32. PEYGAMBER EFENDİMİZ’E TÂBÎ OLMAK
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû! El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Cenâb-ı Hak cümlemizi ve cümle Ümmet-i Muhammed’i afv ü mağfiret eylesin... İyi, sàlih kulları arasına kabul buyursun...
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي . وَادْخُلِي جَنَّتِي (الفجر٠٣-٩٢)
(Fe’dhulî fî ibâdî. Ve’dhulî cennetî.) “İyi kullarımın arasına gir ki, cennetime giresin!” (Fecr: 29-30)
a. Kasîde-i Bür’e’den Beyitler
Kasîde-i Bür’e, hepimiz için çok değerli bir derstir, kitaptır. İmam Busîri yazmıştır. Kendisinden de çok şifâlar hâsıl olur. Hele bir beyti var:
هو الحبيب الذي ترجى شفاعتهِ لكلِّ هولٍ من الأهوال مقتهم.
Hüve’l-habîbü’llezî türcâ şefâatühû,
Li-külli hevlin mine’l-ehvâli muktehimi.
KB.36 [O öyle bir peygamber ve Allah’ın sevgili kuludur ki, karşılaşılan her türlü tehlike ve korkulu hallerde onun şefaati umulur, istenir.]
مولاي صلِّ وسلم دائمًا أبدًا، على حبيبك خير الخلق كلهم.
Mevlâye salli ve sellim dâimen ebeden,
Alâ habîbike hayri’l-halkı küllihimi.
[Ey Mevlâm, salât ve selâm dâimâ ve ebedî olarak, yaratılmışların hepsinin en hayırlısı olan Habîbine olsun!]
Hepsi güzel de, bu beyti herhangi bir dert, maraz, hastalık olunca hulûs-u niyet ile, ihlâs ile okursanız, Allah’ın emri ve izni ile, inşâallah şifa bulursunuz zannederim. Öyle demişler büyüklerimiz.
Bu zatın kitabından bugün size okuyacağım şu beyit:
فإنَّ أمَّارتي بالسوء ما اتَّعظت، من جهلها بنذير الشيب والهرم.
Feinne emmâretî bi’s-sûi me’tteazat,
Min cehlihâ bi-nezîri’ş-şeybi ve’l-heremi.
KB.13 [Benim nefs-i emmârem, muhakkak ki kötü davranarak, cehaleti sebebiyle aksakallılığın ve ihtiyarlığın nasihatlarından ders almadı.]
Şu beytini anlatabilirsem, ne güzel!
Şu insanın içinde bir kuvvet var ki, ona nefs-i emmâre diyorlar. Bu terbiyeye muhtaç bir varlıktır. Bu terbiye olunca levvâme olur, terbiye olununca mülheme olur, daha terbiye olununca mütmainne olur. Mutmainneden sonrası evliyalar mertebesidir. Oraya nâil olanlar müstesnâ...
Fakat bu mütmainne hepimiz için şart! Eğer bu nefs-i emmârede kalırsak, yabânî mahsullere benzeriz, yabânî mahlûklara benzeriz. Bir şeye yaramayız yâni.
Onun için diyor ki:
إِن النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالس وءِ (يوسف:٣٥)
(İnne’n-nefse le-emmâretün bi’s-sû’) “Bu nefis hiç bir zaman iyilikle emretmez. Bunun kabiliyeti öyle... Daima emri kötülükledir.” (Yusuf, 12/53)
Yusuf AS da, bundan böylece şikâyet etmiştir. Kasîde-i Bür’e sahibi de bundan cesaret alarak, şu beyti söylüyor:
فإنَّ أمَّارتي بالسوء ما اتَّعظت، من جهلها بنذير الشيب والهرم.
Feinne emmâretî bi’s-sûi me’tteazat,
Min cehlihâ bi-nezîri’ş-şeybi ve’l-heremi.
Nefis dâimâ kötülük emreder, fenalıkları emreder. Zevk üzere yaşamayı emreder. “Selâmet buradadır, bir daha nereden geleceksin bu dünyaya!” der. Çeşitli hileleri vardır.
Allah’ı unutturur, Peygamber’i unutturur, kitabı unutturur. Yaşamayı, zevki sana süsler, püsler, önüne verir. Fakat arkası gelmez.
Onun için diyor ki: (Feinne emmâratî bi’s-sûi mâ etteazat,) “Ben ona ne kadar nasihat ettim, yapma, etme diyerekten, dinlemedi beni. (Min cehlihâ) Söz dinlememesi, yola gelmemesi, daima isyan halinde yaşaması, ibâdât ü tàatten uzaklaşması, namazdan niyazdan uzaklaşması, onun cahilliğindendir. Hep nefs-i emmârenin esareti altındadır.”
Mâlûm ya, dünyadaki yaşayışlar da hep cihada bağlıdır.
Nefislerle uğraşmak nasıl borçsa, memleketimizin müdafaası da yine bu mücâhedeye bağlıdır. Eğer hazırlanmazsak, düşman bizi nasıl olsa boğar. Boğulunca da hürriyetimiz elimizden gider,
başkalarının esiri oluruz, esir olarak yaşarız.
Bu dünyada nasılsa, nefislerde de bunun gibidir. Nefislerimizle mücâhede etmezsek, onları yola getirmeye çalışmazsak, onların terbiyesiyle alâkadar olmazsak...
Mürebbî Allah, Allàhu Rabbü’l-àlemîn. O terbiyeci... Biz de ondan nefislerimizi terbiye etmeye alışmalıyız. Evvelâ o emmârelikten kurtarmak, borcumuz.
Emmâreliğin 12 tane zehirli başı vardır. Bu 12 tane zehirli başı kesilmedikçe, levvâmeyi görmek mümkün olmaz. Kesersin, biri düşer... Kesersin, biri düşer... Ne zaman ki 12 başı keser, koparır, atarsan, 12 karneyi geçer, hürriyetine kavuşursun o zaman.
“Binaen aleyh, ben ona çok va’z ü nasihat ettim ama, bir türlü dinlemiyor. Katı kalpli, yüreği katı... (Bi-nezîri’ş-şeybi ve’l-heremi.) Dedim ki: ‘Bak sakalım ağardı, belim büküldü, takatim yok, yapma artık!’ Dinlemiyor. İhtiyarladım da, takatim da yok artık onunla boğuşmağa...” Boğuşmanın bir devri var tabii. Bak, askerliğe 45 yaşına kadar alıyorlar. 45’ten sonra bazen ihtiyarları da 50’ye kadar alırlar. Mecbur olursak, hepimiz de gideriz başka... Fakat insanın iş görecek devri 20 ile 45 yaşları arasındadır.
Yâni, gençlik yaşlarının kıymetini bilip, insan kendisini düzeltebilirse, ne mutlu!
Bazı kardeşler gelir:
“—Beni de evlatlığa kabul etmez misiniz?” Pek güzel, mâşâallah ama kart ağaçların eğildiğini gördünüz mü hiç? Kart ağaca aşı yaparlar mı hiç? Aşılar hep genç ağaçlara yapılır.
Binaen aleyh, terbiyeden uzak kalan insanlar, yabânî ağaçlara benzer, yabânî mahsullere benzer, yabânî hayvanlara benzer. Binaen aleyh, terbiye hepimiz için şart...
Onun için, evvelâ okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde,
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (لفاتحة:٥)
(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) [Bizi sırat-ı müstakîme, doğru yola sevk et!] (Fatiha, 1/5) diyerekten Hazret-i Allah’a dönmek şart... Hazret-i Allah’a dönmeyen, yoluna iltica etmeyen, yoluna ellerini açmayan gönüllerde hayır yoktur. Hiç bir zaman olamaz. Onun işi hep kötülükledir. Kat’iyyen ne ihtiyarlıktan korkar, ne hastalıktan korkar, ne bir şeyden korkar. “Adam nasıl olsa olur.” der.
Onun için, yine buyuruyor ki kaside sahibi:
وخالف النفس والشيطان واعصمها،
وإن هما محَّضاك النصح فاتَّهم.
Ve hàlifi’n-nefse ve’ş-şeytàne va’sıhimâ,
Ve in hümâ mahhadàke’n-nusha fe’ttehimi.
KB.24 [Nefs-i emmâre ve şeytana karşı koy ve onlara muhalefet et! Onlar sana görünüşte güzel öğütlerde bulunsalar bile, sen yine kabul etme!]
Nefis ve şeytan, iki mahlûk insanın üzerine musallat. İnsanın beş tane düşmanı var. Birisi bildiğimiz gâvurlar, birisi nefsimiz, birisi şeytanlarımız, birisi ehl ü iyâl, birisi de müslümanlığı benimsememiş zavallılar.
Bu beş düşmanın altından kurtulmak insanın vazifesi. Kurtulamazsak hürriyet denilen nimete, İslâm nimetine tam sahip olamayız.
Onun için, (İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) diye her rekâtta okuyan, namaz kılan bizler bile, namaz kıldığımız halde, günde beş defa da Allah’a yalvardığımız halde, o sırat-ı müstakîme henüz erişmiş değiliz. İstiyoruz ama o yolda değiliz. O yolda olmayınca, bu istek fayda etmez. İstemekle beraber, yola girmek lâzım! Yola girmek için, Allah’ın sırat-ı müstakîm denilen
köprüsünden öteye atlamak lâzım!
Onun için de mücâhede lâzım, nefisle uğraşmak lâzım, vuruşmak lâzım! Onun istediklerini yapmamak lâzım! İstediklerini vermemek lâzım!..
b. Peygamber SAS’i Önder Edinmek
Hayat-ı dünyada bize nümûne, Peygamberimiz’dir. Peygamberini hedef edinmeyen insanlar, önder edinmeyen insanlar, hep geride kalırlar. Müslümanlığı kabul ettikten sonra müslümanın ilk vazifesi, Peygamberinin yolunda gitmektir.
Binaen aleyh, üç nasihatimiz vardı. Bu üç nasihatten birisi mahviyet, kendinde benlik görmemek. Onun için, Ebû Bekrini’s- Sıddîk Hazretleri ne diyordu:
جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلٰهِي، مَـنْ لَـهُِ زَادٌ قَـلِيـلْ؛
مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ، يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ .
Cud bi-lütfike yâ ilâhî, men lehû zâdün kalîl,
İnnehû müflisün bi’s-sıdkı inde bâbike yâ celîl!
[Yâ İlâhi, yâ Celîl! Kapına sıdk ile gelen şu müflise, şu azığı az olan kuluna lütfunla ihsanda bulun!]
ذَنْبُهُِ ذَنْبٌ عَظِيمٌ، فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ؛
إِنَّهُِ شَخْـصٌ غَرِيبٌ، مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ .
Zenbühû zenbün azîmün, fağfiri’z-zenbe’l-azîm,
İnnehû sahsün garîbün, müznibün abdün zelîl.
[Onun günahı büyüktür, büyük günahını bağışla! Muhakkak
ki o, garip, günahkâr bir şahıstır, zelil bir kuldur.]
O diyor. İnsaf edelim yâni... O pirimiz olan, ilk müslüman, Peygamber SAS’in arkadaşı. Peygamber SAS’e kızını vermiş; parasını, malını, mülkünü vermiş. Halifesi olmuş. Bugün de yanında yatıyor. Bak o ne diyor, biz ne haldeyiz?
Allah hepimizi affetsin... Tevfikini refîk etsin... İstikàmetten ayırmasın... İşte o istikamet, İslâm yolu da, ancak ve ancak Peygamber SAS’in hayatına hayatını uydurmakla olur.
Binâen aleyh, mahviyetten sonra deniyordu ki:
“—Kimsenin ayıbıyla meşgul olma! Kendi ayıbın kendine yeter. Kendi ayıplarını gör, onların ıslahına çalış! Muvaffak olabilirsen, bir kötülükten kendini kurtarabilirsen, ne mutlu sana!
Sen başkalarının ıslahı ile memur değilsin. Kendi nefsini ıslaha çalış. Hepimizde bir sürü kusur var, bak bakalım onlardan kendini kurtarabilecek misin?
Üçüncüsü dedik ki:
“—Sevilecek şeylerin başı Allah’tır.”
İnsan çok şeyi sever; malı sever, parayı sever, hanımını sever, çocuklarını sever, anasını babasını sever... Eşini dostunu sever. Sever ama bunların hepsi fânî... Hepsi Fânî...
Şimdi ben, biraz rahatsızlığım dolayısıyla çocuklarıma diyorum ki içimden:
“—Gelseniz de bana yardım etseniz ya çocuklarım!” “—E baba evlatlarımız var, efendimiz var, şu var, bu var...” Gelseler de birkaç gün gelir giderler. Demek ki her şey fânî...
Ama bâkî olan Allah’tır. Niçin? Bütün nimetleri veren o!
Görmeyi, duymayı, işitmeyi, anlamayı, söylemeyi, her hal ve harekâtı, kuvveti, kudreti veren o... Ondan başkası yok...
Onun için, seveceksen onu sev! Onu sevmek mümkün değil, Peygamber-i ahir zamanı sevmedikçe... Peygamber-i ahir zamanı sevmek mümkün değil, onun sünnet-i seniyyesine uymadıkça... Peygamber-i ahir zamanın sünnet-i seniyyesine lâyık-ı vech ile uyulmadıkça, Peygamber’i sevmenin imkânı yok...
Şimdi günah kitaplarını yazıyorum da, o günahları yazarken kaydettim: Peygamber SAS yemeğini hep yerde yermiş. Biz de masalarda, gururla, her çeşit süslü yemeklerle yemek yiyoruz. Bu halimiz acaba Peygamber’in haline uyar mı?
Binâen aleyh, sünnet yalnız sakal salmak, yalnız sarık sarmak değildir. Peygamber SAS’in hayatına uydurmaktır kendisini… Gönlü onunla, her şeyi onunla... O zaman,
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَُّّ (آل عمران:١٣)
(Fe’ttebiùnî yuhbibkümu’llàh) [Bana tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin!] (Âl-i İmran, 3/31) sırrına mazhar olur.
Peygamber SAS’e tabî olduğunuz takdirde, Allah-u Teàlâ Hazretleri de sizi sever. Sevilmenize çare olur. Binaen aleyh, Allah hepimizi affetsin... Bu uzun ders.
وشدَّ من سغبٍ أحشاءه وطوى، تحت الحجارة كشحًا مترف الأدم.
Ve şedde min sagabin ahşâehû ve tavâ,
Tahte’l-hicâreti keşhan mütrefe’l-edemi.
KB.30 [Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, açlıktan, iç organlarının şikâyetini gidermek için, belini iyice sıkıştırıp karnına taş bağlamıştı.]
Şed, bağlamak. Diyor ki: “Açlıktan karnına taş bağlar idi o Rasûl-ü Müctebâ SAS...” Açlığı yokluktan mıydı? Bütün dağlar altın olarak kendilerini arz ettikleri zaman, hepsinden i’raz etti.
Allah Celle ve A’lâ ona dedi ki:
“—Ey Habîbim, bu dünyayı senin için halk ettim.” Cenâb-ı Peygamber de; “—Yâ Rabbi, ben de senin için o dünyayı terk ettim.” dedi.
Allah lâzım bize, merciimiz o... Binaen aleyh, o Peygamber-i ahir zaman karınlarına taş bağlarlar, sıkarlar, zaruretlerini gidermeğe çalışırlardı.
Bak bakalım bir perşembeyi, bir pazartesiyi oruç tutabiliyor musun? Ayın 13’ünü, 14’ünü, 15’ini, eyyâm-ı bıyzı tutabiliyor musun? Bunları tutmak lâzım! Hazret-i Peygamber’in haline halimizi uyduralım bakalım!
Onun bütün hali Allah ile idi. Onun için bazı zamanlar Hazret- i Aişe’ye derdi:
“—Yâ Aişe, bana dünyayı hatırlat bakalım, bir şeyler söyle!” Sırası gelince de Hazret-i Bilâl’e: “—Yâ Bilâl, hadi bize Allah’ı hatırlat, anlat bakalım!” Ezan-ı Muhammedî’yi okurken, o güzel sesi ile ortalığı alt üst ederek, İslâm’ın o büyük davetini duyurmağa çalışırdı mübarek...
Allah hepimizi affetsin de, o Peygamber SAS’in izine tam mânâsıyla ayaklarımızı uydurmak ve onu tam mânâsıyla sevmek şerefine cümlemizi nâil eylesin...
Ama bunlar hep laftadır. Seven Hazret-i Ebû Bekir, ilkönce İslâm’ı kabul etti. Sonra bütün malını verdi. Sonra kızını da Peygamber SAS’e verdi. Her cihadda da Peygamber Efendimiz’in yanında yer aldı.
İşte o hallere nâil olmak şerefine Cenâb-ı Hak hepimizi nâil etsin, nasîb ü müyesser etsin inşâallah...
El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Lâ ilâhe illa’llàhu’l-halîmü’l-kerîm...
Sübhàna’llàhi rabbi’l-arşi’l-azîm...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...
Nes’elüke mûcibâti rahmetike... Ve azàimi mağfiretike... Ve’l- ganîmete min külli birrin... Ve’s-selâmete min külli ismin... Lâ teda’ lenâ zenben illâ gafarte... Ve lâ hemmen illâ ferracte... Ve lâ hàceten leke fihâ ridan, illâ kadaytehâ yâ erhame’r-râhimîn! Yâ erhame’r-râhimîn! Yâ erhame’r-râhimîn! İrhamnâ... İrhamnâ... İrhamnâ yâ rabbi!
Bu cumamızı mübarek eyle yâ Rabbi! Birçok cumalara da sağlık afiyetle erişmek nasîb ü müyesser eyle... Cümlemizi de mağfurîn zümresine ilhak eyle yâ Rabbi!
Yaptığımız kusurları da, fazl u kereminle hayırlara tebdil eyle yâ Rabbi!
El-fâtiha!
.................................
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
20. 04. 1979 – İskenderpaşa Camii