08. TEVBEYİ TE’HİR
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmid dîn...
Azîz ve muhterem kardeşlerim!
Toplanmış olduğunuz için size bir hadis-i şerif okumak istiyorum. Ondan sonra da ders tarifi talebi olduğu için, tarikata giriş dersi tarif edeceğim.
Evvelâ hadis-i şerifi okuyalım, bir nasihat olsun mübarek Ramazan gününde... Not alırsınız, inşaallah istifade edersiniz.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
يَق ول الله تَعَالٰى:
يَا ابْنَ اۤدَ مَ! اِ لٰى مَتٰى تَطل ـب الــتَّوْبـةَ وَت سَــوِّف الاَوْقــَاتَ؟ وَ تَرْغَـب
فِى الآخِرَةِ، وَتَــتْر ك الْ عَمَ لَ، تَق ول قَوْلَ الْـعَـابِدِينَ، وَتَعْمَل عَمَلَ
الْم نَافِقِينَ . إِنْ أ عْطِـيتَ لَمْ تـَ قْـنَع ، وَ إِنْ أ بْلِـيتَ لَم تَصْـبِر . تَأْم ر
النَّاسَ بِالْخَيْرِ وَلاَ تَفْعَلْه ، وَتَنْهٰى عَنِ الشَّرِّ، وَلاَ تَنْهٰى عَنه .وَ
ت حِبُّ الصَّالِحِينَ ، وَ لَسْتَ مِنْه مْ، وَت بْغِض الْم نَ افِقِينَ، وَأَ نْتَ مِنْه مْ.
تَق ول مَا لاَ تَفْ عَل ، وتَفْـعَل مَا لاَ ت ؤْ مَر . تَسْتَوْفِى حَقَّــكَ، وَلاَ
توَفِّى حَقَّ غَيْر كَ . مَ ا مِنْ يَوْ م جَدِيد ، اِلاَّ وَالأَرْض ت ــخـَ اطِــب كَ
فـِيـهِ فَـتَ ق ول لـَكَ : يَ ا ابْنَ اۤدَمَ ! تـَ مْـشِـى عَـلٰى ظَهْرِى، وَمَ صِيرَكَ
اِلٰى بَطْنِي، وَتضْحَك عَلٰى ظَ هْرِي وَغَدًا يَأْك ل كَ الدُّود فِي بَطْنِي.
وَيـ نَادِيكَ الْقَـبْر :يَ ا ابْنَ اۤدَمَ! اَنَا بـَيْ ـت الْ مَسْئـَلَةِ، وَبـَيْ ـت الْوَ حْشَــة ،
وَبـَيْـت الْوَحْـدَة ، فَاعْـم ـرْنِى وَ لاَ تـ خَـرِّبْـنِى .
(Yekùlü’llàhu teàlâ) “Allah-u Teàlâ şöyle buyuruyor…” Bu okuduğum bir hadis-i kudsîdir. Hadis-i kudsîler böyle olur. Allah-u Teàlâ’nın ne buyurduğunu Peygamber Efendimiz kendi sözleriyle bize anlattığı zaman, ona hadis-i kudsî deniliyor.
(Yekùlü’llàhu teàlâ:) “Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:” diyor Peygamber Efendimiz... Kendisinin gönlüne Allah-u Teàlâ
Hazretleri demek ki, böyle buyurmuş; o da biz mü’minlere bildiriyor. Biz de can kulağıyla dinleyelim:
a. Tevbe Etmekte Acele Edin!
يَا ابْنَ اۤدَ مَ!
(Ye’bne âdem!) “Ey Ademoğlu!” diyor. Oğul demesi, kızlar hariç demek değildir. Hepimiz Hazret-i Adem’in evlâtları olduğumuz için, hepimiz bu hitaba dahiliz. Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Ey insanlar!” diyor bize...
اِلٰى مَتٰى تَطل ـب الــتَّوْبــَةَ وَت سَــوِّف الاَوْقــَاتَ؟
(İlâ metâ tatlubü’t-tevbete ve tüsevvifü’l-evkàt?) “Ey insanoğlu!
Ne zamana kadar içinden tevbe etmeyi söyleyeceksin, düşüneceksin, niyet edeceksin ama, vakti geciktireceksin?.. Ahirete rağbet edeceksin ama, ahiret için çalışmayı ne zamana kadar bırakacaksın?..”
Bu bir soru... Sorular insanın aklını toplasın diye sorulur, cevabını versin bakalım diye sorulur. Şimdi burada Allah-u Teàlâ
Hazretleri biliyor ki, mü’min kulları tevbe etmek istiyor. Tevbe ne demek: Allah’ın yoluna dönmek, Allah’ın yoluna girmek, Allah’ın istediği iyi bir kul olmak... Bunu herkes istiyor ama, (ve tüsevvifül evkàt) vakitleri tehir ediyorlar.
Meselâ, hacca gidecek; “İhtiyarlayayım, öyle gideyim!” diyor. Namaz kılacak, hayırlı bir şey yapacak; “Şu zaman geçsin de öyle, çoluk çocuğumu evlendireyim de öyle, biraz ihtiyarlayayım da öyle, biraz vakit geçsin de öyle...” diyor. İnsan her hayırlı işi, hemen aklına geldiği zaman yapmalı! Hayırda acele etmek lâzım, hayrı tehir etmemek lâzım ama, insanlar çoklukla tevbesini te’hir ederler. “Biraz ihtiyarlayayım da, kırkımı geçeyim de, yaşlanayım da, şöyle olsun da, böyle olsun da...” diye ileri bir tarihe atarlar; buna tesvif denilir.
Bizim fakültede arkadaşlarımız vardı, bizi severlerdi, konuşurduk. Ben onlara biraz yardım filân etmiştim. Modern insanlardı. Karısı kocası doçent, hoca... Müslümanı seviyorlar, namazı niyazı seviyorlar.
“—Hadi başla namaza!..” “—E işte biraz vakit geçsin de öyle... Başlayacağım, tamam hocam! Hatamı biliyorum, kusurumu biliyorum.” “—Biliyorsan, başla!..” “—Başlayacağım...” İşte bu ilerde başlayacağım demeye tesvif deniliyor. Bu şeytanın oyunlarından bir tanesidir. Şeytan insanı çeşitli şekillerde hayırları yapmaktan alıkoyar. Şerri yaptırmak ister. Şerri yaptırmağa kandıramazsa, hayrı yaptırmamak ister. Hayrı yaptırmamağa kandıramazsa, ille niyet etmişse, hayrı yapacak gibiyse insan; bu
sefer te’hir ettirmeğe gayret eder. “Yaparsın canım tamam, biraz sonra yaparsın! Bir kaç sene sonra yap!..” filân diye yapılacak şeyin cinsine göre onu geriye attırmağa çalışır.
Tesvif şeytanın bir oyunudur; bunu bileceğiz. Hele tevbe
dediğimiz şey, hayatın önemli bir işidir. Tevbe, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna dönmek demek... Tevbeyi insanlar sanıyor ki, eline tesbihi alıp “Estağfiru’llah tevbe yâ Rabbi!.. Tevbe yâ Rabbi!.. Tevbe yâ Rabbi!..” demek sanıyor.
Hazret-i Ali Efendimiz Kûfe mescidine girmiş. Birisi böyle kenarda tevbe ediyormuş. “Tevbe yâ Rabbi!.. Estağfiru’llahe’l-azîm ve etûbü ileyh... Estağfiru’llahe’l-azîm ve etûbü ileyh...” diyormuş. “Ba bak! Böyle sırf diliyle ‘Estağfiru’llah tevbe’ demek, yalancıların tevbesidir.” demiş. Çünkü tevbe, dönüş demek... Lafla dönüş olur mu? Hâli dönecek insanın... Dön bakalım, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna gel bakalım!.. Gir bakalım bu yola!.. Tevbe o...
Yanlış yolu bırakıp doğru yola gelecek... Başı açıksa, başını kapatacak... Namaz kılmıyorsa, namaza başlayacak... Oruç
tutmuyorsa, oruca başlayacak... Kötü huyları varsa, terk edecek... Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini tutamıyorsa, tutmağa girişecek... Dönüş yapacak. “Döndü bu insan, değişti.” diyecek etrafındakiler...
Kimisi dönmeyi, değişmeyi istiyor da, te’hir ediyor. İşte Allah-u Teàlâ Hazretleri burada: “Ne zamana kadar tevbeyi isteyeceksin de, bunu te’hir edip duracaksın?” diyor.
Bazı insanlar var... Meselâ ben, Fatih’te otobüse bindim, oturdum. Kadının birisi geldi, kendisi açık... Ama, otobüse çıkarken; “—Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm. Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm.” diye güzel besmele çekerek giriyor.
İmanın var mâdem kapansana!..
Bizim hacı hanımı görüyor yanımda; “—Mâşâallah, mâşâallah, ne güzel kapanmış!” diyor.
Mâdem mâşâallah, mâdem güzel; sen de kapan!.. Kapanmak Allah’ın emri, ne diye te’hir ediyorsun?..
“—İşte ne yapalım, Allah kusurumuzu affetsin...”
Affetsin ama, sen duruyorsun kusurda... Kusurda dururken affetmez Allah... Kusurdan vaz geçince, çıkınca, dönünce affeder.
Onun için bu hadis-i şerifin ilk başında hemen: “Dönüşünü yapacaksan yap! Ne diye te’hir ediyorsun, ne zamana kadar te’hir edeceksin ey Ademoğlu?..” diyor. Hemen yapmak lâzım!.. Onun için bir hadis-i şerifte buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:
عَجُِّلوا بِالتََّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ!
(Accilû bi’t-tevbeti kablel mevt) “Bak ölüm birden geliverir, ne zaman geleceği belli olmaz. Trafik kazası olur, kalb krizi olur, şöyle olur, böyle olur... Genci gider, yaşlısı gider. Hasta yaşar da, hastanın başında bekleyen gider bazen... Torun gider de dedesi sağ kalır. Allah’ın işi belli olmaz! Onun için, ölüm gelmeden dönüşü yapmak lâzım!.. Tevbe hemen yapılmalı!..” Tevbe ayını geçtik aslında... Üç Ayların başında tevbe etmek lâzımdı aslında... Bu zamana kadar Receb ayı geçti, kandiller geçti,
Şa’ban ayı geçti... Allah’ın kullarını affettiği aymış Receb ayı...
Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:22
رَجَب شَهْر اللهِ ، وَشَعْبَان شَهْرِي، وَرَمَضَان شَهْر أ مَّتِي
(أبو الفتح في أماليه عن الحسن مرسلاً)
RE. 289/2 (Recebü şehru’llàh) “Receb Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ayıdır. (Ve şa’bânü şehrî) Şa’ban ayı benim ayımdır. (Ve ramadànu şehru ümmetî) Ramazan da ümmetimin ayıdır.”
(Recebü şehru’llàh) “Receb Allah’ın ayıdır.” Ne demek? Bütün aylar Allah’ındır, bütün seneler, bütün dünya, bütün ahiret, her şey Allah’ın da; yâni Allah’ın kullarını affettiği, tevbesini kabul ettiği ay... Onun için, o zamandan tevbe etmek lâzımdı. Ama neyse, ne zamansa insanın hemen tevbeyi yapması lâzım!.. Bir an bile sonraya bırakmamalı, hemen o anda yapmalı!
b. İnsanın Muamelesi Önemli
وَتَرْغَـب فِى الآخِرَةِ وَتَــتْر ك الْ عَمَلَ،
(Ve terğabu fi’l-âhireti ve tetrukü’l-amel) “Hem ahirete rağbet ediyorsun, canın cenneti istiyor da hani amel-i sâlih, hani hayır hasenât, hani ibadet tâat?.. Hem ahirette cenneti istiyorsun, hem de cennete yararlı işleri yapmıyorsun, hâlâ o işlere başlamamışsın!.. Ne zamana kadar sürecek?” demiş oluyor bu hadis-i şerifte... Peygamber Efendimiz naklediyor ama, Allah soruyor. Allah ona bildirmiş, o da bize naklediyor:
“—Ey kullarım! Ne zamana kadar cenneti isteyeceksiniz de
22 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.275, no:3276; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.114, no:210; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.374, no:3813; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.556, no:35164; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.341, no:1358; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.109, no:12682.
dönüşü te’hir edeceksiniz?.. Ne zamana kadar ahireti isteyeceksiniz de, cenneti isteyeceksiniz de cennet için çalışma hâlâ yapmayacaksınız?.. Ne zamana kadar devam edecek bu gaflet?.. Ne zaman aklınız başınıza gelecek de, kendinizi toparlayacaksınız?”
تَق ول قَوْلَ الْـعَـابِدِينَ، وَتَعْمَل عَمَلَ الْم نَافِقِينَ .
(Tekùlü kavle’l-àbidîne ve ta’melü amele’l-münâfikîn) “Ey ådemoğlu, ne yapıyorsun sen?.. Abidlerin sözünü söylüyorsun ama, münafıkların amelini işliyorsun. Konuşmaları güzel insanların... Onu için eskiler demişler ki:
اَلنَّصِيحَاة سَهْو وَالْم شْكِل قَب ول هَا
(En-nasîhatü sehvin) “Nasihat kolaydır. (ve’l-müşkilü kabûlühâ) Zor olanı kabul etmektir.” Nasihatı anlayınca, kabul edecek insan... Peygamber Efendimiz’in zamanının insanları, sözü hemen kabul ederlerdi, anında dinlerlerdi. Bu zamanın insanları da sözü dinliyor, kırk defa düşünüyor, haklı olduğunu da anlıyor; yine de yapmayı te’hir ediyor, yapmıyor.
Peygamber Efendimiz’e, “İçki haramdır.” ayeti indi; kimin evinde içki varsa, sokaklara döküverdi. Medine’nin sokaklarından içkiler aktı sel gibi... Neden?.. Ayet inmiş dediler, bitti. Şimdi millete söylüyorsun; anası müslüman, babası müslüman, çocuk içkiye alışmış, bırakmıyor. İçki günahtır diyorsun, bırakmıyor. Ama söz olarak nasihat ediyor. Almış karşısına, “Sigara içme!” diyor, kendisinin cebinde sigara paketi var... Doğrusunu söylüyor karşısındakine, kendisi doğruyu yapmıyor.
Abidlerin sözünü söylüyor, münafıkların yaşayışıyla yaşıyor. Nedir münafıkların ana vasıfları?.. Münafık konuştuğu zaman yalan söyler, va’dettiği zaman va’dini tutmaz, kendisine emanet olunduğu zaman emanete hıyanet eder. Yâni kaypak insan, güvensiz insan... Münafık böyle biri... Sözü başkadır, işi başkadır.
Mü’min böyle olmaz. Mü’minin işi sağlam olur, sözüne sadık olur, sözü senettir.
Birisi gelmiş İstanbul’daki bir dostumuzun mübârek babasına… Vefat etti, Allah râzı olsun. Mirasını da oğlu hemen cami yapmağa harcadı, helâl yere gitti: “—Hacı baba, çok ihtiyacım var, borç istiyorum!” demiş.
“—Evlâdım, kasa orada! Git oraya, ne kadar borç istiyorsan al!” demiş.
Kendisi bile gitmemiş kasanın başına... Gitmiş o da oradan ne kadar para aldıysa almış. Ne kadar zaman geçtiyse, gelmiş:
“—Hacı baba, hani senden bir borç almıştım ya, borcumu getirdim.” demiş.
“—Evlâdım, kasa orada! Götür parayı oraya koy!” demiş.
Oğlunun dükkânına gelmiş. Bakmış senetler, faturalar, bir şeyler masanın üstünde duruyor.
“—Bunlar ne?” demiş.
“—İmzalı senetler...”
“—Vah vah vah!.. İşimiz böyle kâğıtlara mı kaldı. Bizim zamanımızda bir sözle dükkândaki bütün malları gönderirdik; o da öderdi. Söz namus demekti, sözü herkes tutardı. Vay vay vay, iş şimdi böyle kâğıda mı kaldı?” diye garipsemiş, ayıplamış.
Hacı baba eski çağın insanı olduğu için, bu çağın uygulamasını anlayamıyor, ayıplıyor. E bu neden?.. İnsanlar mü’minliği bıraktı, münafıklaştı. İnsanlar sözünü tutmayı bıraktı. Konuşmaya gelince laf çok, laf tatlı; ama işine bak bakalım! Bakalım işi nasıl?..
Bir hadis-i şerif yazmışlar, bir yerde okudum duvarda... Diyor ki:
“—Bir insanın namaz kılması, oruç tutması seni ona îtimad ettirip de hemen aldatmasın, gevşetmesin! Muamelesine bak bakalım, nasıl muamelesi?.. İşi nasıl?..”
Oruç da tutuyor, namaz da kılıyor ama; işi çarpık oluyor, yamuk oluyor, kötü oluyor, hileli oluyor, bozuk oluyor, ters oluyor, yalan oluyor, yanlış oluyor.
Şimdi gelirken sordum:
“—İsparta’da bir halı seccâde kaç para, nasıl?” filân diye...
“—Hocam! Çürük malzeme kullanmağa başladılar, müşterilerin rağbeti kalmadı.” dediler.
Bir defa aldatır bir müşteriyi... Halbuki iyisinden alsaydı, temiz iplikten, sağlam iplikten alsaydı... Emek veriyor bunu, bir ay bunu dokuyor. O zaman beğenilecekti, iyi para edecekti. Çorap çürüklerinden yapılmış ipliklerle bir tane yaptı; çürük olunca, müşteri de ikinci sefer almadı. “Şimdi çok rağbet yok İsparta’daki seccadelere!..” Gördüğüm arkadaş böyle söylüyor. Neden?.. Mü’min işi olmaktan çıktı, işler hep hileye döndü. Hep yalana yanlışa, hileye hüd’aya döndü.
Rabbimizin bu sözü, sitemli bir sözdür. “Abidler sözünü söylüyorsun ama, münafıklar işini yapıyorsun! İşin münafıklar gibi...” diyor. Nasıl olacak?.. Her işimiz mü’min işi olacak! Her işimiz çok güzel olacak, Allah’ın rızâsına uygun olacak!..
إِنْ أ عْطِـيتَ لَمْ تـَقْـنَ ع ، وَ إِ نْ أ بْلِـيتَ لَمْ تَصْـبِر .
(İn u’tîte lem takna’) “Sana bir şey verilirse, kanat etmiyorsun! (ve in ublîte lem tasbir) Başına bir imtihan gelirse Allah tarafından, sabretmiyorsun!” Mü’min nasıl olacak?.. Mü’min rızkına kanaat edecek!.. “El-hamdü lillâh çok şükür bu hâlime, bu günüme!..” diyecek.
Çanakkale’de birisiyle konuşuyorduk. “Çok mübarek bir karıkoca var burada... Çok dindar, çok iyi insanlar...” dediler, “Fakir...” dediler. Ben de, şunları bir ziyaret edeyim dedim. Ziyarete karar verdik, gittik.
Evleri yok adamların, tenekeden bir kulübeleri var... Şu koltuğun olduğu yere sığar, o kadarcık bir yerde... Karı-koca orda kalıyorlar. Aman ne memnun kadıncağız, ağzı ne kadar dualı... “El- hamdü lillâh, şu nimetlere bak!” diyor, “Şu hâlimize bak!” diyor. Yâni utandım. O kadarcık kulübenin içinde, ayakta dik duramıyorsun. Sandık gibi şeyin içinde, karı koca ihtiyar
zavallılar... “Çok şükür hâlimize... Şu nimetlere bak, Allah’a hamd ü senâlar olsun... Biz kimiz, bizi ziyarete gelmişsiniz; ziyaret edilecek insan mıyız?” diyor. Kanaat var...
Kanaat, gönül zenginliği insanı mutlu eder. Kanâatsızlık, da nimetler içinde yüzse insanı huzursuz eder. Çok şükür, bak karnımız tok, sırtımız pek... El-hamdü lillâh, şükredilecek nice nice nimetler var... Gözümüz görüyor, aklımız çalışıyor. Başımızda bombalar patlamıyor, minarelere bomba atılmıyor. Çeçenistan gibi değil, Bosna gibi değil... El-hamdü lillâh, ne kadar güzel şeyler var...
O halde insan verilen nimetin kadrini bilmeli ve kanâat göstermeli!.. Başına da bir imtihan gelirse; gelir mi gelir, peygamberlere gelmemiş mi?.. Peygamberler hasta olmuş mu, olmamış mı?.. Olmuş. Peygamberler üzülmüş mü, üzülmemiş mi?.. Ne üzüntüler geçirmişler. Peygamberler iftirâya uğramış mı?.. Aman Allah! İnsanlar neler söylemişler, ne sıkıntılar çekmişler, ne üzüntüler görmüşler. Binâen aleyh, bunların hepsi imtihandır diyecek müslüman... İmtihana iyi cevap vermeğe çalışacak!..
تَأْم ر النَّاسَ بِالْخَيْرِ وَلاَ تَفْعَلْه ، وَتَنْهٰى عَنِ الشَّرِّ وَلاَ تَنْهٰى عَنْه .
(Te’müru’n-nâse bi’l-hayri ve lâ tef’alühû ve tenhâ ani’ş-şerri ve lâ tünhâ anhü) “İnsanlara hayrı emrediyorsun, kendin yapmıyorsun; şerri yapmayın diye söylüyorsun, kendin yapıyorsun! Böyle şey olmaz!”
وَت حِبُّ الصَّ الِحِينَ وَلَسْتَ مِنْ ه مْ، وَت بْغِض الْم نَافِقِينَ وَأَنْتَ مِنْه مْ .
(Ve tuhibbü’s-sàlihîn, ve leste minhüm) Salihleri seviyorsun ama, onlardan değilsin! (Ve tübğıdu’l-münâfikîn, ve ente minhüm) Münâfıklara kızıyorsun ama, münâfıkların sıfatı sende var!.. Böyle olmaz ey Ademoğlu!” diye Rabbimiz umûmî olarak söylüyor. Tabii,
umûmî olarak söylenen sözlerin içinden herkes hissesini alır.
Diyor ki, Peygamber Efendimiz: “Münafıklığın sıfatları vardır. Bu sıfatların hepsi bulunursa bir insanda, hâlis muhlis tam münafık olur. Bir tanesi olursa, münafıklıktan bir parça bulunmuş olur.” Onun için insanda buna benzer şeyler varsa, bunları yapmamalı!..
Şimdi çocuğa söylüyoruz:
“—Evlâdım doğru sözlü ol, yalan söyleme!” diyoruz.
Ondan sonra telefon çalıyor;
“—Evde yok de!” diyoruz.
Hani yalan söyleme diyordun çocuğa, ne oldu?.. Hani yalan söylemeyecektin?.. Çocuk da anlıyor onu, “Hani sen bana yalan söyleme demedin mi?” diyor. Büyüğüne söylüyor, çocuğun aklı daha muntazam çalışıyor. “Baba böyle şey olur mu?.. Anne böyle şey olur mu?..” diyor. “Sus, sen konuşma!” diyor ama; niye konuşmasın çocuk doğru, çocuk haklı, büyük haksız...
Onun için iyiliği emreden insan, iyiliği evvelâ kendisi yapmalı!.. Kendisi yaptığı zaman, sözünün tesiri çok olur. Mânevî bakımdan da müessir olur.
Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri vaaz kürsüsüne çıkmış vaaza... Eûzü besmele çekmiş, basit bir sözden başlamış: “İşte evde vâlide hanım şöyle yaptı da, böyle yaptı da...” filân derken, daha vaazın asıl mevzuuna girmeden ahlar, vahlar... Göz yaşları şarıl şarıl akmağa başlamış. Daha vaaza başlamadı ki, daha sözün başında... Evde şöyle oldu da, böyle oldu da, ben buraya şöyle geldim derken millet ağlamış. Feyiz taşıyor böyle... Neden?.. Mübarek insan...
Oğlu da diyormuş ki: “Ben de bir kürsüye çıksam, bak neler söyleyeceğim!” Babası onu hissetmiş. “Hadi bakalım, bu haftada sen vaaz ver!” demiş. O da hazırlanmış, güzel güzel... Millet dinlemiş dinlemiş, ne heyecan var, ne bir şey... Neden?.. Birisi kendisi yaşıyor, söylediğini kendisi tatbik ediyor; o zaman sözünün tesiri oluyor. Öyle yapmacık sözlerle, özenerek bezenerek söylese bile insan, kendisi yapmadığından tesiri olmuyor.
Onun için, insan hayrı söyleyince evvelâ kendisi yapmağa çalışmalı; şerri yapmayın dediği zaman da, evvelâ kendisi yapmamalı!.. Sàlihleri seviyorsa; —sàlihler, yâni Allah’ın sevgili, iyi kulları— onlardan olmağa çalışmalı!.. Münafıkları sevmiyorsa, “Aman münafıkların hali gibi hal bende olmasın!” diye gayret etmeli!..
Meselâ münafıkların hâli nedir?.. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki —nümûne olsun diye söylüyorum— “Erkekler yatsı ve sabah namazlarına camiye gelmeye dikkat etsinler; çünkü bu iki namaza münafıklar gelemezler!” diyor. O zaman bir insan sabah namazına camiye gidemiyorsa, yatsı namazına camiye gidemiyorsa; “Eyvah! Bende münafıkların hali var... Münafıklar gibi ben evde mi duracağım?” diyecek, camiye koşacak. Sabah namazını camide kılmağa gayret edecek!.. Mâdem münafıkları sevmiyoruz, münafıklığı sevmiyoruz; o halde onlardaki bir sıfat bizde olmasın diye gayret edeceğiz. Mâdem ki, sàlihleri seviyoruz; onlar gibi olmağa çalışacağız.
c. Sàlihleri Örnek Edinelim!
Biz çok faydasını gördük. Mübarek insanların menkabesini, hayatını okumakta, anlatmakta, dinlemekte çok fayda var... Çünkü, insanoğlu görüyor, iyi insan, dindar insan nasıl oluyormuş ona özeniyor, ona heves ediyor.
Hazret-i Aişe-i Sıddîka Validemiz... Birçok şey gelmiş eve, akşama kadar hepsini dağıtmış. Hizmetçisine, “Al şunları filânca aileye götür!.. Al bunları falanca aileye götür!” diye, gelen bir yığın ne varsa hepsini tasadduk etmiş, hayra vermiş. Akşam ezanı okunmuş. Oruçlularmış. Hizmetçisi dayanamamış:
“—Ey mü’minlerin annesi, biraz da bize ayırsaydın! Bak herkese verdin, kendin oruç da tutuyorsun. Kuru ekmekten, hurmadan başka bir şey yok!..” demiş.
“—Vaktinde söyleseydin, onu da yapardım. Aklıma gelmedi.” demiş.
Bak, sàlih insanların hali nasıl! Nasıl hayra hasenâta veriyorlar!..
Hazret-i Ali Efendimiz ailesiyle oruç tutmuş. Sofraya oturmuşlar. Bir fakir, miskin gelmiş; “—Allah rızâsı için bir şey verin, karnım aç!” demiş.
Vermişler yiyeceklerini, aç kalmışlar. Sabredelim bari demişler. Ertesi gün yine oruca niyetlenmişler, aç tutmuşlar. Ertesi akşam tam yemek hazırlamışlar, sofrada yiyecekler; kapı yine çalınmış. Yetimin birisi gelmiş; “—Açız, yiyecek bir şeyler varsa verin!” demiş.
Hadi ona vermişler. Yine aç olarak oruca devam etmişler. Üçüncü akşam sofrayı kurmuşlar; bu sefer bir esir gelmiş; “—Açız, bir şey verin!” demiş.
Yemeği ona vermişler. Bunun üzerine ayet iniyor:
وَي طْعِم ونَ الطَّعَامَ عَلَى ح بِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا (الانسان:٨)
(Ve yut’imûnet taâme alâ hubbihî miskînen ye yetîmen ve esîrâ.) “Allah sevgisini kazanmak için yemeklerini miskinlere, yetimlere, esirlere verirler.”
إِنَّمَا ن طْعِم ك مْ لِوَجْهِ اللهَِّ لاَ ن رِيد مِنْك مْ جَزَاءً وَلاَ ش ك ورًا (الانسان:٩)
İnnemâ nut’imuküm li-vechi’llâh) “Biz Allah rızası için bunları veriyoruz. (Lâ nürîdü minküm cezâen ve lâ şükûrâ) Para, pul, karşılık da istemiyoruz, teşekkür de istemiyoruz. Yaptığımız Allah rızâsı için...” derler.
İnsan bunları duyunca ne yapıyor?.. Kendisi de onlara özeniyor, onlar gibi olmağa çalışıyor. Onun için sàlihlerin hayatını okumak lâzım ve onlar gibi olmağa çalışmak lâzım!..
Bizim dergilerimizin yayınları arasında, “Sahabe Hayatından Tablolar” diye kitaplar neşredildi. Koca koca ciltler... Onları okumak lâzım!.. Hanım sahabelerin hayatları nasıl, neler
yapmışlar; onlar bilinsin diye onları neşrettik. Onları okursanız, salih hatunlar nasıl yaşamışlar, nasıl ibadet etmişler, nasıl düşünmüşler; onlar iyice anlaşılır.
d. Yapmayacağın İşi Söyleme!
تَق ول مَا لاَ تَفْ عَل ، وتَفْـعَل مَا لاَ ت ؤْ مَر .
(Tekùlü mâ lâ tef’alü, ve tef’alü mâ lâ tü’meru) “Ey Ademoğlu! Yapamayacağın işleri söylüyorsun ve emrolunmamış işleri yapıyorsun.” Ademoğullarından iki kusur daha söyleniyor burada... (Tekùlü mâ lâ tef’alü) “Yapmayacağın işi söylüyorsun!” Bazı insanın va’di çok olur, palavracı olur yâni... Düşünmeden şöyle yapacağım, böyle yapacağım diye söyler. Yapmayacağını söylemek doğru değil... Yapacağını söylemeli, yapabileceği kadar konuşmalı, özü sözüne, işine uygun olmalı!..
(Ve tef’alü mâ lâ tü’meru) “Emrolunmadığın işi yapıyorsun!” Birçok yaptığımız şeyler bakalım Allah’ın emri mi?.. Bir günde yaptığımız işleri şöyle bir düşünecek olursak, Allah’ın emrini mi yapıyoruz, nedir yaptığımız işlerin sıfatı?.. Allah’ın emri mi, Peygamber”in sünneti mi?.. Yoksa nedir yaptığımız; onlara dikkat etmek lâzım!..
تَسْتَوْفِى حَقَّــكَ وَلاَ ت وَفِّى حَ قَّ غَيْر كَ .
(Testevfî hakkake ve lâ tüveffî hakka gayrüke) “Birisinde bir hakkın olsa, sonuna kadar almağa çalışıyorsun da, senin üzerinde birisinin hakkı oldu mu, onu vermekten kaçınıyorsun!” Miras bölünmüş, falancanın mirasta hakkı var... Dînî bakımdan ölen kadının erkek yeğenlerinin hakkı var... Ama, bugünkü medenî kanuna göre hakkı yok!.. Anasının malını iki kız kardeş bölüşecekler. Ama Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki emrine göre ikisi bölüşemezler, erkek yeğenlere de pay gider. E ne yapıyor?..
Vermiyor. Hatırlattığın zaman da, “Nerden çıkarttın bunu?..” diyor. Ben çıkartmadım ki, Allah’ın emri... Bunu vereceksin!
“—Kendi hakkın olsa, kuruşuna varıncaya kadar ararsın. Ama başkasının hakkını vermiyorsun ey Ademoğlu!”
İğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına batır. Bakalım, birisi sana hakkını vermediği zaman nasıl üzülüyorsun!.. Nasıl avukat kesiliyorsun, nasıl karşısına çıkıyorsun!.. O halde, sen de başkasına hakkını tam ver!..
e. Kabrimizi İmar Edelim!
مَا مِنْ يَوْم جَدِيد اِلاَّ وَالأَرْ ض ت ــخـَ اطِــب كَ فـِيـهِ فَ ـتَق ول لـَ كَ: يَا ابْنَ
اۤدَمَ! تـَمْـشِـى عَـلٰى ظَهْرِى، وَمَصِيرَكَ اِ لٰى بَطْنِى، وَتضْ حَك عَلٰى
ظَهْرِى وَغَدًا يَأْك ل كَ الدُّود فِي بَطْنِي .
(Mâ min yevmin cedîdin illâ ve’l-ardu tühàtıbüke fîhi fetekùlü leke:) “Hiçbir yeni gün yoktur ki, yeryüzü, toprak, şu yer sana o günde şöyle hitap etmesin…” Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bize anlatıyor. Yeryüzü insana her gün şu sesle seslenirmiş, şu sözleri söylermiş:
(Yebne âdem!) “Ey Ademoğlu! (Temşî alâ zahrî ve masîrüke ilâ batnî) Şimdi benim üstümde dolaşıyorsun ama, bir zaman gelecek
içime gireceksin! Kara toprağa seni gömecekler.”
(Ve tadhakü alâ zahrî ve gaden ye’külüke’d-dûdü fî batnî) Şimdi gülüp geziyorsun ama, yarın toprağın altında etini, kemiğini kurtlar yiyecek.”
وَيـ نـَادِيكَ الْقـَـبْر : يَ ا ابْنَ اۤدَم ! اَنـَ ا بـَيْ ـت الْ مَسْــئـَلَةِ، وَبـَيْـت
الْوَحْشَـــة ، وَبـَيْ ـت الْوَ حْـدَة ، فَاعْـم ـرْنِى وَلاَ تـ خَـرِّبْـنِى.
(Ve yünâdîke’l-kabru) “Kabir de insana şöyle seslenirmiş: (Ye’bne âdem!) Ey Ademoğlu! (Ene beytü’l-mes’eleti ve beytü’l- vahşeti ve beytü’l-vahdeti fa’mürnî ve lâ tüharribnî.) Ben sorgu sual yeriyim, sorgu sual eviyim, dikkat et! Kabirde, ‘Rabbin kim?.. Peygamberin kim?.. Dinin ne?.. Kitabın ne?.. Kıblen neresi?..’ diye sorgu sual olacak.” (Ve beytü’l-vahşeti) “Tek başına kalma yeriyim. (Ve beytü’l- vahdeti) Yanında arkadaşın, yardımcın, yoldaşın olmayacak bir yerim.” Kabirde insan yalnız olacak da, yoldaşı kim olacak?.. Yoldaşı işlediği ibadetler olacak, amel-i sàlih olacak. Namazı bir yanında, orucu bir yanında, haccı bir yanında, Kur’an’ı bir yanında, zikri bir yanında, sadakası bir yanında koruyacaklar kendisini...
Hattâ bir hadis-i şerifte geçiyor ki: Kabre konulmuş bir insan, karşısında nur yüzlü, mübarek, sevimli bir insan görünce soracakmış:
“—Sen kimsin mübârek?.. Ben kabirde yalnız başıma böyle korkup dururken, yalnızlık çekerken, ürkerken seni gördüm. Senin
yüzün mâşâallah nurlu, çok sevdim seni, sen kimsin?” diyecekmiş.
O da diyecekmiş ki:
“—Ben senin okuduğun Tebâreke Sûresi’yim! Allah bana bu sûreti verdi de, senin karşına böyle yoldaş olarak gönderdi.” İnsanlar yoldaş seviyor, arkadaş seviyor diye, Allah Tebâreke Sûresi’ne o sûreti veriyor, o şekilde onun yanına gönderiyor demek ki... Amellerimiz de öyle olacak, ibadetlerimiz tâatlerimiz de kabirde yoldaş olacak.
Onun için hadis-i şerifin sonunda Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şu emri yer alıyor: (Ve a’mirnî) “O halde beni ma’mur etmeye çalış ey Ademoğlu! (Ve lâ tüharribnî) Beni harab etme, yıkma!..”
Kabrin imarı nasıl olur, kabir nasıl ma’mur edilir?.. İbadetle imarlı olur. Nasıl harab olur?.. Günahlarla harab olur. Binâen aleyh, insanın kabrini imar etmesi demek, hayır hasenât yapmasıdır. Harab etmesi demek de, günah işlemesi demektir. O bakımdan insan ömrü boyunca kabrini imar etmeğe çalışacak. Yâni hayır hasenât yapacak, oraya girdiği zaman rahat etmesini düşünecek, kabrini düşünecek!
El-hamdü lillâh, bazan bakıyorum kabir namazı kılıyor hanımlar, hatim indiriyor vs. Bunların hepsi kabrin imârı babından oluyor.
Şimdi bu hadis-i şerif, Allah-u Teàlâ’nın biz insanlara hitabı oluyor. Bu hadis-i şeriften çıkartacağımız dersler: Allah’a dönüşü hemen yapacağız, te’hir etmeyeceğiz. Ahirete mâdem sevgimiz var, cennete sevgimiz var; cennet için çalışacağız. Sözümüz özümüze uygun olacak, işimiz münafıkların, kâfirlerin işine benzemeyecek.
Benzemeyecek ama, giyimimizden, kuşamımızdan yaşamımıza kadar her şeyimiz benzemiş. Nasıl benzetmişler, bu müslüman halkı nasıl döndürmüşler; bilmiyorum. Dedelerimiz, ninelerimiz nasıldı, bizim şu insanlarımız nasıl?..
Şimdi ben çarşıda pazarda dolaşıyorum, bakmıyorum da; bakmamağa da çalışıyoruz. Pabucumuzun ucunda olacak gözümüz, etrafa bakmayacağız ama; nerde o müslüman dedelerin, nenelerin
kızları, nerde bugünkü kadınlar!.. Münafıklara değil kâfirlere benzemiş. Hele hele biraz burası soğuk da şimdi, sıfır derece, kar var, bilmem ne... Hele git bakalım bir Antalya’ya... Hele git bakalım, bir yaz gününde Antalya’da dolaşabilir misin?
Bizim arkadaşlardan bir tanesi Antalya’nın köklü ailelelerinden... Amerika’dan gelmiş, paraları pulları var... Güzel bir ev yaptırmışlar. Biraz oturmuşlar, bakmışlar ki çocukları elden gidecek, imanları gidecek!.. Evi de bırakmışlar, Antalya’yı da bırakmışlar, kaçmışlar. Neden?.. Turistlerden yaşanacak hali kalmadı.
Turistleri bırak, bizim kendi ahalimiz de turistlerden beter oldu. Hani münafıklara benzemeyecektik?.. Münafıkları da attı da bir kenara, kâfirler gibi giyiniyor, kâfirler gibi taranıyor, kâfirler gibi boyanıyor, kâfirler gibi donanıyor, kâfirler gibi yaşıyor... Namaz yok, abdest yok, gusül yok, ibadet yok, tâat yok, insaf yok, haram helâl duygusu yok... E ne olacak?..
Biz insanoğluna bu sözler az bile...
“—Sen abidlerin sözünü söylüyorun, münafıkların işini işliyorsun!” diyor. Şimdiki insanlar kâfirlerin işini işliyor, imanla hiç ilgisi yok... “Kelime-i şehâdet getir!” diyorsun, bilmiyor. Namaz kılacak, hiçbir şey bilmiyor. Şurada çantamda kâğıt var:
“—Benim annem namaza başlayacak ama, okumaya dili dönmüyor.” diyor.
Bu yaşa gelmiş, koca kadın olmuş, bilmiyor. Dedim artık: “Küçük çocuklara öğretilen İnnâ a’taynâ’yı, Kulhüva’llahu ehad’ı öğrensin de, namazı onlarla kılsın.” dedim. Şu hâlimize bak!.. Allah yardımcımız olsun...
f. Nimete Şükür, Musîbete Sabır
Allah’ın verdiği nimetlere kanâatkâr olacağız. Başımıza Allah imtihan gönderirse, ona da sabredeceğiz. Hastalık olur imtihan... Fakirlik olur, kıtlık olur, şu olur, bu olur; sabredeceğiz.
Bizim talebelerimizden bir kızcağız vardı. Evlendi, çok güzel bir çocuğu dünyaya geldi. Hakîkaten şâhâne güzel bir bebekti. Bebek güzeliydi yâni... Sevindiler. Problemleri, hastalıkları varmış, biraz da zor olmuş çocukları... Bir hafta sonra Allah aldı bebeği... Öldü bebek... Ne yapalım? Veren Allah, alan Allah; sabredeceğiz.
Ne sözler söyledi o bizim talebe... Allah’a ne sözler söyledi, dilini ne kadar uzattı. Benim ödüm patladı, ben korktum. Delirdi kızcağız, aklı başından gitti. Ne yapalım; veren Allah, alan Allah... Sabrı da öğren!..
Bizim köyde bir cami imamı varmış. Çocukları doğuyormuş, bir zaman sonra ölüyormuş. Hani bazan böyle kan uyuşmazlığı oluyor, bir şey oluyor; ölüyor. Nasıl ağlıyormuş hoca efendi, nasıl yas tutuyormuş!.. Kaç tane çocuğu böyle ölmüş. Günün birinde bizim köye alim, fazıl, yaşlı bir zât gelmiş. Tam o sırada hocanın bir çocuğu ölmüş. Hocaefendi çok da böyle ağlayıp zırlayınca; “Yâhu sen adamsın, otur bakayım şuraya!..” demiş oturtmuş.
“—Sana bu evlâtları kim veriyor?” “—Elbette Allah veriyor.” “—Peki, bu evlâtları senden kim alıyor?” “—Allah alıyor.” “—Sana ne oluyor? Sabret bakalım!.. Böyle hocalık mı olur, böyle mertlik mi olur? Allah’ın imtihanına sabret bakalım!” demiş.
O da söz vermiş: “Peki...” demiş, sabretmiş. Ondan sonraki doğan çocuğu ölmemiş. İmtihana bak!..
Onun için, Allah’tan afiyet isteriz. Allah dünyada ahirette afiyet versin hepimize, hepinize... Hep günleriniz hoş olsun, hep işleriniz rast gitsin... Öyle olmazsa?.. Öyle olmazsa da sabredin!.. Her zaman yaz olmuyor, bazan kar yağıyor. Her zaman bolluk olmuyor, bazan kıtlık oluyor. Her zaman sağlık olmuyor, bazan hastalık oluyor; sabredin!..
İyi bir müslüman sabredecek, gık demeyecek. Allah’tan geldiğini bilecek, sabredecek. Sabırdan sevap kazanacak. İnsan iki şeyden sevap kazanır:
1. Musîbet gelirse; sabreder, sevap kazanır.
2. Nimet gelirse; şükreder, sevap kazanır.
Bir şükürden sevap kazanır, bir sabırdan sevap kazanır. Eğer nimet gelir, şükretmezse; sevap kazanamaz, günaha girer. İmtihan gelir, sabretmezse; hem gelen şeyin acısını çeker, hem de sabretmediğinden dolayı sevapları kaçar, belki günaha da girer.
Kadının birisi saçını başını yoluyormuş, çok bağırıp çağırıyormuş. Peygamber SAS yanından geçerken, kadının yanına gitmiş:
“—Ey hatun sabırlı ol!.. Allah’ın kaderi ne yapalım? Ne geldiyse başına, olabilir; sabırlı ol!” demiş.
Kadın sabreder mi? Açmış ağzını yummuş gözünü:
“—Sen benim başıma gelen belânın ne olduğunu biliyor musun?” diye bir sürü laf söyleyince, bakmış ki Peygamber Efendimiz, edebi noksan; yürümüş gitmiş kadının yanından...
Arkadan gelen sahabeden birileri de gitmişler kadını yanına:
“—Be kadın! Bu seninle konuşanın kim olduğunu bilemedin mi?..”
“—Bilemedim.” demiş.
“—Yâ o Peygamber SAS Efendimiz’di.” “—Yâ, öyle mi?..”
Koşmuş hemen arkasından;
“—Aman yâ Rasûlallah! Beni seni bilemedim. Kusurumu affet!” demiş.
Buyurmuş ki, Peygamber Efendimiz:23
23 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.438, no:1240; Müslim, Sahîh, c.II, s.637, no:926; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.210, no:3124; Tirmizî, Sünen, c.III, s.314, no:988; Neseî, Sünen, c.IV, s.22, no:1869; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.509, no:1596; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.130, no:12339; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.272, no:2040; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.222, no:6244; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.176, no:3458; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.119, no:9702; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.65, no:6919; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.362, no:1203; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.208, no:1368; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.172, no:249; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1477; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III. s.356. no:799; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.99; Bezzâr, Müsned, c.II, s.352, no:7373; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.415, no:3842; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
الصَّبْر عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأ ولٰى (خ. م. د. ت. ن. ه. حم. ط. طس. ع. هب. ق. عد. عن أنس؛ ع. عن أبي هريرة )
(Es-sabru inde’s-sadmeti’l-ûlâ) “Sabır, darbe ilk geldiği zaman olur.” Sabır ilk başta olacak! Ondan sonra, nasıl olsa insan alışır.
Yâni, sabretsen de sabretmesen de, bir zaman sonra alışacaksın. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi?.. Onun için, sabrederse sevap kazanır insan; sabretmezse, elinden kaçırır.
Bu hadis-i şeriften bu dersi de çıkartıyoruz. Sabırlı olacağız. Eğer imtihan olursak; bu imtihandır diyeceğiz, sabredeceğiz.
İnsanlara hayrı tavsiye etmek güzeldir; ama evvelâ hayrı kendimiz yapacağız. Şerri yapmayın diye söylemek, nehy-i münker vazifedir, farzdır ama; evvelâ kendimiz yapmayacağız.
Salihleri seviyorsak, onlardan olmaya çalışacağız. Münâfıklara, kâfirlere kızıyorsak, onlara benzememeğe çalışacağız.
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:24
خَالِف وا الْيَه ودَ وَالنَّصَارٰى!
(Hàlifu’l-yehûde ve’n-nasàrâ) “Yahudilere, hristyanlara aykırı davranın, muhalefet edin; onlar gibi olmayın!” buyuruyor. İbadette bile onlara uymamak lâzım, onların yaptığı zamanda yapmamak lâzım!.. Kaldı ki, günahlarda, eğlencelerde, keyiflerde, Allah’ın hoşuna gitmeyecek şeylerde hiç uymamak lâzım!..
Sonra, insanın yapamayacağı lafı söylememesi lâzım!.. Büyük söz konuşmaması lâzım!.. Büyük bir yükün altına kendisini sokmaması lâzım!.. Emredilmeyen şeyi de yapmaması lâzım!..
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.453, no:6067; Ukaylî, Duafâ c.III, s.463, no:1519; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.272, no:6510, 6511; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.246, no:647; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.355, no:6462 ve c.XIV, s.52, no:13769.
24 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.V, s.561, no:2186.
Yaptığı her şeyi Allah rızâsı için yapmak lâzım, Allah emrettiyse yapmak lâzım!.. “Allah bana neyi emrettiyse, onu yapayım!” diye, sabahtan niyeti öyle kurmak lâzım!.. Hayatını dâimâ Allah’ın emrettiklerini, Rasûlüllah’ın emrettiklerini yapmakta geçirmeye çalışmak lâzım!..
Kendisi nasıl birisinde hakkı olunca almak istiyorsa, başkasının da hakkını vermek lâzım!.. Başkasının hakkını yutmamak lâzım, el koymamak lâzım!..
Hadisin öteki kısmındaki şeylerden de hatırınızda kalsın; her gün bize yeryüzü sesleniyormuş da haberimiz yokmuş. Yeryüzü ne diyormuş? “Sen bugün benim üzerinde dolaşıyorsun ama, yarın benim içime gireceksin!” diyormuş. Şu kara toprak böyle sesleniyormuş. Bu ne demek?.. Ölüm var, ölüme hazırlıklı ol demek...
Ölüme hazırlık nedir?.. Çeşitli şekillerde zaman zaman tasavvufu anlatmak gerekiyor da, ben hiç kimsenin söylemediği bir sözü söylüyorum: “Dervişlik ölüme hazırlanmak sanatıdır.” diyorum. Neden?.. Derviş dâimâ ölüme hazır haldedir. Vâdesi gelse, Azrâil karşısına dikilse, “Tamam, pek âlâ!” diyebilecek durumdadır. Neden?.. Abdestli gezer, dili zikirlidir. Üzerinde kimsenin hakkı yoktur. Bütün vazifelerini yapmıştır, her şeyini tamam etmiştir. Allah’ın yolunda yürümektedir. “Eh emir gelmiş, mâdem çağrılıyor; gideriz!” der, gider. Yâni, her bakımdan hazırlıklı olmak sanatıdır dervişlik...
Dervişlikte ölümü düşünmek var, bu da bir vazife... İşte bak bu ölümü düşünmekte de, şu ibret kulağımızla şu yeryüzünün şu sesini duymaya çalışalım: “Ey insanoğlu! Üstümde dolaşıyorsun bugün ama, yarın benim içime gireceksin!” diyormuş yeryüzü... “Sen bugün yeryüzünde kahkaha atıp geziyorsun ama, yarın vücudunu kurtlar yiyecek!” diyormuş.
Kabir de sesleniyormuş insana: “Ey Ademoğlu! Ben sorgu sual yeriyim. Ben tek başına kalacağın, korkacağın bir yerim. Ben yalnızlık yeriyim. Sana orda kimse yoldaş olmayacak. Binâen aleyh, beni ma’mur etmeğe çalış, beni harab etme, beni
güzelleştirmeğe çalış!” diyormuş. Allah söylüyor, biz bilemeyiz. Ama bunu bildikten sonra da çalışmak lâzım!..
İbrâhim ibn-i Edhem isminde, Belh şehrinde, padişahzâde bir kimse varmış, padişahmış. Menakıbı kitaplarda yazılıdır. Padişahlığı bırakmış; Allah’ın rızâsını kazanmak için evini, barkını, sarayını, hazinesini terketmiş. Şânı, şöhreti bırakmış. Ona sormuşlar, bize nasihat et diye... Çok güzel altı tane nasihat etmiş de, bir tanesinde diyor ki:
إذا اشــتغـل الناس بعمارة القصور ، فاشتغل أنت بعمارة القبور؛
(İze’ştegale’n-nâsü bi-imâreti’l-kusùr, fe’ştagil ente bi-imâreti’l- kubûr) “İnsanlar köşkler, saraylar yapmakla meşgulken, sen kabrini imar etmekle meşgul ol!” İnsanlar güzel köşkler, mermer saraylar, bahçeli havuzlu yerler yaptırmak için... Büyük şehirlere gitse insan, lüks semtlerde neler görüyor. Ne paralar harcıyorlar, ne masraflar yapıyorlar... Antalya’nın Lara plajı tarafına gidersen, Kemer tarafına gidersen; Allaaah, ne milyarlar dökülmüş, ne binalar yapılmış!.. Dünyayı imar etmeğe çalışıyor millet...
(İzeştegalen nâsü bi-imâreti’l-kusùr) İnsanlar köşkler, saraylar yapmağa uğraşırken, (fe’ştegıl ente biimâretil kubûr) sen kabrini güzel yapmağa çalış, kabrini nurlu yapmağa çalış, kabrini sevapla doldurmağa çalış!..
Bir şair demiş ki:
اَلْقَبْر ص نْد وق الْعَمَلِ .
(El-kabru sandûku’l-amel.) “Kabir, kızların ceyiz sandığı gibidir. Kızlar mendil yapıyor, iş işliyor, nakış yapıyor, peçete yapıyor, yemek takımı yapıyor, masa takımı yapıyor, oya yapıyor... vs. Hepsini oraya dolduruyor.
“—Ne oluyor kızım hayrola?” “—İşte çeyiz, hazırlık...” Büyüdüğü zaman kendi evinde kullanacak onları diye sandık dolusu çeyiz yapıyor insan... Kabir nedir?.. Kabir her insanın çeyiz sandığıdır işte... Burda yapıyor yapıyor, kabre gönderiyor, orada rahat etsin diye...
Nasihatten bir hadis okuyayım dedim, bu hadis-i şerifte bunlar çıktı karşımıza... Biraz acı ama, acısı tatlısı Allah’ın emri, Peygamberimiz’in kavli olduğu için ben de okumuş oldum.
Allah-u Teàlâ Hazretleri nasihattan istifade etmeyi, feyzyab olmayı, sevgili kulu olmayı nasib eylesin...
Bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!
07. 02. 1995 - ISPARTA
(7 Ramazan 1415)