ya... Ben onun babası yahut dedesi yaşında bir adamım. Benim yanımda böyle konuşması çok çirkinken, bu delikanlı hiç çekinmeden, fütur etmeden, çok çirkince konuştu:
“—Hocaefendi! Ne olacak bu devirde ben hanım alacağım da? Her gün onun on lira, yirmi lira masrafı var. Ev kirası var, şusu var, busu var… Ayda bu kadar masraf yapar! Alt tarafın bunun bir zevk değil mi?.. Gider oradan ben zevkimi yaparım, kurtulurum bunlardan!” dedi.
Hiç sesimi çıkarmadım gayri. Böyle söyledi, ne demek lazım?
Susmaktan başka, “Allah belasını versin!” demekten başka… Edep, terbiye denilen şey de kendisinden silinmiş artık demek ki. Yahut beni kızdırmak için mi yaptı, neden yaptıysa artık.
n. Kerahat Vakitleri
Ahmed ibn-i Hanbel, İbn-i Mâce ve Beyhakî Abdullah es- Sunâbihî RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:351
إِنَّ الشَّمْسَ تَطْلُعُ مَعَ قَرْنِ شَيْطَانٍ، فَإِذَا طَلَعَتْ قَارَنَهَ ا، وَإِ ذَا ارْتَفَعَتْ
فَارَقَهَا؛ ثُمَّ إِذَا اسْتَوَتْ قَارَنَهَا، فَإِذَا زَالَتْ فَ ارَقَهَا؛ وَإِذَا تَدَلَّتْ لِلْغُرُوبِ
قَارَنَهَا، فَإِذَا غَرَبَتْ فَارَقَهَا؛ فَلاَ تُصَلُّوا هٰذِهِ الأَوْقَاتَ الثَّلاثَةَ (مالك، حم. ه. ق. عن عبداللّ الصنابحي)
RE. 101/4 (İnne’ş-şemse tatlüu mea karni şeytànin, feizâ taleat kàrenehâ, ve ize’rtefeat fârekahâ; sümme ize’stevet kàrenehâ, feizâ zâlet fârekahâ; veizâ tedellet li’l-gurûbi kàrenehâ, feizâ garabet fârekahâ; felâ tüsallû hâzihi’l-evkàte’s-selâseh.) (İnne’ş-şemse tatlüu mea karni şeytànin) “Hiç şüphe yok ki güneş şeytanın boynuzu ile beraber doğar veyahut şeytan ile beraber doğar, şeytanın yakınlığı ile beraber doğar. (Feizâ taleat kàrenehâ) Güneş doğduğu zaman, ona yaklaşır, onunla beraber olur. (Ve ize’rtefeat fârekahâ) Doğuş yerinden yükseldiği zaman
351 İbn-i Mâce, Sünen, c.IV, s.123, no:1243; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.349, no:19093; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.377, no:3681; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.706; İbn-i Sa’d, Tabakàt, c.VII, s.426; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.II, s.454, no:4177; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.37, no:1451; Abdullah es- Sunâbihî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.416, no:19589; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.323, no:6401.
şeytan güneşten ayrılır.” (Sümme ize’s-tevet kàrenehâ) “Sonra istivâ vaktinde yâni öğlenden önceki zamanda yine ona yaklaşır. (Feizâ zâlet fârekahâ) Artık tam o orta yerden biraz daha kaydı mı batıya doğru, yâni yarıyı biraz geçti mi, gene şeytan ondan ayrılır.” (Veizâ tedellet li’l-gurûbi kàrenehâ) “Batmak üzere aşağı ufka doğru sarktı mı, tekrar ona yakın olur, yakınlaşır. (Feizâ garabet fârekahâ) Battığı zaman, gene ayrılır.” Demek ki üç vakitte şeytan, güneşe yaklaşıyor, güneşle beraber oluyor. Doğarken, ta tepedeyken, batarken… (Felâ tüsallû hâzihi’l-evkàte’s-selâseh) “Bu üç vakitte namaz kılmayın!” diyor Peygamber SAS Efendimiz.
Üç vakitte namaz kılmak mekruh ya, Cenab-ı Peygamber bize bunun sebebini anlatıyor, bizim aklımızın alacağı bir şekilde… “Güneş doğarken namaz kılma!” diyor. E kılsak ne olacak? “Tepedeyken kılma!” diyor, kılsak ne olacak? Batarken kılma diyor, kılsak ne olacak? Bu üç vakitte namaz kılmak mekrih...
Bunun kerahatini tabii o günkü insan da, bugünkü insan da sezemez kolaycacık. Ama diyor ki: “Bu üç vakitte namaz kılmayın!” Onun için, sabahleyin erken vakitte evinden çıkıp işe koşmak, doğru bir şey değildir. Bazı haris insan olur, sabahleyin erken uykusunu bırakıp, doğru işe… Sabahleyin namaza kalkamıyor, namaza gelmiyor; fakat işe erken vakitte gidiyor. Hırsı var, çokça para kazanayım diyerekten.
Akşam geç vakitleri, evine gelmiyor, hàlâ işinin başında, para kazanmak istiyor. Bir de öğle arası kendisine istirahat tanımıyor. Hele hep çalışsak falan diyor. Bunların hiç birisi demek ki doğru şeyler değillermiş ki, Cenab-ı Peygamber bizleri men etmiş bu hallerden…
Bu vakitlerde tabii güneşe tapanların ibadetleri var. Güneş doğarken, güneş-perestler ibadet ederler. Bizim memleketimizde de varmış bunlardan, bu sefer öğrendim. Mardin taraflarında, bir kalabalık varmış, ne kadarsa; bunlar güneşe taparmış.
Şeytana tapanı da varmış bu devirde. Allah muhafaza etsin...
Şimdi böyle bir daire çevirirlermiş, o artık o daireden çıkmazmış, şeytan tarafından bağlandım gibilerden. Nasıl bir itikatsa, kötü bir itikat… Cenab-ı Peygamber bizi bunlardan kurtarmak için, bunların kerahat vakti olduğunu bizlere beyan etmiş.
o. Kamerî Ay Yirmi Dokuz Gündür
Beşinci hadis-i şerife geçiyoruz. Şeytanlarla ilgili öbür hadis-i şerifler aşağıda gelir diye. İzahları oraya bırakarak. Sayfanın beşinci hadis-i şerifi:
Buhàrî, Müslim, Neseî ve Ebû Ya’lâ, Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:352
إِنَّ الشَّهْرَ يَكُونُ تِسْعَةا وَعِشْرِينَ يَوْماا (خ. ت. عن أنس؛ ق. عن
أم سلمة؛ م. عن جابر وعائشة)
RE. 101/5 (İnne’ş-şehre yekûnü tis’aten ve işrîne yevmen) “Kamerî ay yirmi dokuz gün olur.”
Bazen aylar yirmi dokuz olur. “Bizim takvimciler gene bize bir günü yutturdular.” diye biz de isyan ederiz. Hep Ramazan otuz gün olsun isteriz. Halbuki bu doğru bir şey değil. Peygamber SAS’in de tuttuğu oruçların içerisinden dördü mü, beşi mi hep yirmi dokuz gelmiş. Diğerleri de otuz gelmiştir.
Bu sefer bizimki yirmi dokuz, Arabistan’ınki otuz. Oraya da aklımız ermez.
ö. Kamerî Ay Otuz Günden Eksiktir
Taberânî, Semure ibn-i Cündeb RA’dan rivayet etmiş.
352 Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.482, no:1777; Müslim, Sahîh, c.V, s.363, no:1816; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.420, no:6987; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.368, no:9158; Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:353
إِنَّ الشَّهْرَ لَِ يُكَمِّلُ ثَلاَثِينَ لَ يْلَةا (طب. عن سمرة)
RE. 101/6 (İnne’ş-şehre lâ yükemmilu selâsîne leyleh) “Kameri ay otuz güne tamamlanmaz.” Eksiktir yâni, yirmi dokuz gün küsürdür.
Her zaman otuz olmaz ay; bazen yirmi dokuz bazen otuz olur. Hatta Efendimiz SAS, hane-i saadetlerine biraz uzaklaşmıştı da bir ay gelmeyeceklerini söylediler. Yirmi dokuzuncu günü eve döndü. Hz. Aişe, “Daha otuz olmadı, bir gün var!” demek istedi.
Bunun üzerine Peygamber SAS Efendimiz:
“—Ay mutlaka otuz geceyi tamamlamaz!” buyurdu.
Yâni bazen yirmi dokuz olur, bazen otuz olur.
p. Şeytanın Bayrakları
Taberânî, Ebû Ümâme RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:354
إِنَّ الشَّيَاطِينَ تَغْدُو بِرَايَاتِهَا إِلَى الأَسْوَاقِ، فيَدْخُلُونَ مَعَ أوَّلِ دَاخِلٍ ،
وَيَخْرُجُونَ مَعَ آخِرِ خَارِجٍ (طب. عن أبي أمامة)
RE. 101/7 (İnne’ş-şeyâtîne tagdû bi-râyâtihâ ile’l-esvâki, ve yedhulûne mea evveli dâhilin, ve yahrucûne mea âhiri hàricin.)
(İnne’ş-şeyâtîne tagdû bi-râyâtihâ ile’l-esvâki) “Şeytanlar sabah
353 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.255, no:7035; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.III, s.353, no:4818; Semure ibn-i Cündeb RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.335, no:6419.
354 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.136, no:7618; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.311, no:544
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.20, no:9296; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.336, no:6421.
erken vakitte bayraklarıyla, flamalarıyla, bayraklarıyla çarşılara, pazar yerlerine giderler.” Bakın ne kadar bunlar şeytanla ilgili şeylerdir. Şeytanlar sabahleyin her kapıda bir melek ve bir de şeytan hazırdır. Bayrağını çekmiş, kapının önünde bekler. Kapıdan çıkan, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm diyerek ayağını atar çıkarsa, melek onu kanadının altına alır, “Buyur, haydi git işine!” der. Melek onun peşinde yahut önünde, onunla beraber gider.
Fakat evden çıkarken Besmele’yi hatırlamadan, tevbesiz, istiğfarsız çıkarsa… Hele bugünkü devir çok tehlikeli bir devir… Eve döneceğimize garanti yok elimizde... Onun için tevbe ve istiğfar ederek, hatta helalleşip de kelime-i şehadet getirerek, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm diyerek evden çıkmak ne kadar büyük fazilettir. Hem meleğin bayrağı altında gideceği yere gider.
Aksi takdirde, şeytanın bayrağı vardır. Melek uzaklaşır, şeytan alır koltuğunun altına, gideceği yere götürür.
(Ve yedhulûne mea evveli dâhilin) “Şeytanlar en evvel gidenle beraber giderler çarşılara; (ve yahrucûne mea âhiri hàricin) en son çıkanla beraber de çıkarlar.”
r. Şeytan Her İşinize Karışmak İster
Sekizinci hadis-i şerif, yine şeytanla ilgili:
Cabir RA’dan İmam Müslim’in ve diğer kaynakların rivayet ettiği bir hadis-i şerif. Bu da şeytanla ilgili.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:355
إِنَّ الشَّيْطَانَ يَحْضُرُ أَحَدَكُمْ عِنْدَ كُلِّ شَيْءٍ مِنْ شَأْنِهِ، حَتَّى يَحْضُرَهُ
عِنْدَ طَعَامِهِ، فَإِذَا سَقَطَتْ مِنْ أَحَدِكُمُ اللُّقْمَةُ فَلْيُمِطْ مَ ا كَانَ بِهَا مِنْ
أذاى، ثُمَّ لِيَأْكُلْهَا وَلَِ يَدَعَهَا لِلشَّيْطَانِ، فَإٍذَا فَرَغَ فَلْيَلْعَقْ أَصَ ابِعَهُ ،
355 Müslim, Sahih, c.X, s.330, no:3794; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.80, no:5853; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.463; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.352, no:6454.
فَإِنه لَِ يَدْرِي فِي أَيِّ طَعَ امِهِ تَكُونُ الْبَرَكَةُ (م. عن جابر)
(İnne’ş-şeytàne yahduru ehadeküm inde külli şey’in min şe’nihi, hattâ yahdurahu inde taàmihi, feizâ sekatat min ehadikümü’l- lukmatü, felyumit mâ kâne bihâ min ezen, sümme li-ye’külhâ velâ yedeaha li’ş-şeytàni, feizâ fereğa felyel’ak esàbiahû, feinnehû lâ yedrî fî eyyi taàmihî tekûnü’l-bereketü.) (İnne’ş-şeytàne yahduru ehadeküm inde külli şey’in min şe’nihi) “Hiç şüphesiz ki, muhakkak ki şeytan, her işinizde şeytan sizin yanınıza gelir, hazır bulunur. (Hattâ yahdurahu inde taàmihi) Hattâ yemeğinizde bile sizinle beraberdir.” Her zaman şeytan, başımızın ucunda bize musallattır, nefis gibi. Yerken de bizimle beraberdir. Onun için Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm demedikçe daima bizim yemeklerimize iştirak eder. Sofradaki yemeğin yetmemesi, karnımızın doymaması, yemeklerimize şeytanın iştirakindendir.
Diyceksin ki:
“—Canım, onlar ne yiyorlar ki? Böyle şey de mi olur?” Sen bırak şimdi bu lafları. Buna dikkat et! Bu bizim karnımızın doymaması, bereketsizliğin sebeplerinden birisi, Besmele-i Şerife’nin okunmamasından ileri gelir ki, şeytan ortakçımız olmuştur. Sen diyeceksin ki:
“—Onun karnı nerededir? Nereden doyacak?..” Diyeceksin amma Allah-u Teàlâ’nın işlerine akıl ermez. Cennete biz yiyeceğiz. O kadar çok yiyeceğiz, fakat karnımız hiç şişmeyecek. Sanki hiç yememiş gibi... E neden? Allah-u Teàlâ’nın hikmeti. Oradaki yaratılış öyle.
Onun için şeytan dendiği vakitte sen Besmele-i Şerife’yi ağzından bırakma! Besmele-i Şerife’nin sayılmayacak kadar çok hassaları vardır. Hassaten Besmele-i Şerif hakkında birçok eserler de vardır, faziletini beyan eden. Bir tanesini size söyleyeyim:
Hama veya Humus. Bunları karıştırıyorum ben birbirine. Orayı Hz. Halid ibn-i Velid muhasara etmiş. Fakat içerideki gâvur da inatla bir türlü kaleyi teslim etmiyorlar. Etmiyorlar ama
muhasara da uzamış, anlaşılan bıkmışlar. Haber yollamışlar Hz. Halid’e.
“—Bizim ondan bir ricamız var, eğer yapabilirlerse kaleyi teslim edeceğiz onlara!”
Bursa, Orhan Camii Kütüphanesi’nde okumuştum bunu bir Besmele-i Şerife tefsirinde.
“—Ne istediğinizi söyleyin!”
Diyorlar ki:
“—Bizde bir zehir var. Bu zehirden bir damlasını sizin suyunuza akıtacağız, siz o suyu içeceksiniz. Ölmediğiniz taktirde biz size kalelerin kapılarını açacağız!” diyorlar.
“—Getirin!” diyor.
Şöyle bir şeymiş o da. Suya dökmüşler, Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm demiş, bir iki de arkasına ilavesi var. Hüve’l- hayyü’l-kayyûm diyerekten bir şeyler daha okumuş, içmiş.
Ha şimdi ölecek, ha şimdi ölecek, ha şimdi ölecek… Bakmışlar ki ne ölen var, ne bir şey var.
“—Hak dinin sahibiymişsiniz!” demişler ve kale kapılarını açıp, kaleyi teslim etmişler.
Ya Hama’dır, ya Humus’tur. İkisinden birisi. Ama diyeceksin ki: “—Bu olur mu hocafendi?” Allah’ın işine akıl ermez. Bizim Sultan II. Murad var ya altıncı padişahımız. O Sultan Murad’ın zamanında imiş. Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’daki. Padişahın hoşuna gitmiş, eline bir berat verilmiş:
“—Senin dervişlerinden vergi alınmayacak. Askere de alınmayacak senin dervişlerin.”
Bunu duyan herkes Hacı Bayram’a derviş olmuş.
Padişaha gelmişler, demişler ki:
“—Efendi, sen bu adama ruhsat verdin, başına topladı dünyanın adamını. Biz bir kere vergi alacak adam bulamıyoruz. İkincisi o adamın başında büyük bir kalabalık topladı. Senin saltanatını yıkacaklar neredeyse… Saltanat gidecek elinden, haberin yok!” “—Sahi mi?” “—Evet, bütün onların hepsi.” Demiş:
“—İdam edilsin! Kaldırılsın vücudu ortadan.” “—Nasıl yapalım ama? Çok da kalabalığı var, etrafında tutanlar çok. Öyle kolayca idam olunamayacak.” Demişler ki:
“—Bir sohbet tertip ederiz. Sohbete o da gelir. Şerbet dağıtılır. Ona zehirli bardaklı şerbeti veririz. Kıvrılır gider. Sen de kurtulursun, biz de...” demişler.
Edirne’de olmuş bu. Hacı Bayram-ı Veli’yi de çağırmışlar.
Evliyaullahta bir nur vardır. Allah evliyalarına bir nur vermiş ki, o nur ile görür daima her şeyleri… Arş’a kadar onlar bak ne diyor geçen de: “—Allah-u ekber deyip de huzur-u rabbü’l-alemine durduğumuz vakitte, kalben temiz durduysa, Allah-u Teàlâ bütün hicabları kaldırır, ta Arş’a kadar onun için açılır alem.” Binâen aleyh, evliyalar her zaman namazdadır. Onlar salat-ı dâimîdedirler. Her halleri namaz gibidir onların. İsyandan kendilerini kurtarmışlardır.
Şimdi anlamış Hacı Bayram meseleyi. Kendisine de zehirli bardağın geldiğini bilmiş. Padişaha demiş ki:
“—Padişahım! Biz bunu içeriz ama bu bize iftirayı atan filan paşa gider gürültüye!” demiş.
“—Bismi’llâh!” demiş, içmiş.
O yapan paşa “Vay vay” deyip gitmiş gürültüye... Sultan Murad’ın da hoşuna gitmiş, demiş ki:
“—Ben de sana derviş olacağım. Dervişlerin arasına beni de kabul et!” O da ona derviş olmuş sonra. Gördü hakikati çünkü.
“—Nasıl olur yâhu? Zehiri bu içer de öbür adam nasıl ölür?” Bunlar tıbbın beceremeyceği, laflarla izah edemeyeceği hakikatlardır. Bizim de aklımız ermez, çünkü o şeyin erbabından değiliz.
Allah kusurlarımızı affetsin… Şimdi diyor ki Peygamber SAS:
(Feizâ sekatat min ehadikümü’l-lukmatü) “Sizden birinizin lokması yere düştü, topraklandı.” Bizim itikadımızda mikroplandı, artık onu kimsenin ağzına vermeyiz. Düştü bir kere. Halbuki Efendimiz diyor ki:
(Felyumit mâ kâne bihâ min ezen, sümme liye’külhâ) “Onu alsın, üzerinden tozu toprağı silsin ve yesin; (velâ yedeaha li’ş- şeytàni) onu şeytana bırakmasın!” Hem burada kanaat var, hem tevazu var. Çünkü yediğimiz ekmek zaten sokaktan geliyor. Sokağın kendisi mikropsa, hepimizin ölmesi lazım!
(Feizâ fereğa felyel’ak esàbiahû) “Yemekten sonra da parmaklarını yalasın!”
Bak, bu da yapmadığımız şeylerden birisi. Yemek bitti, ama şimdi çatalla yiyoruz, elimiz bulaşmıyor, başka. Ellerimizle yesek de bulaştığı vakitte onları böyle yalamak da bir sünnettir gene.
(Feinnehû lâ yedrî fî eyyi taàmihî tekûnü’l-bereketü) “Çünkü bilmezsiniz yemeğin sizin için mübarek kısmı neresidir.” Her tarafında mıydı bereket? Şurasında mıydı, burasında mıydı, yoksa eline yapışan parçalarında mıydı? Bunu bilmediğimiz için, elinizde kalan yağ parçalarını da yıkayıp atmak değil de evvela yalayıp, o bereketi alın!” Burada hem tevazu var, hem de kanaat var.
s. Kırmızı Elbise Giyinmeyin!
Hàkim, İbn-i Kàni’, İbn-i Adiy ve Beyhakî, Râfi’ ibn-i Yezid RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:356
إنا الشَّيْطانَ يُحِبُّ الحُمْرَةَ ، فَ إِيَّاكُمْ وَالْحُمْرَةَ، وَكُلَّ ثَوْبٍ ذِي شُهْرَةٍ
(الحاكم في الكنى، وابن قانع، عد. هب. عن رافع بن يزيد)
RE. 101/9 (İnne’ş-şeytàne yuhibbu’l-humrete, feiyyâküm ve’l- humrete, ve külle sevbin zî şöhreh.)
(İnne’ş-şeytàne yuhibbu’l-humrete) “Şeytan kırmızıyı sever, (feiyyâküm ve’l-humrete) kırmızı giyinmeyin, kırmızıdan kaçının; (ve külle sevbin zî şöhreh) bir de şöhretli elbise giymekten sakının!”
Bizim vekillerden birisi Anadolu’ya gitmiş. Köylülere yerli malı giyin diyerekten nasihat ediyor. Yerli malını teşvik hususunda konuşuyor. Köylü amcanın birisi demiş ki:
“—Efendi! Şu sizin üzerinizdeki esvabın hangisi yerlidir?” “—Şu benim üzerimdeki esvab demiş, koyunun yününden. Bunu ben koyundan kırptım, hanım dokudu, ben de giydim! Bir kopçası var dışarıdan; fakat senin esvabının her tarafı dışarıdan!” demiş.
Büyüklerimizin nasihatlarında vardır: Ecnebilerden gelen her şeye iltifat etmemek… Giyeceği de, yiyeceği de, içeceği de kendimiz üretmek…
Ama bugün biz perişan olduk yani. Bugün Arabistan’a git, sair
356 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, z.193, no:6327; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.353, no:7708; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.228, no:8569; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I s.354; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.325; İbn-i Hacer, el- İsâbe, c.II, s.446, no:2551; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahabe, c.VII, s.397, no:2371; Râfî ibn-i Yezid es-Sakafî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.310, no:41162; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.351, no:6453.
yerlere git, hep eşya Japon eşyası, İtalyan eşyası, İngiliz eşyası, Amerikan eşyası; hep yabancı. Yiyeceği de o, giyeceği de öyle… Biz de orada paraları veriyoruz, getiriyoruz buraya, ne güzel diyerekten. Hanıma hediye, komşulara hediye… Kimin malını? Japon’un malını, Amerika’nın malını, İngiliz’in malını…
Ama diyeceksin ki sen:
“—Biz Arap’tan alıyoruz!”
Arap’tan alıyorsun ama kökü burada… Bu kadar da düşünemiyoruz yani. Onun için büyüklerimiz çok nasihatlar etmişler bize; bunlara iltifat etmemek, iktisada riayet etmek, kanaat ile geçinmek…
Bu kadar yetsin!
Beraber bir salevât-ı şerife okuyalım:
“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)
Allah kusurlarımızı affetsin… Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar eylesin… Sevdiği ve razı olduğu kulları arasına cümlemizi kabul buyursun…
El-fâtihah!
19. 09. 1976 – İskenderpaşa Camii