06. RAMAZAN AYI BEREKET AYI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
ابنَ آدَمَ، عِنْدَكَ ما يَكْفِيكَ، وأنْتَ تَطْلُبُ ما يُطْغِيكَ؛ ابنَ آدَمَ لََّ بِقَلِيلٍ
تَقْنَعُ، وَلََّ بِكَثِيرٍ تَشْبَعُ؛ ابنَ آدَمَ، إذا أصْبَحتَ مُعَاف ى فِ ي جَسَدِكَ، آمِن ا
فِي سِرْبِكَ، عِنْدَكَ قُوتُ يَوْمِكَ، فَعَلى الدُّنْيَ ا العَ فَاءُ (طس. عد. حل.
هب. خط. كر. وابن النجار عن ابن عمر)
RE. 9/1 (İbne âdem, indeke mâ yekfîke, ve ente tatlübü mâ yutgîke; ibne âdem, lâ bi-kalîlin takneu, ve lâ bi-kesîrin teşbau; ibne âdem izâ asbahte muâfen, fî cesedike âminen fî sirbike, indeke kûtu yevmike, feale’d-dünyâ el-afâü.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Beraber bir salevât-ı şerife okuyalım:
“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)
Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin…
a. İnsanoğlu Aza Kanaat Etmez
Taberânî, İbn-i Adiy, Ebû Nuaym, Beyhakî, Hatîb-i Bağdâdî ve İbn-i Asâkir Abdullah ibn-i Ömer RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:57
ابنَ آدَمَ، عِنْدَكَ ما يَكْفِيكَ، وأنْتَ تَطْلُبُ ما يُطْغِيكَ؛ ابنَ آدَمَ لََّ بِقَلِيلٍ
تَقْنَعُ، وَلََّ بِكَثِيرٍ تَشْبَعُ؛ ابنَ آدَمَ، إذا أصْبَحتَ مُعَاف ى فِ ي جَسَدِكَ، آمِن ا
فِي سِرْبِكَ، عِنْدَكَ قُوتُ يَوْمِكَ، فَعَلى الدُّنْيَ ا العَ فَاءُ (طس. عد. حل.
هب. خط. كر. وابن النجار عن ابن عمر)
RE. 9/1 (İbne âdem, indeke mâ yekfîke, ve ente tatlübü mâ yutgîke; ibne âdem, lâ bi-kalîlin takneu, ve lâ bi-kesîrin teşbau; ibne âdem izâ asbahte muâfen, fî cesedike âminen fî sirbike, indeke kûtu yevmike, feale’d-dünyâ el-afâü.) (İbne âdem) “Ey Adem AS’ın oğlu!” İbn, Arapça’da oğul demek. İbn-i Adem, Adem’in oğlu demek.
Benî de evlatlar mânâsına geliyor. Benî Adem, Adem AS’ın evlatları demek.
(İbne âdem) “Ey Hz. Âdem’in evladı olan insanoğlu! (İndeke mâ yekfîke ve ente tatlübü mâ yutgîke) Senin yanında, yemene içmene yetecek dünyalığın, hayatını sürdürmeye yetecek malzeme var,
57 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.361, no:8875; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.294, no:10360; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.361, no:618; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.282, no:8191; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.517, no:18086; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.140; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.71, no:6473; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVI, s.212; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.98; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.389, no:7081; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.127, no:196.
sen hâlâ seni azdıracak miktarını istiyorsun!” (İbne âdem) “Ey Ademin oğlu, ey insanoğlu! (Lâ bi-kalîlin takneu, ve lâ bi-kesîrin teşba’) Ne biçim hâlin var ki, aza kâni olmuyorsun, çokla da doymuyor gözün!” Bu hadîs-i şerîfte Peygamber SAS Efendimiz’in nasıl zühd fikrinde, zühd kanaatinde olduğunu, nasıl dünyaya aldırmaz bir insan olduğunu görmüş oluyoruz, sözlerinden anlamış oluyoruz. Bize söylediği sözlerden, kendisinin nasıl yaptığını anlamış oluyoruz:
Taama meyil, zevke meyil ve hırs hayvânî sıfatlardır.
Niçin?.. Zaman-ı Peygamberîde, Peygamber SAS zamanında bir hurma ile, iki hurma ile yetinirlermiş. Bir öyün yerse, onunla geçinir; iki öyün yerse, onunla geçinir, daha fazla yemeye
meyletmezlermiş.
Hırsın en büyük zararı, kalbin kararmasına sebep olur. “Ha şunu da yapayım, ha bunu da yapayım!” diyerekten insan, o işe de atılır, bu işe de atılır... İnsanın bir takàti vardır tabii, meselâ yük kaldırma tâkatını farz ederseniz; ben kaldırabilirim on kiloyu, öteki kaldırır yirmi kiloyu, öteki kaldırır elli kiloyu... Benim sırtıma verirlerse elli kiloyu, ezilirim ben. Elli kiloluk bir yükü kaldıramam, taşıyamam. Çünkü tâkatım o kadar değil.
Binaen aleyh, işler de böyledir. Tâkatının dışına çıktı mıydı, hırs kasvet-i kalbe sebep olur. Kasvet-i kalb olunca ne olur?.. Hakk’ı görmekten mahrum olur. Hakkı göremez, bâtıla hak der. Beyaza kara der, karaya da beyaz der. Bu karaya beyaz demek, beyaza kadar demek neden ileri geliyor? Kasvet-i kalbden ileri geliyor. Kasvet-i kalb de tabii, hırstan ileri geliyor. Hırs adamın kalbini bozuyor, ondan sonra akla karayı seçemeyecek hale geliyor insan.
“—Ak ile kara belli olmaz mı hocaefendi?” Belli olmadığı için, bak bugün insanlar, bile bile batıla hak diyorlar.
Onun için Cenâb-ı Peygamber ne güzel diyor:
“— Ey Ademoğlu, senin yanında sana kifayet edecek kadar bir rızkın var, kâfidir sana; ama biraz kanaatla geçiniyorsun. Sen daha çok istiyorsun ki, o tokluk seni tuğyana sevk edecektir.” Yine buyuruyor ki:
“—Ey Ademoğlu, ne aza kanaat edip yeter diyorsun, ne de çoktan doyuyorsun! Aza da kanaatin yok, çoktan da doymuyorsun.” Allah muhafaza etsin... Bunlar hep görülen hadiselerdendir.
Onun için, adamın karnını doyması değil, gözünün doyması lâzım! Karnı doyar insanın, yiyeceği yarım okka ekmektir. E ondan sonra yiyemez. Ama göz, dünyayı versen yiyor, doymuyor.
(İbne âdem) “Ey Ademoğlu! (İzâ asbahte muàfen fî cesedike) Sıhhattesin, afiyettesin. Cesedin, sağlığın afiyette. (Âminen fî sirbike) Yolunda rahattasın, yolun da iyi, nefsinle de iyiyisin. Her şeyin iyi… Evin yerinde, ailen yerinde, işin yerinde, her şeyin yerinde. (İndeke kùti yevmike) Bugünkü yiyeceğin de var elinde. (Feale’d-dünye’l-afâ) Bu fâni olan dünyaya aldanıp da onun arkasından koşma ki, helâk olanlar gibi sen de helâk olmayasın!” Çok güzel bir söz…
Bu kasvet-i kalb diye söylenen şeylerin içerisinde, hani çok yiyenlerin, ekmeğe, yemeğe çok mübtelâ olanların elli tane afeti var demişti ya, o elli afetten bir tanesini size söyleyeyim:
Ruh zayıflar. Nasıl insan zayıflayınca hareket edecek hali kalmıyor, vücudunda derman kalmıyor, ölümü bekliyor; ruhu da bu hale gelir. Bedeni beslenir, kuvvetlenir, güzelleşir ama ruhen zayıflar, bir yaprak gibi kalır.
Bununla beraber Allah korkusu da gider. Allah korkusu da kalmaz içerisinde… Çünkü gayesi yiyip içip yaşamak… Bundan dolayı ruh zayıflıyor, Allah korkusu da noksanlaşıyor.
Cesette de asalet olan insanlık gidiyor, yerine hayvân-ı nâtık dedikleri hayvaniyet kalıyor. İnsanlıktaki meziyet, İslâmlıktakı kemal kayboluyor. Hayvan gibi yemeye, içmeye meyyal bir adam…
Bununla beraber hem aklı azalır, hem de cehli artar. Ne ihlâsı
kalır, ne huzuru kalır, ne şuuru kalır. Şükrü de azalır, “Yâ Rabbi şükür!” der kalkar. Halbuki şükür ondan ibaret değil. Şükür evâmir-i ilâhiyyeyi ifa ile olur. Evâmîr-i ilâhiyeyi ifa etmeyen insanın diliyle şükrü yeterli olmaz.
Şehvet arttıkça artar. Onun artmasıyla beraber haya da ortadan kalkar, haya da kaybolur. Hayâ kaybolduktan sonra, işte bugünkü hal gözümüzün önünde… Utanma, sıkılma, terbiye dediğimiz şeylerin hiç birisi kalmamıştır. Neden bu? Şehvetin artmasının cezası oluyor.
Daha sonra ilmin unutulması… Hepimizde olan bir hadise.
Cuma günleri kulak veriyorum, “Hatip efendi bakalım ne diyor?” diyerekten. Eve gittikten sonra düşünüyorum, ne dediğini hatırlayamıyorum. O zavallı orada terledi, söyledi; bir kulaktan girdi, bir kulaktan çıktı.
İnsan söylenenlerin üzerinde dursa, az bir şey değildir bu Cuma hutbeleri. Senede elli hutbe dinlese, elli tane mesele öğrenir. İkişer mesele öğrense, yüz mesele öğrenir. Bir insana yeter de artar, hoca olur insan.
Ama hiç birisini aklımızda tutamıyoruz. Hoca efendi söylüyor, biz de dinliyoruz. O kapıdan dışarıya, biz de kapıdan dışarıya… İçeride bir şey kalmıyor.
Bunun sebebi, işte o kanaatsizlik oluyor. Artık ölümü de unutuyor, ölüm de hatırına gelmiyor. Bununla beraber dünya sevgisi galebe çalıyor. Dünya sevgisinin arkasından da bahillik geliyor.
“—Çok kazanayım da çok hayırlar yapayım!” diye insan bazen kendisini aldatıyor.
Evet çok hayırlar yapacaksın ama, yaptığın hayırlar, girdiğin günahları ödemez. Meselâ, bir fabrika yaptırmışsın, farz edelim ki günde beş bin lira kazanıyorsun. Dört bin lirasını fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, cemiyetlere dağıtıyorsun ama sabah namazına gelemiyorsun, namazını da kılamıyorsun. İşte bu sana yeter de artar. Sen dünyanın fukarasını doyursan, sabah namazına cemaate gelemediğinin günahını ödeyemezsin.
Allah kusurlarımızı affeylesin...
Demek ki Cenâb-ı Peygamber bunu buyururlarken kanaate teşvik ediyor. Çalışmayın demiyor. “Çalışın ama hududu tecavüz edip de ibadet ve taatlarınızı bırakacak dereceye, terk edecek dereceye de gelmeyin!” diyor.
Bugün dünya işine çalışanları tetkik etsek, kaç tanesi namazını kılar, kaç tanesi kılmaz bilmem. Birçok paranın sahibi olmuştur, birçok malın sahibi olmuştur ama ibadetten mahrum olduktan sonra o paraların ne kıymeti var? Bakalım ahirette bizim sırtımıza mı yapışacak, yanlarımıza mı yapışacak, alnımıza mı yapışacak? Bizi yakacak olan paralardan Allah muhafaza etsin...
b. Arafat’ta Gözüne Sahip Olmak
Ahmed ibn-i Hanbel ve daha başka kaynaklar Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler. Arafe günü ile ilgili bir hadîs-i şerif.
Fadl ibn-i Abbas, Veda haccında Peygamber Efendimiz’in bineğine redif olarak binmişti. Yemenli bir kadın bir mesele sormak için Efendimize yaklaştı. Fadl ona bakmaya başladı. Peygamber Efendimiz elini Fadl’ın yüzüne tuttu. Fadl ise, yüzünü öbür tarafa çevirerek bakmaya başladı. Bu sefer Efendimiz elini öbür tarafa çevirip, Fadl’ın yüzünü tekrar kapadı. Sonra Fadl’a şöyle ikazda bulundu:58
ِابْنَ أَخِي، إِنَّ هَذَا يَوْم ، مَنْ مَلَكَ فِيهِ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ وَلِسَانَهُ غُفِرَ لَهُ،
58 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.329, no:3042; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IV, s.330, no:2441; Beyhakî, Fadàilü’l-Evkat, c.I, s.357, no:183; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XII, s.232, no:12974; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.461, no:4071; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.559, no:5545; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.242, no:60; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVIII, s.377; İbn-i Sa’d, Tabâkat, c.IV, s.54; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.131, no:201.
يَعْنِى يَوْمَ عَرَفَةَ (حم. وابن سعد عن عبد الله بن عباس)
RE. 9/2 (İbne ehî, inne hâzâ yevmün, men meleke fîhi sem’ahû ve basarahû ve lisânehû, gufira lehû, ya’ni yevme arafate) (İbne ahî) “Ey kardeşimin oğlu!” İbn, oğul demek. Ahî de kardeşim demek.
“—Ey benim kardeşimin oğlu.” Hitap ettiği kim? Fadl ibn-i Abbas… Hz. Abbas amcasıydı, onun oğluna; “Ey benim kardeşimin oğlu!” diye hitap ediyor.
“—Ey kardeşimin oğlu! (İnne hâzâ yevmün) Bugün öyle bir gündür ki, (men meleke fîhi sem’ahû) kim bugün kulaklarına
hakim olan, kötü şey dinlemeyen, günah dinlemeyen; (ve basarahû) gözüne de hakim olan, kötü şeylere bakmayan; (ve lisânehû) diline de hakim, ağzından köü bir söz çıkarmıyor. Bugün bu üç şeye hakim olursa bir insan, (gufira lehû) o mağfiret- i ilâhiyyeye mazhar olur. (Ya’ni yevme arafate) Yâni Arafe günü…”
Kurban Bayramı’nın arafesinde her kim kulağına, gözüne, diline hakim olabilir de günahlardan bunları muhafaza edebilirse, o gün mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olacağını Cenâb-ı Peygamber tebşir eylemiş.
c. Günün Evvelinde İki Rekât Namaz
Taberânî ve Ebü’ş-Şeyh Abdullah ibn-i Ömer RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:59
اِبْنَ آدَمَ، اِ ضْمِنْ لِى رَكَعَتَيْنِ مِنْ أَوَّلِ النَّهَ ارِ، أَكْفِكَ آخِرَهُ (طب. عن عمر)
RE. 9/3 (İbne âdeme, idmin lî rek’ateyni min evveli’n-nehâri, ekfike âhirehû.) (İbne âdeme) “Ey Adem oğlu, (idmin lî rek’ateyni min evveli’n- nehâri) bana günün evvelinde iki rek’at namazı kılmak için söz ver; (ekfike âhirehû) o günün sonu için ben sana tekeffül ederim ki, Cenâb-ı Hak seni himaye edecek.” Sabah namazının farzıdır demişler, sabah namazının sünnetidir demişler, İşrak namazıdır demişler. Günün ilk vaktinde kılınan iki rekât ama hangisi olduğunu açıklamamış, üçüne de şâmil…
Sabah namazını vaktinde cemaatle kılabilen bahtiyarlar
rahmet-i ilâhiyyeye, mağfiret-i ilâhiyyeye mutlaka mazhar olurlar. Allah cümlemize nasib etsin…
Sabah namazının sünneti kadar kıymetli hiçbir sünnet yoktur. En kıymetli sünnet, sabah namazının sünnetidir. Onun için cemaate geldiğimiz vakitte, baktık ki imam efendi ayakta; hemen
59 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.407, no:13500; Ebü’ş-Şeyh, Tabakàtü’l- Muhaddisîn, c.IV, s.289, no:1216; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.811, no:21524; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.126, no:194.
o iki rekatı kılalım da kaçmasın diye gayret ederiz.
Ama öğleninki öyle değil. Öyleyin baktık ki imam efendi ayakta, Allahu ekber der, uyarız imam efendiye... Sünneti sonra da kılarız.
Ama sabah namazının sünneti namazdan sonra kılınmaz. Onun için onu evvelâ kılmak için gayret ederiz. Çaresiz kalırsak, o zaman mecbur terk etmek zorunda kalacağız ki, imam efendiye uymak daha efdal…
d. Her Eklem İçin Sadaka
Taberânî Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:60
ابنُ آدَمَ سِتُّونَ وثَلاَثُمِائَةِ مَفْصِلٍ عَلَى كُلِّ وَاحِدٍ مِنْهَا فِي كُلِّ يَوْمٍ
صَدَقَة ؛ فَالْكَلِمَةُ الطَّيِّبَةُ يَتَكَلَّمُ بِهَا الرَّجُلُ صَدَقة ، وَ عَ وْنُ الرَّجُلِ
أخَاهُ عَ لَى الشَّيءِ صَدَقة ، وَالشَّرْبَةُ مِنَ الْمَاءِ يَسْقِيهَا صَدَقَة ، و
إِمَاطَةُ الأذَى عَنِ الطَّريقِ صَدَقَة (طب. عن ابن عباس)
RE. 9/4 (İbnü âdeme sittûne ve selâsümieti mafsılin, alâ külli vâhidin minhâ fî külli yevmin sadakatin; fe’l-kelimetü’t-tayyibetü yetekellemü bihe’r-raculü sadakatün, ve avnü’r-racüli ehàhu ale’ş- şey’i sadakatün, ve’ş-şerbetü mine’l-mâi yeskîhâ sadakatün, ve imâtatü’l-ezâ ani’t-tarîkı sadakatün.) (İbnü âdeme sittûne ve selâsümieti mafsılin) “Âdemoğlunda 360 eklem vardır. (Alâ külli vâhidin minhâ fî külli yevmin sadakatin) Her gün için her eklem üzerine sadaka vardır.
60 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.55, no:11027; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.411, no:16309; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.126, no:195.
Bunların her birisi için her gün bir sadaka vermek lâzım!” Başımız oynamasa, kolumuz oynamasa, parmaklarımız oynamasa, ne müşkilata düşeriz. Bunları Cenâb-ı Hak ne güzel yapmış.
Bazı insanlarda bel ağrısı oluyor, belini oynatamıyor. Zavallı tahtaların üzerinde aylarca yatacak da, çeşitli ilaçlarla biraz iyileşecek.
Bu sağlığı verdiğinden dolayı bizim her gün şükren bir sadaka vermemiz lâzım! Günde 360 tane sadaka vereceğiz.
(Fe’l-kelimetü’t-tayyibetü yetekellemü bihe’r-raculü sadakatün) “Kişinin konuşurken söylediği güzel söz sadakadır.” Bir müslüman kardeşine faydalı olabilecek bir söz söylüyor.
Onu sevindirici, memnun edici bir söz ile onu tatyib etmek;
“—Nasılsın kardeşim? Allah sana şifalar versin, afiyetler versin...” diyebilmek bile bir güzel sözdür.
“—Allah uzun ömürler versin, bereketler versin, afiyetler versin, mesrur olun!” gibi sözler, güzel sözdür. Güzel söz birer sadaka yerine geçer.
(Ve avnü’r-racüli ehàhu ale’ş-şey’i sadakatün) “Bir kişinin kardeşine bir şeyde yardım etmesi sadakadır.” Bir şey yapıyor bir insan, gücü yetmiyor. Meselâ bir bavul kaldıracak, gücü yetmiyor. Sen de geliyorsun, kaldırıveriyorsun; kardeşine yardım ediyorsun, o da sadakadır.
(Ve’ş-şerbetü mine’l-mâi yeskîhâ sadakatün) “Bir adam susamış, ona bir bardak su veriyorsun, bir şerbet veriyorsun; bu içirilen su da sadakadır.”
(Ve imâtatü’l-ezâ ani’t-tarîkı sadakatün) “Yoldan eziyet veren
şeyi kaldırmak sadakadır.” Yolda gidiyorsun, bakıyorsun bir taş var, otomobil tekerine batacak çiviler var. Zarar verici şeyleri yollardan giderivermek de bir sadakadır. İmanın en zayıf noktası bu imiş.
Onun için Müslümanların yalnız evlerinin içinin temiz olması kâfi değil; evlerinin dışları ve kapılarının önlerinin de tertemiz
tutulması, İslâm’ın orada geliştiğinin alâmetidir.
Yahudiler sadece evlerinin içini temiz tutarlarmış. Müslümanlar hem evini temiz tutarlar, hem de evinin etrafının temiz olmasına dikkat ederler. Çünkü dışarıdaki pislik, içeriyi de istilâ eder.
Efendimiz birkaç tane nümune gösterdi. Bu gibi şeyler hep sadaka yerine geçer Allah’ın izniyle…
e. Cami Yaptırmanın Karşılığı
Taberânî ve İbn-i Asâkir Ebû Kırsafe RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:61
اُبْنُوا الْمَسَاجِدَ، وَأَخْرِجُوا الْ قُمَامَةَ مِنْهَا؛ فَمَنْ بَنَى ِ للهِ بَيْت ا بَنَى اللهُ
لَهُ بَيْتا فِي الْجَنَّةِ؛ قِيلَ: يَا رَ سُولَ اللهِ، وَهٰذِهِ الْمَسَاجِدَ الَّ تِى تُبْنَى
فِى الطَّرِيقِ؟ قَالَ : نَ عَمْ؛ وَ إِخْرَاجُ الْقُمَ امَةِ مِنْهَا مُهُورُ الْحُورِ الْعِينِ
(طب. وابن النجار، ض. عن أبى قِرصافة)
RE. 9/5 (Übnü’l-mesâcide, ve ahricü’l-gumâmete minhâ, femen benâ li’llâhi beyten, bena’llàhu lehû beyten fi’l-cenneti; kîle: Yâ rasûla’llàhi, ve hâzîhî’l-mescide’lletî tübnâ fi’t-tarîk? Kàle: Neam; ve ihrâcu’l-kumâmeti minhâ mühûrü’l-hûri’l-în.) (Übnü’l-mesâcid) “Ey Ümmet-i Muhammed, siz elinizden geldikçe cami bina edin, cami yapın!” Bugün bunun aleyhinde konuşanlar da var maalesef.
“—Her taraf cami dolu, artık camiye lüzum mu var? Paramızı şuraya verelim, şuraya verelim…” diye söyleyenler oluyor ki, bu
61 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.19, no:2521; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.II, s.113, no:1949; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.V, s.110; Ebû Kırsafe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.655, no:20766; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.137, no:212.
hem abestir, hem hatalı bir sözdür.
Camiler İslâm’ın alâmetidir. Şimdi burada bu cami olmasa, ben buradan kalkıp da Fatih camiine gidemem ki... Benim gibi çok insan da gidemez. Ancak oraya gençler gidebilir, yahut vasıtası olanlar gidebilir. Bizim gibi zuafâ, nerede yakın bir yer var, oraya gitmeye çalışır. Binâen aleyh camiler ne kadar çok olursa, bizim için o kadar iyi olur.
Camileri yapınız amma, (ve ahricu’l-gumâmete minhâ) camilerdeki süprüntüleri de aman camide bırakmayın! Orada süprüntü, toz toprak, kirlilik görüyorsanız oradan çıkarın! Yâni camilerinizi daima temiz tutun!
(Ve men benâ li’llâhi beyten) “Her kim Allah için bir ev, bir mescid binâ ederse…” Evinizin altındaki dairelerinizi mescid yapsanız, o da bunun yerine geçer. Mutlaka mescid yapmak için böyle kubbeli, şatafatlı bina olması şart değildir. Müslümanların namaz kılacağı bir yer yapabiliyor musun; on kişilik, yirmi kişilik, otuz kişilik… O da mesciddir.
“—Kim ki böyle bir mescid bina ederse, (bena’llàhu lehû beyten fi’l-cenneti) Allah Celle ve A’lâ da o kişiye cennette bir ev binâ eder.” (Ve ihrâcu’l-kumâmeti minhâ, mühûrü’l-hûri’l-în.) “Bu yapılan camilerden silip süpürdüğünüz tozlar, ahiretteki hurilerinizin mehirleri, yâni nikâh paraları olacak.
Onun için bize belki soracaklar yarın:
“—Sen huri istiyorsun ama, hani bakalım nikâh paran? Hiçbir camiyi süpürdün mü, hiçbir caminin temizliğine yardım ettin mi?” “—Camileri silip süpürecek kayyumu var, müezzini var; bana ne?” O başka, o müezzinin vazifesidir ama, bizim de bunun sevabına katılmamız zor bir şey midir? İnsan eline süpürgeyi alır da gördüğü süprüntüleri sürüverirse, günaha girmez ya herhalde… İyi bir şeydir.
Onun için bizim rahmetlik üstazımız vardı. Şu Samsunlu Dr. Abdullah Altuniç var... Onun babası [Açıkbaş Ömer Efendi]62 benim babama çok benzerdi de, pek severdim onu… Onun sözü:
“—Bir adam hasta olur. Doktorlar çeşitli ilaç verirler, şifa olmaz. Bu adam camiyi süpürsün, süprüntüsünü bir suya atsın. O su ile bir banyo yapsın! O hastalık ondan gider.” demiş.
Biz de Medine-i Münevvere’den gelirken, rica ettik oradaki hizmetkârlara:
“—Şu süpürdüğünüz süprüntülerden bize bir parça verin!” dedik, verdiler
Bir kardeşi var onun, terazinin başında donuyormuş. O doktor bu doktor para etmemiş. Biz geldik hacdan… “—Amah hocaefendi, benim biraderim var. Böyle böyle hasta oluyor, kazık gibi kalıyor terazinin başında... Saranın bir nev’i
62 Açıkbaş Ömer Efendi (Ömer Şevki Altuniç) (1877-25.03.1950)
1877 Yılında Artvin’de doğdu. Rus işgali nedeniyle ailesi Samsun’a göç etti. 1898-2008 yılları arasında Edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha sonra ticaretle meşgul oldu.
Gümüşhaneli Dergâhı’na mensub Hacı Ferşad Efendi’ye (1866-1929) intisab etti. 1921-25 yılları arasında İstanbul’da, Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında iki defa halvet yaparak sulûkunu tamamladı. Şapka inkılabından sonra başı açık dolaştığı için Açıkbaş lakabıyla meşhur oldu.
Şeyhinin vefatından sonra Samsun’da irşad görevine başladı. Samsun ve ilçelerinden, Karadeniz bölgesinden pek çok müridi vardı. Tekkeler kapatıldığı için müridlerinin manevi eğitimlerini evinde yaptığı haftalık sohbetlerle; Hatm-i Haceganı ise Fener’deki bağ evinde yaparak müridlerinin yetişmesini sağlardı.
Şeyh olduğu için devamlı takip edilir, gözetlenirdi. Hatta şehir dışına çıkması yasaklanmıştı.
Ömer Şevki Efendi 25 Mart 1950 Cumartesi günü sabah saat 07:10’ da dâr-ı bekâya irtihal eyledi. Cenazesi Pazar günü Seyyid Kutbuddin mezarlığına defnedildi. Rahmetu’llàhi aleyh.
galiba… Bir saat yahut yarım saat sonra ayılıyor.
Allah’ın izniyle Medine’den getirdiğimiz hediyeden bir parça verdik adama, Allah’ın izniyle bir daha da hastalanmamış.
Oradan süprüntüleri çıkarınız. Bu da cennette evleneceğiniz hanımların nikâh parasıdır ha… Nikâh yaparken, “Mihr-i muaccel, mihr-i müeccel ne vereceksin?” diyoruz.
“—Şu kadar altın vereceğim, şu kadar gümüş vereceğim!” diyor.
f. Kader Konusunda Tartışmayın!
İbn-i Asâkir, Ebû Ya’lâ ve Heysemî Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:63
أَبِهَذَا أُمِرْتُمْ، وَبِهَذَا عُنِيتُمْ؟ إِنَّمَا هَلَكَ الَّذِين مِنْ قَبْلَكُمْ بِأَشْبَاهِ هَذَا؛
ضَرَبُوا كِتَابَ اللهِ بَعْضَهُ بِبَعْضٍ، أَمَرَكُمُ الله بِأَمْرٍ فَاتَّبِعُوهُ، وَنَهَاكُمْ
فَانْتَهُوا (كر. قط. والشيرازي في الألقاب عن أنس؛ أن النبي عليه
السلام، سمع قوما يتراجعون في القدر، قال فذكره)
RE. 9/6 (E bi-hâzâ ümirtüm ve bi-hâzâ unîtüm? İnnemâ heleke’llezîne min kabliküm bi-eşbâhi hâzâ; darabû kitâba’llàhi ba’dahû bi-be’dın, emerekümü’llàhu bi-emrin fettebeùhü, ve nehâküm fe’ntehû.) Bu kader meselesi hakkında konuşuyorlar ashab-ı kirâm. Şu şöyle diyor, bu böyle diyor, ayetlerden bahsediyorlar. Cenâb-ı
63 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.429, no:3121; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.412, no:11853; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIX, s.320; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.138, no:216; Câmiü’l-Ehàdis, c.I, s.138, no:216.
Peygamber bunların üzerine gelmiş, demiş ki:
(E bi-hâzâ ümirtüm) “Siz bununla mı emrolundunuz? (Ve bi- hâzâ unîtüm) Sizden istenen bu mudur? Siz bununla memur musunuz, ne vazifeniz sizin?” O bir delil getiriyor, öbürü bir delil getiriyor. İkisi de Kur’an’dan… Arada ayrılıklar hasıl oluyor. Buyurdu ki:
(İnnemâ heleke’llezîne min kabliküm bi-eşbâhi hâzâ) “Sizden
öncekiler Allah’ın kitabının bir kısmına karşı koymaları sebebiyle helâk oldular. Binaen aleyh, (Emerekümü’llàhu bi-emrin fettebeùhü) Allah size ne emrettiyse, onu tutun! (Ve nehâküm fe’ntehû) Neyi yasakladıysa, ondan da kaçının! Sizin vazifeniz o… Emr-i ilâhîyi tutmak, yasaklardan da kaçınmak.” Kader hakkında uzun boylu tartışmalar caiz değil. Çünkü bizim kafamız o kadar büyük işleri tartacak mahiyette değil.
g. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer Hakkında
Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî ve İbn-i Mâce Hz. Ali RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:64
أَبُو بَكْرٍ وَعُمَرُ سَيِّد ا كُهُولِ أَ هْلِ الْجَنَّةِ مِنَ الأَوَّلِينَ وَالآخِرِينَ إِلََّّ مَا
خَلاَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ (حم. ت. ه. عن عَلِيَ؛ ه. عَنْ أبي جُحَيْفَةَ؛
64 Tirmizî, Sünen, c.XII, s.125, no:3599; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.105, no:92; Bezzâr, Müsned, c.II, s.237, no:5730; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.437, no:1781; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.177; Hz. Ali RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.340, no:8808; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.IX, s.41, no:14360; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLIV, s.173; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.110, no:97; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.272, no:4174; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XV, s.330, no:6904; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.III, s.58, no:493; Ebû Cuhayfe RA’dan. İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.VII, s.118, no:490; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.562, no:32654; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.147, no:233.
ض. عن أنَس؛ طس. عن جابِرٍ وعن أبي سعيدٍ)
RE. 9/7 (Ebû bekrin ve umeru seyyiden kühûli ehli’l-cenneti min evvelîne ve’l-âhirîne, illâ mâ hale’n-nebiyyîne ve’l-mürselîn.) “Evvelkiler ve sonrakiler içinde peygamberler ve rasuller hariç, cennet ehlinin olgunlarının efendisi Ebu Bekir ve Ömer RA’dır.” Ebû Bekir ve Ömerü’l-Fâruk Hazretleri ashab-ı kiramın en büyükleridir. Birinci halife Hz. Ebû Bekir, ikinci halife de Hz. Ömer RA’dır. Kühûl demek, ehl-i cennetin en halim ve en akıllı kimseler demek. Ehl-i cennetin en halim ve en akıllı insanları bu ikisi oluyor, cennette bile...
h. Dört Halifenin Fazileti
İbn-i Hibbân, Taberânî ve İbn-i Adiy Câbir ibn-i Abdullah RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:65
أبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَزِيرِي، وَخَلِيفَتِي عَلَى أُمَّتِي مِنْ بَعْدِي ؛ وَعُمَرُ
يَنْطِقُ عَلَى لِسَانِي؛ وَعَلِي ابْنُ عَمِّي وَأَخِي، وَحَامِلُ رَايَتِي؛ وَعُثْمَانُ
منِّي، وَأَنَا مِنْ عُثْمَانَ (الخليلى فى مشيخته عن أنس؛ حب. فى الضعفاء، طب. عد. عن جابر؛ كر. عن عمرو بن شعيب عن
أبيه عن جده)
RE. 9/8 (Ebû bekrini’s-sıddîk vezîrî, ve halîfetî alâ ümmetî min ba’dî; ve umeru yentıku alâ lisânî; ve aliyyün ibnü ammî ve ahî, ve hàmilü râyetî; ve usmânü minnî, ve ene min usmâne.)
65 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.437, no:1782; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.628, no:33061; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.142, no:222.
(Ebû bekrini’s-sıddîk vezîrî) “Ebu Bekr-i Sıddık benim vezirimdir, (ve halîfetî alâ ümmetî min ba’dî) ve ümmetim üzerine benden sonra halifemdir. (Ve umeru yentıku alâ lisânî) Ömer benim dilimle konuşur. (Ve aliyyün ibnü ammî ve ahî) Ali benim amcamın oğlu ve kardeşimdir; (ve hàmilü râyetî) ve sancağımı taşıyandır. (Ve usmânü minnî) Osman bendendir, (ve ene min usmâne) ben de Osman’danım.”
i. Yemenliler ve Veys el-Karanî
Buhàrî ve Müslim Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:66
أَتَاكُمْ أَهْلُ الْيَمَنِ، هُمْ أَرَقُّ أَفْئِدَة وَأَلْيَنُ قُلُوب ا، اَلإِْيمَانُ يَمَانٍ، وَ
الْحِكْمَةُ يَمَانِيَة ؛ وَالْفَخْرُ وَالْخُيَلاَءُ فِي أَصْحَابِ الإِْبِلِ، وَالسَّكِينَةُ
وَالْوَقَارُ فِي أَهْلِ الْغَنَمِ (خ. م. عن أبى هريرة)
RE. 9/9 (Etâküm ehlü’’l-yemeni, hüm erakku ef’ideten, ve elyenü kulüben, el-îmânü yemânin, ve’l-hikmeti yemâniyetün; ve’l- fahru ve’huyelâü fî ashàbi’l-ibili, ve’s-sekînetü ve’l-vakàru fî ehli’l- ganemi.)
66 Buhàrî, Sahîh, c.XIII, s.294, no:4037; Müslim, Sahîh, c.I, s.177, no:79; Tirmizî, Sünen, c.XII, s.447, no:3870; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XVI, s.286, no:7279; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.235, no:7201; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.385, no:1681; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.216; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.376, no:6235; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.363; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.219, no:4025; Şeybânî, el-Âhad ve’l-Mesânî, c.IV, s.116, no:2278; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.47, no:33939; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.157, no:253.
“Size Yemen halkı gelir. Onlar ince kalpli, yufka yüreklidirler. İman Yemen’dendir. Hikmet de Yemen’lidir. Övünme ve böbürlenme deve sahiplerindedir. Vakar ve sekinet ise koyun sahiplerindedir.” (Etâküm ehlü’’l-yemeni) “Size Yemenliler geldi. (Hüm erakku ef’ideten, ve elyenü kulüben) Onlar pek ince kalpli ve çok yumuşak yüreklidirler. Hakkı çabuk kabul ederler, çok da yumuşaktırlar.” (El-îmânü yemânin) “İman Yemen’dendir. (Ve’l-hikmeti yemâniyetün) Hikmet de Yemen’lidir. (Ve’l-fahru ve’huyelâü fî
ashàbi’l-ibili) Öğünme ve kibirlenme deve sahiplerindedir. (Ve’s- sekînetü ve’l-vakàru fî ehli’l-ganemi) Sekînet ve vekar ise koyun sahiplerindedir.”
Peygamber SAS Efendimiz:
“—İmanın kokusu Yemen’den geliyor.” buyurmuşlar.
Bununla Veys el-Karânî Hazretleri’ni murad etmişler. Yâni Yemen’de Veys el-Karânî Hazretleri var.
“—Veys el-Karânî’nin nesini medhetti Rasûlüllah?” Veysel-Karânî’nin bir şeyi yok dünyada. Belki ayıp olur söylemesi, önünü örtecek bir elbisesi yok. Hurma liflerinden bir şey örmüş, onunla örtüyor önünü... Çıplak vücutla hurma çekirdeklerini topluyor; bir kısmını hayvanlarına yediriyor, bir kısmını da satıp annesine maişet temin ediyor.
Çobanlık yapıyor. Okuması, tahsili yok. Kendisindene fazilet var ki Cenâb-ı Peygamber medhetti? İnsanın aklını durdurur yâni…
Efendimiz son günlerinde hırkasını Ebû Bekr-i Sıddîk ile Hazret-i Ali’ye emanet etmiş; “Ben öldükten sonra götürün, ona verin!” demiş. “Avucunun içinde onun, şu kadar beyazı vardır.” demiş.
Rahmetlik olmuş Cenâb-ı Peygamber SAS, götürmüşler. Aramışlar, sormuşlar. Birisi, “Ben biliyorum yerini, filân yerdedir.” demiş.
Mâlum, Peygamberimizi ziyarete geldi, göremedi, Rasûlüllah’ın dişini gördü. Onun üzerine dişlerini söktüğünü rivayet ederler ama, Allah bilir.
“—Annem razı olmuyor!” diyerekten fazla da beklemedi.
Burası çok dikkate şâyân... Annem bana, “Evine git, evde ise gör; evde yoksa dön gel!” dedi diye Cenâb-ı Peygamber’i evde bulamayınca, artık onu göreceğim diye beklemedi. Annem böyle tavsiye etti, annemin sözüne uyacağım dedi, gitti. Şimdi bizim halimiz ne kadar acıdır. Anne ve babaya nasıl bir gözle bakıyoruz? Onlara karşı sevgimiz neden ibaret? Sözlerine ne kadar mutiyiz?
“—Canım, Peygamber Efeendimiz7e ben gitmişim de onu görmeden döner miyim artık?” Elbette anama derim ki:
“—Ana oldu bitti işte… Oraya gittim, ben elbette göreceğim o Peygamberi… Onun için biraz geç kaldım.” deriz.
Fakat o ne diyor:
“—Annem bu kadar müsaade etti.” diyor.
“—Cennet ananın, babanın ayağı altında…” dememişler mi canım? Bâhusus ananın ayağı altında…
Birisi Rasûlüllah Efendimiz’e sordu:
“—Ben kime iyilik yapayım?” dedi. “—Annene iyilik yap!” dedi.
“—Sonra kime iyilik yapayım?” dedi.
Üç defa “Annene iyilik yap!” dedi, sonra “Babana iyilik yap!”
dedi. Çünkü annenin hakkı çok! Karnında taşıdı bu kadar… Ondan sonra seni büyütmek için ne kadar uğraştı. Şimdi sen kalk da ona kafa tut! Olur mu hiç?
Onun için, “Bana imanın kokusu Yemen’den geliyor.” buyurdu. Niçin? Orada Veys el-Karanî var! O Veysel-Karanî’yi buldular.
“—Rasûlüllah’ın sana emaneti var, onu getirdik!” dediler.
Evvelâ, “Ben buna lâyık değilim!” filân dedi. Sonra kabul etti, çekti gitti bir tarafa… Gelmiyor. Baktılar, kapanmış secdeye:
“—Yâ Rab, bunu Peygamberin bana göndermiş, ben bunu giymem, Ümmet-i Muhammed’i affetmedikçe…” Çoban diyor bunu arkadaş! Onlar yanına gelince:
“—Niye geldiniz? Gelmeseydiniz Ümmet-i Muhammed’in hepsi affolacaktı.” dedi.
Allah’ın sevgili kulu…
Sevgili kulu olmak için imam olmak, hoca olmak, şeyh olmak, şeyhü’l-islâm olmak para etmiyor, Allah’ın razı olduğ bir kul olmak gerekiyor. Allah senden razı olsun, yeter o....
Allah şefaatine nail etsin cümlemizi...
Onun için, menâkıb kitaplarını çok okuyun! Tezkiretü’l-Evliyâ
diyorlar, çeşitleri var; okuyun! Ashab-ı kiramın hallerini okuyun, Rasûlüllah’ın hallerini okuyun! Çok tatlıdır. İslâmiyet, insaniyet, iman sağlamlaşır ve kökleşir.
j. Ramazan’ın Faziletleri
Taberânî ve İbnü’n-Neccâr Ubâde ibn-i Sâmit RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:67
أَتَاكُمْ شَهْرُ رَمَضَانَ شَهْر بَرَكَة ، فِيهِ خَيْر يُغَشِّيكُمُ اللهُ، فَيُنْزِلُ
الرَّحْمَةَ، وَ يَحُطُّ فِيهِ الْخَطَايَا، وَيَسْـتَجِيبُ فِيهِ الدُّعَاءُ، يَنْظُرُ
اللهُ تَنَافُسـَـكُمْ، وَ يُبَاهِي بِكُمْ مَلاَئِـكَ تـهُ، فَأَدُّوا اللهَ مِنْ أَنْفُ سِكُمْ
خَيْرَا، فَإِنَّ الشَّقِيُّ مَنْ حُرِمَ فِيهِ رَحْمَةُ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ (طب. و
ابن النجار عن عبادة)
RE. 9/10 (Etâküm şehru ramadàn) “Size Ramazan ayı geldi, Ramazan ayına nâil oldunuz, vâsıl oldunuz. Ramazan ayına girmiş oldunuz.” Ramazan demek münasib değil, Ramazan Esmâ-ü Hüsnâ’dandır derler. Onun için Ramazan ayı geldi de.
(Şehrun bereketün) “Ramazan ayı bereket ayıdır.” Hayır ve bereketin, bolluğun, mânevî ve maddî nimetlerin çok olduğu bir bereket ayı... Hiç farkına varmayız onun. Allah-u Teàlâ’nın nimetleri yağar durur üzerimize...
Herkes Ramazan’da çok mes’uddur. Bereket dediğimiz şey yalnız ekmek, yemek değil ki... İnsanın gönlüne bir rahatlık gelir, huzur gelir, vücutta bir rahatlık, huzur bulur; evinde bir rahatlık, huzur bulur... Hep bunlar bereketin ihsânıdır.
(Fîhi hayrun) “Bu Ramazan ayında bir hayırlar vardır ki, (yugaşşîkümü’llàh) Allah rahmetiyle sizi gaşyeder. Balığın suya gark olduğu gibi, siz de o rahmet-i ilâhiyenin içine gark olursunuz.
(Ve yünzilü’r-rahmeh) Rahmeti ilâhî öyle iner ki... O rahmet-i
67 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.271, no:2238; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.III, s.344, no:4783; Ubâde ibn-i Sâmit RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.8, s.467, no:23692; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.158, no:255.
ilâhî deyince, yağan yağmur değil, gönüllere inen rahmet. Öyle iner ki, (ve yahuttu fîhi’l-hatâ) günahları götürür. O yağmur yağar yoldaki pislikleri götürür; bu yağmur da gönüllerdeki kirleri, hataları götürür.
(Ve yestecîbü fîhi’d-duà’) Yalvarırız, Allah Allah deriz ya, bakarsın Allah o duaları da geri çevirmez. Ramazan’da kabul ediverir.
“—Yâ Rabbi, çok sıkıldık, çok bunaldık... İşte gönlümüze açıklık ver, çocuklarımıza iyilikler ver, evimize bereketler ver... Şunu ver, bunu ver...”
İster insan Cenâb-ı Hak’tan. Bakarsın ki, hakîkaten evinde bereketler, çoluk çocukta bir rahatlık, huzur, bir şeyler olur.
(Yenzuru’llàhu tenâfüseküm) Allah-u Teàlâ kullarına bir bakar. Onların Ramazan’a olan rağbetini görüyor ki, geceleyin kalkmışlar, sahur yiyeceğiz diye uğraşıyorlar. Akşam iftar zamanı olmuş, iftar hazırlıkları yapıyorlar. Sofranın başında bekleşiyorlar, ‘Top atılsın da oruç bozalım!’ diyorlar. Tabii bu büyük bir mazhariyet. Onların hallerini görünce, (ve yübâhîküm melâiketihî) Cenâb-ı Hak meleklerine diyor ki:
“—Ey meleklerim, şu kullarıma bir bakın! Ekmekleri önlerinde, suları önlerinde, sıcak mevsimde yürekleri de yanıyor ama, ellerini uzatıp da ne o suyu içebiliyorlar, ne o yemekten bir şey yiyebiliyorlar. Onlara ben şehvet de verdim ama, o şehvetlerini de yendiler, her şeylerini de yendiler. Huzur ile benim emrime itaaten bekleşiyorlar.” diye meleklerine mübâhat eder, över ve sizinle iftihar eder.” buyuruyor Peygamber Efendimiz.
(Feeddu’llàhe min enfüsiküm hayran) “Öyle ise siz bu Ramazan ayında nefislerinize hayırlar işleyin, hayırlar yapın! (Feinne’ş-şakıyyu) Asıl şakî o kimsedir ki...” Evvelki akşam Berat gecesiydi. İnsanlar iki çeşit; birisi şakî, birisi said... Herkes ne hal kazandıysa, o hali kazandı. Şimdi şakîlik ne imiş?.. (Feinne’ş-şakıy, men harume fîhi rahmeta’llàh)
“Bu Ramazan ayında Allah’ın rahmetinden mahrumiyet, şekàvetin alâmetidir.”
Berat gecesinde şakî defterine geçmiş o adam. “Nereden biliyorsun?” diyeceksin. Sebebi, işte bak belli. O mübarek aya saygı gösteremiyor, o mübarek ayda orucunu tutamıyor.
Hatta günahları yazarken, orada diyor ki: “Bir müslüman müslüman olduğu halde, Ramazan ayında İslâmiyet’i tahkir ile alenen oruç yerse, katli caizdir.” demiş.
Sen nasıl müslümansın?.. Hastaysan, saklıca bir yerde ye... Hasta değilsin, arazın da yok. Elinde sigara... Bu da İslâm dininin bir emridir. “Ben İslâm değilim, yahut ben tanımıyorum sizin dininizi!” demektir. Onun için, katline kadar ferman vermişler.
Bir insan cahillik iktizasıyla, yemiştir Ramazan’da bir gün, iki gün; yahut bir Ramazan, iki Ramazan... Tevbe etti, pişman oldu, “Niçin ben bunu yaptım?” diyerekten. Şimdi buna karşılık bir cezası var bunun. Bu ceza demek, onu kurtardı demek değildir. Altmış gün bilâ fâsıla, arasını açmadan oruç tutacak, bunun cezası olaraktan. Bir de tutmadığı gün var, 61 gün oruç tutacak.
Fakat, bu bir gün yediğini acaba nasıl öder? Bir gününe karşı bir ay tutsak, ödeyebilir miyiz bu bir gün yediğimizi?.. Hayır! Bir insan ömrü boyunca, hiç durmadan bütün sene oruç tutsa, o bir gün yediği orucun sevabına erişemez!
Bu kadar cahillik olmaz yâni, Allah hepimizi affetsin...
Bizim küçüklüğümüzde, —biz Bursalıyız da— Bursamızda Ermeniler de vardı, Yahudiler de vardı. Ben küçüğüm o zaman daha, burada da öyleymiş, kitaplara kadar geçmiş: Ramazan ayında hristiyanlar bile müslümanlara hürmeten yemeklerini saklı yerlerdi.
Ben kendim şahidim. Dedem bir işi dolayısıyla, bir Ermeni’nin mağazasına girdi. Öğle yemeği geldi, Ermeni saklandı, gitti, içerideki hücresine, yemeğini orada yedi. Her zamanki yediği yerde yemedi, biz varız diyerekten. Ben çocuğum, ama dedem vardı yanımda.
Biz müslümanlara hürmeten, o günün hristiyanları da oruçlarını alenen yemezlerdi. Bunu kitaplarımıza da yazmışlar da, hatta bir vakit, bir hristiyanın çocuğu müslümanların oruç ayında sokakta ekmek yemiş. Babası onu bir döğmüş evde; “—Sen utanmadın mı, bugün müslümanların oruç ayı olduğunu bilmiyor musun? Neden bu edepsizliği yaptın?” diyerekten döğmüş. Allah da ona iman nasib etmiş.
Bugün bunu bir müslüman yaparsa, ona da artık ne nasib eder bilmem...
k. Ramazan’ın Özellikleri
Neseî ve Ahmed ibn-i Hanbel, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.
Cenâb-ı Peygamber SAS buyurmuşlar ki:68
أَتَاكُمْ شَهْرُ رَمَضَانُ، شَهْر مُبَارَك ، فَرَضَ اللهَُّ عَلَيْكُمْ صِيَامَهُ؛ تُفْتَحُ فِيهِ
أَبْوَابُ الْجَنَّةِ، وتُغْلَقُ فِيهِ أبوابُ الْجَحِيمِ؛ وتُغَلُّ فِيه مَرَدَةُ الشَّياطينِ، وَ
فيهِ لَيْلَة هِيَ خَيْر مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ؛ مَنْ حُرِمَ خَيْرَهَا فَقَدْ حُرِمَ (ن. حم. هب. عن أبي هريرة)
RE. 10/1 (Etâküm şehru ramadàn, şehrun mübârekün, farada’llàhu aleyküm sıyâmehû; tüftehu fîhi ebvâbü’s-semâ, ve tu’leku fîhi ebvâbü’l-cehennem, ve tükallü fîhi meredetü’ş-şeyâtîn; ve fîhî leyletün hayrun min elfi şehrin; men hurime hayrahâ, fekad
68 Neseî, Sünen, c.IV, s.129, no:2106; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.230, no:7148; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.66, no:2416; Beyhakî, Şuabü’l- İmân, c.III, s.307, no:3600; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.73, no:1; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.418, no:1429; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.1, no:8959; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.113, no:2594; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.8, s.739, no:23661; Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.45, no:94; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.158, no:257; Münzirî, et-Tergîb, c.II, s.59, no:1489.
hurime.)
(Etâküm şehru ramadàn) “Size Ramazan ayı geldi. (Şehrun mübârekün) Bu ay mübarek bir aydır. (Farada’llàhu aleyküm sıyâmehû) Cenâb-ı Hak bu ayda oruç tutmayı size farz etmiştir.”
(Tüftehu fîhi ebvâbü’s-semâ) “Bu ayda semâ kapıları açılır.” Bunda mânâlar var. (Ve tu’leku fîhi ebvâbü’l-cehennem) “Cehennemin kapıları da kapanır. (Ve tügallü fîhi meredetü’ş- şeyâtîn) Şeytanların asîleri, inatkârları; onlar da zincirlenir, müslümanlara zarar veremesin diyerekten.”
Ama dersen ki:
“—Ramazan’da bu kadar da kötülükler oluyor ya, hani şeytanlar yoktu?..” O şeytanların işi değil de, nefislerin işi. Nefis şeytandan çok beterdir. Şeytan, “Ben bunu yapmayacağım!” dediğin vakitte, seni zorlamaz, döner başka bir tarafa. Şeytanın oyunu çok, burada ısrar etmez. “Ben oruç tutacağım!” dersin, “Tut, tut!” der, o seni başka taraftan yıkmağa çalışır. Ama nefis öyle değil. Nefis mutlaka yaptıracaktır, inadı inattır. Onun için, yapılan hatalar hep nefsin tesiriyle olur, şeytanların tesiriyle değil.
Sonra, şeytanların büyükleri bağlanıyor, azılıları bağlanıyor. Ufaklar tefekler yine ortada dolaşıyorlar demek ki...
(Ve fîhi leyletün) “O Ramazan ayında bir gece de vardır ama, o gece ki, (hayrun min elfi şehrin) bin aydan hayırlıdır.” Seksen küsür sene ediyor, bir adamın ömrü de o kadardır. Ondan hayırlı imiş, o gecede yapılan bir ibadet.
Ama bu da saklı... Ramazan ayının içerisinde Kadir gecesi saklıdır.
“—E yirmi yedinci gecesi biliyoruz?” Evet, yirmi yedinci gecesi biliriz ama, hakîkaten saklıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın evliyası saklıdır. İşte filân kes evliyadır... Saklıdır o, bilinmez. Niçin bildirmemiş?.. Herkesi evliyâ bilsinler diyerekten. Evliyâyı bildirse, adamı parçalarız biz, elini eteğini bırakmayız artık... Onun için saklamış.
Duayı da saklamış. Hangi saatte dua kabul olunacak, o da
saklıdır. Her saatte dua et... Meselâ cuma günü saat-i icâbet var, ama saklı. Cuma gününün sabahından akşamına kadar icabet saatidir, yalvar dur Allah’a... Velîsini sakladığı gibi, bu Kadiri de saklamıştır. Niçin?.. Her geceyi Kadir bilsinler diyerekten. Her gece ibadet ü taatini muntazaman yapan adam Kadre kavuşur.
Gece ibadetleri çok matlubdur. Yatsı namazından çıktıktan sonra taze bir abdest alır insan, Allah-u Teàlâ’nın verdiği kudret nisbetinde, vakitler müsaitse epeyce bir namaz kılabilir. Tesbih çekebilir, Kur’an okuyabilir. Derken Ramazan gelir, çıkar. İşte o buldu Kadri... Yoksa, “Yirmi yedinci gecesi ben sabaha kadar uyumayayım da ibadet edeyim!” dersen, o şüpheli bir şey.
(Men hurime hayrahâ) “Kim o ayın hayrından mahrum kalmışsa, (fekad hurime) o kimse hakikaten bütün hayırlardan mahrum kalmıştır.”
l. Peygamber Efendimiz’in Şefaati Tercih Etmesi
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:69
أَتَانِي آتٍ مِنْ عِنْدِ رَبِّي، فَخَيَّرَنِي بَيْنَ أَنْ يُدْخِلَ نِصْفَ أُمَّتِي الْجَنَّة،
وَبَيْنَ الشَّفَاعَةِ؛ فَاخْتَرْتُ الشَّفَاعَةَ، وَ هِيَ لِمَنْ مَاتَ لََّ يُشْرِكُ بِاللهِ
شَيْئ ا (حم. عن أبي موسى؛ ن. حب. عن عوف بن مالك)
RE. 10/2 (Etânî âtin min indi rabbî, fehayyarenî beyne en
69 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.478, no:2365; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.29, no:24048; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.73, no:134; Tayâlisî, Müsned, c.II, s.339, no:1091; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.881; Avf ibn-i Mâlik RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.404, no:19634; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.405, no:31892; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.160, no:261.
yüdhile nısfe ümmetî el-cennete, ve beyne’ş-şefâati; fa’htertü’ş- şefâate, ve hiye li-men mâte lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en.)
(Etânî âtin min indi rabbî) “Rabbimin indinden bir melek geldi bana veyahut bir ilham geldi. (Fehayyeranî) Beni muhayyer kıldılar. Dediler ki: (En yedhule nısfe ümmetî el-cenneh, ve beyne’ş- şefâah) ‘Senin ümmetinin yarısını cennete mi koyalım, yoksa şefaat hakkı mı verelim?’ diyerekten, bana muhayyerlik verdiler. (Fa’htertü’ş-şefâah) Ben de şefaati ihtiyar ettim.”
Yarısına razı olmadı yâni. Şefaati istedi ki, hepsini kurtarsın. Allah şefaatine nâil eylesin...
(Ve hiye) “O benim şefaatim, (li-men mâte lâ yüşrikü bi’llâhi şey’â.) Allah’a şirk koşmadan ahirete göçen insanlar içindir. Onlar benim şefaatime mazhardırlar.” Hepimiz inşaallah o şefaat-i Peygamberîye mazhar oluruz. Ama bir şart koştu: “Allah’a şirk koşmayın!” dedi.
Biraz evvel bir Ermeni getirdiler. Dediler ki:
“—Bu Ermeni çok iyi bir insan, yalnız biraz sapıklığı var!” “—Dinleyeyim kendisini...” dedim.
Dedi ki:
“—İsa AS’ı onu bizi kurtarmak için Allah gönderdi. O canını da bize feda etti. Allah’ın bir parçasıdır.” dedi.
Dedim:
“—Yavrum, İsa AS yer miydi?” “—Tabii beşer, yemeden duramaz. İhtiyaç var.” “—Def-i hâcet de eder miydi?” “—Tabii, def-i hacet de ederdi.” “—Bunlar noksanlık değil midir? Allah noksanlıktan münezzeh değil mi? Böyle yeyip, içip de def-i hacet ihtiyacı hisseden mahlûk, Allah olur mu? Bu kadar şeyi sen idrak edemiyor musun?” dedim.
Fakat, kafalara yerleşen yanlışlık, kolayca silinmiyor. Yanlış bir fikir kafaya girdi mi; onu silmek, oradan atmak çok müşküldür. Ancak hidayet-i ilahiye bağlıdır.
Allah noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf
zâtı ecellü a’lâdır.
Bu insana gelince, yemese dayanamaz, içmese dayanamaz, uyumasa dayanamaz, aciz bir mahlûk... Acizden Allah olur mu?
m. Tàùn ve Hummâ
Ahmed ibn-i Hanbel ve İbn-i Sa’d Ebû Useyb RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:70
أَتَانِي جِبْرِيلُ بِالحُمَّى والطَّاعُونِ، فأَمْسَكْتُ الْحُمَّى فِي المَدينَةِ،
وَأَرْسَلْتُ الطَّاعُونَ إِ لَى الشَّامِ؛ فَالطَّاعُونُ شَهَادَة لأُمَّتِي، ورَحْمَة
لَهُمْ، ورِجْس عَلَى الْكَافِرِينَ (حم. وابنُ سعدٍ عن أبي عسيب)
RE. 10/3 (Etânî cibrîlü bi’l-hummâ ve’t-tàùni, feemsektü’l- hummâ bi’l-medîneti, ve erseltü’t-tàùne ile’ş-şâmi; fe’t-tàùnu şehâdetün li-ümmetî, ve rahmetün lehüm, ve ricsün ale’l-kâfirîne.) (Etânî cibrîlü bil-hummâ vet-tàùn) “Cebrâil bana hummâ ve tàunla geldi.” İki hastalık. (Feemsektü’l-hummâ bi’l-medîneh) “Hummâyı Medine’de alakodum. Sıtma… (Ve erseltü’t-tàùni ile’ş- şâm.) Tàunu da Şam’a yolladım. (Fettàùnü şehâdetün li-ümmetî ve rahmetün lehüm) Tàun ümmetim için şehidlik ve rahmettir.” Yâni, “Şamlılar tuğyan sahipleridir. Tuğyan sahipleri, isyan sahipleri bu hastalık dolayısıyla şehâdete nâil olsunlar diye
70 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.81, no:20786; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XXII, s.391, no:974; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.I, s.375, no:466; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.332, no:680; Hâris, Müsned, c.I, s.390, no:254; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.405, no:1633; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.45, no:3853; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.33; İbn-i Hibbân, Sikàt, c.V, s.399, no:5395; İbn-i Sa’d, Tabakàt, c.VII, s.61; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.I, s.357; Ebû Useyb RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.76, no:28431; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.170, no:270.
yolladım.” demek istiyor.
(Ve ricsün ale’l-kâfirîn.) Gâvurlar da ölecek, onlar için ise, azabdır.”
n. Şirk Koşmadan Ölen Cennete Girecek
Ahmed ibn-i Hanbel, Buharî ve Müslim Ebû Zerr-i Gıfârî RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:71
أتاني جِبْرِيلُ، فَبَشَّرَنِي: أنَّهُ مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِكَ لََّ يُشْرِكُ بِاللهِ
شَيْئ ا، دَخَلَ الْجَنَّةَ . فَقُلْتُ: وَإِنْ زَنٰى، وَإِنْ سَرَقَ؟َ فَقَالَ : وَإِ نْ
زَنٰى، وَإِ نْ سَرَقَ؟ (حم. خ. م. عن أبي ذرَ)
RE. 10/4 (Etânî cibrîlü febeşşerenî: Ennehû men mâte min ümmetike lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en, dehale’l-cennete. Fekultü: Ve in zenâ ve in sereka? Kàle: Ve in zenâ ve in sereka.) (Etânî cibrîl, febeşşeranî) “Cebrâil bana geldi ve beni tebşir etti, müjdeledi. (Ennehû men mâte min ümmetike lâ yüşrikü bi’llâhi şey’en) ‘Ümmetinden herhangi bir kimse Allah’a şirk koşmadan vefat ederse, ahirete göçerse; (dehale’l-cenneh.) o cennete girer.’ dedi.” (Fekultü) Bunu dinleyen Ebû Zer, diyor ki: (Ve in zenâ ve in seraka) “Yâ Rasûlallah! O adam zinâ etse de, hırsızlık yapsa da cennete girecek mi?” (Kàle: Ve in zenâ ve in seraka.) Dedi ki: “Ey Ebâ Zer, burnun
71 Buhàrî, Sahîh, c.XX, s.76, no:5963; Müslim, Sahîh, c.I, s.254, no:137; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.161, no:21471; Bezzâr, Müsned, c.II, s.96, no:3997; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.171; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.274, no:10955; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.VII, s.7, no:1943; Ebû Zerr-i Gıfârî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.66, no:239; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.179, no:283.
yere sürtünsün senin! Zina da yapsa, hırsızlık da yapsa, Allah’a şirk etmeden ölen bir insan cennete girecek.”
Ya doğrudan doğruya girecek, ya cezasını çekip öyle girecek. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine kalmış; isterse ceza verir, isterse affeder.
Allah cümlemizi şirkten korusun... İslâm dini üzere olmak büyük bir devlet. Allah kadrini bilen kullarından eylesin...
o. Cebrâil AS’ın Efendimiz’e Ettiği Dua
Ahmed ibn-i Hanbel, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâce Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan rivayet etmişler.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:72
أَتَانِي جِبْرِيلُ، فَ قَالَ يَا مُحمَّدُ، اِشْتَكَيْتَ؟ قُلْتُ: نَعَمْ . قَال : بِسْمِ اللهِ
أَرْقِيكَ، مِنْ كُلِّ شَيْءٍ يُؤْذِيكَ، مِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ، وَعَيْنِ حَاسِدٍ؛ بِسْمِ
اللهِ أَ رْقِيكَ وَاللهُ يَشْفِيكَ (حم. م. ت. ه. عن أبي سَعيدٍ؛ حم. ه. حب. ك. عن عُبادَةَ بنِ الصَّامِتِ)
RE. 10/5 (Etânî cibrîlü, fekàle: Yâ muhammed, iştekeyte? Kultü: Neam. Kàle: Bi’smi’llâhi erkîke, min külli şey’in yü’zîke, ve min şerri külli nefsin, ve ayni hâsidin; bi’smi’llâhi erkîke, va’llàhu yeşfîke.)
72 Müslim, Sahîh, c.XI, s.173, no:4056; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.77, no:894; İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.356, no:3514; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.28, no:11241; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.249, no:10843; Tahàvî, Şerhü’l-Maânî, c.IV, s.329, no:6685; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.278, no:881; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.406, no:24042; İbn-i Sa’d, Tabakàt, c.II, s.213; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan. Bezzâr, Müsned, c.I, s.414, no:2684; Übâdetü’bnü’s-Sâmit RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.201, no:322.
(Etânî cibrîl) “Cebrâil geldi. (Fekàle: Yâ muhammed, iştekeyte?) ‘Hasta mısın, rahatsızlığın mı var?’ dedi. (Kultü: Neam.) Evet dedim. (Kàle: Bi’smi’llâhi erkîk, min külli şey’in yü’zîke, min şerri külli nefsin ve aynin hàsidin, bi’smi’llâhi erkîke, va’llàhu yeşfîke.) [Allah adıyla başlar, sana eza veren her şeyden, her bir nefsin şerrinden ve hased eden gözden seni korumasını Allah’tan dilerim. Allah adıyla başlar, seni korumasını dilerim. Sana şifa verecek olan Allah’tır.] dedi.
Bu hadis-i şerifin râvîlerinden Ubâde es-Sàmit RA diyor ki: Sabahleyin Rasûlüllah Efendimiz’i ziyarete gitmiştim. Baktım ki, Rasûlüllah Efendimiz’de şiddetli bir sancı var; üzülerek ayrıldım. Akşam üstü tekrar ziyaretlerine gittiğimde, kendilerini gayet afiyet üzere buldum. Dedim ki:
“—Yâ Rasûlallah, sabahleyin çok hastaydınız.”
“—Evet hastaydım ama, Cebrâil geldi, bu duayı okudu; iyi oldum.” buyurdular.
“—Bu dualar dua kitaplarında yazıyor. Hasta geliyor, okuyoruz, okuyoruz; hasta iyi olmuyor. Peygamber SAS okumuş, iyi olmuş. Biz okuyunca da iyi olması lâzımken, neden iyi olmuyor?” diye düşünmeğe başladım.
Dediler ki:
“—Bunların altında günahlar var. Günahlarla dualar bir araya gelmez. O günahları terk etmek lâzım, o günahlardan kaçmak lâzım!” dediler.
Günahları yazarken, 1250’ye çıktı günahın sayısı. Neler neler var bu günahların içerisinde... O günahların hepsi bizim için birer zehir. Onlarla yaptığımız dua kabul olur mu?.. Ne bize faydası olur, ne başkasına...
Çok böyle şifa duaları var, Kur’an’da da dualar var. Hangisini okursan oku... Olmaz. Niçin?.. Ağız olacak, ağız.
İsâ AS’ı zorlamışlar:
“—Hangi duayı okuyorsun da, ölüyü diriltiyorsun. O duayı bize öğret de, biz de yapalım!” demişler.
“—Şunu okuyorum, siz de okuyun!” demiş.
Okumuşlar, okumuşlar, hiç dirilen olmamış. Demişler ki:
“—Biz okuduk, hiç dirilen olmadı?..” “—Duayı öğrettim ama, ağzımı da vermedim ya!” demiş.
Allah kusurlarımızı affetsin... Tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar eylesin... Kendisine lâyık kul olmaya bizi muvaffak eylesin...
Aziz Mahmud-u Hüdâyî Hazretleri evliyâullahtan bir zattır. Onun şeyhi Bursa’daki Üftâde Hazretleri’dir. Kısacık bir menkabesini anlatıvereyim:
Hüdâyî Hazretleri kadı. Hem de Mısır gibi bir memlekette kadılık yapmış. Arap memleketlerine kadı olarak gitmiş. Kuvvetli ilmi var yâni. Sonra Bursa’ya da kadı olarak gelmiş. Tarikata karşı pek ilgisi yokmuş.
O devirde adamın birisi hanımına öğünür dururmuş, “Ben bu sene hacca gideceğim!” diye. Hanımı da onu etrafındaki komşularına söylemiş. Fakat adam gidememiş. Komşular
sordukça, hanım mahcub vaziyete düşmüş.
Ertesi sene yine aynı lafları edince, beyine demiş ki:
“—Bey, bak sen bunu söylüyorsun ama, eğer bu sene de gidemezsen, ben sana kapıyı açmam!” demiş.
Vakit gelmiş, herkes gidiyor hacca, bu adam yine gidememiş. Eve gitmiş, bakmış kapı kapalı. “Aç hanım kapıyı!” demiş, hanım açmamış.
Üzgün üzgün dolaşırken, demişler ki:
“—Ne üzülüyorsun, git Üftâde Hazretleri’ne, derdini anlat; o bir çaresini bulur.” demişler.
Bunun üzerine Üftâde Hazretleri’ne gitmiş, derdini anlatmış. O da Eskici Baba’ya göndermiş. Eskici Baba evliyâullahtan bir zat. Bunu o zamanın tayyaresiyle almış, götürmüş hacca, Bursalı hacıların arasına bırakmış. Hac vazifeleri bittikten sonra yine buluşmuşlar, tayy-ı mekânla almış getirmiş Bursa’ya... Adam evine varmış,
“—Hanım aç kapıyı, ben hicazdan geliyorum!” demiş.
Kadın inanmamış:
“—Hacı üç ayda ancak gelebilir. Sen nerden geldin öyle, aldatıyorsun beni. Açmam kapıyı!” demiş.
Onun üzerine adam kadıya müracaat etmiş.
“—Kadı efendi, vaziyet bundan ibaret... Ben hacca gittim geldim, karı bana hâlâ kapıyı açmıyor!” demiş.
“—E oğlum, doğru söylemiş. Hacılar ancak üç ay sonra gelir. Şimdi sen nasıl geldin, ne bileyim ben?” demiş. “Doğru mu söylüyorsun, yalan mı söylüyorsun?.. Hacılar geldiği vakitte hacılardan şahit getir, isbat et; o zaman ben senin hakkında hüküm veririm.” demiş. “Bana misafir ol!” demiş, bir oda göstermiş ona.
Adam orada üç ay yatmış kalkmış. Derken hacılar gelmiş. Ahmed’e vermiş tesbih, Mehmed’e vermiş zemzem, ötekine vermiş hurma... Toplamış on kişiyi, getirmiş kadı efendinin karşısına... Kadı Efendi sormuş:
“—Evlâdım, sen hacı mısın?..” “—Hacıyım efendim. İşte bu sene Allah lütfetti, gittik.” “—Bu efendiyi gördünüz mü Arafat’ta, tavafta?..” “—Evet, işte bu hurmaları bu efendi verdi. Arafat’ta beraberdik, tavafta beraberdik.” demiş. Öbürü, “Zemzemi bu verdi.” demiş. Bir başkası, “Tesbihi bu verdi.” demiş.
Bunun üzerine kadı efendi sarığını çıkarmış, önüne koymuş. Sakalcağızını da böyle tutmuş: “Ey Hüdâyi, bu kadar hacıefendilere şimdi ne diyeceksin sen?” demiş. “Hepsi hacı efendiler, yeni hacdan gelmişler, yalan söyleyecek değiller ya bunlar... Birisi söylese, diğeri söylemez, on tane bunlar.” Şahitlere:
“—Haydi gidin!” demiş.
Sonra adama dönmüş:
“—Oğlum, doğru söyle, nasıl oldu bu iş?” demiş.
“—Söylemem efendim!” demiş.
“—Yoksa vermem kâğıdı!”
Adam bakmış, çare yok. Anlatmış:
“—Üftâde Hazretleri beni bir adama yolladı. O adam vasıtasıyla böyle oldu, böyle oldu...” deyince, mecbur olmuş kendisi de gidip Hazret-i Üftâde’ye teslim olmaya.
“—Affedin beni! Ben bu zamana kadar tarikatın aleyhindeydim ama, şimdi tevbe ettim, pişman oldum, size evlatlığa geldim. Lütfen kabul edin beni!..” filân diyerekten.
O Efendi de demiş:
“—Oğlum, sen kadı efendisin! Sen bu dervişlerin arasında yapamazsın!.. Bunlar pejmürde insanlar...” Fakat o tekrar tekrar ricâ edince, bakmış ki içeriden yalvarma var, sıdk ile:
“—Sen bir sırık al da, git salhaneden, koyunların kesildiği yerden ciğerleri al, onu çarşıda sat da, bakalım senin kabiliyetini görelim!” demiş.
O zamanda kolaycacık derviş almıyorlar. Evelâ böyle bir tecrübeden geçiriyorlar.
“—Yaparım efendim!” demiş.
Gitmiş, almış, kaç tane ciğer aldıysa... (Saklıdır hâlâ evinde sırığı filân.) Zenginlerin bulunduğu Kapalı Çarşı’ya gelmiş: “—Ciğerciii!.. Ciğerciii!..” diye geziyor..
Demişler ki: “Bizim kadı efendi deli olmuş.” Başlamış çoluk çocuk peşinden koşturmağa... Tabii o, onların hiçbirine kulak asmamış, satmış. Gelmiş:
“—Sattım efendim!” demiş.
Ondan sonra almış onu, dervişliğe kabul etmiş. Kabul ettikten sonra, kadılığı bırakmış, iki sene Üftâde Hazretleri’ne hizmetkârlık yapmış. Sabahleyin şeyh efendi kalkmadan evvel suyunu ısıtır, abdest alırken eline dökermiş. Bir sabah nasılsa uyuyakalmış. Şeyh Efendi seslenmiş:
“—Oğlum Hüdâyî!..” Kalkmış ama, ortalık ağarmış, namaz vakti olmuş. Suyu nerde ısıtacak, nasıl yapacak, şaşırmış. “Huuuh... Huuuh....” diye, şöyle avucunun içerisindeki testiyi ısıtmaya çalışmış. Dökerken, Şeyh Efendi elini çekmiş:
“—Oğlum, bu kadar ne yaptın? Üç tanesi yeterdi buna.” demiş. “Haydi artık seni İstanbul’a halifem olarak gönderiyorum! Git orda icrâ-yı hilâfet eyle.” diye yollamış buraya.
Menâkıbı uzundur. Allah şefaatlerine nâil eylesin...
Bunu söylemekten maksadım, o zât-ı muhterem asmasından yaprağı eline alırmış, eliyle şöyle yaparmış; altın olurmuş yaprak... Adamın birisi gelmiş:
“—Efendi Hazretleri, sizde böyle bir ilim varmış. Lütfen bana bunu öğretir misiniz?” demiş.
“—Evlâdım, bu nefese bağlı bir şey. Sen o nefese sahip ol! Yoksa, o nefese sahip olmadıktan sonra, onun maddesini öğrenmişin, şununya bununla karıştırıp da yapacaksın; muhal şey!” demiş.
Nefsine hakim ol, velîler mertebesine eriş; ondan sonra her şey senin için âmâde...
Bir hikâye daha söyleyeyim. Bizim kardeşlerimizden birisi, Diyarbakır’da memur, ismini hatırıma getiremedim. Orada bir adam, bunlara arkadaş oluyor. Evine gidiyorlar adamın. Eline biraz tuz alıyor, şeker oluyor... Çukulatalar var ya, çukulatayı almış eline, altın olmuş. “Al bunu, çocuğuna tak!” demiş. Sanki bir beşibirlik... Bu çukulata idi, beşibirlik olur mu?..
Geçen geldi, sordum:
“—O adamın yaptığı çukulatadan altın duruyor mu hâlâ?..” dedim.
“—Duruyor!” dedi.
Allah Celle ve A’lâ, ne isterse yapar. Yalnız kulunun kul olması lâzım! Allah’a kul oldun mu, korkma artık! Taşlar altın olur senin için, yerler gökler hep senin emrine âmâde...
Allah cümlemizi affetsin... Sevdiği, razı olduğu kullarının arasına bizi de kabul etsin... Hele bu mübarek Ramazan’da da sağlık ve afiyetle güzel güzel oruçlar tutup, Cenâb-ı Hakk’a ibadetler edebilmek nasîb ü müyesser eylesin cümle ümmet-i Muhammed’e... Bizlere de yâ Rabbi!..
Allàhümme innâ nes’elüke temâme’n-ni’meh... Ve devâme’l- àfiyeh... Ve hüsnel-hàtimeh... Bi-hürmeti’l-fâtihah!
24. 08. 1975 – İskenderpaşa Camii