• /
  • Kütüphane
  • /
  • Özel Sohbetler
  • /
  • 08. MUS’AB İBN-İ UMEYR RA (2)
07. MUS’AB İBN-İ UMEYR RA (1)

08. MUS’AB İBN-İ UMEYR RA (2)



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!

Size bugün, Mus’ab kardeşimizden bahsedecektim. Yalnız şu kadar bir ricam var ki, bunu bir roman dinler gibi, yahut bir hikâye dinler gibi dinlemeyin! Dinimizdeki ulviyyeti, sizin idrakinize bırakıyorum tabii. Herkes onu inceler, düşünür:

“—O mu doğru, bu mu doğru? O nasıl hayat?” der.

Kendi hayatımızı onların hayatıyla bir mukayese edince, kaç paralık adam olduğumuz meydana çıkar. İş burada...

Bunları size anlatmaktan bir gàye var tabii. Gàye, kendimizi tanıyabilmek... Hep davamız müslümanlık davası ama ne kadar

samimiyetimiz var müslümanlığımızda, orası meçhul...


Şimdi, bu Mus’ab denilen zat, SAS Hazretleri’nin etrafında toplanan ilk müslümanlardan... Peygamber SAS gizli bir evde —

Dârü’l-Erkam diyorlar ona— etrafındaki insanlara kendisinin peygamber olduğunu, Allah-u Celle ve A’lâ’nın da bir olduğunu, ibadetin de bu Allah’a yapılması lâzım geldiğini beyan ediyor. Putlara tapınmanın yanlış olduğunu izah ediyor. Tabii, inananlara müslüman diyorlar. Bu duyulmuş Mekke içerisinde, böyle bir peygamber gelmiş diye ama ortada kendisi yok. Orada, gizli bir evde...

Büyük bir şehirdir orası, ev de kolay bulunmaz öyle. Aşık olanlar, meraklı olanlar araya sora buluyorlar o evi. Girmesi de kolay olmuyor içeriye... Girmişler, Efendimiz SAS’i dinliyorlar. Dinlerken SAS’in adeti Kur’an okumak, Allah’ın birliğini tanıtmak; taşlara, putlara, emsali şeylere tapınmaktan insanları kurtarmak...


Bu Mus’ab denilen genç, gayet zengin bir babanın oğlu. Gayet güzel bir vücuda sahip, çok temiz giyinen bir genç... O da gidiyor, Peygamber SAS’in bulunduğu eve; dinliyor, dinliyor... İçine aşk-ı ilâhi giriyor, iman ile müşerref oluyor. Herkes saklı, kimse ben

63

iman ettim diyemiyor daha. İman ettim diyen yok... Bu cesur bir delikanlı, diyor ki:

“—Benim iman ettiğim duyulursa kimseden korkum yok! Yalnız korkum annemdendir ki, anneme el kaldıramam.” diyor.

Bunu derken, bir şeyi söyleyeyim size, bu ana-baba dersinden ileri geliyor. Anaya babaya itaatin lüzumu; nerede itaat olur, nerede itaat olmaz?

Levh-i Mahfuz’a ilk yazılan yazı:


بِسْمِ اللَِّـهِ الرََّحْمَـٰنِ الرَِّحيمِ . إِنِّي أَنَا اللُّ، لاَ إِلَهَِ إِلاَّ أَنَا.


مَنْ رَضِيَ عَنْ هُِ وَالِدَاهُ، فَأَنَا عَنْهُِ رَاضٍ .


(Bism’illâhi’r-rahmâni’r-rahîm. İnnî ena’llàh, lâ ilâhe illâ ene.) “Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla… Muhakkak ki ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. (Men radıye anhü vâlidâhü, feene anhü râdın.) “Her kimden anne-babası razıdır, ben de ondan razıyım.”

Onun için dedi ki:

“—Ben kimseden korkmam ama, anam ne yapacak bakalım bana?.. Ondan da saklarım, söylemem müslüman olduğumu...”


Fakat bir müddet sonra birisi. Peygamberimiz’in yanında namaz kıldığını görüyor. Gidiyor annesine:

“—Senin oğlun da müslüman olmuş, gördüm orada namaz kılıyordu.” diyor.

Bir münafık girmiş işte içeriye...

Annesi pür-hiddet, pür-şiddet, envâi çeşit hakaretler, sopalar, dayaklar... Ve nihayet odasına kilitlemiş, hapsetmiş:

“—Seni buradan çıkarmayacağım, mutlaka sen o dinden döneceksin! Olmaz, bizim putlar bırakılamaz! Ecdadımızdan gelen şey...” demiş.

Çocuk tabii bir kere inanmış, iman etmiş, aklı ermiş. Putlara tapınmaktan ne çıkar? İster altından olsun, ister yakuttan olsun taştır, cansızdır. Cansızın karşısında ne eğilmek olur, ne

64

bükülmek olur; ne ona selâm olur. Bunlar boş şeyler.

“—Ana, ne yapsan boş, ben bu dinden dönemem! Doğru bir din; Allah bir, Rasûl’ü de hak... Getirdiği Kur’an, o da hak… Dönemem bundan, ne yaparsan yap!” demiş.


Müslümanlar tabii, zarurette kalmışlar. Bakkal ekmek vermiyor, yiyecek satanlar yiyecek vermiyor. Elbise satanlar elbise vermiyor. Mekke’de geçinmenin imkânı yok... Müslüman olduğun tanındı mı, yandın.

“—Kaçalım!”

“—Nereye?”

“—Habeşistan’a...”

O müslüman zümre toplanmışlar, Habeşistan’a hicret etmişler. Habeşistan’ın yerini, coğrafya kitaplarından hepiniz bilirsiniz. O gün vesait yok, yol yok, bir şey yok, para da yok cepte... Yayan yapıldak o çöller geçilerekten, Habeşistan denilen diyara gidiliyor. Orda bir müddet kalınıyor. Fakat, oraya alışamadıklarından dolayı, orada barınamıyorlar; yine dönüp geliyorlar memleketlerine...

Anne bu sefer yine oğlunu hapsediyor. Fakat, oğlan hiç azminden dönecek değil. Bu sıkıntılar ona şifa oluyor. O sıkıntılar, o zahmetler ona merhem oluyor.


Derken, Medine-i Münevvere’ye kaçmak üzere yol aramış ve bulmuş. Annesinin bir gafletine denk getirerekten, Efendimiz’in de tavsiyesi ile Medine-i Münevvere’ye gitmiş. Daha Peygamber Mekke’de gizli. Dinini kimseye duyuramıyor, söyleyemiyor kâfirlerin endişesiyle. Evinde gizli gizli söylüyor gelen dostlarına...

Bu zat Medine-i Münevvere’ye gittiği vakitte, ehl-i Medine de duymuşlardı Peygamberimiz’in dünyaya geldiğini. Bir hac mevsiminde panayıra gelmişlerdi. On iki tanesi Peygamberimiz’e iman etmiş ve sözleşmişlerdi. Ona bey’at diyorlar, o bey’atı yapmışlardı. Bu da on üçüncü olaraktan onların arasına girdi.

Şimdi bu genç; para yok, gittiği yer de zengin aileler değil, hep fukara zümresi, zuafa zümresi... Fakat Mus’ab durmuyor, köy köy,

65

kasaba kasaba dolaşıyor; bir, iki, üç, kimi yakalarsa:

“—Senin yaptığın yanlış! Bak, Allah birdir. Ondan gayriye tapma sakın! Taşa aldanma, puta aldanma haa!” gibi neler diyorsa, diyor.

Böylelikle 72 kişiyi müslüman yapmış Mus’ab.


Nihayet bir köye gidiyor. Köyün ismi aklımda kalmadı. Yanında yeni müslüman olanlardan Esad ibn-i Zürâre denilen bir arkadaşı daha var. İki arkadaş o köye gidiyorlar. O köydeki halka iman ü İslâm’ı, Allah’ın birliğini anlatmaya çalışıyorlar. Derken, o köyün ağası —bugünkü tabirle beyi— olan zat duyuyor onların geldiğini. Hemen kılıcını kuşanıyor ve kılıcını çıkararaktan bunların başında dikiliyor:

“—Eğer siz yaşamak istiyorsanız, şimdi bırakın gidin!” diyor.

Tabii iki tane genç, ellerinde sopa bile yok. Kılıçla tepesine dikilmiş insan... Gayet mülâyim bir şekilde:

“—Efendi kardeş! Biz buraya döğüşmeye gelmedik, lütfen oturun! Söyleyelim, bizi dinleyin! Eğer kanaat getirirseniz ne alâ… Getirmezseniz, biz çeker gideriz başka yere...”

Onu güzel sözlerle ikna ediyor. Adam kılıcını yere koyuyor, kendisi de oturuyor...


Ona, güzel bir Kur’an-ı Kerim okuyor. Adamın başlıyor tüyleri ürpermeye... Yüzünde ayrı bir nur peyda oluyor. Diyor ki:

“—Böyle bir dine girenlere kim mâni olabilir? Ne güzel bir din! Bizim yaptığımız ne imiş yâ, bu taşların karşısında? Ne kadar aptal insanlarmışız. Bunlardan ne beklenir? Cansız olduğu hepimizin bildiği bir şey. Babamız yaptı yahut biz yaptık. Bu yaptıklarımızın karşısında eğilmek, bükülmek, tapınmak cahilce bir iş...”

Bir Allah’ın lüzumuna kàil olaraktan iman edeceğini anlayınca, demiş ki Mus’ab:

“—Git, temizlen ve yıkan öyle gel!”

Hemen gitmiş evine, yıkanmış. Giyinmiş temiz esvabını, başından sular akaraktan gelmiş.

66

“—Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh” diyerekten İslâmiyet’ini izhar eylemiş.

Biz de çok gàfiliz ki, bugünkü bu öldürücü kardeşlerimize bir ikaz yapamıyoruz. Yâni, ne kadar àciziz. Mus’ab’a bak, ne kadar şeylere katlandı. Herif silahıyla, bıçağıyla geldi, ama onu ne güzel yola getirdi! Kelime-i Şehadet’i de güzelce getirttirdi... Bu, insanlara Cenâb-ı Hakk’ın bir lütf u ihsânıdır. Bu, mektepte profesör olmakla, çok tahsil yapmakla olmaz. Bu, Allah’ın lütfu...

Daha sonra, Rasûlüllah Mekke-i Mükerreme’den hicret etti, Medine-i Münevvere’ye geldi. Geldikten sonra 313 kişi oldular. Derken Bedir Muharebesi koptu. Ma’lûm, düşmana haddini bildirdiler.


Arkasından, Uhud Muharebesi çıktı. Uhud Muharebesi’nde Cenâb-ı Peygamber, sancağı bu Mus’ab denilen zatın eline verdi. Mus’ab orda kendini gösteriyor, askeri teşyi’ ediyor. Derken bir düşman süvarisi yakaladı... Uzun hikâye, Allah muhafaza etsin... Şehadetleriyle onların rütbeleri âlî oldu, bize de şefaat eylesinler

67

inşâallah...

O şehid oldu. Muharebe bittikten sonra Cenâb-ı Peygamber dolaşıyor harp meydanını, bunu gördü. Tabii, çok şehidler var, Hazret-i Hamza da şehid olmuştu. Hazret-i Hamza’nın şehadeti ile bu Mus’ab’ın şehadetine çok ağladılar. Çünkü Mus’ab varlığını terk etti, zaruretlerin son derecesine katlandı. Çok günler aç kaldı ama imanından zerre kadar fedâkârlık yapmadı. Daha birçok insanların da müslüman olmalarına vesile oldu.


Şimdi, müslümanlığın iki hattı var: Birisi ibadet hattı; emirler yâni, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri... Birisi de yasaklardan korunma hattı. Emr-i ma’ruf, nehy-i ani’l-münker diyorlar ki, bu ikiden ibarettir müslümanlık... Biz, ibadetimizi yapmakla beraber, hiç kimseye: “—Sen bu kabahati neden yapıyorsun?” demedik. “Sen niçin bu fenalığı yapıyorsun?” demedik. “Sen bu içkiyi neden içiyorsun?” demedik. “Ayıptır!” demedik.

Selman-ı Farisî Hazretleri’nin hikâyesini anlatırken, belki biraz zor geldi bize. Birisi dedi ki:

68

“—Hoca efendi, bu devirde de Selman gibi bir adam olur mu?

Selman gibi bir idareci olur mu ya, hiç imkân mı var?”

Selman, hepiniz biliyorsunuz ki, Tarikat-ı Nakşibendiyye’nin ikinci pîridir. Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri tarikatı ona teslim etmiş. O ehl-i tarik olan Selmân-ı Farisî Hazretleri’nin hayatını çok güzel dinlediniz. Tabiatıyla bizim hayatımızla mukayese olunca, bizim halimiz nice olur yâ Rabbi! Biz sefahate ne kadar alışmışız. Bir zerresini bile feda etmeğe bugün imkânımız yok!

Sonra en üst perdeden uçuyoruz müslümanlıkta...

Allah hepimizi affetsin... Onları nümûne alarak, onlar gibi yaşamayı bizlere de nasib etsin...


Çünkü onlar biliyorlar ki, dünya fânî... Burası fanî alem, hepimizin geçit yeri. Suyun akıp gittiği gibi, insanlar da bugün akıp gidiyorlar işte... Hiç birimiz demiyoruz ki, burada kalacağız. Hepimizin gideceğine kanaatimiz var. Fakat öyle olduğu halde, yine ahiretimiz için hareketlerimiz zayıf... Ne gece namazlarını kılabiliyoruz, ne Allah-u Teàlâ’nın zikriyle meşgul olabiliyoruz...

69

Ne Kur’an’ımızı okumasını biliyoruz, ne çocuklarımıza öğretebiliyoruz.

Halbuki, biz ne kadar müslüman olursak olalım, bugünün insanıyız. Yarının insanını biz yetiştireceğiz. Dünkü nesil bizi nasıl yetiştirdi ise, biz de evlâtlarımızı öyle yetiştireceğiz ki, yarının müslümanı olabilsin.

Onun için, onun en evvel öğreneceği şey dinidir. Dinini bilmeyen insan, dünyanın dilini bilse, dünyanın bütün bilgilerini bilse ne kıymeti var! Tek kanatlı bir hayvan uçamaz! Tek kanatla hangi hayvan uçabilir? Dini olmayan insan, netice itibarıyla her şeyden mahrumdur ve her kötülük kendisinden beklenebilir.


Onun için, münafık denilen bir mahlûk var ya, o münafık sahtekâr müslüman demektir. Bugün biz, hakîkî müslümanla sahtekâr müslümanı fark edecek durumda da değiliz. O kadar bir körlük var üzerimizde... Allah hepimizi affetsin...

Mus’ab’a düşman süvarisi gelmiş, bir vurmuş, sancak tuttuğu kolunu kesmiş. Kesmiş ama o mübarek hemen sancağı sol eline almış, hem de tek eliyle düşmana kılıç sallıyor. En nihayet öteki kolu da kesilmiş; rahmet-i Rahman’a, şehidler meyanında büyük mertebeyi kazanarak gitmiş.

Allah cümlemizi şefaatine nâil etsin de, onların zümresine bizleri de ilhak eylesin...

El-fâtiha!

06. 10. 1998 – İskenderpaşa Camii

70
09. EBÛ ZERR-İ GIFÂRÎ RA
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2