07. RASÛLÜLLAH’A SALÂT Ü SELÂMI ÇOK EYLEMEK

08. PEYGAMBER SAS’İN BAZI HALLERİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn...

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


إِذَا حَدَّثْت كَ حَدِيثًا، فَلَ تَزِيدَنَّ عَلَيَّ؛ أَرْبَعٌ ه نَّ مِنْ أَطْيَبِ الْكَلَمِ، وَه نَّ


مِنَ الْق رْآنِ، لاَ يَض ر كَ بِأَيِّهِنَّ بَدَأْتَ : س بْحَانَ اللِ، وَالْحَمْد للَِِّ، وَلاَ إِلَهَ


إِلاَّ الل ، وَالل أَكْبَر (ط. عن سمرة)


RE. 42/1 (İzâ haddestüke hadisen; felâ tezîdenna aleyye; erbaun hünne min atyebi’l-kelâm, ve hünne mine’l-kur’âni, lâ yedurruke bi-eyyihinne bede’te: Sübhana’llàhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llàhu, va’llàhu ekber.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Beraber bir salât u selâm okuyalım:

“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin...


a. Sırtında Mühr-ü Nübüvvet Vardı

307

Peygamber SAS Efendimizin Mevlid ayının [Rebîü’l-Evvel’in] son haftasında olduğumuz için, onun bir iki menâkıbını arz etmek isteyeceğim:

Peygamber SAS Efendi- miz’in mübârek sırtlarında, iki omuzu arasında, peygamberlik alâmeti olan mühr-ü nübüvvet

vardı. Bir güvercin yumurtası kadar kabarık et, üzeri de ince tüylerle örtülüydü.

O mühür üzerinde yazan yazılar, Hz. Ali Efendimiz’in çıkardığı bir levha ile bize kadar gelmiştir: Ortasında ince tüylerle;


لاَ إِلٰهَ إِلاَ الل ، م حَمَّدٌ رَس ول الل .


(Lâ ilâhe illa’llah, muhammedün rasûlü’llah) [Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun rasulüdür.] yazılıdır.

Üst tarafta;


تَوَجَّهْ حَيْس شِئْتَ فَإِنَّكَ مَنْص ورٌ


(Tevecceh haysü şi’te feinneke mensùrün) [Nereye istersen oraya teveccüh et; bil ki, sen mansûr ve muzaffersin!] yazılıdır.

Alt tarafta ise:


تَبَحْبَحْ يَا م حَمَّدْ أَنْتَ هَيْص ورٌ .


(Tebahbah yâ muhammed ente heysûrun) [Seni müjdeleriz; hiçbir kimse senin eriştiğin mertebeye erişmedi. Sen nebîlerin en cesurusun!] yazılıdır.

308

b. SAS Efendimiz Arkasını da Görürdü


Onun için size Cenâb-ı Peygamber’in mucizelerinden bir tane daha bahsedeyim.

Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim, Neseî, İbn-i Hibbân ve Beyhakî, Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmişler.

Cenâb-ı Peygamber SAS buyuruyor ki:170


أَتِم وا الر ك وعَ وَالس ج ودَ، فَوَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ، إِنِّى لأَرَاك مْ مِنْ


وَرَاءِ ظَهْرِى، إِذَا رَكَعْت مْ، وَإِ ذَا سَجَدْت مْ (ط. حم . خ . م . ن.

حب. ق. عنْ أنَس)


RE. 15/3 (Etimmü’r-rükûa ve’s-sucûd, feve’llezî nefsî bi-yedihî, innî leerâküm min verâi zahrî, izâ rekâ’tüm ve izâ secedtüm.)

(Etimmü’r-rükûa ve’s-sucûd) “Rükûlarınızı ve secdelerinizi tamam yapınız!” Yani tavuğun yem yediği gibi başınızı koyup kaldırmayın! Rükûda en azı üç kere “Subhàne rabbiye’l-azîm” deyin. Secdede de üç kere “Subhàne rabbiye’l-a’lâ” deyin. Azı bu...

A’lâsı, Cenâb-ı Peygamber SAS’in duası. Bunu tabii yazdık, verdik ama, elinizde belki yoktur. Her birinizin de ezberinde tutabilmesi de kolay bir şey değildir.

Bunu Cenâb-ı Peygamber buyururken; “Rükûlarınızı ve secdelerinizi tamam edin! ( Feve’llezî nefsî bi-yedihî) Nefsim, yed-i kudretinde olan Allah’a kasem ederim ki, (innî leerâküm min verâi zahrî izâ rekâ’tüm, ve izâ secedtüm) sizi rükû ve secde ettiğinizde ben sizi arkamdan da görüyorum.” diyor.


Cenâb-ı Peygamber’in, arkadan görmesi, tabii insan önünü



170 Buhàrî, Sahih, c.XX, s.326, no:6153; Müslim, Sahîh, c.II, s.412, no:645; Neseî, Sünen, c.IV, s.298, no:1105; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.170, no:12756; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.117, no:2556; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.235, no:704; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.462, no:1715; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.464, no:3189; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.454, no:19752; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.339, no:544.

309

görür. Arkasını görmek için ayrı bir gözün olması lazım. Yoksa bu gözle arka görülmez. Yahut önde bir ayna olsun da şoförlerinki gibi arkalarını görsünler. Yalnız Cenâb-ı Peygamber, “Ben arkamdakileri de görürüm!” diyor. Bunu da kasemle söylüyor.

Bizi Allah Celle ve A’lâ nurdan yaratmıştır. Biz boş adam değiliz yani. Bizi yaratırken Allah bir nurdan yaratmıştır. O nur, hepimizde vardır. Vardır amma bazıları da küllenmiştir, kapalı kalmıştır, kapanmıştır yani. Hiç ondan istifade edemez.

Bazılarında da gerek kendilerini günahtan muhafaza edenler ve gerekse ibadette daha haris olan insanlarda; hakkı arayan insanlarda daha açık tabirle, bu nur mevcuttur. Bu nur ile nazar eder, görür ilerisini... İleride olacak hadiselerden haberdar da olur.


Şimdi Cenâb-ı Peygamber, ben sizi arkamdan görüyorum derken, Cenâb-ı Peygamber’in tam on yedi yerinde nur şuaları vardı, nur şuaları çıkardı etrafından... Meselâ, göz bir nur ile görür. O nur kesilince, gözden görmek kaybolur. Meselâ öldükten sonra, göz yerinde duruyor ama artık o görme kabiliyeti kaybolur. Demek ki, hayatta iken bu göze eşyaları gösteren o nurdur. Şimdi bugün ışık olmazsa, bu göz yine bir işe yaramıyor. Ancak bu da ışığın mevcudiyetiyle görüyor. Halbuki hakkın verdiği nurda ışığa lüzum yok, ışıksız da görür.

Musa AS Tur’a gitti, Cenâb-ı Hakk’la tekellüm etti. Oradan aldığı o feyz ile on fersah uzaklıktan, karanlık gecede, kara taşın üzerinde kara karıncanın yürüdüğünü görürdü.

Bu ne ile oluyor? O Allah’ın nurunun eseri. O nur, bu ışıklara ihtiyaç hissettirmez. Bugün a’mâlar var mesela, onlarda da bir sezgi var, o sezgi ile yerini güzel buluyor, yolunu güzel buluyor. O hakkın verdiği bir nur sayesinde...


Cenâb-ı Peygamber’de de bu hal, Mi’rac’dan sonra hasıl olmuştur. Mi’rac’da Cenâb-ı Hak ile tekellümden alınan feyz, fadàil, artık onun her tarafını göz yapmış, her tarafını kulak yapmış, her tarafını ağız yapmış.

Şimdi raviler diyorlar ki:

“—Cenâb-ı Peygamber’in iki omuzunun arasından, terzinin iğnesinin deliği gibi, ipliği geçirdiği delik kadar bir delik var idi.

310

Bu delikten Cenâb-ı Peygamber kâinatı görüyordu. Değil arkasını, kâinatı seyrediyordu.” İlerideki hadiseleri bize nasıl anlatıyor? Filan zamanda şöyle olacak, ahir zamanda şöyle olacak, ahir zamanda böyle olacak... Hepsi meydana çıkmaktadır bunların birer birer... Binâen aleyh o görüşler, o nurların sayesindedir. Şimdi bunların hepsi bizde mevcut iken, niçin bizde bu sezgi yok? Biz o nurları nasıl kaybettik, kapattık?

Binâen aleyh, Rasûlüllah SAS’in kabrinin üzerinde yazılıdır:


حَيٌّ، سَمِيعٌ، بَصِيرٌ


(Hayyun, semîun, basîrun) [Hayattadır, işitir, görür.]

Cenâb-ı Peygamber haydır, nasıl haydır? Hayat-ı mâneviye ile haydır. O hayat-ı mânevi ile hay olunca; Medine ile buranın arasında hiç fark yoktur. Rasûlüllah’ın ruhaniyeti nasıl oradaysa, aynı zamanda buradadır. Oradaki güneşle, buradaki güneş arasındaki fark, hararet farkıdır. Orada fazla hararet verir,

311

burada da aynı güneş bizi de ısıtır, bize de ışık verir. Binâen aleyh, ruhaniyet-i Peygamberî her yerde mevcut. Yalnız Medine-i Münevvere’deki halka şefaat-i hassası vardır. Memleketinin bekçileri olması dolayısıyla, onlar daha fazla itibar edilmeye lâyıktırlar.

Oraya çünkü biz tahammül edemiyoruz. Bundan evvelki devirlerde darlık, sıkıntı, meşakkat çok fazlaydı. Oraya herkes tahammül edemiyordu. Onun için oradaki bahtiyarların kıymetleri büyüktür. Binâen aleyh oraya gidip de onlarda görebildiğimiz, bazı kusurları görmemek lazım! O kusurları kendimizde görmek lazım. Onlara müsamaha etmek lazım! Onları daha büyük insan olarak gözümüzde canlandırmak lazım. Çünkü Peygamber SAS’in muhafızları, bekçileri, memleketinin hizmetkârlarıdırlar. Onlara verilmiş o nimet, ne yapalım? Allah-u Teàlâ, şefaat-i Peygamberiye cümlemizi mazhar eylesin...


Demek ki Cenâb-ı Peygamber denilince, lâlettayin bir insan değildir. İlk yaratılan mahlûk, Cenâb-ı Peygamber’dir. Ne Adem var, ne yer var, ne gök var; hiçbir şey yok. İlk yaratılan canlı mahlûk, Cenâb-ı Peygamber’dir.

Ne zamandan sonra bu yerler, gökler yaratılmış; ne zamandan sonra da bu Ademoğlu yaratılmış. Aradan ne kadar zaman geçmiş. Onun için Peygamber SAS kâinatın efendisidir? Seyyid-i nev-i beşer. Bütün beşerin, bütün mahlûkatın seyyidi... Livâü’l- Hamd onun elindedir. Allah şefaatine cümlemizi mazhar etsin... Onun yolundan doğru daha başka bir yol yoktur.

Her zaman imamlarımız söyler, Peygamber SAS Efendimiz

buyurmuşlar ki:171




171 Müslim, Sahîh, c.I,s.324, no:433; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.236, no.668; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.317, no:993; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.254, no:13689; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c. II, s.82; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.V, s.548, no:2174; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.266,no:1982; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.354, no:2997; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.99, no:4957; Dârimî, Sünen, c.I, s.323, no:1263; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.227, no:5958; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIV, s.94, no:11378; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.307, no:3388; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Lafız farkıyla: Buhàrî, Sahîh, c.I, s.254, no:690; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

312

سَو وا ص ف وفَك مْ، فَإِنَّ تَسْوِيَةَ الص ف وفِ مِنْ تَمَامِ الصَّلَةِ

(م. د. ه. عن أنس)


(Sevvû sufûfeküm, feinne tesviyete’s-sufûfi min temâmi’s-salâh) “Saflarınızı düzenleyiniz, çünkü safın düzgün oluşu namazın tamamlığıyla ilgilidir.” Yine buyurmuşlar ki:172


أَتِم وا ص ف وفَك مْ، فَإِنَّ تَسْوِيَةَ الصَّفِّ مِنْ تَمَامِ الصَّلَةِ

(حب. حم. عن أنس)


(Etimmû sufûfeküm, feinne tesviyete’s-saffi min temâmi’s- salâh) “Saflarınızı itmam edin, çünkü safın düzgün oluşu namazın tamamlığıyla ilgilidir.” Ne güzel bir ders! Camiye giren insanın ilk vazifesi, ilk safı doldurmaktır. O saf dolduktan sonra ikinci saf doldurulur. İkinci saf dolduktan sonra geriye doğru saflar gider. Eğer öndeki safta boşluk bırakılır da arka safta durulduysa, bunun kabahati arkada durandadır.

“—Canım burada da saf oluyor ya!..” Oluyor ama evvela önü doldur, ondan sonra geri dolsun. Sen önü bırakıyorsun, sonra gelen adam bakıyor ki ön boş... O boş yere geçmek için, seni beni çiğneyerekten öne kadar gidiyor. Bu kabahat onun değil, o boşluğu bırakanın. O şahıs, o boşluktan mes’uldür.

Onun içindir ki ön safta boşluk varken, namaza durur da birbirlerimizle kaynaşmazsak, boş bırakılan yerin vebali o boşluğu bırakanındır. Bütün cemaatin vebalini sırtlanır. O boşluk bırakılmak suretiyle hat kesiliyor. Hat kesilirse... Telefon- larımızın teli koptuğu vakitte ne oluyor? Cereyan gelmiyor değil mi ya?.. Ses de gelmiyor. İşte saf hatlarını da bozmak aynı şeydir.



172 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.V, s.545, no:2171; Ahmad ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.274, no:13930; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

313

Rahmet-i ilahi, imam efendi vasıtasıyla cemaate böyle dağılır.

“—Aradaki boşluk rahmete mani midir diyeceksin?” Evet... Hakkın rahmetinin gelişi böyle. Safları sıkı tutarsanız, rahmet birbirinize güzel geçer.


Hattâ Lübnan’daki bir vaiz efendiden dinlemiştim: Veremli hastalıkların ve felç hastalıklarının tedavisini saflar vasıtasıyla temin ettiğini adam açık açık söyledi. Bir de kara üzümün şurubunu içirmek suretiyle; az zamanda tedavi olurlar diyor. Sebebi? Bu rahmet-i ilahi bu elektirik... Elektirik birbirimizin vücuduna geçerken, o hastalıktaki tutuklukları gideriyor. Giderilmesiyle de hasta az zamanda da iyi oluyor. Hapı yutup iyi olacağına, cemaate devam etmek suretiyle iyi olmak, daha evladır tabiatıyla.

Onun için Allah Celle ve A’lâ cümlemize, meded ü inayet buyursun da, o nur sayesinde Peygamber SAS’in izinden, yolundan bizleri ayırmasın...


Saf bize bir misaldir. Şimdi bu safı nasıl ki düz tutmak mecburiyetindeyiz. Sizin de böyle düz olmanız, sizin de bir saf halinde olmanızı emirdir bu aynı zamanda. Yalnız saflarda değil ya bütün hareketlerimizde birlik düzeninde olmamızı tavsiyedir. Bu birlik... Şimdi safın birisi ileri, birisi geri kalmış, birisi yana gitmiş. Nasıl abestir. Dünyadaki işlerimiz de böyle abestir.

O onun aleyhinde konuşur, o da onun aleyhinde konuşur. Bütün ömür bununla geçer vesselam. Allah bu ömrü bize, böyle birbirimizin arkasından konuşsunlar diye mi verdi? Yoksa kendisine kulluk edilsin diye mi verdi? Ne kulluk yapılır ne de memlekette bir terakki olur. Çünkü hep birbirini çelmelemede vakit geçiyor.

Binâen aleyh safın nasıl düzgün olması lazım ise, bütün milletin de böyle birlik içinde olmasını emirdir bu... Allah cümlemizi bu birlik üzerine yaşamak şerefine, devletine nail buyursun...


c. Sözlerin En Güzeli Olan Dört Söz


Tayâlisî Semüre ibn-i Cündeb RA’dan rivayet etmiş.

314

Cenâb-ı Peygamber SAS buyurmuşlar ki:173


إِذَا حَدَّثْت كَ حَدِيثًا، فَلَ تَزِيدَنَّ عَلَيَّ؛ أَرْبَعٌ ه نَّ مِنْ أَطْيَبِ الْكَلَمِ، وَه نَّ


مِنَ الْق رْآنِ، لاَ يَض ر كَ بِأَيِّهِنَّ بَدَأْتَ : س بْحَانَ اللِ، وَالْحَمْد للَِِّ، وَلاَ إِلَهَ


إِلاَّ الل ، وَالل أَكْبَر (ط. عن سمرة)


RE. 42/1 (İzâ haddestüke hadisen; felâ tezîdenna aleyye; erbaun hünne min atyebi’l-kelâm, ve hünne mine’l-kur’âni, lâ yedurruke bi-eyyihinne bede’te: Sübhana’llàhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llàhu, va’llàhu ekber.) (İzâ haddestüke hadisen) “Ben sana bir hadis söylediğim zaman, (felâ tezîdenne aleyye) sakın benim söylediğime bir ekleme, çıkartma, ilave yapma; aynen dinle, aynen söyle!” Çünkü Peygamber Efendimiz’in sözü senettir, dinin kaynağıdır. Bir kelimesi bile önemlidir, bir harfi bile önemlidir. Ekleme, çıkarma olmaz. İyi dinleyecek, tam nakledecek. Bu hadîs- i şerîfte de Efendimiz böyle tavsiye etmiş.

Sonra devam etmiş: (Erbaun hünne min atyebi’l-kelâm) “Dört söz, ibare, kelamcık vardır ki, bunlar sözün en hoşlarıdır. (Ve hünne mine’l-kur’ân) Bunlar Kur’an’ın ayetleri içinden çıkmadır, yani Kur’an’dandır. (Lâ yedurruke bi-eyyihinne bede’te) Bunları söylerken de hangisiyle başlarsan başla! Birisi önce, birisi sonra; fark etmez.” İster o önce olsun, ister ötekisi, ister ötekisi, ister ötekisi. Evvel başlamak mühim değil: (Sübhàna’llàhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llàhu, va’llàhu ekber) 1- Sübhàna’llàh 2- El-hamdü lillâh

3- Lâ ilâhe illa’llàh



173 Tayalî, Müsned, c.I, s.122, no:899; Semürete’bni Cündeb RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.465, no:2025; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.58, no:1781.

315

4- Allahu ekber

Bu dört söz, sözlerin en güzelidir.

Bu bir tesbihtir. Her birisi bir rekâta kàimdir. Bir insan camiye girse, iki rekât tahiyyetü’l-mescid dedikleri namazı kılması lazım! Fakat kılamazsa, bu tesbihi okumak suretiyle, o namazı kılmış sevabını alaraktan çıkar camiden ve mes’uliyetten de kurtarır kendisini.

Bunu yüz kere okumayı Cenâb-ı Peygamber bize tavsiye etmiştir. Her kim günde yüz kere, (Sübhàna’llàhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llàhu, va’llàhu ekber; ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh) derse, onun fadàili hakkında çok sözler söylenmiştir.

Bir kere fakirlik yüzü görmez. Sıkıntı, meşakkat de görmez. Dünyalık işleri de rahat olur, ahireti de rahat olur. Sevabına erişmek imkânı da yoktur. Meğer ki yüzden fazla söyleyenler bundan müstesna...


d. İnsanları Fazla Korkutmayın!


Taberânî, İbn-i Adiy ve Beyhakî, Mikdam ibn-i Ma’dîkerb RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:174


إذا حَدَّثْت م النَّاسَ عَنْ رَبِّهمْ فَ لَ تَحَدِّث وه مْ بِما ي فْزِع ه مْ وَيَش ق عَلَيْهِمْ

(طس. عد. هب. عن المِقْدام بن معديكرب)


RE. 42/2 (İzâ haddestümü’n-nâse an rabbihim, felâ tehaddisûhüm bimâ yüfziuhum, ve yeşukku aleyhim.) (İzâ haddestümü’n-nâse an rabbihim) “İnsanlara Rableri



174 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.135, no:8196; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.II, s.281, no:1766; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.381, no:2509; İbn-i Ebî Asım, Sünneh, c.II, s.174, no:519; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.264, no:1025; Mikdam ibn-i Ma’dikerb RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.30, no:5307; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.59, no:1782.

316

konusunda konuşurken, bahsettiğiniz zaman, (felâ tehaddisûhüm bi-mâ yüfziühüm) onları Allah’tan korkutacak şeyler söylemeyin! Onlara ağır gelecek sözler söylemeyin!” Cenâb-ı Hakk’ı bize bildirmek için, bazı büyüklerimiz vaazlarında, nasihatlarında şöyledir, böyledir derler. “Vaaz ederken, sakın ümmetimi korkutacak şekilde konuşma yapmayınız. Onlara meşakkat verecek şekilde söylemeyiniz. Çünkü Allah Celle ve A’lâ kendisini bize Rahmân ve Rahîm olarak bildiriyor.

Kitabımızın başında ilk yazı:


بِسْمِ اللِّٰه الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ .


(Bi’sm’illâhi’r-rahmâni’r-rahîm) [Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla...] İki kelime, Allah Celle ve A’lâ hem Rahmân’dır, hem Rahîm’dir. Bitti... Rahmân, acıyıcı. Yarattığı kula acımamak kimin elinden gelir? Yaptığımız ufacık şeyler bile zayi olursa acırız da Allah-u Celle ve A’la bizi yaratmış. Bize tanıtırken kendisini, er-Rahman, er-Rahim diyerekten tanıtıyor:

“—Ben Rahmân’ım, Rahîm’im, korkmayın benden!” diyor.

Yine ilk sûrenin, Fâtiha Sûresi’nin başında;


اَلْحَمْد للَِِّ رَبِّ الْعَالَمِينَ . اَ لرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ (الفاتحة:2-٣)


(El-hamdü li’llâhi rabbil-àlemîn. Er-rahmani’r-rahîm.) [Hamd (övme ve övülme), alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân’dır ve Rahîm’dir.] (Fâtiha, 1/1-2) buyruluyor. Ne kadar güzel!

Geçen Samsun’da bir Fransız dediler galiba, bu ayeti dinlemiş. Ya tercümesini dinlemiş, ya okumuşlar. Demiş ki:

“—Yâhu biz papazlarımızdan hiç böyle şey duymadık. Bak, ‘Allah yalnız Müslümanların rabbidir.’ demiyor; ‘Alemlerin rabbidir.’ diyor.” demiş.

Allah, Rabbü’l-àlemîn’dir, bütün mevcudatın Rabbidir. Bizim değil, mahlukat ne kadar var, kim bilir sayısını. Hepsinin sahibi

317

gene Allah, Rabbü’l-àlemîn. Ne Türk’ün, ne Acem’in, ne Arab’ın ne başkasının... Hepimizin Rabbi Allah’tır.

Rab yetiştirmek manasınadır, terbiye manasına... Bütün mevcudatı yetiştirip, kemale erdiren Allah’tır, başka kimsenin elinden gelmez.


Ufacık bir mikrop diyorlar bugün, göremiyoruz gözümüzle. O bile bugün hayatını idame ettirmek için birtakım şartlar var. O onu elde ediyor. Ne sayesinde? Allah-u Teàlâ’ın Rab oluşu, onu terbiye edişi sayesinde o mikrop nasıl yaşanacağını biliyor. Daha doğar doğmaz... Bu doğar doğmaz öğrendiği şey, Allah-u Teàlâ’nın ona ilhamıdır.

Arının bize yaptığı bal... Arı nereden bilecek balı yapmasını? Ama Allah-u Teàlâ’nın ona bildirmesiyle arı o vazifeyi yapıyor tamamıyla.

“—Bize yok mu?” Bize daha büyük lütufları var ama biz çok şaşkın insanlarız. Varlığımızın sebebini unuttuk, artık dünyaya sarıldık. Anladın mı?.. Dünya’da sanki işimiz hallolacakmış gibi. Halbuki vakti gelen, sırası gelen gidiyor.


Ondan dolayıdır ki: Bizdeki bu kemâlâtı öldüren bir şey var, tokluk. Tokluk hiç iyi bir şey değil. Tokluğun arkasında varlık da var. Varlık ve tokluk hiç iyi değil.

Şimdi bir kardeşimizle telefon konuşması yapıyorduk. Hastadır kendisi. Hasta olduğu için hatırını soruyordum. Sonra dedi ki:

“—Şimdi bir eser okuyorum. Eserde diyor ki: Tokluğun altı tane zararı vardır. “Çok yemek, çok uyku...” diye saymış böyle. Bunlar insanın hayatını öldüren ve söndüren şeyledir.” Binâen aleyh şimdi bize bu verilen nurun ziyâı en evvela tokluktan geliyor. Tokluğu kendimize adeta bir önder ettik. Vakti saati gelince, “Aman karnımız acıktı, içimiz bayılıyor!” diyerekten kıyameti koparırız.


Cenâb-ı Peygamber günde bir kere yermiş. Sabah yerse, akşam yemez; akşam yerse, sabah yemez. Ashab da öyleydi. Yedikleri bir hurma idi canım. Bir hurma, bir parça da süt

318

bulurlarsa süt. Ekmek buldukları, et buldukları nadirattandı. Ama pekâlâ yaşadılar ve bize bugün bu dini –el-hamdü lillah– onlar bıraktılar.

Sahabe-i güzîni sen boşa sayma. Onlar ne muhterem adamlar ki bütün akıllarını, zekâlarını Cenâb-ı Peygamber’in ağzına vermişler böyle, “Ne diyor?” diyerekten. Söylenen sözü zabt etmişler.

Şimdi aziz kardeş! Kapının dışarısına çıkayım da, “Ben size ne söyledim?” diyerekten sorayım; kaç kişi benim söylediğimi bana ifade edebilir? Ama Cenâb-ı Peygamber’in söylediklerini herkes hafızasında zabt ediyordu. Bu zabıt nereden ileri geliyordu? Bu zabtın sebebi, açlıktı arkadaşlar! Karnı aç olan insanların zekâları büyür, kuvvetlenir; hafızası da kuvvetlenir, duyduğunu kaçırmaz.

Kap diyorlar ya, gönül kabı. Gönül kabı aldığını daima zabt eder. Zabt ettikten sonra da istediği zaman etrafına yayar. Ama tok olunca... Öyle diyor Hz. Lokman.


Bak Lokman Hekim, köle bir adamdı ya hu! Köle idi köle! Hizmetkâr bir adam. Ama bak bugün dünyanın her tarafında Lokman Hekim diye adı anılıyor. Kendisinin nebi olması konusunda ihtilaf var. Bununla beraber, oğluna diyor ki:

“—Ey oğul! Karnını doyurma, kafan uyur.” Karnını doyurunca kafan uyur. Ondan sonra televizyonun karşısından kalkamazsın, radyonun başından ayrılamazsın, kahveden dışarıya çıkamazsın. Ömür gider, sen de hiçbir şey olmadan bu dünyadan çekilir gidersin. Hepimizin hali böyle.

Fikri uyanık insanlar, saatlerce ömrünü televizyonun karşısında zayi eder mi dersin?

Cenâb-ı Peygamber SAS’in sözüne bak, dikkat et:


أَنَا مَدِينَة الْ عِلْمِ وَعَلِيٌّ بَاب هَا، فَمَنْ أَرَادَ الْعِلْمَ فَلْيَأْتِ الْبَ ابَ (طب. ك. عق. عد. عن ابن عباس؛ عد. ك. عن جابر)


(Ene medinetü’l-ilmi ve aliyyü’n bâbuhâ) [Ben ilim şehriyim, Ali RA o şehrin kapısıdır. (Femen erâde’l-ilme felye’ti’l-bâb) O

319

halde ilim isteyen kimse kapıya gelsin!]

Ne güzel! Şimdi sen bâb denilince kapıyı anlarsın, bu sokak kapısı mı? Kapı deyince bu sokağın kapısı mı? Ali kapısı onun işte, o ilmin kapısı. Onun yoluna oradan girilir. Ali de malum, sahabe-i güzînden bir zattır. Peygamber de değil. Yani Peygamberimizin damadıdır. Damat olmakla beraber, ilim hazinesi de onun içerisindedir.

O da nereden alıyor? Peygamber SAS’den alıyor.

“—Ben ilim şehriyim, o da benden alıyor; benden aldığını siz de ondan alın!” diyor Peygamber. Efendimiz.

Ashab-ı kiramın halleri böyle idi.

Binâen aleyh, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:175


اَبْغ ونِي ض عَفَاءَك مْ، فَإِنَّمَا ت رْزَق ونَ وَت نْصَر ونَ بِض عَفَائِك مْ

(د. ن. ق. ك. حب. طب. حم. ت. حسن صحيح عن ابى الدرداء)


RE. 8/8 (Ebğùnî duafâeküm, feinnemâ türzekùne ve tünsarûne bi-duafâiküm) (Ebğùnî duafâeküm) “Bana sizin içinizdeki zayıflar konusunda yardımcı olunuz. (Feinnemâ türzekùne ve tünsarûne bi- duafâiküm) Çünkü siz rızka ve zafere zayıflarınızın berekâtıyla, zayıflarınızın hürmetine, zayıflarınızın hatırına nâil oluyorsunuz.” “—Siz kemali, dünyadaki saadeti, zayıflarınız hürmetine talep ediniz.”

“—Niçin?” Çünkü zayıf insanlar, hakka güzel bağlanırlar, güzel iltica



175 Tirmizî, Sünen, c.VI, s.290, no:1624; Ebû Dâvud, Sünen, c.VII, s.162, no:2227; Neseî, Sünen, c.X, s.262, no:3128; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.198, no:21779; Bezzâr, Müsned, c.II, s.117, no:4139; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.30, no:4388; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.345, no:6181; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIX, s.253; Ebü’d-Derdâ RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.179, no:6048; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.119, no:181.

320

ederler. Tok insanın Allah’a yalvarması zor olur. İşte herkes istiyor diye ister. Elini açar;

“—Aman ya Rabbi! Şu paraları elimden alma!” diye ister. “Daha arttır!” diye ister.

Bu insanın kemaline uymaz ki... İnsan;

“—Nurumu arttır ya Rabbi! Nurumu ziyade et! Beni nurlu kıl ya Rabbi!” der. O nur artınca da... O toklukta ne kadar zararlıklar vardır, o tokluklarda ne kadar zararlar var. Allah hepimizi affetsin de o nurunu arttıran kullarından etsin cümlemizi...


Dua kitabımızın içerisinde yazar:

“—Yâ Rabbi, Muhammed SAS hürmetine benim gözümün nurunu arttır, kulağımın nurunu arttır. Şunun sayesinde, şunun sayesinde, şunun sayesinde... Hep Peygamberin sayesinde... Ona aşkımı da arttır.” O aşkın neticesinde olacak zaten o nur. O aşk olmayınca da o nurun doğması zordur.

İşte onlar da bu tesbihlerin sayesindedir. Ne kadar (Sübhàna’llàh...) dersen, ne kadar (Lâ ilâhe illallàhu vahdehû lâ

321

şerike leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) dersen, ne kadar (Allah... Allah... Allah...) dersen, ne kadar (Lâ ilâhe illa’llàh... Lâ ilâhe illa’llàh... Lâ ilâhe illa’llàh...) dersen. Ne kadar (Allàhümme salli alâ muhammedin, ve alâ âli muhammed, kemâ salleyte alâ ibrâhîme, ve alâ âli ibrâhîme, inneke hamîdün mecîd) dersen; işte o salât ü selâmların ve o Kur’an ayetlerinin ve o tesbihlerin sayesinde senin nurların ışıldar. Işıldadıkça da, büyüdükçe de sen ilerisini daima görürsün.


e. Kur’an’a Sımsıkı Sarılın!


Bak Cenâb-ı Peygamber bir gün cenneti gördü. Cennet nereden görülecek? Dünyadayken cennet görülür mü? Cennet ahirette... Fakat, “Şu duvarın arkasında görüyorum cenneti!” dedi ve bize cenneti anlattı. İşte Mi’rac’da da gördü onu. Demek ki duvar mâni olamıyor. O nur sayesinde, duvar mâni olamıyor. Çünkü elektriklere, cereyanlara nasıl mâni olamıyorsa, nura da mâni olamıyor.

Allah Celle ve A’lâ’nın nuru, Kur’an’a olan yapışmamız...

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah ne diyor?


وَاعْتَصِم وا بِحَبْلِ اللِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّق وا (اۤل عمران:٣)


(Va’tesimû bi-habli’llâhi cemîan ve lâ teferrakù) “Allah’ın ipine, kitabına sımsıkı sarılın hà, ayrılmayın!” (Âl-i İmran, 3/103)

“—Allah’ın kitabına sıkı yapışın!” diyor.

Gevşek durmayın! E biz gevşek değiliz, hiç tutmuyoruz kitab-ı ilahiyyeyi... “Bunu sıkı tutun, (ve lâ teferrekù) ve ayrılmayın!” diyor kitap. Nasıl bizdeki ayrılık şimdi? Nasıl bu ayrılık? Bu Allah’ın kitabına uygun mudur?

Ama sen diyorsun ki:

“—Hoca, senin aklın ermez böyle şeylere!” Aklım ermez ama kitab-ı ilâhiyede görülen şu sözü söylüyorum. Sen de bunu tetkik et bakalım: ve lâ teferrekù’da mı hayır var, yoksa dağınıklıkta mı hayır var?

Şimdi ben bir vücudum. Bu vücudumun kolunu benden ayırsalar, ayağımı da benden ayırsalar, gözümü de benden

322

alsalar; benim iskeletim neye yarar arkadaş? Hiçbir işe yaramaz. Ancak bu iskelet, bu birlikle beraber oluyor. Bu birlik parçalandı mı hiçbir fayda olmaz. Apaçık bir delil... Onun için Allah-u Teàlâ’nın kitabına yapış, ne dediyse onu tut! Namaz kıl diyor, vaktiyle kıl. Oruç tut diyor, vaktiyle tut. Oruçtan neden korkuyorsun?

Cenâb-ı Peygamber SAS buyurmuşlar ki:176


آم ر ك مْ بأرْبَعٍ: آم ر ك مْ بِالإِيمَانِ بِاللِ وَحْدَه . أَتَدْر ونَ مَ ا الإِيمَان باللِ:



176 Buhàrî, Sahîh, c.XIII, s.272, no:4020; Müslim, Sahîh, c.I, s.106, no:23; Ebû Dâvud, Sünen, c.X, s.119, no:3207; Neseî, Sünen, c.XV, s. 235, no:4945; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XVI, s.284, no:7295; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.158, no:307; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.222, no:12949; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.294, no:12500; Bezzâr, Müsned, c.II, s.214, no:5313; Ebû Avâne, Müsned, c.V, s.126, no:8088; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.359, no:2747; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.24, no:6; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.41, no:39.

323

شَهَادَة أنْ لاَ إلٰ هَ إِلاَّ الل ، وَأَ نَّ م حَمَّداً رَس ول الل، وَإِقَام الصَّلَةِ، وَإِيتَ اءِ


الزَّكَاةِ، وَصِيَ ام رَمَضَانَ (خ. م. د. ت. ن. حب. عن ابن عباس)


RE. 4/10 (Âmürüküm bi-erbain) “Ben size dört şeyle emrediyorum:

1. (Âmürüküm bi’l-îmâni bi’llâhi vahdeh.) Size emrediyorum ki, bir olan Allah’a iman edin!” Dört emirden birisi.

Sonra buyuruyorlar: (E tedrûne me’l-îmânü bi’llâh?) “Biliyor musunuz Allah’a iman nasıl olur?.. (Şehâdeti en lâ ilâhe illa’llah, ve enne muhammeden rasûlü’llàh) İman kelime-i şehâdetle olur. ‘Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh.’ [Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur; ve şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın hem kulu, hem rasûlüdür.]” Birinci emir, Allah-u Teàlâ’yı bir olarak bilmek. Her şeyi bilir, görür, işitir; kudret-i kâmilesi var, her şeyi yapar. Bir anda dünyayı yok eder, bir anda da binlerce dünyayı halk eder.

2. (Ve ikàmü’s-salâh) “Namazı kılın!” Namazı kılmadan olmuyor.

3. (Ve îtâi’z-zekâh) “Zekâtı verin!”

Diyorlar ki: “Müslümanlık iki şeyden ibarettir: Birisi, Allah Celle ve A’lâ’nın emirlerine itaat... İkincisi de, kullarına şefkat... Namaz kılmak, Allah’a itaat; zekât vermek, kullarına şefkat...

4. (Ve sıyâmü ramedàn) “Birisi de Ramazan ayının orucunu tutmaktır.”

Eğer namazını kılmazsan, zekâtı vermezsen, orucunu tutmazsan, kitab-ı ilâhiye’nin hangi kısmını tutmuş oluyorsun?


f. Çoluk Çocuğu Olmayan Cihada Gitsin!


Taberânî ve Ebû Nuaym, Muhammed ibn-i Hàtib RA’dan rivayet etmişler.

324

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:177


إِذَا ح رِمَ أحَد ك م الزَّوْجَةَ وَالْوَلَدَ، فَعَلَيْهِ بِ الْجِهَادِ (طب، وأبو نعيم

في المعرفة عن محمد بن حاطب)


RE. 42/6 (İzâ hurime ehadükümü’z-zevcete ve’l-velede, fealeyhi bi’l-cihâd.)

(İzâ hurime ehadükümü’z-zevcete) “Sizden biriniz evlenemedi.” Herkese nasib olmaz ya, evlenemedi. Vakti müsait değil, bir bahaneyle vakti geçti, evlenemedi. (Ve’l-velede) Evlenemediyse, çoluk çocuk da olmaz tabii kendisinde. Çoluğu çocuğu da olmayınca, (fealeyhi bi’l-cihâd) onun en büyük vazifesi, cihada



177 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.242, no:543; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s- Sahàbe, c.II, s.190, no:621; Heysemî, mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.505, no:9430; Muhammed ibn-i Hàtib RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.279, no:10484; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.61, no:1788.

325

devamdır.”

Madem ki çoluk çocuğu yok... Çoluk çocuk meşgalesi, onların terbiyesiyle meşgul olmak mükellefiyetinden kurtulmuş. Öyleyse onun vazifesi cihad!

Nedir cihad? Bu İslâm dininin muhafazası için ölmeye kadar gitmektir. Nitekim, bizim eriştiğimiz Çanakkale denilen bir harp ki siz de bunu çok zaman okur, bilirsiniz; bu harpte Çanakkale Boğazı’nı siz bilirsiniz. Yedi tane düşman donanmasını getirmiş, koca bir memleket yapmış karşısına... Topunu atıyor... Bizim bir albayımız var şimdi, sağdır, hayatta. O diyor ki: Bir saat içerisinde altmış bin mermi yağdı buraya. Burası küllüğe döndü.

Ondan sonra çıkartma yaptı, asker yolluyor. Mehmetçik o küllüğün altından çıkıp: “Dur!” dedi süngüsünü dayadı oraya. Bu kadar topun altında, canını kurtarabilmiş o bahtiyar müslüman, işte o cihadı yaparken, 250.000 tane şehid verdik, “Bu memlekete gavur girmesin!” diyerekten. “Karılarımız, kızlarımız gâvurların ayakları altında çiğnenmesin!” diyerekten, Mehmetçik hiç korkmadan canın feda etti.

Cihad buna derler. Ama memlekette gâvurluk yaşıyor mu, artık onun mes’ulü kim olur bilmem. Binâen aleyh çocuklarımız yetişmiş. Bu bekâr adamlara, evlenmemiş kimseye... Fakat evlenmiş, çoluğunu çocuğunu da yetiştirmiş gene öyle bahtiyarlar vardır ki icab edince onlar da seve seve canlarını verip şehid olmuşlardır.


g. Ölürken Göreceklerimiz


Deylemî Cabir ibn-i Abdullah RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:178


إِذَا حَضَرَ الإنْسَان الْوَفَ اة ، جَ مَعَ لَه ك ل شَيْءٍ يَمْنَ ع ه عَنِ الْحَقِّ،


فَيَجْعَل بَيْنَ عَيْنَيْ هِ، فَعِنْدَ ذٰلِ كَ يَق ول : رَبِّ ارْجِع ونِ لَعَلِّي أَعْمَل




178 İbnü’l-Makrî, Mu’cem, c.II, s.341, no:833; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.561, no:42176; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.63, no:1792.

326

صَالِحًا فِيمَا تَرَكْت (الديلمي عن جابر)


RE. 42/8 (İzâ hadara’l-insânü’l-vefâtü, cemea lehû küllü şey’in yemneuhû ani’l-hakkı, feyec’alü beyne ayneyhi, feinde zâlike yekùlü: Rabbi’rciùni leallî a’melü sàlihan fîmâ terektü.) (İzâ hadara’l-insânü’l-vefâtü) İnsan ölüm haline geldiğinde, sekerât-ı mevt halinde, (cemea lehû küllü şey’in yemneuhû ani’l- hakkı) onu Hak’tan alıkoyan ve terk ettiği her şey derlenip toplanır, (feyec’alü beyne ayneyhi) iki gözünün önüne getirilir.”

Ezan okunmuş, “Şunu da satayım, bunu da yapayım!” diyerekten camiye gelememiş yahut namazı kılamamış. Neler varsa... Haktan onu men eden ne kadar şey varsa, onların hepsi toplanır, getirirler, gözünün önüne koyuverirler.


Şimdi Cenâb-ı Peygamber SAS, “Ben cenneti görüyorum!” dediği vakitte, taaccüb edilecek bir şey yok. Bak bugün televizyon dedikleri alet, gözümüzün önünde işte şu kadarcık bir şey. Onun içerisinde nasıl görüyoruz her şeyi? Ama nerede bir şey yapıyorsa yapıyor. Biz onu burada görebiliyoruz ya... Allah’ın kudreti, Peygamber SAS’e de cenneti öyle televizyonda gördüğü gibi gösteriverir. Bunda hiç şüphe yok.

Eskiden insan, “Nasıl olur?” diye düşünebilirdi ama bugünkü insanın böyle düşünmesine hiç lüzum yok; çünkü her gün gördüğü hadiselerden bir tanesi.

Mi’rac’da da öyle oldu. Cenâb-ı Peygamber’e Kudüs’ten, Mescid-i Aksâ’dan sordular. Kudüs’le Mekke arası bir aydan fazla yol, nereden görecek? Derhal Cenâb-ı Hak, televizyon gibi getirdi Kudüs’ü gözünün önüne, Cenâb-ı Peygamber de sorulanları birer birer tarif etti.


Şimdi bu nasılsa, biz de ölürken bütün hadiseler gözümüzün önünden geçer. Yaptığımız çirkinlikler, abes haller, günahlar, ne çeşit şeyler varsa hepsi böyle televizyondaki gibi gözümüzün önüne gelecek, biz de seyre bakacağız; suratımız değişecek, yüzümüz buruşacak:

“—Allah! Bunları ben mi yaptım? Tevbeler tevbesi yâ Rabbi! Yâ Rabbi, beni affet... Şu hayatı bana iade et de bak bir daha

327

yapar mıyım? Döndür beni tekrar dünyaya... Hayat ver bana tekrar. Sağlık ver, afiyet ver. O yapmadıklarımın, kabahatlerimin hepsini yapayım, emrini dinleyim, sözünü dinleyeyim, hiç kat’iyyen kusur etmeyeyim!” diyecek.

(Feinde zâlike yekùlü) “İşte o anda o insan şöyle der:


رَب ارْجِع ونِ . لَعَلِّي أَعْمَل صَالِحً ا فِيمَا تَرَكْت

(المؤمنون:٩٩-00)


(Rabbi’rciùn. Leallî a’melü sàlihan fîmâ terektü) Yâ Rabbi, beni geri döndür. Umulur ki terk ettiğim sàlih amelleri yaparım.” (Mü’minûn, 23/99-100) Allah-u Teàlâ buyuruyor ki:


وَلَوْ ر د وا لَعَاد وا لِمَا ن ه وا عَنْه وَاِنَّه مْ لَكَاذِب ونَ (الأنعام:28)


(Velev ruddû leàdû limâ nühû anhü ve innehüm lekâzibûn.) [Eğer dünyaya geri gönderilseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.] (En’am, 6/28)

Eğer Allah-u Celle ve Ala bize tekrar bir hayat verse, gene aynı şekilde, aynı fenalıkları yapacağımız şüphesizdir. Hani gördük ya acıyı, şimdi aklımız başımızdan gitti. Dirildik gene, hayat verdi Cenâb-ı Hak, sağlamlaştık. Gene işimize başladık. Gene sarhoşluk da devam edecek, ne kadar fenalıklar varsa hepsi devam edecek.

“—Canım gördüydün ya dün hani? Tevbe ettin, ‘Yâ Rabbi, döndür beni, bak bir daha yapar mıyım?’ dedin.” O tıynet-i insaniye, kötü tıynet. Haramlarla beslenen bir vücut, gene aynı şekle dönecektir.

Bu çok önemli bir şey. Allah muhafaza etsin cümlemizi... O gün gözümüzün önünde bunları muhakkak göreceğiz. Yalnız tevbekâr olanlar, Allah’a kendisini sevdirenler müstesna...

Onlar güzel bir şekilde, cenneti görerekten, cemâlullahı müşahede ederekten, daha neler görerekten kim bilir, tatlı bir

328

şekilde canını verecek. Canını verdiğinin farkına da varmayacak yani. Allah onların zümresine bizi de ilhak etsin...

Hz. İbn-i Abbas RA’dan bunu sormuşlar da:

“—Nedir bu Rabbi’rciùn?” “—Bu hacca gitmeyenler içindir.” demiş.

Vaktinde Cenâb-ı Hak kuvvet vermiş, kudret vermiş, para vermiş... Ha bugün, ha bugün derken, ecel gelmiş, yapışmış yakasına. Şimdi diyor ki:

“—Bir daha bana hayat ver de ya Rabbi, bak nasıl gideceğim!”

Verse, gene gitmeyeceksin. Onun için Allah-u Teàlâ hepimizi affetsin de... Ölümün hangi dakikada geleceği hiç belli değil. Ufacık bir sebep, bakıyorsun, derhal alıp gidiveriyor. Ne kadar sağlam olursan ol.


h. Ölünün Başında Okunacak Ayetler


Deylemî, Hz. Ümm-ü Seleme Vâlidemiz’den rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:179


إِذَا حَضَرْت م الْمَيِّتَ، فَق ول وا: س بْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِف ونَ .


وَسَلمٌ عَلَى الْم رْسَلِينَ . وَالْحَمْد للَِِّ رَبِّ الْعَالَمِينَ (الصفات:٩٩) (الديلمي عن أم سلمة)


RE. 42/9 (İzâ hadartümü’l-meyyite, fekùlû: Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn. Ve selâmün ale’l-mürselîn. Ve’l- hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.) (İzâ hadartümü’l-meyyite, fekùlû) “Ölünün yanında hazır olduğunuz zaman şöyle deyiniz:


س بْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِف ونَ . وَسَلمٌ عَلَى الْم رْسَلِينَ .



179 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.268, no:1041; Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.561, no:42175; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.71, no:1803.

329

وَالْحَمْد للَِِّ رَبِّ الْعَالَمِينَ (الصفات:80-82)


(Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn. Ve selâmün ale’l-mürselîn. Ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) [Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun! Alemlerin Rabbi olan Allah’a da hamd olsun!] (Saffât, 37/180-182) Ölünün başına geldik. Bizim vazifemiz, teberrüken diyeceğiz ki: (Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn. Ve selâmün ale’l-mürselîn. Ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) Peygamber Efendimiz SAS böyle tavsiye etmiş.


i. Ölünün Hayırlı Şeylerini Söyleyin!


Ahmed ibn-i Hanbel, Müslim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce, İbn-i Hibbân, Hàkim ve Tirmizî, Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:180


إِذَا حَضَرْت م الْمَرِيضَ، أَوِ الْمَيِّتَ، فَق ول وا خَيْرًا؛ فَإِنَّ الْمَلَئِكَةَ ي ؤَمِّن ونَ


عَلَى مَا تَق ول ونَ (حم. م. د. ن. ه. حب. ك. ت. حسن صحيح عن

أم سلمة)



180 Müslim, Sahîh, c.IV, s.478, no:1527; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.85, no:899; Ebû Dâvud, Sünen, c.VIII, s.374, no:2708; Neseî, Sünen, c.VI, s.355, no:1802; İbn-i Mâce, Sünen, c.IV,s.379, no1437; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.306, no:26650; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.400, no:6964; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXIII, s.393, no:940; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.236, no:10952; Abdürrezzak, Musannef, c.III, s.393, no:6066; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.444, no:1537; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.383, no:6393; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.IV, s.135, no:93; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.267, no:1038; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.270; Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan.

330

RE. 42/10 (İzâ hadartümü’l-marîda, evi’l-meyyite, fekùlû hayran; feinne’l-melâikete yüemminûne alâ mâ tekùlûne) (İzâ hadartümü’l-marîda, evi’l-meyyite) “Hasta veya ölünün yanında hazır bulunduğunuz vakitte, (fekùlû hayran) hayır söyleyin! Artık o ölünün kötülüklerinden, fenalıklarında, hatalarından, kusurlarından bahsetmeyin; hayırlı şeylerini söyleyin! Belki o adamın hiçbir hayrı yok gibidir ama onun gene bazı hayırları da vardır, o hayırlarını anın. (Feinne’l-melâikete yüemminûne alâ mâ tekùlûn) Çünkü, melekler sizin dediklerinize

‘Amîn...’ derler.” Onun için cenaze namazı kılındıktan sonra;

“—Bu mevtâyı nasıl bilirsiniz?” diye imam sorar.

Cemaattekiler de;

“—İyi biliriz!” derler.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak;

“—Ben kendi bilgimden vaz geçerim, mü’minlerin şehadetine kanaat ederim!” buyurur.

Biliyor ki Cenâb-ı Hak, bu kötü bir adam. Fakat müslümanlar “İyi biliriz!” diyorlar. “Pekâlâ öyleyse...” diyor Cenâb-ı Hak... Onun için, sen bunu demekten çekinme!


j. Hàkimin Sevap Kazanması


Ahmed ibn-i Hanbel, Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce, Beyhakî, İbn-i Hibbân ve Tirmizî, Ebi Hüreyre RA’dan; Ahmed ibn-i Hanbel, Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce ve İbn-i Hibbân, Amr ibnü’l-As RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:181



181 Ebû Dâvud, Sünen, c.IX, s.464, no:3103; İbn-i Mâce, Sünen, c.VII, s.103, no:2305; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.198, no:17809; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.X, s.118, no:20153; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.461, no:5918; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.167, no:6393; Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.248, no:637; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXIV, s.238, no:3766; Amr ibnü’l-As RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.V, s.160, no:1248; Neseî, Sünen, c.XVI, s.212, no:5286; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.119, no:20155; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.461, no:5920; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.309, no:5903; Bezzâr, Müsned, c.II, s.445, no:8576; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.III, s.426, no:1424; Ebû Hüreyre RA’dan.

331

إِذَا حَكَمَ الْحَاكِم ، فَاجْتَهَدَ، فَأَصَابَ، فَلَه أَجْرَانِ ؛ وَإِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ،


فَأَخْطَأَ، فَلَه أَجْرٌ (حم. خ. م. د. ن. ه. حب. ق. ت. حسن عن أبي

هريرة؛ حم. خ. م. د. ن. ه. حب. عن عمرو بن العاص)


RE. 42/11 (İzâ hakeme’l-hakimü, fe’ctehede, feesàbe, felehû ecrân; ve izâ hakeme fe’ctehede, feahtae, felehû ecrun.) (İzâ hakeme’l-hakimü) “Hàkim hüküm verdiği zaman,

(fe’ctehede, feesàbe) ictihad eder ve isabet ederse, (felehû ecrân) onun için iki ecir vardır.” (Ve izâ hakeme) “Hàkim efendi hüküm verdiği zaman, (fe’ctehede, feahtae) ictihad eder ve hükmünde hata ederse; (felehû ecrun) onun için bir ecir vardır.”

332

Hàkim meseleleri kafasında genişletiyor, büyütüyor, bu doğrudur diyor, hükmünü veriyor. Hükmünü verdiği vakitte isabet etti, doğru bir hüküm verdi; onun iki tane sevabı vardır.

Müctehidlerimiz var ya; İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafî, İmâm-ı Hanbelî, İmâm-ı Mâlikî... Onlar tabii kelam-ı ilahiyeyi ve Peygamber Efendimiz’in sözlerini tetkik ediyorlar. Herkes gücü kadar mana hüküm çıkarıyor. Bu hüküm çıkarmada isabetli ise, yani doğru bulduysa manayı; iki sevap...

Araştırıyor, gayret ediyor, bu mesele böyledir diye hüküm veriyor ama hata etti, hakkı bulamadı, doğru yapamadı işi. Hatalı olarak verdiği hükümde de gene kendisine bir ecir var.


Mesela İmam-ı A’zam diyor ki:

“—Abdest aldığınız vakitte, bir yeriniz kanarsa, abdestiniz bozulur.” Biz de bakıyoruz, bir yerimiz kanadıysa yeniden abdest alıyoruz.

İmam-ı Şafi diyor ki:

“—Hayır bozulmaz, kanarsa kanasın!” diyor.

Filan yerdeki vakaya göre, o da bu hükmü vermiş. Tabii bu hükümde hatalı olduğu halde gene bir ecir alıyor.

Kadına eli değiyor;

“—Abdestin bozuldu!” diyor.

Kanı akınca abdesti bozulmuyor, kadına eli değince abdesti bozuldu diyor. İmam-ı Azam da diyor ki:

“—El değmekle abdest bozulmaz!” diyor.

Hata hangisindeyse sevabı bir, hatasız olanın sevabı iki oluyor. Demek ki içtihatta insan gayret edecek ve gayretinin neticesinde hiç sevapsız da kalmayacak.


k. Günaha Yemin Olmaz


Hàkim, Sevban RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:182




182 Hàkim, Müstedrek, c.III, s.547, no:6037; Sevban RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.77, no:1816.

333

إِذَا حَلَفْتَ عَلٰى مَعْصِيَةٍ فَدَعْهَا، وَاقْذِفْ ضَغَ ائِنَ الْجَاهِلِيَّةِ تَحْتَ


قَدَمِكَ؛ وَإِيَّاكَ وَش رْبَ الخَمْرِ، فإِنَّ الل لَمْ ي قَدِّسْ شَارِبَهَا (ك. عن ثوبان)


RE. 42/12 (İzâ halefte alâ ma’siyetin fede’hâ, va’kzif dağàine’l- câhiliyyeti tahte kademike; ve iyyâke ve şürbe’l-hamri, feinna’llàhe lem yukaddis şâribehâ.) (İzâ halefte alâ ma’siyetin fede’hâ) Ma’siyet üzerine yemin ettiğinde, onu terk et! (Va’kzif dağàine’l-câhiliyyeti tahte kademike) Cahiliyet meyillerini (saz tambur vs.) ayağının altına al! (Ve iyyâke ve şürbe’l-hamri) İçki içmekten sakınmanı tavsiye ederim. (Feinna’llàhe lem yukaddis şâribehâ) Mukakkak ki Allah- u Teàlâ içki içeni temize çıkarmaz. (tevbe etmedikçe). Bir günah üzerine yemin ettik. Meselâ:

“—Ben anamla, babamla vallàhi, billâhi bir daha görüşmem!” diye yemin etti.

Ma’siyettir; anayla, babayla görüşülmez olur mu?

“—Yâhu yapma, etme! Ayıptır, günahtır. Anayla, babayla böyle şey olur mu? Hadi barış!” “—Yok, ben yemin ettim, barışamam. Yeminim var!” “—Canım, keffareti var, şöylesi var!” “—Yok yok, yapamam, barışamam!” Yahut içki içmeye yemin etmiş:

“—Yeminliyim yâhu, bırakır mıyım?” diyor.

Ma’siyete yemin olmaz. Öyle cahiliyet adetlerini sen ayağının altına göm! Böyle ben yemin ettim diyerek durma, ondan vazgeç! Kefaretini yaparsın; on fakir mi doyuracaksın, oruç mu tutacaksın, ne yapacaksan yaparsın. Onu terk edersin, ananla, babanla barışırsın, günahları da işlemezsin. Yemin ettim diyerek günah üzerinde durulmaz.


İçkiden son derece kaç, sakın ağzına alma! İçki içilen yere girme, içkicilerle dost olma! İçkiyi sevme! İçkiciye üzüm de verme, satma! Bir müslümana sat, yesin de canlansın. Şaraba verip de

334

günaha ortak olma!

“—Şarabı içersen canlanırsın, kanlanırsın, kuvvetlenirsin... Bir kadeh, iki kadeh zarar vermez. Cahillik yapma, iç şunu!” derler.

Ama şimdi Peygamber SAS’in nuruyla, Allah’ın bize verdiği nur ile bakınca bunu Allah-u Teàlâ kitabında neden yasak etmiş?

Estaizü bi’llâh:


يَاأَي هَا الَّذِينَ آمَن وا إِنَّمَا الْخَمْر وَالْمَيْسِر وَاْلأَنصَاب وَاْلأَزْلاَم رِجْسٌ


مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِب وه لَعَلَّك مْ ت فْلِح ونَ (الم ائدة:0)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû inneme’l-hamru ve’l-meysiru ve ensàbu ve ezlâmü ricsün min ameli’ş-şeytàn) “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytanın işlerinden birer pis iştir; yâni haramdır. (Fe’ctenibûhu) Bunlardan sakının ki, (lealleküm tüflihùn) felâh bulasınız.” (Mâide 5/90) buyruluyor.

Cenâb-ı Peygamber SAS de birçok hadisleriyle, “Sakının, bunu içmeyin!” diyor. Bunu Allah-u Celle ve Ala bunu böyle dediği halde, bu kitab-i ilahiyede de yazılı olduğu halde, Peygamberimiz içmeyin dediği halde, “Ben bunu nasıl içerim?” demiyor insan.

Sen bu kitabı tutuyor musun, tutmuyor musun? Tutmuş sayılır mısın, sayılmaz mısın?


وَاعْتَصِم وا بِحَبْلِ اللِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّق وا (اۤل عمران:٣)


(Va’tesimû bi-habli’llâhi cemîan ve lâ teferrakù) “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın hà, ayrılmayın!” (Âl-i İmran, 3/103) diyor Allah, Allah’ın kitabına yapış!

Onun yapma dediğini yapıyorsun, yap dediğini de yapmıyorsun. Böyle kitaba yapışmak mı olur?

Allah affetsin kusurlarımızı.

Onun için kadının başına örttüğü bir örtü var ya, onun adı da hamrdır. Yani kadının başını örtüyor, kapatıyor başkaları

335

görmesin diyerekten. İçki de insanın aklını örtüyor. Akıl zıvanadan çıkıyor, yaptıklarından haberi de olmuyor. Birçok fenalıkları da işliyor. Kabre kadar, ölüme kadar da gidiyor. Parası gidiyor, çoluk çocuğunu perişan ediyor, pis kokusundan evindekileri de rahatsız ediyor. Hala bunun üzerinde ısrar ediliyor.

Akşamcılar var meselâ, her akşam içerler. Yazık değil mi parana? Sen bunu helalden kazansan, bunu böyle harama verebilir misin hiç? Yani kazanç haram olunca, o paralar da haram yerlere gidiyor.


l. Kur’an’ı Hatmetmenin Mükâfâtı


Deylemî, Amr ibn-i Şuayb’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:183


إِذَا خَتَمَ الْ عَبْد الْ ق رآنَ، صَلَّى عَلَيْ هِ عِنْدَ خَتْمِهِ سِت ونَ أَ لْفَ مَلَكٍ (الديلمي عن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده)


RE. 42/14 (İzâ hàteme’l-abdü’l-kur’âne, sallâ aleyhi inde hatmihî sittûne elfe melekin.) (İzâ hàteme’l-abdü’l-kur’ân) “Kul Kur’an’ı Kerim’i hatmettiği zaman, (sallâ aleyhi inde hatmihî sittûne elfe melekin) altmış bin melek, o hatmeden kul için dua ederler.” El hamdü lillâh şimdi de okuyacağız, bir hatim yapacağız.184 Her zaman da müslümanlar hatim ederler, Kur’an okurlar. Ama burada çok söylenecek söz var. Ben de üzülüyorum, siz de üzüleceksiniz. Biz müslüman olduğumuz halde bu Kur’an’ı niçin okuyamayalım? Niçin bunu hatmedemeyelim? Hiç olmazsa ayda bir kere, hiç olmazsa seneden birkaç defa hatim edebilmek devletinden niçin mahrum olalım?

Bakınız, Kur’an’ı hatmettik. Bazı hafızlarımız var her gün



183 Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.510, no:2258; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.82, no:1825.

184 İskenderpaşa Camii’nde, her Pazar günü hadis dersinden sonra cemaate cüzler dağıtılıyor, hatim okunuyor.

336

okuyorlar. Her gün hatim edebilen hafızlarımız var el-hamdü lillâh... İmam-ı Azam başta gündüzün bir hatim, gecede bir hatim yaparmış. Kitap büyük ama şu kafamızın içerisinde Allah-u Teàlâ

ne nur vermişse, o nuru o kafanın içerisine dürmüş koymuş. Hiç durmadan gider.

İşte bu hatmi yaptığı vakitte, altmış bin melek o hatmi yapan için dua ederler:

“—Allah senden razı olsun, işini asan etsin, ömrünü uzun etsin, nurunu çok etsin... Ahiretin ma’mur olsun, dünyan da ma’mur olsun!” diyerekten neler neler söylerler, dua ederler.

Buradaki altmış binden murat demişler, teksir için. Yani mutlaka altmış bin değil de altı yüz bin, altı milyon daha ne kadarsa, o kadar çok melekler böyle bizim için dua ederler. Allah onların dualarına nail olan bahtiyarların zümresine bizi de ilhak etsin...


Ama çok acı ki, hepimiz Kur’an okumasını bilmiyoruz. İçimizden de bir aşk geliyor:

“—Ramazan gelmiş, anamın, babamın ruhuna bir Kur’an okutayım diyerekten. Kime okutsam acaba? Filan yerin camisinin hafızı iyi, ona söyleyeyim, bana bir Kur’an okuyuversin.”

“—Hafız efendi, Babamın, dedemin ruhu için bana bir Kur’an okur musun?” “—Okurum inşallah!” Okurken, “Kaç paraya okuyacaksın?” dedin miydi, onun hiç sevabı olmaz. Pekâla, okuduktan sonra eline bir zarf tutuşturursan ne a’lâ... O da, “Bu azdır.” diyerek geri verirse, bu da fenâ... Ama sen de Kur’an’ın kelam-ı ilahi olduğunu bilerek ona verilecek hediyeyi ona göre takdir et! Elli lira verip de, al bunu demek, o da çok ayıp! O da Kur’an’ın kıymetini bilmemektir.

Kur’an’a layık olan hediyeyi, lâyık olan adama, lâyık-ı vechiyle, pazarlıksız vermek gerekir. Bu makbuldür.

Ama gene eksikliktir ki, sen babana niçin bir hatim okuyamayasın? Hatmi okuyamazsan, üç Kul huva’llah, bir Elham

oku; bir hatim sevabı vardır. Ona mukabil yüz tane okursan, bin tane okursan ne olur... Bir tane Kul huva’llah’ı bir saatte okuruz. Bin tane Kul huva’llah’ı okusan; ananın, babanın ruhuna yollasan, para ile okuttuğundan daha a’lâdır.

337

m. Evinin İhtiyaçlarını Temin Eden Kimse


Deylemî Câbir ibn-i Abdullah RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:185


إِذَا خَرَجَ الْعَبْد فِي حَاجَةِ أَهْ لِهِ، كَتَبَ الل تَعَالٰى لَه بِك لِّ خ طْوَةٍ


دَرَجَةً؛ فَإِذَا فَرَغَ مِنْ حَاجَتِهِمْ، غ فِرَ لَه (الديلمي عن جابر)


RE. 42/15 (İzâ harace’l-abdü fî hàceti ehlihî, keteba’llàhu teàlâ lehû bi-külli hatvetin dereceten; feizâ ferağa min hàcetihim, gufira lehû.)

(İzâ harace’l-abdü fî hàceti ehlihî) “Kul ailesinin ihtiyacı için çıktığında, (keteba’llàhu teàlâ lehû bi-külli hatvetin dereceten) Allah-u Teàlâ her adımına bir derece yazar. (Feizâ ferağa min hàcetihim) Ailesinin ihtiyaçlarını tamamladığı zaman ise, (gufira lehû) mağfiret olunur.” Evimizin ihtiyaçları vardır. Ekmek, yemek, giyim... Evin ihtiyaçları. Çeşitli, odunu, kömürü... Bu ihtiyaçlarla bir alâkadar olamıyor bugünkü insan... Avrupa’dan öğrenilen bir şekil üzerine paraları hanıma veriyor:

“—Hanımefendi, ne lazımsa sen bunları al!” diyor.

İki tane kusuru var: Bir kere, kendi vazifesini yapmıyor; ikincisi, hanımı hizmetkâr olarak çarşıda, pazarda dolaştırıyor.

O hanım senin hanımın... Senin hanımınsa, senin evinde oturup, senin çocuğuna bakmakla mükellef... Bunu bırakacak hanım, gidecek, çarşıda pazarda dolaşacak, yiyecek alacak. Gidecek çarşıda dükkanlara; “Bu iyi değil, daha iyisini ver!” diyecek.

Bu erkeğe, erkekliğe yakışan şey değil. Hanımının hizmetkârı sensin. Evinde onun iàşesine, ibâtesine, ihtiyaçlarına memur sensin. Sen vazifeni bırakır da vazifeyi ona yüklersen; iş tersine



185 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.292, no:1146; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.282, no:44478; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.87, no:1838.

338

dönüyor. Çark böyle dönecekken, böyle dönüyor bu sefer. O zaman hiç fayda hasıl olmaz.

Onun için, evinin haceti için adam çarşıya, pazara çıkınca, Allah-u Teàlâ onun attığı her bir adıma bir derece verir. Evin işini gördü, alınacakları aldı, hamalın arkasına yükledi yahut kendi yüklendi, getiriyor; o mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olur. Niçin? Çoluğunu, çocuğunu muhafaza ediyor, hanımını muhafaza ediyor; onları çarşıya, pazara göndermiyor.

Diyorlar ki: Hanım bir güldür, onu sen koklayacaksın. O gülü sen sokaklarda gezdirirsen, güllüğü bozulur, kokusunu kaybeder. Elden ele değişince, onda letafet metafet kalmaz artık.


Allah cümlemizi affetsin... Bugün bunu söylemek de fazla gibi geliyor ama tabii vazifemiz dolayısıyla söylüyoruz: Bugün bizim yerimizi hanımlar tutmuş durumdadır. Bugün çarşıların, pazarların yegâne müşterisi kadınlarımızdır. Bunu inkâr edecek hiçbir halimiz de yok.

Halbuki biraz şöyle düşünürsek: Bugün erkeklik sıfatı da insanlarda kaybolmuş. O hanımlarla alay etmek, eğlenmek, onlara bazı münasebetsiz söz söylemekten de çekinmeyen bir cins de var içimizde... Bu cins insanlara karşı insan hanımını nasıl böyle çarşıya, pazara yollar bilemem artık.

Benim daha küçüklük devrim, çok uzak değil yani. Küçüklük devrimdeki hali size arz edeyim: Tabii bizim de bir dedemiz var, bir de ninemiz var. Ninemizin de entarisi eskir, pabucu da eskir icabında. Dedeme der ki:

“—Hacı efendi!” “—Buyur...” “—Benim entarim eskidi, bayram da geliyor. Bana bir entarilik kumaş al! Ayakkabım da kalmadı, bir de pabuç al.” Dedecağızımı iyi biliyorum. Dedecağızım gider, tanıdıkları esnaflara:

“—Bize bir entarilik nümune verir misiniz?” derdi.

Defterler vardı dükkâncılarda. Defterlerde dükkânındaki, mağazasındaki bütün malların birer parçası vardı. Belki şimdi de vardır bilemiyorum. O defterlerden bir tanesini eve getirir:

“—Hanımefendi, hangisini beğeniyorsun?” Ninemiz bakar, bakar...

339

“—Şu iyi hacı efendi, bundan olsun!” derdi.

Dedem gider, ona işaret koyar tabii.

“—Bundan bize üç metre, beş metre ver bakalım!” der. Böyle olurdu. Bizim annelerimizin, ninelerimizin çarşı-pazar bildikleri yoktu yani. Dedelerimiz bu işi vazife olarak yapıyordu.

Pabucu da gidip çarşıda ayağını gösterip de:

“—Şu ayağıma bir uygun pabuç ver!” demezlerdi.

Dedelerimiz ayağının numarasına göre bir pabuç alır, gelirdi. O da ona razı olurdu. Ama şimdi dünya ne kadar tersine döndü.


Derler ki meşhur iki evliya varmış. Biri dağda evliya olmuş, birisi de şehirde ayakkabıcıymış. O da çalışmış, o da velîlik derecesine geçmiş. Dağdaki, insan görmeyen yani, cemiyet hayatını bilmeyen, veli olan mendiline süt koymuş, gitmiş ayakkabıcı olan kardeşine hediye götürüyor, süt götürüyor. Tabii damlamıyor süt mendilden.

Getirmiş, dükkanına asmış. Demiş:

“—Buyurun, size süt getirdim kardeşim!” O zaman belki süt kabı da yoktu... “—Pekâlâ, teşekkür ederim.” Asmış oraya duruyor. Derken hanımın birisi gelmiş:

“—Şu benim ayağıma bir ayakkabı ver!” demiş.

Entarisini biraz çekmiş, beyaz baldırı meydana çıkınca o dağdan gelen evliyanın içi bozulmuş. İçi bozulunca süt şıp, şıp, şıp başlamış damlamaya... Kardeşi onu uyarmış:

“—Aklını başına topla!” demiş.


Kadınların himayesini Allah erkeklere vermiş. Ondan dolayı gözde de şimdi bir kuvvet var. Allah-u Teàlâ bu gözü vermiş, bu gözde de bir kuvvet var. Mektepte okunmaz, kitaplarda yazısı yoktur; fakat bu gözün yaptığı hüneri ne kalem yapar, ne bir şey yapar.

Şimdi bazı insanlar, çarşaf giyin derler. Tabii çarşaf kadına yakışan en iyi dış örtüsüdür. Fakat şu göz meydanda mı? Meydanda... Yeter.

Onun için çarşıya-pazara gidip de sokakta dolaşması; çarşaf değil de demirden esvab giydirsen para etmez. Niçin? Şehvet var

340

insanda. Bu senin elinde değil ki? Bu kuvveti Allah vermiştir insana... Alâka var erkekle kadın arasında.


إِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ . خَلَقَ اْلإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ

(العلق:١-5)


(İkra’ bi’smi rabbike’llezî halak. Haleka’l-insâne min alak.) [Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.] (Alak, 96/1-2)

O aleka’dan halk olmuşuz. Erkekle kadın arasında bir alâka var. O olmasa geçinebilir miyiz hiç? Geçinemeyiz. Bu alâka dolayısıyla hepimiz birbirimizle güzelce geçiniyoruz işte.

O alâka dolayısıyla gözlerin birbirine bakması kafi gelir insana. Orada ne yazılar yazılır, ne mektuplar yazılır, ne havadisler gider, ne sinemalar oynar, her şey olur. Onu o hale düşürmemek için erkek erkekliğini bilecek:

“—Hanımefendi ne istiyorsunuz? Bugün ne alalım?” “—İşte şunu alalım, bunu alalım...” “—Pekiyi efendim, pekiyi. Ben onların hepsini temin ederim.” Hatta hamala da müracaat etme, kendin getir evine! Hamalı da evine sokma! Su getirir, takar. Sakayı da evine sokma! Kapının önünde bıraksın, gitsin.

Ama bu geçti artık. Bu şimdi hayal haline geldi. Bu bizim kontrolümüzün dışına çıktı. Allah cümlemizi affetsin... Erkeklik kudreti versin...


Bugün bunun kaybının zararı, sırf tokluktan ileri geliyor. Yazdım, elli tane zarar diye yazmış kitaba. Okudum okudum, bu erkeklerdeki erkekliğin kayboluşunun yegâne sebebi tokluktur diyor. Tokluğundan dolayı incelemeye meydan kalmıyor. Cenâb-ı Hak bunu neden yasak etti diyerekten inceleyemiyor. O fikirden mahrum olunca;

“—Hanım yapsın bu işleri artık!” diyor, “Ben de gideceğim işime, vazifeme gideceğim!” diyor. “Sonra işimden kalırım!” diyerekten bunu pekâlâ hazmediyoruz yani.

Bu hazım olacak bir şey değil ama alıştık buna artık. Hepimiz

341

hazmetmek mecburiyetinde kalıyoruz. Allah kusurlarımızı affetsin... Bak şimdi müslüman diyarıyla, küfür diyarı hakkında bir hadis daha var onu okuyayım kâfi...


n. Hicret Eden Kölenin Durumu


Dâra Kutnî ve Deylemî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:186


إِذَا خَرَجَ الْعَبْد مِنْ دَارِ الشِّرْ كِ قَبْلَ سَيِّدِهِ، فَه وَ ح رٌّ؛ وَإِذَا خَرَجَ


مِنْ بَعْدِهِ ر دَّ إِلَيْهِ ؛ وَإِذَا حَرَجَتِ الْمَرْأَة مِنْ دَارِ الشِّرْكِ قَبْلَ زَوْجِهَ ا،


تَزَوَّجَتْ مَنْ شَاءَتْ؛ وَإِذَا خَرَجَتْ مِنْ بَعْدِهِ، ر دَّتْ إِلَيْ هِ (قط. في

الأفراد، والديلمي عن ابن عباس)


RE. 42/16 (İzâ harace’l-abdü min dâri’ş-şirki kable seyyidihî, fehüve hürrün; ve izâ harace min ba’dihî, rüdde ileyhi; ve izâ haraceti’l-mer’etü min dâri’ş-şirki kable zevcihâ, tezevvecet men şâet; ve izâ haracet min ba’dihî, rüddet ileyhi) (İzâ harace’l-abdü min dâri’ş-şirki kable seyyidihî) “Bir köle şirk beldesinden, efendisinden önce çıkarsa, (fehüve hürrün) o hürdür. (Ve izâ harace min ba’dihî) Efendisinden sonra çıkarsa, (rüdde ileyhi) efendisine iade edilir.

(Ve izâ haraceti’l-mer’etü min dâri’ş-şirki kable zevcihâ) “Bir kadın kocasından önce şirk beldesinden çıkarsa, (tezevvecet men şâet) dilediği kimse ile evlenir. (Ve izâ haracet min ba’dihî) Kocasından sonra çıkarsa, (rüddet ileyhi) kocasına geri verilir.” Dârü’ş-şirk, gâvur memleketi yani. Gâvur memleketine bir



186 Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.112, no:35; Ukaylî, Duafâ, c.V, s.254, no:1185; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.432, no:11271; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.88, no:1839.

342

müslüman adam kölesiyle beraber gitmiş, orada oturuyorlar. Köle dedi ki aklından:

“—Bu gâvur memleketinde oturmak doğru olmaz, ben kaçacağım bu memleketten!” dedi; kaçtı, bir müslüman memleketine geldi.

Bir müslüman memlekete gelmesiyle, kölelikten kurtulur. Köleydi ya, bu adamın hizmetkârıydı yani. O müslüman memleketine kaçtığı için kölelikten kurtulur.

Ondan sonra efendisi gelir, o da kaçar.

“—Benim köle kaçtı. Ben de gideyim!” dedi.

Yok artık ona el uzatamaz, “Sen benim kölemsin!” diyemez artık ona, bitti. Sen ondan evvel o şirk diyarından kaçsaydın, o köle sana kaçsaydı, senin kölen idi. Fakat o akıllandı, evvela kaçtı. Sonra sen kaçtın. O köle senin elinden gitmiştir.


Hanımlar da böyle. Karı koca bir gavur memleketindeydi. Karı dedi ki:

“—Yâhu bu gâvur memleketinde oturulmaz! Ben gideceğim buradan müslüman memleketine... Çünkü her gün ‘Çan... Çan... Çan... Çan...’ çan sesi dinliyoruz. Ben ezan sesi okunan memleket istiyorum!” dedi, kaçtı geldi müslüman memleketine.

Arkasından kocası:

“—Yâhu karı yok... Çoluk, çocuk var, ben de gideyim!” dedi.

Karı şimdi oradan ayrıldıktan sonra, müslüman memleketine geldikten sonra istediği erkekle evlenir. Kurtuldu o kocanın boyunduruğundan artık. Hürriyetine kavuştu, istediği erkekle evlenmekte serbesttir.

Kocası arkadan geldi:

“—Karı gel!” Yok geçti artık, bu senin karın değil artık. Başının çaresine bak. Eğer koca erken gelse, karı da arkasından gelse; o zaman karı, kocasına aittir.


o. Yola Çıkarken Vedâlaşın!


İbn-i Asâkir ve Deylemî, Zeyd ibn-i Erkam RA’dan rivayet etmişler.

343

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:187


إِذَا خَرَجَ أَحَد ك مْ إِلٰى سَفَرٍ، فَلْي وَدِّعْ إِخْوانَه ، فَإِنَّ اللَ جَاعِلٌ لَه فِي


د عَائِهِم الْبَرَكَةَ (كر. والديلمي عن زيد بن أرقم)


RE. 43/1 (İzâ haraca ehadüküm ilâ seferin felyüveddi’ ihvânehû, feinna’llàhe câilün lehû fî duàihimü’l-berekete)

Gerek hacca giderken, gerek ticaret için bir memlekete giderken arkadaşlarınıza:

“—Es-selâmü aleyküm! Sizi, dininizi, amellerinizi Allah’a havale ediyorum. Çoluğunuzu, çocuğunuzu Allah’a havale



187 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.299, no:1181; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVII, s.372; Zeyd ibn-i Erkam RAdan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.702, no:17473; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.83, no:1828.

344

ediyorum.” deyin!

Onlar da derler ki:

“—Allah senin amellerini, dinini muhafaza etsin. İnşâallah hayırla dönüp gelirsin.”

O dualarda bir hayır vardır, onu unutmayın. Giderken, etrafınızdaki insanlara “Allah’a ısmarladık!” deyin, onların duasını alın da öyle gidin! Ama hac, ama ticaret, ama seyahat; ne olursa. Bu da hatırınızda kalsın.

Allah cümlemizi affetsin... Tevfikat-ı samedâniyesine mazhar etsin... Bize verdiği nuru daima arttırarak bizi nura gark etsin, bizi nurlandırsın. Nurlu olarak yaşayıp, nurlu olarak Allah Celle ve A’lâ’ya kavuşan bahtiyarların cümlesine ilhak buyursun... Sevdiği, razı olduğu kullarının arasından da ayırmasın... Gene bir salat-ü selam okuyalım:

“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)

El-fâtihah!


28. 03. 1976 – İskenderpaşa Camii

27 Rebîü’l-Evvel 1396

345
09. SEFERE ÇIKMA ÂDÂBI
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2